ZIHÂR

(الظهار)

Kocanın, karısını annesine veya dinen nikâhı düşmeyecek yakınlarına benzetmesi anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “sırt, arka, yüzey” gibi anlamları bulunan zahr kelimesiyle ilişkili olan zıhâr terimi kocanın, kendisine haram kılmak maksadıyla karısını veya karısının baş, yüz, sırt gibi bütünü ifade eden bir bölümünü evlenmesi dinen yasak olan yakını (mahrem) bir kadına benzetmesi demektir. Kelime bu anlamda fiil kalıbıyla Kur’an’da üç yerde (el-Ahzâb 33/4; el-Mücâdile 58/2-3), hadislerde ise pek çok yerde (Wensinck, el-MuǾcem, “žhr” md.) geçmektedir.

Câhiliye Arapları arasında bir boşama şekli olarak bilinen uygulama genelde, “Sen bana annemin sırtı (zahrı) gibisin” cümlesiyle yapıldığından zıhâr adını almıştır. Bu benzetmede bakılması haram olan başka bölge ve organların değil de sırtın kullanılmasının sebebi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Sırtın cinsel beraberlikten istiare olduğu (Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, s. 147) ya da geçimsiz ve itaatsiz olan kadına kocasının sırtını dönerek onu bırakması dolayısıyla bu isimle anıldığı söylenmiştir (Kāsım el-Konevî, s. 162). Bir başka açıklama ise burada yahudi geleneğinin etkili olduğu yönündedir. Buna göre Yahudilik’ten kadına arkadan yaklaşma yasağını öğrenen Araplar, zahr kelimesiyle erkeğe en yakın mahrem olan anneyi bir araya getirerek vurgulu ve kesin bir ayrılık ifadesi geliştirmişlerdir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVIII, 11). Ancak Mus‘ab b. Zübeyr’den evlenme teklifi alan Âişe bint Talha’nın, “Eğer onunla evlenirsem benim babamın sırtı gibidir” dediği dikkate alınırsa (Dârekutnî, III, 319) kelimenin seçiminde yahudi geleneğinin etkili olduğu iddiası zayıflamaktadır. Câhiliye toplumunda erkekler eşlerine ya da eşlerinin akrabalarına kızdıkları zaman onları cezalandırmak için zıhâr yapar, böylece tekrar bir araya gelemeyecek şekilde onlardan ayrılmış olurlardı (Cevâd Ali, V, 550-551). Fakat sanıldığının aksine zıhâr çok yaygın bir uygulama haline gelmemiştir. Hatta bazı müellifler zıhârın Mekke ve Necid civarlarında bilinmediğini söyler (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVIII, 11). Her ikisi de Medineli olan Evs b. Sâmit ile hanımı Havle bint Sa‘lebe arasında geçip zıhârla ilgili âyetlerin inmesine sebep teşkil eden olayın Medine döneminin geç yıllarında meydana


gelmesi, İbn Abbas’ın da belirttiği gibi bunun müslümanların karşılaştığı ilk zıhâr oluşu (Taberî, XXVIII, 3) bu çirkin davranışın çok yaygın olmadığını göstermektedir.

Zıhâr hakkındaki anlayışı kökten değiştirip konuyla ilgili hükümlerin gelmesine vesile olan olay şöyle gelişmiştir: Evs bir şeye kızarak eşi Havle’ye zıhâr yapmıştı. Böyle bir durumun evliliğin sona ermesi ve kadının desteksiz kalması anlamına geldiğini bilen Havle haksızlığa uğradığı gerekçesiyle Hz. Peygamber’e başvurmuş ve ondan bir çare bulmasını istemişti. Konuyla ilgili henüz bir vahiy gelmediği için geleneksel uygulamanın devamı yönünde görüş bildiren Resûl-i Ekrem ile tartışan Havle bu defa Allah’a yakarmış ve bir vahiy göndererek kendisini bu sıkıntıdan kurtarmasını niyaz etmişti. Çok geçmeden de el-Mücâdile sûresinin zıhârı düzenleyen şu âyetleri inmiştir: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah elbette işitmiştir. Allah ikinizin karşılıklı konuşmasını duyuyordu. Çünkü Allah her şeyi işitir ve görür. Sizden eşlerine zıhâr yapanlar bilsinler ki eşleri asla onların anneleri değildir. Onların anneleri kendilerini doğuran kadınlardır. Bu kocalar çok çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Allah kuşkusuz affedicidir, bağışlayıcıdır. Eşlerine zıhâr yapıp sonra dediklerinden dönenlerin onlarla temasa geçmeden önce bir köle âzat etmeleri gerekir. Size verilen öğüt budur. Allah yapıp ettiklerinizden haberdardır. Buna imkân bulamayan temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmiyorsa altmış fakiri doyurur. Bu, Allah’a ve resulüne imanınızı göstermeniz içindir. İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Kâfirleri ise elem veren bir azap beklemektedir” (el-Mücâdile 58/1-4) Böylece daha önce inen “... Allah kendilerine zıhâr yaptığınız eşlerinizi anneleriniz kılmamıştır ...” âyetiyle (el-Ahzâb 33/4) başlayan süreç tamamlanmış oluyordu. Zıhâra dair hükümlerin eksenini oluşturan bu âyetlerle söz konusu çirkin benzetmenin boşama sayılmayacağı ve ağır bir kefâret ödemek şartıyla karı-koca ilişkisinin devam edebileceği bildirilmiştir.

Şartları. Zıhârın gerçekleşmesi için gerekli rükün ve şartlar konusunda fakihler birçok açıdan ihtilâf etmişlerdir. Benzetilen organla ilgili ihtilâflar yanında benzetilen eşin (muzâher minhâ), kendisine benzetilen kadının (muzâher bihâ) nitelikleri, benzeten kocanın (muzâhir) bazı özellikleri ve zıhârın şartlı olup olamayacağı hususu ile kefâretinin ayrıntılarında derin görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Zıhârda, benzetilen organla ilgili ihtilâfta bu organa bakılmasının mubah olup olmaması ve bedenin bütününü ifade edip etmemesiyle saygı ve iltifat amaçlı kullanımlara konu olup olmaması ölçü alınır. Benzetilen şey meselâ el, ayak gibi bedenin bütününü çağrıştırmayan bölümler veya saç, tükürük, göz yaşı gibi hükmen parça sayılanlardan olursa Hanefîler zıhârın gerçekleşmeyeceğini söylerken Mâlikîler’le bazı Şâfiîler (Nevevî, VI, 238) aksi görüştedir. Fakihler kadınların sırtı dışında karın, baldır gibi bakılması haram olan yerlerine benzetmeyi ittifakla zıhâr sayarken baş ve yüz gibi mahremler tarafından bakılması câiz olan yerlere benzetmeyi Mâlikîler zıhâr sayar, Hanefîler saymaz, Hanbelîler ise o parçanın ayrılmayacak ölçüde bedene bitişik olup olmamasını ölçü alarak meselâ göz yaşı, diş, saç ve tırnak gibi vücuttan ayrılabilenlere benzetmenin zıhâr sayılmayacağını söylerler. Şâfiîler’in değerlendirme ölçütleri daha farklıdır. Onlar el, ayak, göğüs, saç, cinsel organ gibi saygı veya iltifat ifadelerine konu olmayan organlara benzetmeyi doğrudan, diğerlerini ise niyete bağlı olarak zıhâr kapsamına almışlardır. Ca‘ferîler ve Zâhirîler ise sadece sırta benzetmeyi önemsemişlerdir. “Sen bana tıpkı domuz gibisin” cümlesindeki gibi haram nesnelere benzetme çoğunluk tarafından zıhâr sayılmamıştır. Böyle bir benzetmeyi Hanefîler sözü söyleyenin niyetine göre talâk veya îlâ kabul ederken Mâlikîler’de bâin talâk veya zıhâr olarak değerlendirme yönünde iki yaklaşım vardır. “Sen bana annem gibisin” cümlesindeki gibi içinde zıhâra delâlet eden bir kelime bulunmayan kinayeli ifadeleri cumhur söyleyenin niyetine göre zıhâr, talâk veya lağv hükümlerine tâbi tutarken Mâlikîler zıhâr saymıştır. Eşine “kız kardeşim” diye hitap eden birine, Hz. Peygamber’in kendisini azarlamakla birlikte zıhâr hükümlerini uygulamaması (Ebû Dâvûd, “Ŧalâķ”, 16) cumhurun görüşünü desteklemektedir.

Ca‘ferîler’in de dahil olduğu çoğunluğa göre benzetmenin zıhâr olabilmesi için kendisine benzetilenin kadın olması şarttır. Ancak sonraki bazı Hanbelîler erkeğe benzetmeyi de zıhâr kabul etmişlerdir (Buhûtî, IV, 321). Benzetilenin kadın olması şartındaki genel ittifaka rağmen bu kadının niteliğinde görüş ayrılıkları vardır. Kendisiyle evli olmadığı yabancı bir kadınla karısının kız kardeşi ya da teyzesi gibi aralarında geçici evlenme engeli bulunan bir kadına benzetme büyük çoğunlukça zıhâr sayılmazken Hanbelîler’de doğrudan, Mâlikîler’de ise niyete bağlı olarak zıhâr kapsamında değerlendirilmiştir. Zâhirîler ve Zeydîler ise anne dışındaki kadınlara benzetmeyi zıhâr saymamışlardır.

Benzetmenin zıhâr sonucu doğurması için karı ile koca arasındaki evliliğin hakikaten veya hükmen devam ediyor olması gerekir. Hükmen devamlılık ric‘î talâk iddeti süresince söz konusu olur. Buna göre taraflar arasında nikâh bağı yoksa ya da aradaki nikâh fâsid veya bâtıl ise zıhâr yapılamaz. Çünkü bu durumlarda cinsel ilişki haram olduğundan bu ilişkiyi haram hale getirmek demek olan zıhâr anlamsız olur. Aynı şekilde bâin talâk iddeti bekleyen ve muhâlea yoluyla ayrılan kadın zıhâra konu olamaz. Çünkü bu durumlarda evlilik sona ermiş olduğundan cinsel ilişki de zaten haram hale gelmiştir. Cumhur karının zimmî, küçük, hasta veya cinsel ilişkiye engel bedenî kusurlara sahip olmasını zıhâra engel görmemiştir. Buna karşılık Ebû Sevr gibi bazı müctehidler, kendisiyle cinsel ilişkinin mümkün olmadığı kadınlar üzerinde zıhâr yapılamayacağı görüşündedir. Bu konudaki önemli bir ihtilâf noktası da kendisiyle henüz evlenilmemiş olan yabancı bir kadın üzerindeki zıhâr işlemidir. Yukarıdaki âyette geçen “eşlerine” ifadesine ve nikâhtan önceki talâkın geçerli olmayacağını bildiren hadise (Buhârî, “Ŧalâķ”, 9; Ebû Dâvûd, “Ŧalâķ”, 7; İbn Mâce, “Ŧalâķ”, 17) dayanan cumhur yabancı bir kadına zıhâr yapılamayacağı görüşündedir. Bazı sahâbe ve tâbiîn fakihleriyle birlikte Mâlikî ve Hanbelîler ise aksi fikirdedir. “Seninle evlenirsem sen bana annemin sırtı gibi olasın” cümlesindeki gibi şarta bağlı zıhâr uygulaması ise cumhur tarafından zıhâr sayılırken Şâfiî, Ebû Sevr ve Dâvûd ez-Zâhirî’ye göre zıhâr değildir. Cumhur, şart-meşrût zorunlu bağlantısı yanında Hz. Ömer’in benzer bir olayda zıhâr hükümlerini uygulamasına dayanırken diğerleri, bu kadının âyette geçen “eşlerine” kelimesine dahil olmayışı ile yukarıda geçen nikâhtan önce talâkın olamayacağını bildiren hadisi esas almışlardır.

Zıhârın geçerli ve bağlayıcı olabilmesinin bir başka şartı da benzetmeyi yapan kocanın öncelikle tam edâ ehliyetine sahip olmasıdır. Fakihler bu kuralı, “Talâkı sahih olanın zıhârı da sahihtir” ilkesiyle özetlemişlerdir. Bu ilkenin ayrıntılarında, yani kimlerin boşamasının geçerli sayılacağındaki görüş ayrılıkları aynen zıhâra da yansımıştır. Buna göre çocuk, deli, bunak,


baygın ve uyku halinde olan kimselerin zıhârı herhangi bir hüküm ifade etmez. Baskı altında bulunanın zıhârı, bunun feshi mümkün olmayan sözlü tasarruflardan olduğu gerekçesiyle Hanefîler’ce geçerli görülürken cumhur tarafından ehliyet eksikliğine bağlı olarak hükümsüz sayılmıştır. Zıhâr kastı olmadan ağızdan yanlışlıkla zıhâr lafzı çıkmasını diyâneten olmasa bile kazâen zıhâr kapsamına alan Hanefîler’e karşılık çoğunluk buna katılmamıştır. Kasıt dışı veya helâl maddelerle meydana gelen sarhoşluklardaki zıhârın geçerli olmayacağında görüş birliği varken bilinçli olarak haram maddeler kullanma yoluyla sarhoş olanların zıhârı konusunda farklı ictihadlar yapılmış, çoğunluk, suçun sonucuna katlanması ve caydırıcı olması bakımından sarhoşun zıhârını geçerli kabul etmiştir. Buna karşılık Tâvûs b. Keysân, Leys b. Sa‘d, İshak b. Râhûye, Ebû Sevr, Müzenî ve Tahâvî gibi müctehidlerle Ca‘ferî, Zeydî ve Zâhirî mezhepleri böyle bir zıhârı hükümsüz kabul etmiştir. Ciddi olmayan veya şaka yollu zıhâr tasarrufu ise genellikle geçerli sayılmıştır.

Zıhâr ehliyeti bağlamında gayri müslimle karısının zıhârı da ilginç tartışma konuları arasındadır. İlgili âyetteki “sizden” vurgusuna önem veren ve zıhârın sonucunda gündeme gelecek olan kefâretin ibadet olması yönüyle gayri müslimlerce edâsının sahih olmayacağından hareket eden Hanefî, Mâlikî ve Zeydîler gayri müslimlerin zıhârının geçerli sayılmadığı görüşündedir. Bunun yanında Şâfiî, Hanbelî, Zâhirî ve Ca‘ferîler söz konusu düzenlemeyi yapan âyetlerin genel anlam ifade ettiği, kefâret olarak oruç tutmaları sahih olmasa bile köle âzadı ve fakirleri doyurma seçeneklerini tercih edebilecekleri gibi gerekçeler yanında talâkının geçerli olmasının zıhârını da muteber hale getireceği ilkesinden hareketle gayri müslimlerin zıhârına da hüküm bağlamışlardır. Öte yandan her ne kadar Ebû Bekir İbnü’l-Arabî karının kocasına zıhâr yapma ehliyetine sahip olmadığı hususunda icmâ bulunduğunu iddia etse de (Aĥkâmü’l-Ķurǿân, IV, 189) durum böyle değildir. Cumhur karının kocasına zihâr yapmasının anlamsız, dolayısıyla geçersiz olacağını belirtirken Nehaî, Hasan-ı Basrî, Zührî ve Hasan b. Ziyâd gibi müctehidler geçerli saymışlardır. Bu iki görüş arasında Evzâî, Ebû Yûsuf ve Ahmed b. Hanbel karının zıhârını kocasını kendisine haram kılma yeminini içerdiğinden dolayı konuyu yemin çerçevesinde değerlendirip kadını yemin kefâretiyle sorumlu tutmuşlardır (krş. Abdülkerîm Zeydân, VIII, 287).

Çeşitleri. Zıhâr süreyle kayıtlı olup olmaması bakımından muvakkat ve ebedî, bir şarta bağlı olup olmaması açısından muallak ve müneccez diye ayrılmıştır. Herhangi bir süreyle sınırlandırılmadığı takdirde ebedî olacağında görüş birliği içinde olan fakihler muvakkat zıhâr konusunda farklı düşünmüşlerdir. İbn Ebû Leylâ ve Leys b. Sa‘d’a göre vakitle kayıtlanan benzetme zıhâr sayılmaz. Bunun yanında Atâ b. Ebû Rebâh, Katâde b. Diâme, İshak İbn Râhûye ve Ebû Sevr ile Mâlikîler, kadınla cinsel ilişkiyi haram hale getirmesi açısından zıhârı talâka benzeterek tıpkı onun gibi muvakkat olamayacağını ileri sürmüş, zikredilen sürenin dikkate alınmayıp böyle bir zıhârın ebedî nitelikte değerlendirileceğini kabul etmişlerdir. Bu yaklaşımlara karşılık Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve Zeydî mezhepleri sürenin geçerli olduğunu, bu süre içinde cinsel birleşmenin haram olacağını, ilişki kararlılığı olursa öncesinde kefâret ödenmesi gerektiğini, sürenin bitimiyle de zıhâr hükmünün kalkacağını ve dolayısıyla kefâret sorumluluğu olmadan ilişkinin helâl duruma geleceğini söylemişlerdir. Çoğunluğun bu ictihadı bazı sahâbî uygulamalarına dayanmaktadır. Muallak zıhâra gelince cumhur talâka kıyasla bunun da geçerli olacağını kabul ederken Ca‘ferîler zıhârın ancak müneccez olabileceğini ileri sürmüşlerdir.

Sonucu. Zıhârın ilk sonucu kefâret ödemeden önce cinsel ilişkiyi haram hale getirmesidir. Bu ilkesel tutumun ayrıntılarında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır. İlgili âyetteki “… onlarla temas etmeden önce …” ifadesini genel anlamda cinsel yakınlaşmanın bütün aşamaları olarak yorumlayan Ebû Hanîfe, Evzâî ve Mâlik dokunma, öpme, kucaklama gibi bütün cinsel içerikli eylemlerin yasak kapsamına girdiği görüşündedir. Şu kadar var ki yapılması halinde tövbe gerektiren bu ön fiiller ayrı bir kefâret gerektirmez. Süfyân es-Sevrî, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise birleşme dışındaki ön fiiller mubahtır.

Zıhârın ikinci sonucu kocanın ya kefâret sorumluluğunu yerine getirerek evliliği devam ettirmesi ya da eşini boşamasıdır. Bu seçeneklerden birini tercih etmeyen koca mahkemece takip edilir ve bazı zorlama ve tedbirlerle zıhâr sonuçlandırılır. Meselâ zıhârın üzerinden dört ay geçmiş ve bu arada bir tercih yapılmamışsa Sevrî ve Şâfiî’ye göre îlâ hükümleri uygulanır. Mâlikîler, kefârete gücü yetmeyen muzâhirin karısına boşanmak üzere mahkemeye başvurma hakkı tanımıştır. Böyle bir durumda kadı hemen boşanma kararı verir ve bu bir ric‘î talâk sayılır. Eğer muzâhir kefârete güç yetirebiliyorsa kadının mahkemeye başvurusu üzerine îlâ süresi olan dört ay beklenir. Bu süre içinde de gereği (kefâret veya boşama) yapılmamışsa evlilik mahkemece sonlandırılır.

Zıhârın en önemli sonucu kefârettir. Bir kölenin hürriyetine kavuşturulması, buna imkân bulunamadığında peş peşe iki ay oruç tutulması, buna da güç yetirilemiyorsa altmış fakirin doyurulması şeklinde sıra gözetilerek yerine getirilecek olan kefâretin sebebi konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Zeydîler ve Ca‘ferîler’in de içinde bulunduğu çoğunluk zıhârdan sonraki cinsel ilişki kararlılığının gerçek sebep olduğunu söylerken Şâfiîler boşamanın olmaması dolayısıyla ortaya çıkan dönme iradesini, Mücâhid b. Cebr ve Tâvûs ise bizzat zıhâr tasarrufunun kendisini kefâret sebebi diye belirlemişlerdir. Âyetteki “… sonra dediklerinden dönenler …” ifadesini zıhârın ikinci defa yapılması şeklinde yorumlayan Zâhirîler ise kefâretin zıhâr eyleminin ikinci defa tekrarı halinde gerekli duruma geleceğini ileri sürmüşlerdir.

Birden fazla zıhâr yapılması halinde birçok tâbiîn müctehidiyle birlikte Mâlikî ve Hanbelîler tek kefâret gerekeceğini söylemişlerdir. Buna karşılık Hanefî ve Şâfiîler eğer tekit amacı taşımıyorsa her bir zıhârın ayrı kefâret gerektireceği kanaatindedirler. İhtilâf noktalarından biri de boşamanın kefâreti düşürüp düşürmeyeceğidir. Hangi çeşidi ve hangi sayıda olursa olsun boşamanın kefâreti asla düşürmeyeceği görüşünü benimseyen Hanefîler, Hanbelîler, Zâhirîler ve Zeydîler kadının başka bir erkekle evliliğinden sonra zıhâr yapan ilk kocayla tekrar evlenmesi halinde bile zifaftan önce kefâretin ödenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Şâfiîler boşamayı takip eden iddet içindeki rücûlarda kefâretin gerekli olduğu, iddet bittikten sonra ise bu sorumluluğun ortadan kalkacağı görüşündedir. Bu konuda boşama sayısına önem veren Mâlikîler bir veya iki boşamada kefâretin iddetle bir ilişkisi olmadan asla düşmeyeceğini, bunun ancak üçüncü boşamada söz konusu olacağını ifade etmişlerdir. Ca‘ferîler ise talâkın bâin olması halinde kefâreti gerekli görmemişlerdir.

Yerine getirilmesi bakımından genel hatlarıyla yemin dışındaki diğer kefâretlerle aynı hükümlere tâbi olan zıhâr kefâretinin kendine özgü bazı ayrıntıları da bulunmaktadır. Meselâ bu yükümlülük eğer oruç


tutmak suretiyle ifa ediliyorsa arada yapılan cinsel ilişki Hanefî ve Mâlikîler’e göre ara verilmeksizin tutulması ilkesini bozar ve orucu yeniden başlatır. Çünkü ilgili âyette “… temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar …” buyurulmuştur. Fakat aynı âyette altmış fakirin doyurulması seçeneğinde bu ayrıntı zikredilmediği için doyurma işlemi bitmeden önceki cinsel ilişki iyi bir davranış olmamakla birlikte kefâreti etkilemez. Gerek karının gerek kocanın ölümü cumhura göre kefâreti düşürür. Zeydîler ve Zâhirîler’le birlikte Katâde, Tâvûs, Zührî, Mücâhid ve Şa‘bî gibi müctehidler ise taraflardan birinin ölümünün bu yükümlülüğü düşürmeyeceği kanaatindedir. Hatta bunlara göre zıhâr yapan kişi hanımını boşasa bile yine de kefâretle sorumlu olur.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehźîbü’l-luġa, “žhr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “žhr” md.; Şâfiî, el-Üm (nşr. Mahmûd Mataracı), Beyrut 1993, V, 395-409; Sahnûn, el-Müdevvene, III, 49-83; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Kahire 1373/1954, XXVIII, 1-11; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, Beyrut 1993; III, 631-638; İbn Bâbeveyh, Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh (nşr. M. Ca‘fer Şemseddin), Beyrut 1994, III, 336-342; Dârekutnî, es-Sünen (nşr. Abdullah Hâşim Yemânî el-Medenî), Kahire 1386/1966, III, 319; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1408/1988, IX, 189-201; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İstibśâr (nşr. M. Ca‘fer Şemseddin), Beyrut 1991, III, 264-274; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Nihâyetü’l-maŧlab fî dirâyeti’l-meźheb (nşr. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Beyrut-Cidde 1408/2007, XIV, 471-575; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1408/1988, IV, 184-197; Kâsânî, BedâǿiǾ, III, 229-237; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1404/1984, VIII, 3-38; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd-Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, VI, 235-252; Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Miśbâĥu’l-münîr, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), s. 388; İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr (nşr. Abdullah b. Abdülkerîm el-Cürâfî), San‘a 1409/1988, III, 226-240; Kāsım el-Konevî, Enîsü’l-fuķahâǿ fî taǾrîfâti’l-elfâži’l-mütedâvile beyne’l-fuķahâǿ (nşr. Ahmed b. Abdürrezzâk el-Kübeysî), Cidde 1407/1987, s. 162; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ (nşr. M. Emîn ed-Dannâvî), Beyrut 1417/1997, IV, 321-339; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr (nşr. M. Abdullah Şâhin), Beyrut 1996, III, 364-392; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire, ts. (Mektebetü’d-da‘veti’l-İslâmiyye), VI, 258-267; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 550; Bilmen, Kamus2, II, 310-324; Abdülkerîm Zeydân, el-Mufaśśal fî aĥkâmi’l-merǿe ve’l-beyti’l-müslim fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1413/1993, VIII, 287-317; Ali Ahmed Kalîsî, Aĥkâmü’l-üsre fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, San‘a 1414/1993, II, 171-188; M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taĥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1997, XXVIII, 10-22; Hasan Ali Görgülü, “Câhiliye Devrinde Boşanma Çeşitleri ve İslâm’ın Boşanmada Örfe İtibar Etmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 6 (1999), s. 111-126; “Žıhâr”, Mv.F, XXIX, 189-210.

Ahmet Yaman