URDUCA

Pakistan’ın resmî ve millî dili.

Urdu dili Pakistan’dan başka Hindistan’ın da resmî dillerinden biridir. Ayrıca İngiltere ve Körfez ülkelerinin aralarında bulunduğu birçok ülkede ana dili Urduca olan çok sayıda Pakistanlı ve Hintli göçmen tarafından konuşulmaktadır. Bugün aynı etnik kökenden gelmeseler de Urduca konuşan insanların sayısı 60-70 milyon arasındadır. Bunun 10 milyondan fazlası Pakistan’da, 50 milyonu da Hindistan’da yaşamaktadır. Bu dile Urdu(ca) adının verilmesiyle ilgili farklı görüşler vardır. Urdu kelimesi Türkçe’de ve Moğolca’da hanın sarayını, karargâhını, silâhlı kuvvetleri (ordu / orda) veya askerin konakladığı, barındığı yeri (ordugâh, karargâh) ifade etmektedir (bk. ORDA; ORDU). Kelimenin Urduca’da eş anlamlısı “leşker”dir. Cengiz Han’ın haleflerinin ordugâhlarına Urdû-yi Mutallâ (Altın Ordu / Altın Orda) denilmekteydi. Bâbür’ün fetihlerinden sonra ordugâhlar ve hükümdarın karargâhı için de ordu kelimesi kullanılmıştır. Buna göre Urdu / Urduca “ordunun, askerin dili” demektir. Bazılarına göre ordunun içinde farklı bölgelerden farklı dilleri konuşan askerler bulunduğundan bu dillerin karışımıyla oluşan dile de Orduca (Urduca) adı verilmiştir. Bir kısım araştırmacılar ise Urduca’nın Türk ve İranlı askerlerin geliş gidişi ve alışverişleriyle başladığını ileri sürmüştür. Hindu dil bilimcilerine göre Urdu kelimesi eski İran Hükümdarı Erdebil'in adından gelmektedir. Her ne kadar dilin asıl adı Urdu ise de Urduca şeklindeki kullanımı ilmî çevrelerde de kabul görmüştür.

Bu dil için Urdu yanında çeşitli dönemlerde değişik adlar kullanılmıştır. Bunlardan ilki ve en yaygını Hindî ve Hindvî’dir. Urduca’nın ilk şairlerinden Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin eserlerinde, XVIII. yüzyılda Mîr Eser’in Ħâb u Ħayâl mesnevisinde ve XIX. yüzyılda Abdülkādir ed-Dihlevî’nin Kur’an tercümesinde bu dil Hindî kelimesiyle ifade edilmiştir. Hint mûsikisine özgü bir terim iken daha sonra bir mısraı Farsça, bir mısraı Hindî veya mısraının yarısı Farsça yarısı Hindî, mülemma‘ şeklindeki nazım türü olan “rîhte” de bu dilin gelişim sürecinde aldığı adlardan biridir. Farklı birkaç dilin birleşimine işaret eden rîhtenin Urdu karşılığında ilk kullanılışı Ekber Şah zamanına rastlamaktadır. Fakat bu daha çok edebiyat ve şiire mahsus bir ad olarak kalmıştır. Yine bu dilin gelişim sürecinde Pencap bölgesiyle irtibat kurulduğu dönemlerde Pencâbî, Gucerât’ta ve Gucerâtlı şairler tarafından kullanıldığında Gucrî denilmiş, ilk yaygın edebî şeklinin oluştuğu Dekken bölgesindeki lehçesi de Dekkenî adıyla anılmıştır. Bölgeye gelen Avrupalılar’ın tercih ettiği Hindustânî ise günümüz Hindistan’ında Urduca-Hintçe rekabeti dışında kalan bazı çevrelerde bu iki dilin herkes tarafından anlaşılan ve kabul gören ortak lehçesini ifade etmektedir. Urduca karşılığında ilk defa Şah Cihan döneminde (1628-1658) saray ve çevresinin dilini halk dilinden ayırmak için aynı zamanda hükümdar ve yakın çevresinin, hükümet görevlilerinin ikamet ettiği bölgeyi ifade eden Urdû-yi Muallâ terkibi benimsenmiş, zaman içinde


bununla imparatorluğun başşehri Delhi ile çevresinde konuşulan dil kastedilmiş, daha sonraki dönemlerde bu terkipten “muallâ”nın düşmesiyle sadece Urdu kelimesi kullanılmıştır.

Hindistan ve Pakistan ilmî çevrelerinde Türkçe kökenli olduğu kabul edilen Urdu kelimesinin Hindistan’da ilk defa Bâbür’ün (1526-1530) VekāyiǾinde yer aldığı kaydedilmektedir. Fakat VekāyiǾde bu özel bir dilin adı olarak değil “ordugâh” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin dil adı olarak ilk defa Urdu edebiyatı şairlerinden Mushafî’nin (ö. 1240/1824) bir beytinde geçtiği belirtilmektedir. İngiliz şarkiyatçısı T. Grahame Bailey, Mushafî’nin beytinin ne zaman kaleme alındığının kesin şekilde tesbit edilemediğini, bu sebeple John Gilchirist’in 1796’da yayımlanan A Grammar of the Hindoostanee Language adlı kitabının bu dile özgü bir isim halinde Urdu kelimesinin kullanıldığı ilk eser olduğunu ileri sürmüştür. Giyân Çand Ceyn ise Urdu’nun dil adı olarak ilk defa Mîr Muhammedî Mâil’in (ö. 1176/1762) divanında geçtiğini kaydetmektedir (Selîm Ahter, s. 30).

Urdu dili Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-Ârî koluna bağlıdır. Milâttan önce yaklaşık 1500’lü yıllarda Hindistan’a giren Ârî kavimlerinin konuştukları farzedilen ortak dil, milâttan önce 1500-500 arasında Hindular’ın ilk dinî metinleri Rig Vedalar’ın yazıldığı Vedik dili ve standart edebiyat ve din dili Sanskrit aşamasına girerek iki dala ayrılmıştır. Hindistan’ın Ârî olmayan diğer kavimlerinin dilleriyle, bilhassa Vedik dili kolunun karışımı ile de zamanla Prakrit (fıtrî, doğal) denilen yeni diller teşekkül etmiştir. Milâttan önce 500’den milâttan sonra 600 yıllarına kadar devam eden orta dönemde Maharaştrî, Şurasenî, Mâgdhî, Ardh Mâgdhî ve Pişâçî gibi diller ortaya çıkmıştır. 600-1000 yılları arasındaki dönemde Ap Bhranaş (bozuk diller) görülmüş, bu tarihten sonra yeni bir gelişim evresiyle bu dillerden yeni Ârî dilleri doğmuştur. Bunlardan Batı Hint dilleri grubuna dahil olan Khari Boli’nin temelinde Urdu dilinin teşekkül ettiği ve geliştiği düşüncesi günümüzde en yaygın görüşlerdendir. Fakat Urdu dilinin teşkiline sebep olan müslüman ordularının Khari Boli ve Haryânevî dillerinin konuşulduğu bölgelere ulaşmasına kadar geçen dönemde bu dilin izlediği gelişim süreci henüz kesinlikle belirlenememiştir. Bundan dolayı sonraları Khari Boli’yi etkileyerek Urdu dilinin ortaya çıkışına hangi dilin öncülük ettiği hususunda dilbilimcileri arasında görüş birliği yoktur ve bu konuda birbirinden çok farklı teoriler ileri sürülmüştür. İlk Urdu edebiyatı tarihçilerinden Muhammed Hüseyin Âzâd, Âb-ı Ĥayât adlı eserinde Urduca’nın Brac Bhâşâ’dan doğduğunu kaydetmiştir. Brac Bhâşâ, Khari Boli ile aynı dil grubuna bağlı, benzer nitelikli bir dil olmakla birlikte kısa sürede karşı teoriler ortaya atılmaya başlanmıştır. Nitekim edebiyat tarihçisi ve dilci Hâfız Mahmûd Şîrânî buna karşı çıkmış, Urdu diliyle Brac Bhâşâ’nın akraba diller olduğunu, fakat her iki dilin ayrı ayrı geliştiğini belirterek Urduca’nın Pencap’ta eski Pencâbî’den türediğini ve oradan Delhi’ye intikal ettiğini söylemiştir.

T. Grahame Bailey, Şîrânî’nin görüşüne yakın biçimde Urdu dilinin gelişimini şu şekilde özetlemektedir: 1027 yılı Urdu dilinin doğum tarihi olarak kabul edilebilir. Çünkü bu tarihte Gazneli Mahmud’un Pencap’ı ele geçirmesiyle müslüman askerler bölgeye gelip Lahor’a yerleştiler. Resmî dilleri Farsça olan bu askerler Pencâbî konuşan yerli halkla irtibat kurarak onların dilini öğrendiler. Fakat bu dili konuşurken birçok Farsça ve Arapça kelimeyi de Pencap diline soktular, böylece Urdu dilinin ilk şeklini meydana getirdiler. Bu hadiseden 160 yıl sonra bölge Muizzüddin Muhammed Gûrî’nin kumandanlarından Kutbüddin Aybeg’in saldırılarına mâruz kaldı. Aybeg, Lahor’da yerli halk ile karışan ve Urduca’nın ilk şeklini konuşan müslüman askerleri de yanına alıp 1193’te Delhi’yi ele geçirdi ve 1206’da Delhi Sultanlığı’nı kurdu. Kutbüddin Aybeg’in Delhi’ye getirip yerleştirdiği bu askerlerin diline Delhi halkının konuştuğu Khari Boli’nin de eklenmesiyle bugünkü Urduca ortaya çıktı (JRAS [1930], s. 391-392). Bailey’in bu teorisi mantıkî açıdan doğru temellere oturmakla beraber bu konudaki tartışmalara son verilememiştir.

Pakistanlı Seyyid Süleyman Nedvî (ö. 1953), yeni bir teori ortaya atarak Urdu dilinin Sind eyaletinde teşekkül etmeye başladığını ileri sürmüştür. Nedvî, Emevîler’den Muhammed b. Kāsım es-Sekafî komutasındaki müslüman ordularının 93 (712) yılında Sind’i ele geçirdiklerini, 259’da (873) bölgenin Saffârî Emîri Ya‘kūb b. Leys’e timar olarak verildiğini, müslümanların konuştuğu Arapça ve Farsça’dan Sind’de konuşulan mahallî dile kelime ve gramer kurallarının girdiğini, böylece bir yandan günümüzde konuşulan Sind dili oluşurken diğer yandan Urdu dilinin temellerinin atıldığını belirtmektedir (Selîm Ahter, s. 54-60). Bu konuda ileri sürülen diğer bir görüş ise Urduca’nın Dekken bölgesinde ortaya çıktığı yönündedir. Bu görüşün sahibi Pakistanlı dilbilimci Nasîrüddin Hâşimî, Sind’in ele geçirilmesinden çok önce daha Asr-ı saâdet zamanında müslüman Araplar’ın Hindistan’ın güneyine Dekken’e yerleştiklerini, burada Arapça ve mahallî dillerin karışmasıyla yeni bir dil oluşmaya başladığını, daha sonraki asırlarda Kuzey Hindistan’dan gelen müslümanların edebî dili Farsça’nın da karışımı ile Dekkenî Urducası’nın ortaya çıktığını kaydetmektedir. Pakistanlı edebiyatçı ve dilcilerden Hâtır Gaznevî de Afganistan’dan gelen müslüman ordularının ilk geçiş ve karargâh noktası olması sebebiyle Pakistan’ın kuzeybatı sınır eyaletinde yaygın biçimde konuşulan Hindko adlı dilin Urduca’ya temel teşkil ettiğini öne sürmüştür. Urdu dili Hindistan alt kıtasında her din mensubu ve kavim tarafından ortak kabul görmektedir. Bu sebeple değişik dönemlerde bilim adamları ve dilbilimciler tarafından genellikle kendi ana dilleriyle bu dili bağdaştırmak için teoriler üretilmiş, bu da Urdu dilinin hangi dilden türediği ve gelişim süreci konusunu içinden çıkılması güç bir duruma getirmiştir.

Cümle yapısı bakımından büyük ölçüde Farsça’nın etkisinde kalan, Hintçe, Arapça, Türkçe, Farsça ve yerli dillerden ödünç kelime alan Urdu dili bu dillerdeki seslerin hepsini karşılayacak zenginliktedir. Arap harfleriyle yazılan Urdu alfabesi otuz beş harften oluşur. Bunlara okunmayan “nûn-ı gunne” ve “elif-i memdûde” eklenirse bu sayı otuz yediye çıkar. Ayrıca Hintçe ve Urduca’ya mahsus tek sesli, fakat çift harfle yazılan harflerle birlikte alfabede kullanılan harf sayısı elli ikiye ulaşır. Otuz yedi asıl harf şunlardır: ا آ ب ب ت ت ث ج ج ح خ د د ذ ر ر ز ز س ش ص ض ط ظ ع غ ف ق ك ك ل م ن ن و هـ ى.

İlk dönemlerden itibaren özellikle müslüman sûfîlerin bir tebliğ vasıtası olarak kullanıp geliştirdiği Urduca hükümdarlar tarafından himaye görmüş, hatta bazı hükümdarlar Urduca şiirler yazıp divanlar oluşturmuştur. Arap, Fars, Türk ve Hindu kültürlerinin karışımıyla bu dilde zengin bir edebiyat teşekkül etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

M. Hüseyin Âzâd, Âb-ı Ĥayât, Lahor, ts., s. 13-30; Jhon Gilchrist, ĶavâǾid-i Zebân-i Urdû (nşr. Halîlürrahman Dâûdî), Lahor 1962; Gulâm Hüseyin Zülfikār, “Pencâb meyn Urdû: Urdû kî Kehânî Şîrânî kî Zebânî”, Oriental Collage Magazine (ayrı basım), Lahore 1981; Selîm Ahter, Urdû Edeb kî Muħtaśar Terîn Târîħ, Lahor 1986, s. 14-18, 25-38, 54-64; Cemîl Câlibî, Târîħ-i Edeb-i Urdû, Lahor 1987, II, 799-803; Mahmûd Şîrânî, Pencâb meyn Urdû, Leknev 1990, s. 1-96; Mirzâ Halîl Ahmed Beg,


Urdû kî Lisânî Teşkîl, Aligarh 1990, s. 14-41; Seyyid Muhammed Abdullah, “Gümüş Astar: Urdu Dili, Grameri ve Edebiyatının Gelişimi” (trc. Ahmet Ünal), İslâm Düşüncesi Tarihi (ed. M. M. Şerif), İstanbul 1991, IV, 227-228; Halil Toker, Mirzâ Esedullâh Hân Gâlib’in Hayatı ve Eserleri (yüksek lisans tezi, 1992), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 13-20; a.mlf., “Urdu Şiirine Genel Bir Bakış”, ŞM, VIII (1998), s. 285-305; Mes‘ûd Hüseyin, Urdû Zebân kî Târîħ kâ Ħâkâ, Aligarh 1996, s. 4-19; Mes‘ûd Hüseyin Han, Muķaddime-i Târîħ-i Zebân-i Urdû, Aligarh 2008, s. 1-70; Hâtır Gaznevî, Urdû Zebân kâ Mâħeź Hindko, İslâmâbâd 2003; Nuriye Bilik - Nuray Özenç, Urdu Dili Grameri, İstanbul 2007, s. 19-26; T. Grahame Bailey, “Use and Meaning of the Term of the Khari Boli”, JRAS (1926), s. 717-723; a.mlf., “Urdu: The Name and Language”, a.e. (1930), s. 391-392; Durmuş Bulgur, “Tarihsel Gelişim Süreci İçerisinde Urduca”, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 16, Konya 2006, s. 185-200; C. Shackle, “Urdū”, EI² (İng.), X, 873-877; Fethullah Müctebâî, “Urdû, Zebân”, Dânişnâme-i Îrân, Tahran 1386 hş., II, 351-354; a.mlf., “Urdû, Zebân”, DMBİ, VII, 541-548.

Halil Toker




Edebiyat. Urdu edebiyatının gelişim ve değişim tarihi, Urduca’yı meydana getiren lehçelerin özelliklerine bağlı olarak kuzeyde Pencap ve Delhi, ortada Gucerât, güneyde Dekken coğrafî bölgeleriyle ilişkilidir. Bu merkezlerde Urduca başlangıçta Hindî, Gucrî, Dekkenî, Brac Bhâşâ vb. isimlerle anılıyordu. XII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar Urdu dili ve edebiyatı daha çok Hindî dili ve onun gramer kurallarının etkisinde bulunuyordu. Bu yüzden Urdu şiirinin en eski örnekleri Hintçe şiirlerin kalıp ve ölçüleriyle örtüşüyordu. XVI ve XVII. yüzyıllardan itibaren Urdu şiiri ve nesri içerik, dil ve ifade bakımından Fars dili ve edebiyatının tesiri altına girdi.

Urdu edebiyatının ilk örneklerine XVI. yüzyıldan önce çok az rastlanır. Mes‘ûd-i Sa’d-i Selmân (ö. 515/1121) Arapça ve Farsça divanının yanında Hindî diliyle Urduca’nın ilk örneklerini vermişse de Hintçe divanından günümüze herhangi bir şey ulaşmamıştır. Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Muhammed Berenî ve Muhammed b. Mübârek Kirmânî gibi Farsça yazan şair ve tarihçilerin eserlerinde de Urduca ibare ve beyitler yer alır. Gucerât’ta kitap halinde düzenlenen Urdu edebiyatının ilk örnekleri, Şeyh Rahmetullah Gucerâtî’nin müridi Şeyh Bahâeddin Bâcin Burhânpûrî’nin (ö. 912/1506) şeyhinin sözlerini topladığı Ħazâǿin-i Raĥmetullāh’taki şiirleridir. Eserin yedinci bölümünde Urdu şiirinden örnekler vardır. Bâcin’den sonra Kādî Mahmûd Deryâyî’nin (ö. 941/1534) divanı Gucerât’ta Urdu edebiyatının en önemli eseridir. Ali Muhammed Ciyûgâmdehenî’nin müridi Ebü’l-Hasan b. Abdurrahman Kureyşî Ahmedî’nin Cevâhir-i Esrârullāh adlı eserinde derlenen şiirleriyle Gucerât’ta Urdu edebiyatı doruk noktasına ulaştı. Ciyûgâmdehenî’nin şiiri, Urdu edebiyatı üzerinde Hint etkisinin azalıp yerini Fars etkisinin aldığı bir dönemin başlangıcının işaretlerini taşır. Onun ardından Şeyh Hûb Muhammed Çiştî’nin (ö. 1023/1614) Urduca şiiri Fars edebiyatının Gucerât’taki etkisinin en açık örneğini teşkil eder.

Urdu dili ve edebiyatının diğer önemli merkezi Dekken’in XIV. yüzyılın ilk yarısında Alâeddin Halacî ve Muhammed Şah Tuğluk tarafından fethiyle Behmenî Devleti’nin kurulmasından sonra Dekkenî Urducası diye bilinen dille çok zengin bir edebiyat oluştu. Behmenîler’in Dekkenîce’yi sahiplenmesiyle ortaya çıkan bu edebiyatta şiir ağırlıktadır. Edebiyatın genelde halk destanları ve efsaneleri, tarihî ve dinî olaylar, ahlâk ve tasavvuf şeklinde üç konuda geliştiği bu dönemin ilk manzum eseri, Behmenî Hükümdarı Ahmed Şah Velî döneminde (1422-1436) Fahreddin Nizâmî’nin kaleme aldığı Ķudâmrâv Pedemrâv (Kadem Rao Padam Rao) adlı destan muhtevalı çalışmadır. Behmenîler’in çöküş devrinin şairi Mîrâncî Şemsüluşşâk tasavvuf ve ahlâka dair Ħûşnâme, Ħûşnaġz, Şehâdetü’t-taĥķīķ ve Maġz-ı Merġūb adıyla manzum eserler kaleme aldı. Bu şiirlerin vezin ve kalıpları Hintçe’den alınmasına rağmen şiirlerde kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler Ķudâmrâv Pedemrâv’dakilerden daha fazladır. XV. yüzyıla kadar Dekken, Gucerât ve Mâlvâ’da Urdu dilinin gelişme göstermesinden önce bu bölgelerdeki şairlerin çoğu şiirlerini Farsça yazmaya devam ettiler. Ancak bu yüzyıldan itibaren Urduca halkın ortak dili olmaya başlayınca şair ve yazarlar bu dili kullanmaya yöneldiler. Mutasavvıf şair Eşref Biyâbânî Lâzimü’l-mübtedî, Vâĥid Bârî ve Nevserħâr adlı eserlerini Urdu dilinin Hindî şiiri vezinleriyle yazdı. 1527’de Behmenî Devleti yıkıldığında Urduca bütün Dekken halkının ortak dili haline gelmişti.

Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah’ın 1572’de Gucerât’ı kendi topraklarına katması üzerine bölgede meydana gelen siyasî gelişmeler sonucunda şair ve yazarlar sarayın desteğini kaybedince Dekken’e göç ettiler. Dekken Urdu edebiyatının merkezi konumuna geldi. Gucrî Urduca üslûbu ile Dekkenî Urducası’nın karışık şekilde kullanımı bölgede yayıldı. Behmenîler’in yıkılmasının ardından ortaya çıkan mahallî hânedanlardan Bîcâpûr’u merkez yapan Âdilşâhîler döneminde Urduca (Hindî) Dekken’de yaygınlık kazandı ve gelişti. Farsça şiir yazan ve bu dile önem veren ilk hükümdarlardan sonra bazı Âdilşâhî hükümdarları Farsça’nın yerine Urduca’yı saray dili kabul ettiler. “Şâhî” mahlasıyla şiir yazan II. Ali Âdilşâh, Urduca şiir söyleyen şairlere itibar gösterdi. Behmenîler’in ardından Gûlkünde’de Kutubşâhîler hânedanını kuran Sultan Kulı, Şiîliği resmî mezhep ve Farsça’yı resmî dil ilân etti; böylece Gûlkünde ile Urduca’nın hâkim olduğu Bîcâpûr arasında bir rekabet oluştu. Bununla birlikte bu iki merkez arasında karşılıklı etkileşimler sürdü. İbrâhim Kutubşâhî ve Muhammed Kulı gibi şair sultanların hem Farsça hem Urduca şiir yazmaları ve şairleri himaye etmeleri Urduca’nın gelişiminde önemli rol oynadı. Ancak Gûlkünde’deki Urdu edebiyatı Farsça’nın etkisinde kalmaya devam etti.

Dekken’de XVI ve XVII. yüzyılın müellifleri arasında Bîcâpûrlu mutasavvıf Burhâneddin Cânım’ın eserlerinde Hindî Urduca’sının üslûp ve geleneğinin etkisi görülür. Vaśiyyetü’l-hâdî, Ĥüccetü’l-beķā ve İrşâdnâme adlı manzum, Kelimetü’l-ĥaķāyıķ ve Risâle-i Vücûdiyye adlı mensur kitapları bu dönem Dekkenî Urducası’nın ilk eserleri kabul edilir. XVII. yüzyılda Urdu edebiyatında Farsça üslûp ve geleneğinin etkisi doruğa ulaştı ve bazı Farsça manzum eserler Dekkenî Urducası’na çevrildi. Melik Hôşnûd, Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Heşt Bihişt adlı mesnevisini 1050’de (1640) Cennet-i Sengâr adıyla Urduca’ya tercüme etti. Aynı yıl Kemâl Hân-ı Rüstemî’nin Dekkenî Urducası’na çevirdiği İbn Hüsâm’ın 24.000 beyitlik Ħâvernâme’si dönemin en güzel manzumelerinden biridir. Muhammed Nusret Nusretî devrin “melikü’ş-şuarâ” unvanına sahip en önemli şairiydi. Nusretî, Farsça ile Dekkenî şiirinin karakter ve stilinden hareketle Urduca mesnevisinde yeni bir tarz ortaya koydu.

Gûlkünde’de XVI. yüzyılın en meşhur şairi olan Muhammed Kulı Kutubşah edebî zevk sahibi bir sultandı. Farsça vezin kurallarını Hint şiirine uyguladı ve Urduca vezinlerinde büyük değişiklikler yaptı. Muhammed Kulı Kutubşah zamanında sarayın melikü’ş-şuarâsı Molla Esedullah Vechî 1018 (1609) yılında Meŝnevî-yi Ķuŧb-i Müşterî’yi yazdı. Onun Fettâhî’nin aşka dair Ĥüsn ü Dil adlı eserine dayanan Seb Res’i Urdu edebiyatının dinî olmayan ilk mensur eseridir. Muhtemelen bu dönemden sonra Farsça ile harmanlaştırılarak kullanılan Dekkenî, Urduca olarak tanınmaya başlanmadan önce Rîhte diye


isimlendirildi. Abdullah Kutubşah’ın saray şairi ve şiirlerini derlediği Külliyyât’ının yanında Seyfü’l-mülûk ve BedîǾu’l-cemâl adlı mesnevileri kaleme alan Gavvâsî Gûlkünde’de benzersiz bir şairdi. XVII. yüzyılda Gûlkünde’de nesir yazarları daha çok Farsça eserlere ilgi duydular; çalışmalarının çoğu ya Farsça’dan tercümedir yahut Farsça eserlere dayanmaktadır. Mîrâncî Hüseyin Hüdânümâ, Gîsûdırâz’ın Şerĥ-i Temhîdât’ını Dekkenî Urducası’na çevirdi. Onun talebelerinden Mîrân Ya‘kūb, İmâdüddin Debîr-i Ma‘nevî’nin Şemâǿi’l-etķıyâyî’sini aynı dile tercüme etti. Emînüddin Ali Bîcâpûrî’nin Muĥibnâme ve Rumûzü’s-sâlikîn adlı manzum, Güftâr-ı Ĥażret-i Emîn ve Kelimetü’l-esrâr adlı mensur eserleri Farsça etkisinin en iyi şekilde görüldüğü örneklerdir. Bu dönemde Dekkenî Urdu edebiyatı doruk noktasına ulaştı. Bâbürlü Hükümdarı Evrengzîb, 1097’de (1686) Bîcâpûr’u, bir yıl sonra da Gûlkünde’yi ele geçirip siyasî açıdan Kuzey Dekken ile Güney Dekken’i birleştirdi. Bunun sonucunda kuzeyin edebî kural ve gelenekleri güneyin dil ve edebiyatını etkisi altına aldı; yeni muhteva özellikleri görülmeye başlandı. Böylece mahallî Urdu lehçelerinin kalıntıları ortadan kalktı, alt kıtanın orta ve kuzey bölgelerindeki dil ve telaffuz şekilleri birleşti. Bîcâpûr ve Gûlkünde’de Dekkenî, Gucerât’ta Gucrî mahallî vasıflarını kaybetti ve kuzeyde tamamen Farsça’nın tesirinde gelişen Urdu diliyle birleşti. Böylece bütün alt kıtada Urdu dilinin tek standart biçimi hâkim oldu.

Urdu şiirinin teşekkülünden sonra üç yüzyıl boyunca gerek Dekken’de gerekse Gucerât’ta ve kuzey bölgelerinde Farsça’nın Urduca üzerindeki etkisi gramer yapısında olduğu gibi şiir sanatlarında, vezin ve kalıplarda, sembol, mecaz, teşbih ve tabirlerde, şiirin diğer konularında kendini gösterip iyice kökleşti. Böyle bir ortamda yetişen Velî Dekkenî (ö. 1138/1726 [?]) şiirlerinde Farsça şiir kurallarıyla geleneğini takip etti; Farsça ile Urduca’yı birbirinden ayrılması mümkün olmayacak şekilde sağlam ve âhenkli bir duruma getirdi. Velî Dekkenî’nin önemi, Farsça’yı Dekkenî ve kuzey lehçesiyle harmanlayıp Rîhte diye anılan yeni bir dil haline getirmesi olup bundan dolayı “Urdu şiirinin babası” unvanıyla anıldı. Velî Dekkenî yeni dilin şiirine öyle bir cazibe kazandırdı ki Farsça yazan şairlerin birçoğu Rîhte ile yazmaya başladı. Onun üslûbunun takipçileri arasında Urduca’nın en büyük şairlerinden Sirâceddin Sirâc Evrengâbâdî anılabilir. Bunun şiirleri tamamen âşıkane duygularla dolu olup aşk şiirinin revaç bulmasında önemli etkisi oldu. XVII. yüzyılın sonlarında ilk defa hiciv şiiri yazıldı. Delhi’de yaşayan ve Ca‘fer Zetellî diye tanınan Muhammed Ca‘fer şiirinde mizah ve hiciv temalarını işledi, bu yüzden Zetellî diye anıldı. Bugün de Urdu dilinde “zetelliyyât” terimiyle anlamsız sözler ve hiciv kastedilir. Muhammed Ca‘fer irticâlen şiir söylemede, Farsça ve Urduca kelimeleri birbirine karıştırarak elde ettiği anlamsız kelimeleri kullanmada son derece mahirdi. Devrin Bâbürlü Hükümdarı Ferruhsiyer’i hicvetmesi sebebiyle öldürülmesinin ardından yaklaşık üç asır hiciv şiirinde onun dengi çıkmadı. Bâbürlü Hükümdarı Nâsırüddin Muhammed Şah zamanında (1719-1748) Hint alt kıtasında hüküm süren kargaşa ve çöküş ortamından sonra Afşar Nâdir Şah’ın ülkede yaptığı yıkım ve katliamın toplumda yol açtığı çaresizlik ve umutsuzluk şiire de yansıdı. Toplumun keder duygularının muğlak kelimelerle ifade edilmesi mümkün olmadığından şairler, bu duyguları açıkça anlatmaya ve bunun için kelimelerdeki belirsizliği ortadan kaldırmaya çalıştı. Mutasavvıf Mazhar Cân-ı Cânân Dihlevî (ö. 1195/1781) şiiri karışık kelime ve anlamlardan arındırmaya çalışan ilk şairdir.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’da siyasî yapının dağılıp birçok eyaletin bağımsızlığını ilân etmesiyle Delhi’deki merkezî yönetim varlığını sadece görünüşte sürdürür hale geldi. Bu durum İngiltere’nin ülkedeki nüfuzunu arttırdı ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirmesine zemin hazırladı. Bölgedeki siyasal ve ekonomik gelişmeler ahlâkî ve sosyal yapıyı, dolayısıyla Urdu edebiyatını etkiledi. Mîr Muhammed Takī, Sevdâ-yı Dihlevî ve Hâce Mîr Derd gibi şairler bu dönemde yaşadı. Mîr Takī’nin şiirinde keder hâkim olmakla birlikte bu tasavvufî bir renge bürünmüştü; acı, nefret ve ümitsizlik duymak yerine sabır, teslimiyet ve rızayla birlikte bir tür huzur ve rahatlığa yöneltiyordu. Mîr Takī iyi bir gazel şairiydi; aşk, ayrılık ve keder gibi kavramları felsefî, ruhî ve ahlâkî inceliklerle harmanlayarak okuyucunun kalbinde derin duyguların uyanmasını sağlıyordu. Çokça yer verdiği Farsça kelime ve terkipleri Urdu dilinin yapısına uygun biçimde kullandığından gazelleri sadece muhteva bakımından değil dil ve üslûp bakımından da önem taşır. Mîr Takī’nin divanı yanında Urdu şairleriyle ilgili Nikâtü’ş-şuǾarâǿ adlı Farsça bir tezkiresi de vardır. Sevdâ ise kasideleriyle tanınır. Tasavvuf ehli bir aileden gelen Mîr Derd’in şiirinde tasavvufî mazmunlar ve temalar hâkimdir. Aynı yüzyılda Gulâm Hasan Dihlevî mesnevi yazımındaki üstün başarısıyla bilinir. Elli beş kadar kısa mesnevisi yanında Şâhnâme’nin ve Nizâmî’nin İskendernâme’sinin etkisinde yazdığı 2179 beyitlik Siĥrü’l-beyân adlı bir mesnevisi vardır. Bu dönemde kaleme alınan Urduca mensur eserlerin çoğu dinî içeriklidir. Kādî Muhammed Muazzam Senbehlî’nin Tefsîr-i Hindî adlı Kur’an tefsiri, Fazl Ali Fazlî’nin Kerbelâ Vak‘ası’yla ilgili Kerbel-i Kethâ’sı, Murâdullah Ensârî-i Senbehlî’nin Tefsîr-i Ħudâyî NiǾmet’i, Refîuddin ed-Dihlevî’nin Tefsîr-i RefîǾî’si ve Abdülkādir ed-Dihlevî’nin Mûżıĥu’l-Ķurǿân adlı meâli öne çıkan eserlerdir.

Nâdir Şah’ın saldırısı ve Bâbürlü Devleti’nin çöküşünden sonra şiirin merkezi bir müddet Delhi’den Leknev’e kaydı. Delhi ekolünün özelliği düşünce ve duyguları sade fakat etkili kelimelerle ifade etmekti; Leknev ekolünde ise sözde tekellüf, lafzî ve mânevî sanatların kullanımı revaçta idi. Leknev ekolünün kurucusu İmambahş Nâsih’in (ö. 1838) gazelleri duygu ve sezgilerden uzak olup yapay ve debdebeli teşbih ve mecazların bir karışımından ibarettir. Aynı dönemde Haydar Ali Âtiş, Leknev geleneğine karşı çıktı ve şiirlerinde yapaylıktan sakındı. Haydar Ali, Mîr Muhammed Takī ve Gālib Mirza Esedullah’tan sonra Urdu şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiî mezhebine mensup Eved (Avadh) yöneticileri zamanında başşehir Leknev şiir merkezi olmayı sürdürdü. Bu dönemin Şiî kökenli şairlerde mersiye türü ağırlıktadır. Mîr Beber Ali Enîs ve Selâmet Ali Debîr’in Kerbelâ Vak‘ası’yla ilgili şiirleri Urdu edebiyatında destan şiirinin boşluğunu doldurur niteliktedir.

XIX. yüzyıldan itibaren Urdu edebiyatında vatan temalı şiirler görülmeye başlandı. Bu türün en önemli temsilcisi Velî Muhammed Nazîr Ekberâbâdî’dir. Ekberâbâdî bir halk şairiydi; duygu ve düşüncelerini, çeşitli manzaraları dile getirmek için Hindistan’daki sosyal şartlardan ve tabiattan faydalandı. Onun işlediği temel konular dünyanın geçiciliği, insan sevgisi ve taassuptan uzak durmaktır. Bu yüzyılda Urdu edebiyatının merkezi tekrar Delhi’ye kaydı ve güçlü şairlerin ortaya çıkmasıyla Urduca’da yeni bir dönem başladı. Mü’min Han, M. Mustafa Han Şîfte, Muhammed İbrâhim Zevk, Delhi’nin önemli şairlerindendir. Ancak devrin en büyük şairi Gālib Mirza Esedullah Dihlevî’dir. Her ne kadar kendisi Farsça şiirleriyle övünüp Urduca şiirlerinin bu nitelikte olmadığını


söylese de Urduca şiirleriyle büyük bir şöhrete ulaşmıştır. Onun Urduca şiirlerini içeren Külliyyât’ı 2000 beyit civarındadır. 1856 yılında Eved Sultanlığı’nın yıkılmasından, Hintli asker ve memurların İngiliz yönetimine karşı ayaklanmalarından sonraki dönemde yetişen en önemli şair Nevvâb Mirza Han Dâğ-ı Dihlevî’dir; Dihlevî, Delhi’den ayrılarak Râmpûr’a yerleşti. Burada Nevvâb Kelb Ali Han’ın maiyetine girdi, onun 1887’de vefatı üzerine Haydarâbâd’a göç etti ve hayatının geri kalan kısmını orada geçirdi. Dâğ-ı Dihlevî’nin önemi yabancı kelimeler yanında Arapça ve Farsça garip kelimelere yer vermemesi ve düşüncelerini halkın anlayacağı bir dille ifade etmesidir. Onun şiiri aralarında Muhammed İkbal’in de bulunduğu genç kuşak şairlerinin büyük ilgisini çekmiştir.

Delhi’nin yıkılması, ardından Eved Sultanlığı’nın ortadan kalkması ve 1857 ayaklanması Hint alt kıtasında bir uyanışa yol açtı; halk İngiliz emperyalizminin gücünü ve hayatın bütün alanlarındaki nüfuzunu farketti. Diğer taraftan orta sınıf arasında İngilizce’ye gösterilen rağbet yeni bir hayat tarzının, modern bilim ve düşüncenin toplum hayatına girmesine yol açtı. Bu ortam şiir ve edebiyat dünyasında da köklü ve yaygın tesirler icra etti; şair ve yazarlar içtimaî ve millî konular yanında siyasî fikirlere de yöneldi. Devrin önemli şairlerinden Eltâf Hüseyin Hâlî-i Pânîpâtî, Urdu şiirinin yönünü ve yolunu değiştirdi. Seyyid Ahmed Han’ın reformist düşüncelerinden etkilenen Eltâf Hüseyin dikkatini toplumsal şartları ıslaha ve müslümanların hayatını modernleştirmeye çevirdi. Seyyid Ahmed Han’ın teşvikiyle, müslümanların parlak geçmişini ve sömürgecilik dönemindeki sefillik ve perişanlığını tasvir ettiği, müslümanları parlak geçmişi yaşamaya çağıran “Medd ü Cezr-i İslâm” adlı müseddesini yazdı. Bu dönemin diğer bir önemli şahsiyeti olan Muhammed Hüseyin Âzâd, Urdu şiirinde ve nesrinde büyük değişiklikler yaptı. Urdu edebiyat tarihine dair Âb-ı Ĥayât adlı eserini yeni bir üslûpta ve geleneksel tezkirelerden farklı bir tarzda yazdı. İngilizce’nin ve Batı kültürünün Hint toplumunda etkinliğini göstermeye başladığı ve halkın Batı yaşam tarzına rağbet ettiği bir devirde yetişen Ekber Hüseyin Ekber Allahâbâdî bu eğilime karşı çıktı, alaycı ve nükteli dizelerle halkı bundan vazgeçirmeye çalıştı. Şiirinde İngilizce kelimeler kullanarak özel bir üslûp geliştirmeye çalıştıysa da bu tarz onun ölümüyle birlikte terkedildi. XIX. yüzyıl başlarında Urdu nesrinde değişiklikler meydana geldi. Bunda Kalküta’da Fort William College’ın kurulmasının önemli rolü oldu. Bu kolejin tercüme bürosu tarafından bazı Farsça metinler Urduca’ya çevrildi. 1844 yılında İngilizler Farsça yerine İngilizce’yi resmî dil olarak kabul ettiler. Bu girişimler Farsça’nın Hint alt kıtasındaki kullanımının zayıflamasına yol açtıysa da Urduca’ya daha geniş kullanım imkânı sağladı. Seyyid Ahmed Han’ın Hindistan müslümanlarını modern bilimleri öğrenmeye ve modern yaşam biçimlerini benimsemeye yönelten çalışmaları Urdu edebiyatına da yansıdı. Onun çabalarıyla kurulan Academy of Sciences’ın önemli programlarından biri İngilizce eserleri Urduca’ya tercüme etmekti. Seyyid Ahmed’in birçok bilimsel ve sosyal konuyu açık bir üslûp ve sade bir dille ifade etmesi onun modern Urdu nesrinin kurucusu diye nitelenmesini sağladı. Dönemin önemli yazarlarından Şiblî Nu‘mânî’nin ardında bıraktığı çok sayıda ilmî ve tarihî araştırma ile edebiyat eleştirisi ifade gücü ve sade üslûbuyla dikkati çeker. Onun ŞiǾrü’l-ǾAcem adlı eseri Urdu nesrinin en iyi örneği ve bu dildeki en iyi edebiyat eleştirisidir.

XX. yüzyıl, Urdu edebiyatında Muhammed İkbal dönemi diye bilinir. Birçok ince düşünceyi Farsça dizelerle ifade etmiş olsa da Bang-i Derâ, Bâl-i Cibrîl ve Đarb-ı Kelîm adlı manzum eserleri Urduca’dır ve onun Urduca şiir üslûbunu yansıtan örneklerdir. İkbal’in düşüncelerinin temeli insanın büyüklüğü, âlem ve toplum içindeki özel konumu ve kimliğidir. Onun şiirindeki “merd-i mü’min” ve “insân-ı kâmil” tasvirleri, gerçekte müslümanların insan olarak izzetine ve insanlığın kemaline ilişkin idealinin bir göstergesidir. İkbal’in ölümüyle aynı zamanda Hint alt kıtasında iki edebî akım ortaya çıktı. Bunlardan ilkini, Marksist düşünceyi benimseyen edebiyatın da bilimsel temeller üzerinde kurulmasını savunan şair ve yazarlar ortaya koydu. Seccâd Zahîr, İhtişâm Hüseyin, Mecnûn Gûrekpûrî, İsmet Cağatâyî, Ahmed Abbas, Mahdûm Muhyiddin ve Feyz Ahmed Feyz bu akıma mensup yazar ve şairlerdir. “Halka-i erbâb-ı zevk” diye bilinen ikinci akım sanat ve edebiyatta tam bir özgürlüğü savunur. Herhangi bir ideolojiye bağlı olmayan bu şair ve yazarlar edebiyat için edebiyat ve sanat için sanat anlayışının takipçileriydi. Mîrâcî, N. M. Râşid, Kayyûm Nazar, Yûsuf Zafer ve Şîr Muhammed Ahter bu ekolün başta gelen öncüleridir. 1947’de Hindistan’ın bölünmesiyle Pakistan Devleti’nin kurulması Urdu dili ve edebiyatını da etkiledi. Pakistan, Urduca’yı resmî ve millî dil olarak kabul etti; bu dilin gelişmesi ve güçlenmesi için geniş tedbirler aldı. Hindistan’da ise Urduca bölgesel resmî dillerden biri sayıldı. Buna rağmen Hindistan’da Urduca yazan ve çoğu müslüman olan şair ve yazarların çalışmaları Pakistan’dakilerden daha az değildir. Son dönem Urdu dili ve edebiyatı şair ve yazarları arasında Ahmed Ferâz, Şeyh Abdülkādir, Ahmed Nedîm Kāsımî, Eşfak Ahmed, İntizâr Hüseyin, Bânû Kudsiyye, Pervîn Şâkir, Şebbîr Hasan Han, Râcinder Sîng Bîdî, Saâdet Hasan Mantû, Şevket Sıddîkī, Gulâm Abbas, Kurretülayn Haydar, Mümtâz Şîrîn, Mümtâz Müftî ve Münîr Niyâzî yer alır.

BİBLİYOGRAFYA:

R. B. Saksena, A History of Urdu Literature, Allahabad 1940; T. G. Bailey, A History of Urdu Literature, Delhi 1979; Muhammad Sadiq, A History of Urdu Literature, Delhi 1984; Cemîl Câlibî, Târîħ-i Edeb-i Urdû, Lahor 1987, I-II; Selîm Ahter, Urdû Edeb kî Muħtaśar Terîn Târîħ, Lahor 1989; Enver Sedîd, Urdû Edeb kî Muħtaśar Târîħ, İslâmâbâd 1991; Ali Jawad Zaidi, A History of Urdu Literature, Delhi 1993; Iqtida Hasan, Later Moghuls and Urdu Literature, Lahore 1995; M. Hüseyin Âzâd, Âb-ı Ĥayât (nşr. Ebrâr Abdüsselâm), Mültân 2006; Tebessüm Kâşmîrî, Urdû Edeb kî Târîħ: İbtidâ sey 1857 tek, Lahor 2003; R. C. Dogra, “A Bibliographical Survey of Urdu Language and Literature”, Studies in Islam, XV/ 1, New Delhi 1978, s. 49-65; Ârif Nevşâhî, “Urdû, Edebiyyât”, DMBİ, VII, 533-541; C. Shackle, “Urdū”, EI² (İng.), X, 873-881.

Ârif Nevşâhî