ZELLE
(الزلّة)
Mükellefin bir kastı olmadan yaptığı yanlış veya işlediği günah anlamında terim.
Sözlükte “ayağı kaymak, sürçmek; hata etmek, yanılmak” anlamındaki zell (zülûl) kökünden türeyen zelle “sürçme, yanılma” demektir (çoğulu zellât; Kāmus Tercümesi, III, 1342-1343; el-Müncid, “zll” md.). Terim olarak “mükellefin bir kastı olmadan işlediği hata” mânasına gelir. Zel/zülûl kavramının Kur’an’da yer aldığı dört âyetin üçünde kuldan sâdır olan zellenin şeytanın tahrikiyle gerçekleştiği belirtilmekte (el-Bakara 2/36, 209; Âl-i İmrân 3/155), birinde ise samimiyetten uzak yeminin kişiyi hak yoldan saptırdığı ifade edilmektedir (en-Nahl 16/94). A. J. Wensinck’in el-MuǾcemü’l-müfehres’inde (“zll” md. [II, 341]), İmam Mâlik’in el-Muvaŧŧaǿı dışında kalan sekiz hadis kaynağındaki rivayetlerde zülûl kavramı yer almaktadır. Zülûl, bu rivayetlerin çoğunda mecazi mânada hak-bâtıl mücadelesini konu edinen bir içerik taşımaktadır. Resûlullah’ın, evinden her çıkışında yukarıya doğru bakarak şöyle dua ettiği nakledilir: “Allahım! Doğru yoldan sapmaktan veya saptırılmaktan, ayağımın hak yolundan kaymasından veya kaydırılmasından sana sığınırım” (Ebû Dâvûd, “Edeb”,
103; Tirmizî, “DaǾavât”, 28). Hz. Ömer, Ziyâd b. Hudeyr’e İslâmî hayatı neyin sarsacağını sorduğunda Ziyâd bilmediğini söylemiş, bunun üzerine Ömer şöyle demiştir: “İslâm’ı âlimin zellesi, münafığın Kur’an’a dair tutarsız sözleri ve halkı yanlış yola sevkeden idarecilerin yönetimi zedeler” (Dârimî, “Muķaddime”, 23).
Kaynaklarda zelle iki şekilde tanımlanmıştır. Ebü’l-Berekât en-Nesefî’ye göre zelle, yürüyen kimsenin çamurda kayması gibi herhangi bir kasıt olmadan ilâhî emre aykırı biçimde işlenen fiil (Medârikü’t-tenzîl, I, 108), Tehânevî’ye göre mükellefin meşrû bir işi yaparken gayri meşrû bir işe düşmesi veya kasıt olmaksızın yapılan küçük günahtır (Keşşâf, II, 303). Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi gibi Mâtürîdî âlimlerince zelle peygamberlere nisbet edilmesinden hareketle, “nübüvvet döneminde peygamberlerden yanılma veya unutma sebebiyle zuhur eden küçük günahlar” şeklinde açıklanmış (Uśûlü’d-dîn, s. 167; İşârâtü’l-merâm, s. 322), Eş‘arî, Mâtürîdî ve Mu‘tezilî âlimlerinin bir kısmı zelle yerine “sagāir” (küçük günahlar) tabirine yer vermiştir (Cüveynî, s. 356; Fahreddin er-Râzî, Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ, s. 39-40). Bazıları da “yanılarak, hata ederek işlenen küçük günahlar” ifadesiyle yanılma ve hataya vurgu yapmıştır (Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, V, 49-60; Devvânî, s. 82-83). Zelle yerine mâsiyet kavramı da kullanılmıştır. Hanefî-Mâtürîdî âlimleri ise peygamberler hakkında sagāir kelimesine özellikle yer vermemiş, bunun yerine zelleyi tercih etmiştir (Mâtürîdî, XIV, 9-10; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 167). Ebü’l-Leys es-Semerkandî zelle ile sagāir arasında bir fark olmadığını söylerse de (Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber, s. 26) Ebû Hanîfe, peygamberlere nisbet ettiği zelle ve hataları küçük ve büyük günahlarla ahlâkî zaaflardan (kabâih) ayırmıştır (Ali el-Kārî, s. 56-57). Ebü’l-Müntehâ da zelle kavramının hata, sehiv, nisyan gibi kasıtsız fiilleri kapsadığına, bunlarla zelle arasında umum-husus ilişkisi bulunduğuna dikkat çekmiştir. Buna göre her hata zelledir, fakat her zelle hata değildir; çünkü zelle bazan hata, bazan nisyan, bazan sehiv, bazan da evlâ ve efdal olanı terketmektir ve bunların hepsi peygamberlere nisbet edilebilir (Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber, s. 38-39).
İslâm literatüründe zelle peygamberlerin günahlardan korunmuşluğu (ismet) bağlamında ele alınmıştır. Onların ismeti ve zellesi Allah ile insanlar arasında elçilik görevlerine, örnek olma konumlarına ve başkalarında bulunmayan bazı sıfatları taşımaları hikmetine dayandırılmıştır. Peygamberlerin aklıselim sahibi (fetânet), güvenilir (emânet), doğru sözlü (sıdk), risâlet görevine zarar verecek ahlâkî, zihnî ve bedenî kusurlardan uzak olması gerekir. Bizzat İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîler’in büyük çoğunluğu peygamberlerin zelle işleyebileceğini kabul eder (Ebü’l-Leys es-Semerkandî, s. 26; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 167). Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin günah işlemesi ve Allah’ın bundan dolayı tövbe etmelerini bildirmesi aklen mümkünse de bunun mahiyeti insanlar tarafından idrak edilemez. Ayrıca onların günahları diğer insanlarda görüldüğü gibi çirkin ve yasak olanı işlemeleri değil en faziletli olanı terketmeleridir (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, XIII, 401). Bazı Semerkantlı Mâtürîdîler’e göre de peygamberler günah ve kusurlardan korunmuştur ve onların zellesi en faziletli olanı terketmeleridir (Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 167). Eş‘arî ise peygamberlerin nübüvvetten önce mâsiyet ve zelle kapsamına giren kusurları işlemiş olabileceğini, ancak nübüvvet döneminde böyle bir şeyin meydana geldiğine dair herhangi bir nas bulunmadığını söyler (İbn Fûrek, s. 176). Bu görüşü Eş‘arî’nin küçük günahlarla zelle arasında fark gözettiği tarzında yorumlamak mümkündür. Sonuçta Eş‘arîler’in çoğunluğu sehiv ve hatanın günah kapsamına girmediğini, dolayısıyla peygamberin zelle işlemesinin mümkün olduğunu kabul eder (Uśûlü’d-dîn, s. 167-168). Teftâzânî gibi bazı Eş‘arî kelâmcıları, zelle anlamında kullandıkları sagāiri nefret uyandıran ve uyandırmayan fiil şeklinde ikiye ayırmış, peygamberlerin nefret uyandıran sagāirden korunduklarını, nefret uyandırmayan fiilleri ise işleyebileceklerini söylemişlerdir (Şerĥu’l-Maķāśıd, V, 51; Devvânî, s. 82).
Mu‘tezile kelâmcıları zelle yerine sagīre kelimesini kullanmış ve peygamberlerin zellesi konusunda farklı görüşler ileri sürmüştür. Ebû Ali ve Ebû Hâşim el-Cübbâî dahil Mu‘tezile çoğunluğunun benimsediği anlayışa göre peygamberlerin bilerek “tane miktarınca dahi olsa” eksik tartmak gibi nefret ettirici sagāir işlemeleri düşünülemez; diğer sagāiri işlemeleri mümkündür. Onların günahları bir ictihad ve değerlendirme hatasıdır (Fahreddin er-Râzî, Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ, s. 40). Meselâ Allah Teâlâ, Âdem ile Havvâ’ya ağaçtan yemelerini yasaklarken ağaç cinsinden yemeyi murat ettiği halde Âdem bizzat işaret edilen ağaçtan yemelerinin yasaklandığını zannetmiş ve aynı cinsten başka bir ağaçtan yemişler, böylece ağaçtan yeme yasağının yorumunda hata etmişlerdir (Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 168). Ca‘fer b. Mübeşşir de her ne kadar kendi ümmetlerinden bu noktada sorumluluk kaldırılmış olsa da peygamberlerin sehiv ve hata yoluyla işledikleri günahlardan sorumlu tutulacakları kanaatindedir (a.g.e., a.y.). Nazzâm’a göre peygamberlerin kasten, hataen ve te’vilde yanılma tarzında büyük veya küçük günah işlemeleri söz konusu değilse de sehve düşmeleri veya unutmaları mümkündür. Onların bilgi ve sezişleri en üst mertebededir ve son derece titiz davranmaları gerekir; bu sebeple nisyan ve sehivden dolayı Allah tarafından kınanırlar (Fahreddin er-Râzî, Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ, s. 40). Nazzâm’ın görüşüne meyleden Semerkantlı Mâtürîdîler’e göre de peygamberler büyük küçük günahlardan ve zellelerden korunmuştur. Her iki ekol, peygamberlerin zellelerinin helâl dairesinde yer alan en faziletli olanı terketmeleri anlamında olduğunu kabul eder (Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 167). Şîa’nın kanaatine göre de peygamberler ve imamlar Allah’ın hücceti konumunda olup günah ve zellelerden korunmuştur. Onların günah işlemeleri mümkün görüldüğü takdirde diğer insanlarla aynı seviyeye gelirler (Eş‘arî, I, 121; Fahreddin er-Râzî, Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ, s. 40).
Peygamberlerin zelle işleyebileceğini kabul eden âlimler genelde Hz. Âdem, Mûsâ, Hz. Muhammed’in ve diğer bazı peygamberlerin günah işlediği izlenimini veren âyetlere dayanmış; âyetlerde günah, isyan, tövbe, istiğfar gibi kelimelerden hareketle peygamberlerin günah işlemiş olabileceğini söylemişlerdir. Öte yandan bu nasların ve haberlerin nasıl değerlendirileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Öncelikle bu tür haberlerden âhâd yoluyla gelenlere itibar edilmemiş, mütevâtir olanlar ise zâhirî mânaları dikkate alınmayıp te’vil edilmiştir (Teftâzânî, Şerĥu’l-ǾAķāǿid, s. 171). Peygamberlerin işlediği bu tür fiillerin mâsiyet olduğu kabul edilirse bunların ya vahiyden önce meydana geldiği veya faziletli olanı terkedip daha az faziletli olan bir helâli işleme anlamında olduğu yahut bunun sehiv, hata, unutma sonunda gerçekleştiği belirtilmiştir (Ebü’l-Leys es-Semerkandî, s. 26; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 167; Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, s. 436; Fahreddin er-Râzî, MeǾâlim, s. 103). Neticede Hanefî ulemâsı arasında zelle hakkında şu anlayış benimsenmiştir: Peygamberlerin zellesi,
en faziletliden daha az faziletli ve en isabetliden daha az isabetli olan fiillere bir yöneliştir ve asla haktan bâtıla, taatten mâsiyete geçiş değildir. Onların efdali terketmeleri başka insanların vâcibi terketmeleri gibi anlaşılabileceğinden konumlarından dolayı bu derecede bir hata sebebiyle bile uyarılmışlardır (Tehânevî, II, 303). Bazı âlim ve mutasavvıflarca zelle, peygamberlerin Allah’a yakınlıklarını ve O’nun katındaki itibarlarını yükseltme sebebi olarak açıklanmış (Ebü’l-Müntehâ, s. 39), bu anlayış, “Sâlihlerin iyilikleri Allah’a en yakın olanların kötülükleri gibidir” sözüyle ifade edilmiştir (Devvânî, s. 83; rivayet için bk. Aclûnî, I, 406). Zelle konusu “ismetü’l-enbiyâ” hakkındaki kitaplarda ele alınmış, bu alanda müstakil çalışmalar da yapılmıştır. İbrahim Canan’ın Peygamberimizin Yanılması Meselesi adlı eseriyle (İstanbul 1999) Müjde Tadik’in hazırladığı İsmet Sıfatı Bağlamında Peygamber Zellelerine İlişkin Âyetlere Fahreddin Râzî’nin Yaklaşımı adlı yüksek lisans tezi (MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009) bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, Beyrut 1418/1998, II, 303; Kāmus Tercümesi, III, 1342-1343; Eş‘arî, Maķālât (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1416/1995, I, 121; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Murteza Bedir), İstanbul 2008, XIII, 401; XIV (nşr. M. Masum Vanlıoğlu), İstanbul 2009, s. 9-10; Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 26; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 176; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1416/1996, s. 573; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, İstanbul 1346/1928, s. 167-168; a.mlf., el-Farķ beyne’l-fıraķ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1411/1990, s. 222; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ĥilyetü’l-evliyâǿ, Beyrut 1405, IX, 263; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 356; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uśûlü’d-dîn (nşr. H. P. Linss), Kahire 1383/1963, s. 167; Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî uśûli’d-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), Ankara 2005, s. 53; Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, eś-Śaĥâǿifü’l-ilâhiyye (nşr. Ahmed Abdurrahman eş-Şerîf), Küveyt 1405/1985, s. 436; Fahreddin er-Râzî, MeǾâlimü uśûli’d-dîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa’d), Kahire, ts., s. 103; a.mlf., Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ (nşr. Muhammed Hicâzî), Kahire 1406/1986, s. 39-40; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl, Beyrut 1319, I, 108; Teftâzânî, Şerĥu’l-ǾAķāǿid, İstanbul 1320, s. 171; a.mlf., Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 49-60; Devvânî, Şerĥu’l-ǾAķāǿidi’l-ǾAđudiyye, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 82-83; Ebü’l-Müntehâ el-Mağnisâvî, Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber, İstanbul 2007, s. 38-39; Ali el-Kārî, Mineĥu’r-ravżi’l-ezher fî Şerĥi’l-Fıķhi’l-ekber, İstanbul 1375/1955, s. 56-57; Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min Ǿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 322; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ (nşr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Dımaşk 1422/2001, I, 406.
Mustafa Akçay