YASA

Moğol ve Türk devletlerinde emir ve kanunları ifade eden terim.

Yasakla aynı anlamdaki yasanın Türkçe mi Moğolca mı olduğu tartışmalıdır. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) Muķaddimetü’l-edeb’inde birkaç yerde “ordusunu hazırladı, düzene soktu, sözünü süsledi” (güzel konuştu) anlamında yasadı fiilinin geçmesi, bu fiil ve türevlerinin birçok Türk lehçesinde bulunması ve yan anlamlar kazanması kelimenin Türkçe olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca Cengiz Han’ın ilkelerine Türkçe bilig denmesi de bu anlamda benzerlik taşır. Yasa/yasak Türk devletlerindeki törü/töre, tüzük ve Osmanlı Devleti’ndeki örf (örfî hukuk) ve kanunla eşanlamlı yahut yakın anlamlıdır. Moğollar’da “yasak” anlamındaki jasak/casak kelimesi “ceza”nın yanı sıra “hükümet ve hâkim” mânasını da ifade eder. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genelde ikiye ayrılan Moğol feodallerinin yönetimi elinde tutan birinci kesimi “jasakun noyan” (tam yargılama yetkisine sahip noyanlar) olarak ortaya çıkmıştı; ikinci kesimin böyle bir yetkisi yoktu. “Jasaklar”a han ve meselâ “cinong” gibi büyük senyörler mensuptu (Vladimirtsov, s. 256-257).

Moğollar. Yasa kelimesinin, 1206’da topladığı ve kendisini Moğol kabileleri üzerinde hâkim ilân ettiği kurultayda Cengiz Han tarafından kullanıldığı belirtilir. Cengiz Han yasasının (yasa-yı büzürg) aslı veya istinsah edilmiş bir metni günümüze ulaşmamıştır. 1206 tarihli kurultayda yasanın ilân edildiğine dair görüşler, bu tarihe en yakın iki kaynak olan Moğolların Gizli Tarihi ve Reşîdüddin’in CâmiǾu’t-tevârîħ’i tarafından doğrulanmaz.


Reşîdüddin, 1218-1219 kurultayında yasanın (âyin) uygulamalarının ve “yusun”ların (âdetler) temelinin yeniden atıldığını söyler. Moğolların Gizli Tarihi’nde yasa sözü birkaç yerde geçse de burada “kanun” anlamında değil “düzen ve emir” anlamında görünür. Cengiz’in, kardeşliği Şigi Kutuku’ya, “Ganimetleri bize üleştir ve -ona yargılama yetkisi vererek- cezalandırılması gerekenleri cezalandır; benimle anlaştıktan sonra taksim ve umum halkla ilgili hukukî meseleler hakkındaki bütün kararları ak kâğıtlı bir kitaba mavi yazıyla yaz. Şigi Kutuku’nun yazacaklarını benim neslimden hiç kimse değiştirmesin; onu değiştiren suçlu olur” dediği kaydedilir.

Moğol yasası üzerine araştırmalar yapan D. Ayalon’a göre yasanın 1206 yılında ilân edildiğine ve yazıya geçirildiğine dair herhangi bir delil yoktur. Cüveynî ise Cengiz’in yasalarının kitap haline getirildiğini ve Moğol seçkinlerinin bu kitaptaki emirlere başvurduğunu yazar. Cüveynî, Makrîzî ve İbn Battûta’nın eserleri vasıtasıyla dağınık bir şekilde sonraki dönemlere ulaşan Cengiz yasaları (otuz yedi madde) teknik anlamda hukukî değil av, ordu düzeni ve posta sistemiyle ilgilidir ve idarî nitelikte gözükür. Bununla birlikte hukukî meselelerde ve devletin bütün geleneklerinde hânedanın değiştirilemez emirleri niteliğindeki büyük yasanın varlığına inanılmış, Çin kaynaklarının tanıklığına dayanarak Cengiz Han’ın ölümünden iki yıl sonra 1229’da Ögedey’in büyük han ilân edildiği kurultayda ilk defa yazılı bir nüshasının yürürlüğe konduğu ileri sürülmüştür (EI2 [İng.], XI, 293).

Cengiz yasasına atfedilen hükümlerden cezaî nitelikte olanlar şu hususları yasaklamıştır: Zina etmek, livâta yapmak, yalan söylemek, sihirbazlıkla uğraşmak, başkalarının hareketlerini araştırmak, kavgada birisine yardım etmek, suya veya küle su dökmek yahut işemek, üç defa başkasından mal alıp üç defa iflâs etmek, esir alanın izni olmadan savaş esirine yiyecek giyecek vermek, kaçan bir esiri tutup sahibine teslim etmemek, savaşta veya geri çekilme sırasında birinin düşürdüğü bir şeyi alıp sahibine vermemek. Bu suçların cezası ölümdür. Hayvanları boğazlamak da yasaktı; hayvanlar Moğol usulüne göre karnı yarılıp kalbi elle sıkılarak öldürülmeliydi. Cengiz yasalarından intikal eden konular arasında toplumsal hayatı ilgilendirenler de vardır. Buna göre dinlerin ruhanî reisleri, Hz. Ali soyundan gelenler, fakirler, hâfızlar, fakihler, tabipler, âlimler, zâhidler, müezzinler ve ölü yıkayanlar vergiden muaf tutulmuştur. Yemek ikram eden kişi sunduğu şeyden, önce kendisi yemelidir. Yemek yiyenlerin yanından geçen bir kimse davet beklemeden onlara katılmalıdır; arkadaşlarından fazla yememeli, suya el sokmamalı, suyu kapla almalıdır. Elbiseler yıkanmamalıdır, zira necis nesne yoktur. Dinler ve mezheplerin hepsi muhteremdir. Hükümdara veya herhangi bir kimseye sadece adıyla hitap edilmelidir.

Bu yasa içinde ayrıca askerlerle ilgili düzenlemeler de yer almaktadır. Ordu onlu sistem içinde teşkilâtlandırılmış ve başlarına onbaşı, yüzbaşı, binbaşı rütbeleriyle kumandanlar getirilmiştir. Bir suçlu en yüksek derecede kumandan da olsa kendisini cezalandırmak üzere hükümdarca gönderilen en düşük rütbeli kimseye itaat etmelidir. Generaller sadece hükümdara başvurabilir, aksi halde idam edilir. İzinsiz görev yerini değiştirenin cezası da ölümdür. Görevini ihmal eden asker, sürek avı sırasında avı kaçıran avcı dayak cezasıyla, bazan da ölümle cezalandırılır. Ölüm cezasından diyet vererek kurtulmak mümkündür. Elinde çalıntı at bulunan kimse onu iade etmekle yükümlüdür, ayrıca dokuz at daha vermelidir; bu atları vermeye gücü yoksa çocuklarını vermelidir; çocuğu da yoksa idam edilir. Bir kumandanın ikametgâhının eşiğine basan kişi ölüme mahkûm edilir. Kimse kimseyi aşağı görmemelidir. Ayda üç defadan fazla sarhoş olmak suçtur.

Cengiz yasasında medenî hukukla ilgili hükümlere dair kaynaklarda fazla bilgi bulunmaz. Sınırlı bilgilere göre câriyelerden doğan çocuklar sahih nesepli sayılır ve babalarının mirasından pay alır. Miras paylaşımında yaşları büyük çocuklar küçüklere göre daha fazla pay sahibidir, buna karşılık baba evi küçük çocuğa kalır. Çocukların derecesi annelerinin derecesine göre belirlenir. Bir kimsenin eşlerinden, önce nikâhlanmış olanı, bazan da babası çok ünlü bir soya mensup bulunanı baş kadın sayılır. Cengiz yasası sürekli bir posta teşkilâtı kurulmasını da emreder. Bu arada isteyerek teslim olan şehirlere ve halkına zarar verilmez (Arsal, s. 169-174). Bu yasaya göre hükümdarlık hânedan ailesi içinde büyük erkek çocuğa intikal eder (Ötemiş Hacı, s. 31).

Moğollar’ın ve Türkler’in aynı coğrafyada yaşamaları, benzer örf ve âdetlere, benzer efsanelere sahip olmaları, Türkler’in Moğollar’dan önce birçok devlet kurmaları ve nihayet Cengiz’in yargılama ile görevlendirdiği Şiti Kutuku’nun Türk soyundan gelmesi gibi sebeplerle Cengiz yasasının büyük kısmının Türk örflerine dayandığı veya ona uygun olduğu ileri sürülmüştür. Muhtemelen Cengiz Han kendi koyduğu kurallar yanında toplumun örf ve âdetlerinin önemli bir kısmına da yasa gücü tanımıştır (Arsal, s. 168; Canatar, s. 41-42; Gömeç, I/2 [2006], s. 4 vd.). Türkler’de kelimenin kullanımının Cengiz Han’dan önceye dayanmasına rağmen (Clauson, s. 974) Cengiz Han’ın egemenliğinden sonra hukukî anlamda yaygınlık kazandığı ve onun adıyla bütünleştiği söylenebilir. Orhon yazıtlarında ve Kutadgu Bilig’de hükümdarın iyi töre koymasından söz edilmesi Türk geleneğinde devlet başkanının kanun koyma yetkisine işaret içindir. Müslüman Türkler arasında yasa hukukunu ilk kuramlaştıranlardan birinin, Fetâvâ-yı Cihandârî müellifi ve Sultan Muhammed b. Tuğluk’un siyasî danışmanı Ziyâeddin el-Berenî olduğu söylenmiştir. Osmanlı Devleti’nde şer‘î hukuk yanında örfî hukuk tanımlanırken örnek diye Cengiz’e atıf yapılması geleneğin teşekkülü bakımından ilgi çekicidir: “Mücerred tavr-ı akl üzre nizâm-ı âlem-i zâhir için meselâ tavr-ı Cengiz Han gibi olursa sebebine izâfe ederler; siyâset-i sultânî ve yasağ-ı pâdişâhî derler ki örfümüzce ona örf derler” (Tursun Bey, s. 12). Tursun Bey’den önce ilk Osmanlı tarihçisi kabul edilen Ahmedî ise Moğol sultanlarının zulmü doğrudan değil kanunlarla yaptığını belirterek (Zulm kim kānûn u zabt ile ola/Adl gibi halka ol âsan gele) ister adaletli veya adaletsiz, ister isabetli ya da isabetsiz olsun bizzat yasanın varlığının halkın tavrı bakımından önemini vurgular. Siyâset-i şer‘iyye (idare, yönetim) tamlamasındaki siyaset kelimesinin Türkçe yasanın başına, Cengiz’in askerleri arasındaki üç temel düzen ve ilkeyi (avcılık, ordu teşkilâtı, posta sistemi) vurgulamasından dolayı Farsça “se” (üç) sözü getirilerek “se-yasa” (üç yasa) ve bu ifadenin Arapça’da siyaset halini aldığı şeklindeki izah, Cengiz yasasının siyaset ve siyâset-i şer‘iyye kavramını yorumlama bakımından etkisini gösterir (DİA, XXXVII, 299).

İlhanlılar. İlhanlı kaynaklarında yasa emir veya cezadan ziyade “birini ölüme mahkûm etme” anlamına gelir. Birçok defa yasadan söz edilmesine rağmen Cengiz’in yasasına nâdiren atıf yapılır. Yasa bir ölçüde “ahkâm ve ferman” mânasına gelecek şekilde kullanılmıştır. Gāzân Han zamanında Moğollar’ın İslâmiyet’i kabul etmeye başlamasıyla Moğol yasası geri plana itilmiştir. Reşîdüddin’e göre Gāzân Han gençliğinde “yasak ve yusun”un ateşli


bir taraftarıydı ve Moğol askerlerine iktâ verdiğinde Cengiz Han’ın yasasını çok övmüştü. Bu övgüyü bazı araştırmacılar Cengiz yasasını aşındıran uygulamaları örtmek amacına yorumlamışlardır. Abdullah b. Ali el-Kâşânî, Târîħ-i Olcaytu’da Olcaytu’nun sarayında Hanefîler ve Şâfiîler arasındaki uzun bir ihtilâftan söz eder. Bu ihtilâf üzerine Kutluk Şah Noyan, “Bu yetmiş iki parçaya ayrılmış tuhaf Arap dininden Moğol yasa ve yusunlarına dönelim” demişti. Bu nakilden, Moğol beyleri arasında bu devirde geleneklerinin hâlâ yaşadığı ve onların İslâm’a dair bilgilerinin zayıflığı sonucu çıkarılabileceği gibi eski Moğol gelenekleriyle şeriat arasında belli bir gerilimin var olduğu da anlaşılır.

Fars kaynaklarında mahkeme ve yargılama gibi farklı anlamlarda “yargu” sözü sıkça kullanılır. Meselâ CâmiǾu’t-tevârîħ’in İran’daki Moğollar’dan söz edilen bölümünde sık sık yargu kelimesi geçer. Cüveynî’ye göre İlhanlılar’ca, hükümdar aleyhindeki eski yüksek idarecilerin ve suikast iddiasıyla diğer düşmanların durumu soruşturulurken zaman zaman işkencenin uygulandığı yargular (yargılamalar) yapılmıştır. Reşîdüddin de yargulardan, resmî görevlilerden şikâyet ve entrikalara karşı tahkikat dolayısıyla bahseder. Yarguya emîr-i yargu veya yargucı tarafından nezaret edilirdi. Moğol emîrleri ve askerleri, Moğollar’a tâbi devletlerdeki hükümdarlar, emîrler, vezirler ve diğer devlet adamları, Moğol şehzadeleri gerektiğinde yarguda muhakeme edilip hesaba çekilirdi. Yargucı, hasımlar arasındaki anlaşmazlıkları da Cengiz yasasına göre sonuca bağlardı (Uzunçarşılı, s. 266 vd.). İlhanlılar ve Kirman Karahıtayları’ndaki yargu davalarının boyutları tam olarak bilinmemektedir. Şems-i Münşî, Destûrü’l-kâtib adlı eserinde emîr-i yargunun işlevlerini anlatan uzun bir bölüme yer verir. Bazı araştırmacılar, Destûrü’l-kâtib’de anlatılan yargu ile 1206 kurultayında Cengiz’in görevlendirdiği Şigi Kutuku’nun faaliyetleri arasında benzerlikler tesbit etmiştir. Şigi Kutuku’nun hükmettiği belirli ceza davaları “mavi kitap”a kaydedilir, dava için Moğolların Gizli Tarihi’nde de geçen yargu kelimesi kullanılırdı. Reşîdüddin’e göre öksüz bir Tatar olan Şigi Kutuku yargunun kurallarını koymuş, bu usul Moğolistan’da ve o bölgelerde uygulanmıştır. Asker toplama işi için İlhanlılar “yasamişî” tabirini kullanırlardı ki bu da yasayla ilgili görünmektedir.

Memlükler. Tarihçi İbn Tağrîberdî, Baybars’a takdim edilen büyük yasadan söz etmekle birlikte bunun bir nüshasının günümüze intikal ettiğine dair bilgi yoktur. Kahire’de XIV. yüzyılda Moğollar ve Memlükler arasındaki diplomatik ilişkilerde muhtemelen Arap yazısının benimsenmesinden önce birkaç emîrin Moğolca’yı, daha az sayıdakinin de Uygur yazısını kullandığı anlaşılmaktadır. Kalkaşendî de Altın Orda ile Memlükler arasındaki yazışmaların Arap yazısıyla fakat Moğolca yapıldığını belirtir (Śubĥu’l-aǾşâ, I, 167). Makrîzî’nin el-Ħıŧaŧ adlı eserinde bahsettiği (II, 220) Ebû Hâşim Ahmed b. Burhân’ın Bağdat’ta Müstansıriyye Kütüphanesi’n-de yasanın bir nüshasını gördüğüne dair kaydın doğruluğu sorgulanmıştır. D. Ayalon, Makrîzî’nin bu kısımda verdiği bilginin yasa içeriğinin tasviriyle birlikte İbn Fazlullah el-Ömerî’den, onun da Cüveynî’den aldığını tesbit etmiştir. Ayalon’a göre Makrîzî, yargıç sıfatıyla hareket eden hâciblerin ve bilhassa Memlükler’in şeriatın tamamlayıcısı olarak kadıların sahasına tecavüz edip idarî hukuku, “siyâse” ve “nazar fi’l-mezâlim” pratiğini uyguladıkları kanaatindeydi. Bu eğilimle mücadele için hâciblerin siyasetinin şeriatın tersi olan yasadan ibaret bulunduğunu ileri sürmüş, hatta ironik biçimde siyâse kelimesinin etimoloji bakımından yasa kelimesinden geldiğini iddia etmişti. Mısır’a yerleşen Moğollar’la Türkler arasındaki örf ve âdetlerle ilgili ihtilâfları Cengiz yasasına göre hâcib adlı görevlinin çözdüğü, hâcibin yargı yetkisinin sadece askerî davalar ve ihtilâflarla sınırlı olduğu, ancak bazan onun halk arasındaki davalara da baktığı, verdiği kararlara “hükm-i siyâset” denildiği de kaydedilmiştir.

Ayalon, şimdiye kadar Memlükler arasında Moğol yasasına yapılan atıflardan bilinen en erkenine, XIV. yüzyılın ilk yarısında Sultan el-Melikü’l-Muhammed b. Kalavun’un emîri ve emini Aytamış el-Muhammedî’nin diplomatik amaçlarla Moğolca’yı iyi öğrendiğinden, Cengiz Han’ın yaşayışını yakından izlediği ve hükümdar muhafızları olan seçkin hasekiye mensuplarını Cengiz yasasına göre yargıladığından bahseden Safedî’nin AǾyânü’l-Ǿaśr adlı eserinde rastlandığını bildirir. Sultanın bir diğer emîri olan Arıktay’ın da yasayı bildiğinden söz edilmiştir. Memlük Devleti’nde Moğol etkisinin yaygın olduğu ve bunun hânedanın sonuna kadar sürdüğü yolundaki görüşe karşı Ayalon, erken Memlük toplumunda yasa eğer bir rol oynamışsa bunun XIV. asrın ilk onyılları esnasında Batı Asya Moğolları’nın ekseriyetinin İslâmiyet’i benimsemesi sonucu çok uzun sürmediğini, çünkü bu süreçte yasanın ve diğer Moğol geleneklerinin Moğollar’ca doğrudan doğruya yönetilen ülkelerde dahi etkisinin azaldığını ileri sürmüştür.

Osmanlılar. Selçuklular’dan sonra onların mirasını devralan Osmanlılar’da da yasa ve yasak kelimeleri geçer. Daha önce Selçuklular’da Sultan Sencer döneminde İran şehirlerinde kadılarca yürütülen şer‘î mahkemeler, vergi konularıyla ilgili Dîvân-ı Riyâsât ve kamu güvenliğiyle ilgili meselelere bakan şıhnenin mahkemesi, ayrıca Dîvân-ı Mezâlim vardı. Anadolu’da Hatîroğlu isyanını bastırmak ve diğer suçluları yargılamak üzere 675’te (1276) Yargu Divanı kurulmuştu. Destûrü’l-kâtib’e göre yargucı olan emîr “kutadgubilik-i Cengiz Hanî’yi” (yasayı) görüp, okumuş olmak ve bütün kanunları iyi öğrenmek mecburiyetindeydi. Ayrıca önceki yargucıların işlemlerini de bilmesi gerekirdi (Uzunçarşılı, s. 271). Bu bilgiler, Selçuklular zamanında da yasanın belli bir uygulamasının ve etkinliğinin bulunduğunu gösterir. Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sinde yer verdiği emîr-i hareslik ve emîr hares, bazı tarihçilerce hâcib adıyla birçok memura sahip “ağacı”dan (hâcibü’l-hüccâb) sonra sarayda en yüksek görevli memur, yanlış olarak yasacı, en yüksek vazife ise yasacılık şeklinde açıklanmıştır (a.g.e., s. 36-37).

Osmanlılar’da örfî hukukun yasa ile bağını gösteren Tursun Bey’in açıklamasından başka şeklî bir unsur olarak erken devirlerde kanunnâmelerin bazılarının yasa (yasahâ), yasak ve yasaknâme diye adlandırıldığı dikkati çeker. Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devrine tarihlendirilen, Kānûnnâme-i Sultânî ber Mûceb-i Örf-i Osmânî adlı mecmuadaki elli dokuz hükümden üçü yasaknâme, dördü kanunnâme ve yirmi altısı yasak diye belirtilmiştir (bk. bibl.). Bunların maden işletmesi, tuz çıkarma ve tuz inhisarı, para basımı ve tedavülü, gümrük ve kapanlar, çeşitli temel ihtiyaç maddelerinin inhisar ve nizamlarına dair çoğu malî hususlarla ilgili hükümler koyduğu ve bu hükümlerin ihlâlleri durumunda verilecek cezaları düzenlediği görülmektedir. Türk ve Moğol geleneğinde hükümdarın yasa koymasıyla ilgili herhangi bir tereddüt yoktur. İslâm hukuku da devlet başkanına sınırlı bir yasama yetkisi tanıyarak hükümdarın işini kolaylaştırmış ve koyduğu kuralın meşruiyet bunalımı yaşamasını önlemiştir. Ömer Lutfi Barkan’ın topladığı Osmanlı sancak kanunnâmelerinden Akkoyunlu sahasındaki yerlere ait olanların, yani Doğu


ve Güneydoğu Anadolu’daki Arapgir, Diyarbekir, Ergani, Mardin, Ruha ve Kemah livâları kanunnâmelerinde “defter-i yasahâ-i livâ-i ...” şeklinde adlandırıldığı görülür. Bunlardan “Defter-i Yasahâ-i Vilâyet-i Kemah”ın 922 (1516), diğer beşinin 924 (1518) tarihini taşıması kelimenin Akkoyunlular vasıtasıyla geldiğini ve XVI. asrın başına kadar yaygın biçimde kullanıldığını düşündürür. Bu kanunlar daha sonra “kanunnâme” şeklinde geçecektir. Anılan kanunların “yasahâ” (yasalar) diye isimlendirilmesi her kanun maddesinin yasa diye nitelendirildiğini ortaya koyar. Osmanlılar’ın kanunnâme yerine daha çok yasak ve yasaknâmeyi, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın yasahâyı tercih ettiği söylenebilir. Yasaknâme padişahın idarî, askerî, malî hususlardaki kanunlarını ve bunların ihlâli durumunda uygulanacak yaptırımları içeren düzenlemelerdi.

XVI ve XVII. yüzyıllarda Osmanlılar’da yasak kelimesinin kanunun yanı sıra “silâh” veya “güç, zor, hâkimiyet, otorite” anlamında kullanıldığı da görülür. Yasaklu kelimesi yine bu ikincisine yakın bir anlama sahiptir. Nitekim Yıldırım Bayezid’in, askerlerine yol üzerindeki tarlalarda ekinlere dokunmamalarını tembih ettiği bir kayıtta ondan, “Yıldırım Bayezid Han gayet yasaklu idi, kimseye el vurdurmadı, gayetle yasak etmiş idi” şeklinde söz edilir (Oruç Beğ Tarihi, s. 36). Eserini 730’da (1330) yazan, üç Selçuk ve iki Osmanlı hükümdarı devrinde yaşayan Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde geçen, “Geh yasama gâh kapçur geh tağar/Koşına koşmuş ili her dem sağar” beytinde yasama “salma vergi” anlamındadır. Bu vergi, diğer vergiler olan kapçur/kopçur ve tağar ile birlikte muhtemelen Selçuklular döneminden kalmadır. Osmanlılar’da timar, zeâmet ve hasların yerlerinin ve sağladıkları gelirlerin yazıldığı defter için yasama defteri tabiri geçer. Bayburt Kanunu’nun bir hükmünden anlaşıldığına göre vilâyet tahriri aynı zamanda yasanmak/yasamak fiiliyle de ifade edilmekteydi (Hâliyâ vilâyet-i mezkûre yasanıp defter oldukta). Osmanlılar yasa, yasak, yasak etmek, yasakçılık, yasaknâme (meselâ 947 [1540] tarihli Para Voyvodaları Yasaknâmesi) kavramlarını kullanmalarına rağmen zamanla yasa ve yasaknâme yerine kanun ve kanunnâmeyi tercih etmişlerdir. Bu bağlamda kanun ve kanunnâme hakkında söylenegelenler yasa ve yasak hakkında da tekrarlanabilir.

Yasakçılık, yeniçerilerin pâyitahtta ve taşrada kanun ve kaidelerin tatbikinden sorumlu olmalarını ifade eden, başlangıcı Fâtih Sultan Mehmed devrine kadar giden, daha çok malî alandaki hizmetlerle ilgili bir görevdi. Yasakçı umumiyetle taşra kulluklarına verilen bir isimdi; ancak bunlar aynı zamanda kale kapılarını ve elçilikleri korur, satışı yasak malları izler, gümrük kapılarını ve pazarları denetlerdi. Bazan yasakçı tabiri İstanbul’daki kullukçular için de kullanılmıştır. Yasakçılık, kanunları gereği gibi uygulayıp bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman devrinden itibaren asayiş ve düzeni temin etme görevi idi. Taşrada görevlendirilen yasakçılara (kavas) bu ad dışında kulluk, değnek, yasakçı değneği, değnek kulluk, yasavul, yasakkulu/yasakçı kulu gibi adlar da verilmiştir. Bu son tabir XV. asır yasaknâmelerinde geçer. Yasakçı bazan halkın isteği üzerine tayin edilir veya görevine son verilirdi (Akgündüz, IX, 219). Yasakçılık hizmetine “emr-i pâdişâhîye mutî‘ ve münkad oldukları için” yeniçeriler tayin edilirdi (a.g.e., IX, 186). Taşrada görevli yasakçıların başına yasakçıbaşı adıyla yeniçeri yayabaşılarından biri getirilirdi. Yasakçılık hizmetini görenlerin ücreti olarak ilgili bölge halkından belli bir süre her dört koyundan birer akçe ve her sürüden bir toklu yasakçılık resmi alınırdı (Barkan, s. 344).

Osmanlılar’da yazılı kanun yapma ve ilân etmenin Fâtih Sultan Mehmed’le başladığı, onun İstanbul’u fethiyle birlikte Roma imparatorlarını taklit ederek kendisinde böyle bir yetki gördüğü ileri sürülmüştür. Bilinen ilk yazılı Osmanlı kanunnâmesi olan Fâtih’in Kanunnâmesi’ndeki ceza ve vergi düzenlemelerinin daha önceden varlığı tesbit edilenlerden oluştuğu, yani şifahî düzenlemelerin yazılı hale getirildiği açıktır. Fâtih’in teşkilât kanunu da bu niteliktedir ve bu durum önsözünde belirtilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in buradaki ifadesinde iki husus dikkati çeker: İlki onun bazı ilâveleri bulunsa da kanunların atalarından beri gelen kanun olduğu, ikincisi Cengiz’in de kendi yasası için öngördüğü, ardından gelen hükümdar neslinin buna ebediyen bağlı kalması isteğidir. Ancak kendisi yeni kanunlar koyduğu gibi bazı kanunları da kaldırmıştır ve ona uyulmasını arzu etmesine rağmen kanunnâmesinin ıslah edilmesini de istemiştir (İnalcık, SBFD, XIII/2 [1958], s. 114, 116). Ancak bu görüşün doğru kabul edilebilmesi için ilk yazılı kanunnâme geleneğinin Osmanlı Devleti ile başlamış olması gerekir.

Osmanlı Devleti ile Türkistan’da kurulan Uluğ Bey Devleti’ni yasa-şeriat ilişkileri bakımından karşılaştıran İsenbike Togan, Uluğ Bey’in yasa ve şeriat arasında XV. asrın birinci yarısında başaramadığı uyumu, aynı asrın ikinci yarısında Osmanlı padişahı Fâtih’in gerçekleştirerek kuvvetli bir merkezî idare kurduğunu belirtir ve Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürmesini yasa ile şeriatın bu başarılı uyumunda görür. Uluğ Bey’in başarısızlığını ise yasa ve şeriat uyumsuzluğundan çok başka etkenlere bağlar (Tarih Çevresi, sy. 10 [1994], s. 9-16). Uriel Heyd de Kuzey Afrika, Güney Arabistan, Endonezya ve İslâm dünyasının diğer bölgelerinde şer‘î hukuk dışında cezalar uygulanmasına rağmen ceza hukuku sahasında Osmanlılar’ın yaptığı gibi resmî şekilde kanun koyup ilân etme uygulamasının başka İslâm memleketlerinde görülmediğini söyler. Osmanlılar’a benzer uygulamaya Dulkadıroğulları Beyliği’nin yanı sıra daha sonraki tarihte (1672) ve daha dar kapsamda Evrengzîb Âlemgîr’in hükümdarlığı esnasında Hindistan’daki Bâbürlüler’de rastlanacaktır. Heyd’e göre bu bir tesadüf değildi; Bâbürlüler, Osmanlılar dışında diğer büyük Sünnî müslüman güçtü ve Osmanlılar gibi merkezî, iyi teşkilâtlanmış, önemli oranda gayri müslim nüfusa ve büyük ölçüde Türk-Moğol geleneklerine dayalı kurumlara sahip askerî bir devletti.

Bugün her ne kadar Cengiz yasasının yazılı olmayabileceği görüşleri ileri sürülse de son zamanlara kadar onun yazıya geçirildiği ve bir nüshasının Bağdat Kütüphanesi’nde bulunduğuna inanılmıştır. Orhon yazıtlarında kağanın töre koyması, Kutadgu Bilig’de hükümdarın iyi töre koymasının öğütlenmesi, Cengiz yasası, Cengiz’in oğullarının yönettiği Altın Orda ve İlhanlı devletlerindeki yasa referansları, Timur’un tüzükâtı, Fâtih Sultan Mehmed ile aynı devirde hüküm süren Uzun Hasan’ın birçok kanun düzenleyip ilân etmesi, ardından Dulkadırlı Alâüddevle Bozkurt Bey’in kanunnâmesi ve Hindistan’da Bâbürlü hükümdarlarının da kanun koyması, hatta Gregoryen Kıpçak toplumunun “törebitig”i düzenlemesi yasa/kanun koymanın Türk-Moğol geleneğinde bulunduğunu açık şekilde gösterir. Hükümdarlar için Cengiz yasası bir hukukî dayanak ve meşruiyet kaynağı olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Clauson, Dictionary, s. 974; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, I, 167; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, II, 220; Ķānūnnāme-i Sulŧānī ber Mūceb-i ǾÖrf-i ǾOsmānī (nşr. R. Anhegger - Halil İnalcık), Ankara 1956; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr. A. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 12; Oruç Beğ Tarihi: Giriş, Metin, Kronoloji, Dizin, Tıpkıbasım (haz. Necdet Öztürk),


İstanbul 2007, s. 36; Ötemiş Hacı, Çengiznâme (haz. İlyas Kamalov), Ankara 2009, s. 31; Moğolların Gizli Tarihi (trc. Ahmet Temir), Ankara 1995; Uzunçarşılı, Medhal, s. 36-37, 266 vd., 271; Barkan, Kanunlar, s. 344, 357; Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 168-174; Spuler, İran Moğolları, tür.yer.; C. Alinge, Moğol Kanunları (trc. Coşkun Üçok), Ankara 1967; U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law (ed. V. L. Ménage), Oxford 1973, s. 2; Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, tür.yer.; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1994-96, VII, 655-656; IX, 186, 219; B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimaî Teşkilâtı (trc. Abdülkadir İnan), Ankara 1995, s. 256-257; Mehmet Canatar, “Yasa, Yasak, Yasaknâme Tabirleri”, Adalet Kitabı (ed. Bülent Arı - Selim Aslantaş), Ankara 2007, s. 41-54; Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfî-Sultânî Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, SBFD, XIII/2 (1958), s. 102-126; a.mlf., “Şeriat ve Kanun, Din ve Devlet”, İslâmiyât, I/4, Ankara 1998, s. 135-142; D. O. Morgan, “The ‘Great Yasa of Chingiz Khan’ and Mongol Law in the Ilkhanate”, BSOAS, XLIX/1 (1986), s. 163-176; a.mlf., “Yāsā”, EI² (İng.), XI, 293; I. de Rachewiltz, “Some Reflections on Cinggis Qan’s Jasag”, East Asian History, VI, Canberra 1993, s. 91-104; İsenbike Togan, “Uluğ Bey Zamanında Yasa ve Şeriat Tartışmaları”, Tarih Çevresi, sy. 10, Ankara 1994, s. 9-16; Sadi S. Kucur, “Nizâmülmülk’ün Siyâset-Nâme’sine Selçuklu Devlet Teşkilâtı Açısından Bir Bakış: Emîr-i Hares ve Emîr-i Dâd Örneği”, MÜTAD, sy. 12 (2002), s. 41-72; Murteza Bedir, “Osmanlı Öncesi Türk Hukuk Tarihi Yazıcılığı”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, III/5, İstanbul 2005, s. 27-84; Saadettin Gömeç, “Bazı Çingiz Yasalarının Tarih ve Sosyal Dayanakları”, Turkish Studies, I/2 (2006), s. 1-13; Emine Dingeç, “16. ve 17. Yüzyıllarda Taşrada Yasakçılar”, Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, sy. 7, Konya 2009, s. 129-143; Mustafa Uyar, “İlhanlı (İran Moğolları) Ordusunda Hiyerarşi: Askerî Yetkililer ve Nitelikleri”, DTCFD, XLIX/1 (2009), s. 33-47; Aydın Taneri, “Hâcib”, DİA, XIV, 510; H. Yunus Apaydın, “Siyâset-i Şer‘iyye”, a.e., XXXVII, 299.

Fethi Gedikli