ZULÜM

(الظلم)

Ahlâk, siyaset, hukuk ve kelâm ilminde kullanılan geniş kapsamlı bir terim.

Sözlükte “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” anlamındaki zulüm (zulm) din, ahlâk, hukuk gibi alanlarda terim olarak “belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. Aynı kökten mazlime (çoğulu mezâlim) “zalimin elinde bulunan başkasına ait nesne” demektir. Zulümden şikâyetçi olmaya tazallüm, zulme katlanmaya inzılâm denir (Lisânü’l-ǾArab, “žlm” md.; et-TaǾrîfât, “Žulm” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 938; EI² [Fr.], XI, 612-613). Adl/adâlet, kıst ve insaf kavramları zulmün karşıtı, cevr, bağy, tuğyân, fısk, udvân/taaddî/i‘tidâ kavramları da zulmün eş anlamlısı veya yakın anlamlısı olarak kullanılır. Zulmün kök anlamı bakımından özellikle insan ilişkilerindeki haksızlıkları ifade ettiği, bu sebeple cevre göre daha dar anlamlı olduğu belirtilirse de (Ebû Hayyân et-Tevhîdî, s. 84-85) literatürde zulmün eş anlamlısı olarak en çok cevr geçer.

Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi âyette zulüm kelimesi, 269 defa da türevleri yer alır. 200’den fazla yerde zulüm kavramı “küfür, şirk” veya “Allah’ın hükümlerini çiğneme, günah işleme”, yirmiyi aşkın âyette “beşerî ilişkilerde haksızlığa sapma” anlamında kullanılmıştır. Yetmişten fazla âyette Allah’ın hiç kimseye hiçbir şekilde zulmetmeyeceği, insanların dünyada uğradıkları zararların ve âhirette uğrayacakları cezaların kendi kötülüklerinin karşılığı olduğu, inkârcıların ve kötülük işleyenlerin sonuçta kendilerine zulmettikleri belirtilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “žlm” md.). Kur’an’da cevr kelimesi geçmez; ancak birçok âyette bağy, tuğyân, fısk ve türevleri bulunur. Yine Kur’an’da ve İslâmî kaynaklarda İslâm öncesini İslâm döneminden ayırmak için kullanılan “câhiliyye” kavramı temelde biri putperestlik inancı ve uygulamasıyla müesseseleşen itikadî sapmayı, diğeri zalimane davranışlarla insan ilişkilerine yansıyan ahlâkî sapmayı ifade ediyordu. Bu bakımdan Kur’an’da zulüm öncelikle o dönem kültüründe “azgınlık, serkeşlik, saldırganlık” gibi anlamlara gelen (Amr b. Külsûm’un MuǾallaķa’sındaki böyle bir kullanım için bk. Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, s. 178) “cehl” kavramıyla ve kültür içinde bu kavramın yakından ilgili olduğu “şirk” ile bir anlam ilişkisi oluşturur. Hz. Peygamber’in evden çıkarken, “Bismillâh, Allah’a sığındım. Allahım! Hata yapmaktan, yanlış yollara sapmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan, cahillik etmekten ve cahilliğe mâruz kalmaktan sana sığınırız” şeklinde dua ettiğine dair zevcesi


Ümmü Seleme’den nakledilen hadis (Müsned, VI, 306; Tirmizî, “DaǾavât”, 34) zulüm ile cehl arasındaki anlam ilişkisini gösterir. Kur’an’da zulüm hem itikadda hem ahlâk ve hukukta doğru, gerçek, meşrû ve âdil olandan sapmayı ifade edecek şekilde kullanılmıştır; bu kullanımda Câhiliye döneminin belirtilen inanç ve ahlâk zihniyetini tamamıyla reddetme maksadının bulunduğu açıktır. Bundan dolayı Kur’an’da zulüm öncelikle şirk, inkâr, günahkârlık, Allah’ın koyduğu itikadî ve amelî kuralları, sınırları çiğneme, aşma gibi kötülükleri anlatır (meselâ bk. el-Bakara 2/229; el-A‘râf 7/19; et-Talâk 65/1). Bir âyette inkârcılar hakkında, “Zalimlerin ta kendileridir” ifadesi geçer (el-Bakara 2/254); Lokmân’ın, oğluna öğüt verirken, “Şirk kesinlikle büyük bir zulümdür” dediği bildirilir (Lokmân 31/13). İmanlarına zulüm karıştırmayanların doğru yolda olduklarını anlatan âyetteki (el-En‘am 6/82) zulüm kelimesine ashaptan bazıları “kişiye yapılan haksızlık” mânası verince Resûl-i Ekrem buradaki zulmün “Allah’a ortak koşmak” anlamına geldiğini belirtmiştir (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 153). Bazı tefsirlerde zulmün bu anlamı dikkate alınarak şirkin büyük bir zulüm olmasının sebebi Allah’tan başkasına tapan insanın, Allah’ın hakkı olan kulluğu Allah’tan başkasına yöneltmek suretiyle haktan sapması veya değersiz varlığa kulluk ederek insanlık onuruna karşı haksızlık etmesi şeklinde izah edilir (Fahreddin er-Râzî, XXV, 146; Âlûsî, XXI, 85; Elmalılı, VI, 3844).

Kur’an’da Allah’ın emrini çiğneme ve hükmünü ihlâl etme bağlamında ilk zulüm, yasaklanan meyveyi yiyen Âdem ile Havvâ tarafından işlenmiştir (el-Bakara 2/35; el-A‘râf 7/19, 23). Nûh’un kavmi Nûh’u ve inananları aşağılayıp davetini reddetmeleri sebebiyle “zulmedenler” diye anılır (Hûd 11/27, 37, 44). İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya, “Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demeleri, altın buzağıya tapmaları, cumartesi yasağıyla ilgili hükmü ihlâl etmeleri gibi tutumları da zulüm diye nitelenmiştir (el-Bakara 2/54-59; el-A‘râf 7/160-165). Yine Kur’an’da belirtildiğine göre daha önce inkârcı bir kavimden olan Sebe melikesi Hz. Süleyman’ın kendisiyle bağlantı kurmasından sonra, “Ey rabbim, ben kendime zulmetmişim” diyerek Allah’a teslim olduğunu ifade etmiştir (en-Neml 27/38-44). Birçok âyette, gerek inançları bakımından gerekse söz ve davranışlarıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyip doğru yoldan saptıkları için zalimler diye anılanların dünyada çeşitli felâketlerle helâk edildikleri (meselâ bk. Hûd 11/67, 94; el-Kehf 18/59; el-Ankebût 29/14, 40), âhirette cezalandırılacakları (Âl-i İmrân 3/151; el-Mâide 5/29; et-Tûr 52/47), bunların dünyada yaptıkları, iyi gibi görünen işlerinin boşa gideceği (Âl-i İmrân 3/117) bildirilir.

Muallaka şairlerinden Züheyr b. Ebû Sülmâ’nın, “Kabilesini silâhıyla savunmayan kişi zillete uğratılır/Ve insanlara zulmetmeyen zulme mâruz kalır” anlamındaki beytinin gösterdiği üzere (Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, s. 115) acımasızlığın yaygın olduğu Câhiliye döneminde zulüm var olma mücadelesinin kaçınılmaz gereği olarak düşünülüyordu. Yine aynı dönemde insan hakkındaki kötümser anlayış da zulmün kaçınılmazlığı telakkisini beslemiştir. Abbâsî dönemi şairi Mütenebbî’nin, “Yüksek şerefler eziyetten kurtulamaz/Uğruna kanlar akıtılmadıkça/Zalimlik insanların karakterinde vardır; şayet görürsen/Bir ağır başlı adamın bilesin ki bir engel yüzündendir zulmetmemesi” anlamındaki beyitleri (Nâsîf el-Yâzîcî, I, 11) bu anlayışın İslâmî dönemdeki bir kalıntısı olmalıdır. İslâm’ın gerek insanın ahlâkî mahiyetine ilişkin öğretisi gerekse ortaya koyduğu ahlâk ve hukuk ilkeleri zulmü meşrûlaştırma maksadı taşıyan bu zihniyeti ortadan kaldırmayı hedefler. Nitekim Kur’an’ın genelinde olduğu gibi zulmün beşerî ilişkiler bağlamında kullanıldığı yerlerde de bu tutum haksız fiil şeklinde görülmüş ve reddedilmiştir (meselâ bk. Yûsuf 12/23, 79; Sâd 38/22-24). Saldırıya uğrama ve ülkesinden zorla çıkarılma gibi haksız eylemler Kur’an’da zulüm olarak değerlendirilmiş ve savaş sebebi sayılmış (el-Hac 22/39-40), haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları (en-Nisâ 4/10), meşrû sınırlar dışına çıkarak ve zulmederek birbirinin mallarını yiyenlerin cehennem ateşine atılacakları (en-Nisâ 4/29-30) bildirilmiştir. Ribâyı yasaklayan âyetlerin birinde bu hükme uyanlara, “Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz” denilerek (el-Bakara 2/279) bu konuda temel ahlâkî ve hukukî ölçü ortaya konulmuştur.

Hadislerde zulüm ve diğer ilgili kavramlar daha çok haksız fiilleri ifade etmek üzere sıkça geçer (Wensinck, el-MuǾcem, “bġy”, “cvr”, “žlm”, “Ǿadv”, “fsķ” md.leri). Bir kutsî hadiste Allah’ın, “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da yasakladım; sakın birbirinize zulmetmeyin!” buyurduğu belirtilir (Müsned, V, 160; Müslim, “Birr”, 55). Hz. Peygamber’in, “Allahım! Fakirlikten, kıtlıktan, zillete düşmekten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım” şeklinde dua etmeyi öğütlediği (Müsned, II, 540), kendisinin de bu anlamda dualarının olduğu nakledilir (Müsned, II, 305, 325; VI, 306; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3; Nesâî, “İstiǾâźe”, 14, 15). Resûl-i Ekrem’in bir hadiste, “Sakın zulmetmeyin ve kendinize zulmettirmeyin” dediği ve bunu üç defa tekrarladığı kaydedilir (Müsned, V, 72). Mazluma yardımcı olmayı emreden ve onun bedduasını almaktan sakındıran çok sayıda hadis vardır (Wensinck, el-MuǾcem, “žlm” md.). Hemen bütün hadis mecmualarında yer alan bir rivayete göre Resûlullah, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et!” demiş, Câhiliye dönemi şairlerinden Cündeb b. Anber b. Temîm’e isnat edilen (Meydânî, II, 334) ve dönemin asabiyet ruhunu yansıtan bu ifadeyi Peygamber’den duyduklarına şaşıran sahâbîlerin bu şaşkınlığı karşısında Resûl-i Ekrem, “Zalime yapılacak yardım onun zulüm yapmasını engeller” demiştir (Müsned, III, 99, 201, 324; Buhârî, “Mežâlim”, 4; Müslim, “Birr”, 62). Bir hadiste haksız tecavüze (mazlime) karşı kendini ve malını savunurken öldürülenler şehid sayılmış (Müsned, I, 305; II, 205), başka bir hadiste de bu şekilde öldürülen kimsenin cennetlik olduğu bildirilmiştir (Müsned, II, 221, 224; Nesâî, “Taĥrîm”, 22). Bazı hadislerde günahkârlık ve haksız fiiller “kendine zulmetme” olarak değerlendirilmiştir. Fâtır sûresinin 32. âyetindeki “kendine zulmeden” ifadesi bir hadiste, kötülük edenlerin kıyamet gününde bunun bedelini ödeyecekleri için sonuçta kendilerine kötülük etmiş olacakları şeklinde açıklanmıştır (Müsned, V, 194, 198; VI, 444). Hz. Peygamber’in, “Rabbim! Kendime çok zulmettim” diyerek Allah’tan af dilemeyi öğütlediği, kendisinin de uzunca bir duasında, “Allahım! Kendime kötülük ettim, kusurlarımı itiraf ediyor, bütün günahlarımı bağışlamanı diliyorum” dediği bildirilir (Buhârî, “Eźân”, 149; Müslim, “Śalâtü’l-müsâfirîn”, 201). Hadislerde cevr kelimesi daha çok yöneticilerin haksız uygulamaları bağlamında geçer. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde “Cihâd” bölümünün 33. babı “Zulüm (Cevr) Yöneticileriyle Mücadele” başlığını taşır. Meşhur bir hadiste, “Cihadın en faziletlisi zalim yönetici karşısında adaleti dile getirmektir” buyurulur (Müsned, III, 19, 61; IV, 314, 315; Ebû Dâvûd, “Melâĥim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13). Özellikle yöneticileri ve hâkimleri zulümden sakındıran, adaletli hüküm vermeye çağıran birçok hadis vardır (Wensinck, el-MuǾcem, “cvr”, “žlm”, “Ǿadl” md.leri).


İslâm ahlâk literatüründe zulüm konusu genellikle adaletle birlikte biri ahlâkî erdemler ve erdemsizlikler, diğeri siyaset ve hukuk bağlamında olmak üzere iki yönden ele alınır. Zulüm kavramını İslâm ahlâk felsefesi içinde ele alan ilk düşünür Kindî’dir. Aristo’nun ahlâk anlayışına uygun biçimde dört temel faziletten bahseden Kindî bunlardan hikmet, necdet (şecaat) ve iffeti ifrat ve tefrit şeklindeki iki aşırılığın ortası, ahlâk kitaplarında dördüncü fazilet olarak geçen adaleti ise zulmün karşıtı saymıştır. Kindî’nin fazilet-rezilet tasnifi sonraki düşünürlerce de ele alınmış; Mâverdî, Gazzâlî, Râgıb el-İsfahânî gibi felsefeciler dışındaki âlimler de âyetler, hadisler ve İslâmî mirastan yaptıkları diğer nakillerle destekleyerek bu sistemi benimsemiştir. Ancak ahlâk kitaplarında zulüm bazan -Kindî’de görüldüğü gibi- adaletin karşıtı, bazan da ifrat yönünde adaletten sapma sayılmıştır. Meselâ ahlâk felsefesiyle tanınan İbn Miskeveyh Tehźîbü’l-aħlâķ’ta önce diğer faziletlerle birlikte adaleti zulmün karşıtı (s. 39), ardından zulüm ve inzılâm şeklindeki iki aşırılığın ortası (s. 45-48) gösterirken Gazzâlî hikmet, şecaat ve iffet konusunda düşünülen ifrat ve tefrit yönündeki sapmaların adalet için söz konusu olamayacağını, adaletin sadece cevr denilen karşıtının bulunduğunu belirtir (İĥyâǿ, III, 54). Râgıb el-İsfahânî zulmü “adaletten sapma” ve “adaletin zıddı” diye tanımlar. Ona göre adalet merkezî bir erdem, bu merkezden her türlü sapma ise zulüm, dalâlet ve tuğyandır. İsfahânî adaletten inzılâm (zulme katlanma) şeklinde de sapma olabileceğini düşünür. İnzılâm mala, şerefe ve sağlığa yönelik haksızlığa katlanma tarzında olur. Bir kimsenin kendi aleyhine olan bir davranışa karşı tepki göstermeyip sabır ve fedakârlık duygusuyla kandırılıyor gibi görünmesi ve farkında değilmiş gibi davranması erdemli bir tutumdur. İsfahânî’ye göre zulme katlanma mal konusunda olursa müsamaha, can konusunda olursa af, şeref ve itibar konusunda olursa tevazu sayılır. Ancak haksızlığa katlanma bu tür erdemlerden kaynaklanmayıp kişiyi aldatılmışlık, ahmaklık ve alçaklık konumuna düşürüyorsa bu kötü bir tutumdur. Zulme razı olma sadece şahsî haklarda olup başkalarının hukukuyla ilgili konularda adaletten sapmaya hiçbir şekilde meşruiyet tanınmaz (eź-ŹerîǾa, s. 355).

İslâm ahlâk literatüründe zulmü siyaset ve hukuk bağlamında ele alanların başında Fârâbî gelir. Fârâbî ilki ülkedeki güvenlik, maddî varlık, itibar, mevki gibi imkân ve fırsatların bireyler arasında ehliyet ölçülerine göre paylaştırılmasına, diğeri bunların korunmasına yönelik iki türlü adaletten bahsedip bu imkânların gerekenden eksik verilmesinin bireye zulüm, fazla verilmesinin topluma zulüm olduğunu, hatta -zararı sonuçta topluma yansıyacağından- bireye yapılan zulmün de topluma zulüm sayılabileceğini belirtir. Bir kimseye ait hakkın, rızası hilâfına veya eşit değerde karşılığı verilmeden elinden alınması, yine birinin kendine veya başkalarına ait bir hakkı toplumun aleyhine kullanması zulümdür, dolayısıyla devlet tarafından engellenmelidir. Fârâbî devletin uygulayacağı cezaların suçlara denk olarak belirlenmesi gerektiğini, cezanın suça göre ağır olmasının bireye, hafif olmasının topluma zulüm sayılacağını ileri sürer; ayrıca devletin suçluları affedip edemeyeceğini ve bu meselenin zulme uğrayan tarafla ilişkisini değerlendirir (Fuśûlü’l-medenî, s. 141-144). Fârâbî’nin bu düşünceleri Nasîrüddîn-i Tûsî, Celâleddin ed-Devvânî, Kınalızâde Ali Efendi gibi felsefî mahiyette ahlâk kitabı yazan sonraki âlimlerce de benzer ifadelerle tekrarlanmıştır.

Adalet ve zulüm konusunu ağırlıklı biçimde sosyolojik ve siyasal boyutuyla inceleyen klasik dönem âlimlerinin başında Mâverdî gelir. Mâverdî’nin toplumsal yapı bakımından en çok değer verdiği ilkenin kamu düzeni, devlet idaresi bakımından ise yönetimde adalet olduğu, hatta neticede adaletsizliği kamu düzenini bozan en büyük tehlike saydığı söylenebilir. Çünkü ona göre gerek dış dünyada gerekse insanların vicdanlarında adaletsizliğin meydana getireceği tahribatın yıkıcılığı başka hiçbir olumsuzlukla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Nerede bir kötülük varsa onun ortaya çıkmasında adaletten sapmanın mutlaka bir payı bulunur. Özellikle yöneticilerin halka zulmetmesi ülkenin varlığını tehlikeye sokacak bir kötülüktür. Sosyal huzursuzlukları zulüm ve baskıyla önlemeye kalkışmanın aldatıcı bir çözüm yolu olduğunu söyleyen Mâverdî’ye göre halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden artık bir baskı yönetimi ve yıkıcı güç haline gelir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 138, 141-144; Teshîlü’n-nažar, s. 209, 281). “Devlet dinsiz bile yaşayabilir, fakat zulümle ayakta kalamaz” şeklindeki meşhur fikri diğer birçok siyaset düşünürü gibi (meselâ bk. Gazzâlî, et-Tibrü’l-mesbûk, s. 173; Takıyyüddin İbn Teymiyye, II, 247) Mâverdî de tekrarlar. Bununla birlikte kamu düzeninin korunması, toplumsal kargaşa ve fitnenin önlenmesi için başka bir çare bulunamadığı takdirde toplumun siyasî baskı ve zulümlere katlanmak zorunda olduğu yönündeki geleneksel Sünnî telakkiyi Mâverdî de benimsemiştir. Mâverdî’nin adalet, güvenlik ve iktisat arasında kurduğu ilişki ve zulmün ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda meydana getireceği tahribatla ilgili görüş ve tesbitleriyle İbn Haldûn’a öncülük ettiği görülmektedir (meselâ bk. Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 136-146; krş. Muķaddime, s. 286-290). İslâm hukuk ve siyaset kültüründe şahsa ve mala yönelik haksızlıklara, bunlarla ilgili davalara ve bu davaları çözmek üzere geliştirilen idarî ve hukukî kuruma “mezâlim” denilmiştir. Daha çok, güçlü ve etkili kişi ve kurumlarca işlendiği için sıradan hâkimlerin adaletle hüküm vermekte zorlanacağı mezâlim davalarına İslâm’ın ilk yıllarından itibaren devletin üst düzey yetkililerinin bakması esası benimsenmiştir (ayrıca bk. ADALET; HAKSIZ FİİL; MEZÂLİM).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “Žulm” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 938; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “žlm” md.; Müsned, tür.yer.; Kindî, Resâǿil, I, 177-179; Fârâbî, Fuśûlü’l-medenî (nşr. ve trc. D. M. Dunlop), Cambridge 1961, s. 141-144; Ebû Hayyân et-Tevhîdî, el-Hevâmil ve’ş-şevâmil (nşr. Ahmed Emîn-Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1370/1951, s. 84-88; İbn Miskeveyh, Tehźîbü’l-aħlâķ (nşr. Hasan Temîm), Beyrut 1398, s. 39, 45-48; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn (nşr. Mustafa es-Sekkā), Beyrut 1398/1978, s. 136-146; a.mlf., Teshîlü’n-nažar ve taǾcîlü’ž-žafer (nşr. Rıdvân es-Seyyid), Beyrut 1987, s. 209, 281; Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, Şerĥu’l-MuǾallaķāti’s-sebǾa (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut, ts. (Mektebetü dâri’l-beyân), s. 115, 178; Râgıb el-İsfahânî, eź-ŹerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 353-358; Gazzâlî, İĥyâǿ, II, 72-75; III, 54; a.mlf., et-Tibrü’l-mesbûk fî Naśîĥati’l-mülûk (nşr. M. Ahmed Demec), Beyrut 1407/1987, s. 173; Meydânî, MecmaǾu’l-emŝâl (Abdülhamîd), II, 334; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXV, 146; Nasîrüddîn-i Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî (trc. Anar Gafarov-Zaur Şükürov), İstanbul 2007, s. 98-100, 297-300; Takıyyüddin İbn Teymiyye, el-İstiķāme (nşr. M. Reşâd Sâlim), Kahire, ts. (Müessesetü Kurtuba), II, 228, 241-249; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Kahire, ts. (Dârü ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), II, 153; İbn Haldûn, Muķaddime, Beyrut 1402/1982, s. 286-290; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, XXI, 85; Nâsîf el-Yâzîcî, el-ǾArfü’ŧ-ŧayyib fî şerĥi Dîvâni Ebi’ŧ-Ŧayyib, Beyrut, ts. (Dâru Sadr), I, 11; Elmalılı, Hak Dini, VI, 3844; Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selahattin Ayaz), İstanbul 1991, s. 51-61, 221-231; M. Kamil Husain, “The Meaning of Zulm in the Qurǿān”, MW, XLIX/1-4 (1959), s. 196-205; Roswitha Badry, “Žulm”, EI² (Fr.), XI, 612-613.

Mustafa Çağrıcı





KELÂM. Kelâm ilminde zulüm farklı şekillerde tanımlanır. Mu‘tezile kelâmcılarına göre zulüm, büyük bir zararı engelleme ya da herhangi bir fayda sağlama amacı taşımayan ve doğurduğu sonuçtan ötürü kişiye zarar veren davranıştır (Tehânevî, II, 1152-1153; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 345, 351). Sünnî âlimlerine göre ise “haktan bâtıla intikal etme, sınırı aşıp başkasının mülkünde tasarrufta bulunma” diye tanımlanır (et-TaǾrîfât, “Žulm” md.).

Zulüm kavramı çeşitli âyetlerde zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmektedir: “Allah’ın insanlara zulmetmesi söz konusu değildir”; “Allah zerre kadar bile olsa zulmetmez”; “İnsanlar kıl payı kadar da olsa zulme uğratılmaz”; “Allah kullarına ve başka hiçbir şeye haksızlık etmeyi murat etmez” (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “žlm” md.). Hadislerde de Allah’ın yaratıklarına zulmetmediği kesin bir dille açıklanmıştır. Ebû Zer’den rivayet edilen uzunca bir kutsî hadisin başlangıcında Cenâb-ı Hak, “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldığım gibi sizin aranızda vuku bulmasını da yasakladım” buyurmuş (Müslim, “Birr”, 55), diğer rivayetlerde de Hz. Peygamber’in Allah’ın yaratıklarının hiçbirine haksızlık etmediğini ifade ettiği nakledilmiştir (Müsned, II, 314, 507; Buhârî, “Tefsîr”, 50/1, “Tevĥîd”, 25; Müslim, “Cennet”, 36). İslâm âlimleri, Allah’ın olumsuz hiçbir sıfatının bulunmadığı gibi yaratıklarına kötülük yapma veya adaletsiz davranma anlamına gelebilecek her türlü fiilden de münezzeh olduğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Çünkü zulüm bilgisizlik, eksiklik ve ihtiyaçtan kaynaklanan bir fiildir, Cenâb-ı Hak ise bu tür sıfatlardan berîdir (Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iǾtizâl, s. 141-142). Bundan dolayı Allah kimseye zerre kadar zulmetmez, yapılan iyilikleri eksiltmez, günah işlemeyen kullarına azap etmez, bir amaç veya hikmet olmadan kimseye elem vermez, hiçbir kulunu günah işlemeye ve kötülük yapmaya zorlamaz (Ebû Şekûr es-Sâlimî, vr. 49b). Bununla birlikte Allah’ın zulme kādir olması, insanları dinî bakımdan sorumlu tutması, onların günah işlemesine iradesinin taalluk etmesi, insanlara ait iyi ve kötü fiilleri yaratması, insanları saptırması ve âhirette kâfir çocuklarına azap edip etmeyeceği gibi konularda farklı ekollere mensup kelâm âlimlerince benimsenen görüşlerin Allah’a zulüm isnat etme anlamına gelip gelmediği hususu tartışılmıştır.

1. Allah’ın zulme kādir olması. Bu hususta kelâmcılar arasında tartışılan ilk konu ilâhî kudretin zulme taalluk edip etmediği meselesidir. Bu konuda ortaya çıkan görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Adalet sıfatıyla nitelenen ve fiilleri adl çerçevesinin dışına çıkmayan Allah’ın gerçek anlamda zulmetmeye kudretinin varlığından söz edilmesi mümkün değildir, aksine zulüm Allah hakkında muhal olan bir şeydir. Hatta, “Allah’ın zulmetme kudreti vardır, fakat iradesiyle onu terkeder” şeklinde bir iddia da ileri sürülemez; çünkü bu durum iki zıddın bir arada bulunması gibi aklen muhal olan hususlardandır. Ayrıca zulüm başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak suretiyle bir fiil gerçekleştirmektir; ancak bütün mülk Allah’ındır ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Sünnî kelâmcılarının çoğunluğu ile Mu‘tezile’den Nazzâm bu görüştedir (Tehânevî, II, 1152; İbn Fûrek, s. 148; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 17-18). b) Allah’ın yaratıklarına zulmetme kudreti vardır ve bununla nitelendirilmesi gereklidir. Zira Allah zulmü kullarına yasakladığı gibi zâtına da haram kıldığını bildirmiş ve kullarına zulmetmeyeceğini ifade etmiştir. O’nun, kudreti bulunmadığı bir fiili kendine yasaklaması ve kudreti olmadığı halde kullarına zulmetmeyeceğini bildirmesi anlamsızdır. Ayrıca adalete kādir olması zulme de kādir olmasını gerekli kılar. Ancak Cenâb-ı Hak adaleti ve hikmeti gereği zulmetmez. Mu‘tezile’ye bağlı âlimlerin çoğunluğu ile Zeydî ve Selefî âlimleri bu görüştedir (İbn Fûrek, s. 148; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 25-26, 37; Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 447-448; Âlûsî, V, 32).

2. Allah’ın insanlara dinî sorumluluk yüklemesi. Cenâb-ı Hakk’ın mükelleflere sorumluluk yüklemesi ve bu sorumluluğu yerine getirmeyenleri âhirette cezalandırması zulüm değildir. Çünkü O, kullarını bu sorumluluğun üstesinden gelebilecek bir donanımda yaratmış, onlara akıl verip bilgi edinme imkânı tanımış, ayrıca peygamberler göndererek onları uyarmıştır. Âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir (Nâsır-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, s. 128-129; Âlûsî, XI, 126; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 151). Küçük bir azınlığı teşkil eden Cebriyye mensupları ise Allah’ın, insanları irade ve kudretten yoksun bıraktığından onları dinî bakımdan sorumlu tutmasının zulüm olacağını söylemiştir. Naslarla ve aklî verilerle bağdaşmayan bu iddiasından ötürü Cebriyye’ye Mücevvire adı da verilmiştir (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XIII, 282; Fażlü’l-iǾtizâl, s. 199).

3. İlâhî iradenin kullara ait fiillere taalluk etmesi. İlâhî iradenin bütün varlık ve olayları kuşattığını dikkate alan Sünnî âlimleri, Allah’ın insanlara verdiği iradenin bir sonucu olarak zulüm dahil olmak üzere mâsiyet ve kötülüklerin vuku bulmasının da iradesi dahilinde bulunduğunu söylemiş, bunun zulüm değil adalet ve hikmet çerçevesine girdiğini belirtmiştir. Meselâ onlara göre Allah, Ebû Cehil’in iman etmesini emretmiş, fakat inkâr etmesini de kendi iradesine bırakmıştır (Mâtürîdî, s. 462; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 92-93). Mu‘tezile ve Şîa âlimleri ise Allah’ın sadece iman, itaat ve iyilik türünden fiilleri dilediğini, inkâr, isyan ve kötülük niteliği taşıyan fiilleri iradesi dışında tuttuğunu ileri sürmüş, O’nun insanlara ait bütün fiilleri dilediğini kabul etmenin Allah’a zulüm isnat etmeyi kaçınılmaz hale getireceği sonucuna varmıştır. Bu âlimlere göre Allah, Ebû Cehil’in inkâr etmesini değil iman etmesini murat etmiştir (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihu’l-Ķurǿân, s. 155-156; Fahreddin er-Râzî, III, 76; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 92).

4. Allah’ın kullara ait fiilleri yaratması. Mu‘tezile ve Şîa âlimleri, kullara ait fiilleri Allah’ın yarattığını söylemenin O’na zulüm isnat etmek anlamına geldiği görüşündedir. Çünkü söz konusu fiiller arasında kötü olanlar da vardır. Cenâb-ı Hakk’ın bunları yaratıp ardından kullarına azap etmesi zulüm dahiline girer (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ķurǿân, s. 272, 362; Ebû Şekûr es-Sâlimî, vr. 49b-50a). Sünnî kelâmcılarıyla Selef âlimlerine göre ise kullara ait fiilleri Allah’ın yaratması O’na zulüm isnat etmeyi gerektirmez; zira bu fiiller ilâhî bir müdahale olmadan gerçekleşir (Âlûsî, XI, 126-127; M. Muhyiddin Abdülhamîd, s. 150).

5. Allah’ın kullarını saptırması. Yine Mu‘tezile ve Şîa âlimlerine göre Allah’ın kullarından dilediğini hidayete erdirip dilediğini saptırması adaletle bağdaşmadığı gibi sapıklığa sevkettiklerine azap etmesi de zulüm sayılır. Halbuki naslarda Allah’ın kullarına asla zulmetmediği açıklanmakta, akıl da buna hükmetmektedir (Nâsır-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, s. 200, 381; Hânim İbrâhim Yûsuf, s. 77-78). Sünnî âlimleri, peygamberler vasıtasıyla yapılan ilâhî davete uymayıp Allah’a ve peygamberlerine karşı mücadele edenleri O’nun saptırmasını zulüm değil kendi davranışlarının yol açtığı adaletli bir sonuç olarak değerlendirir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 230-231, 253).


6. Kâfir çocuklarına azap etmek. Çocuklar dinî bakımdan mükellef değildir. Bu sebeple kâfir çocuklarına ebeveynlerinin inkâr ve isyanları yüzünden Allah’ın azap edeceğini ileri sürmek kimsenin başkasının günah yükünü taşımayacağını beyan eden naslarla çelişir. Mu‘tezile kelâmcıları ile bazı Sünnî âlimleri bu görüştedir (Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ķurǿân, s. 501, 576; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 21).

Cenâb-ı Hakk’ın zulümden münezzeh olduğu ve fiillerinden dolayı O’na zulüm isnat edilemeyeceği inancı naslarla sabittir ve İslâm âlimlerinin ittifak ettiği bir husustur. Bazı akaid meselelerinin izahında âlimlerin farklı yaklaşımlarının sonucu olarak ortaya çıkan bu tür problemler teori niteliği taşır ve söz konusu ittifakı etkilemez. İlâhî fiiller hakkında hüküm verilirken Allah’ın insana benzetilmemesi hususu ana ilke olarak kabul edilmeli ve O’nun fiilleri beşerin fiilleriyle mukayese edilmemelidir. Bütün varlık ve olayları kuşatan mutlak ve mükemmel bilgiye sahip olmayan insanın bir yönden zulüm ve şer gibi gördüğü fiillerin başka yönlerden bir hikmete dayanması mümkündür. Allah Teâlâ hakîm olduğundan O’na ait bütün fiiller hikmet çerçevesi içinde kalır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, II, 1152-1153; Müsned, II, 314, 507; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammet Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 346-348, 386-387, 462; Nâsır-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, en-Necât li-meni’t-tebeǾa’l-hüdâ (nşr. İmam Hanefî Seyyid Abdullah), Kahire 1421/2001, s. 128-129, 189-200, 203, 216, 218, 381; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 96, 148-149; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 345-351; a.mlf., el-Muġnî, XIII, 282, 303-306; a.mlf., Fażlü’l-iǾtizâl ve Ŧabaķātü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1406/1986, s. 141-142, 199-200, 364; a.mlf., Müteşâbihü’l-Ķurǿân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, tür.yer.; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 132; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), II, 562-563, 627-628; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, III, 76; Müeyyed-Billâh Yahyâ b. Hamza, et-Temhîd fî şerĥi meǾâlimi’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd (nşr. Hişâm Hanefî Seyyid), Kahire 1429/2008, II, 363-364; Ebû Şekûr es-Sâlimî, et-Temhîd fî beyâni’t-tevĥîd, Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb, nr. 525, vr. 49b-50a; Takıyyüddin İbn Teymiyye, Şerĥu ĥadîŝi yâ Ǿibâdî innî ĥarremtü’ž-žulme Ǿalâ nefsî (nşr. M. Subhî Hasan Hallâk), Beyrut 1413/1992, s. 16-18, 21, 23-28, 32-37; İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâǿü’l-Ǿalîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 230-231, 253; Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 447-448; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, IV, 143; V, 32; XI, 126-127; M. Muhyiddin Abdülhamîd, en-Nižâmü’l-ferîd (İbrâhim b. İbrâhim el-Lekānî, Şerĥu Cevhereti’t-tevĥîd içinde), Kahire 1949, s. 92-93, 150-151; Hânim İbrâhim Yûsuf, Uśûlü’l-Ǿadl Ǿinde’l-MuǾtezile, Kahire 1413/1993, s. 71-79.

Yusuf Şevki Yavuz