TULEKĀ

(الطلقاء)

Mekke’nin fethi sırasında müslüman olan Kureyşliler’i ifade eden bir terim.

Sözlükte “âzat edilmiş, serbest bırakılmış” anlamındaki talîkin çoğulu olan tulekā kelimesi, Hz. Peygamber tarafından Mekke’nin fethinde Kureyşliler’e hitaben söylenmesinin ardından terim mânası kazanmıştır. Mekke’ye giren Resûl-i Ekrem kendilerine yapılacak muameleyi endişe ile bekleyen Mekkeliler’e, “Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sormuş, onlar da, “Senden iyilik bekliyoruz, çünkü sen hayırlı bir kardeşsin” cevabını verince, “Size Yûsuf’un kardeşlerine hitap ettiği gibi hitap edeceğim” diyerek “Bugün sizler azarlanıp kınanmayacaksınız; gidin, hepiniz serbestsiniz” (tulekā) buyurmuştur (Taberî, II, 161).

Tulekā kelimesinin geçtiği başka rivayetler de vardır. Tâif kuşatmasında Sakīf kabilesinin kölelerinden Ebû Bekre Nüfey‘ b. Mesrûh efendilerinden kaçıp Hz. Peygamber’e sığınmış ve müslüman olmuştu. Sahipleri kendisini geri istediklerinde Resûl-i Ekrem, “O Allah’ın ve resulünün âzatlısıdır” (talîkullah ve talîku resûlillâh) demiştir (Müsned, IV, 168, 310). Kölelikten âzat edilenler hakkında daha çok atîk (çoğulu uteka) kelimesi kullanıldığı halde Resûlullah’ın burada talîki tercih etmesi, dini uğrunda efendilerinden kaçmayı göze alan kölenin gayretini takdir anlamı taşımaktadır. Hz. Peygamber’in Mekkeli savaş esirleri için tulekā, Tâif’te esir alınan Sakīfliler için ise utekā sözünü kullanmasından hareketle (a.g.e., IV, 363) bazı müellifler, bu iki kelime arasında bir farkın bulunduğunu ve talîkin atîke nazaran daha üstün bir mertebe ifade ettiğini söylemişlerdir (Mecdüddin İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 123). Bu yoruma göre Resûl-i Ekrem, hemşehrileri ve akrabaları için kölelikten değil esaretten kurtuluşu anlatan bir kelimeyi tercih etmiş olmaktadır. Tuleka günahkâr müminlerin âhiretteki durumunu anlatma bağlamında da kullanılmıştır. Nitekim hiçbir sâlih amel işlemediğinden cehennemde bir süre ceza çektikten sonra Allah tarafından affedilen müminler bazı rivayetlerde tuleka sıfatıyla anılmıştır (İbn Ebû Hâtim, II, 221; Taberânî, el-MuǾcemü’l-evsaŧ, IV, 52).

Sahâbe tabakası içinde tulekā ayrı bir grup olarak yer almıştır. Huneyn seferine gidilirken orduda ensar ve muhacirler dışında tulekānın da bulunduğu kaynaklarda özellikle belirtilmektedir (Buhârî, “Meġāzî”, 56; Müsned, III, 280). Ümmü Hânî’in tulekādan olması ve zamanında hicret etmemesi sebebiyle, kendisini Hz. Peygamber’le evlenmeye lâyık görmemesi de (Tirmizî, “Tefsîr”, 33/17) tulekānın ilk müslümanlar, muhacirler ve ensar kadar faziletli kabul edilmediğini göstermektedir. Bazı rivayetlere göre Hz. Ömer de halifeliği döneminde tulekāyı diğerlerinden farklı bir muameleye tâbi tutmuş, onları maaşa bağlamadığı gibi kendilerini orduya alıp sefere çıkmaya da zorlamamıştır (Fâkihî, III, 74). Öte yandan müellefe-i kulûb arasında yer aldığı bilinenlerin çoğu aynı zamanda tulekā kapsamına girdiğinden iki terim birbiriyle ilişkili olup bazı kaynaklarda müellefe-i kulûbdan sayılan tulekānın isimlerini topluca görmek mümkündür (meselâ bk. İbn Hacer, VIII, 370). Yaklaşık 2000 kişi olduğu kaydedilen tulekānın (İbn Kesîr, III, 377) önde gelenleri arasında Ebû Süfyân ile oğulları Muâviye ve Yezîd, Abdurrahman b. Semüre, Safvân b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hakîm b. Hizâm, Attâb b. Esîd, Hişâm b. Velîd,


Huveytıb b. Abdüluzzâ, Ebü’s-Senâbil b. Ba’kek, Cübeyr b. Mut‘im gibi isimler yer almaktadır.

Hz. Peygamber’in Mekkeliler hakkında bir lutuf ve merhamet ifadesi olarak kullandığı tulekā kelimesi sonraları siyasal bağlamda eleştirel bir anlam kazanmış ve Kureyşliler’in Resûl-i Ekrem’e karşı son ana kadar direnip düşmanlık ettiklerini ve İslâm’ı istemeden benimsediklerini hatırlatan bir ifadeye dönüşmüştür. Bunlar hakkında ilk olumsuz kanaatler Mekke’nin fethinden kısa bir süre sonra gerçekleşen Huneyn Gazvesi’nde görülür. Savaşın başlangıcında İslâm ordusu baskına uğrayıp dağılınca tulekādan olanlar da sağa sola kaçışmış, bazıları İslâm ordusunun yenilgiye uğramasına sevinmiştir. Savaşın ardından bir kısım sahâbîler bunların münafıklığına kanaat getirmiş, Resûl-i Ekrem’e onların öldürülmesini teklif etmiş, ancak bu teklif kabul görmemiştir (Müslim, “Cihâd”, 134; Müsned, III, 190, 286). Tulekā terimi, daha dar çerçevede Mekke’nin fethi sırasında şehrin lideri sıfatıyla tulekānın başında yer alan Ebû Süfyân’ın soyundan gelen Emevî hânedanını aşağılamak amacıyla kullanılmıştır. Hz. Ali’nin Muâviye ve Ebû Süfyân için kelimeyi bu bağlamda kullandığı rivayet edilmektedir. Hz. Ali, Muâviye’yi temsilen Habîb b. Mesleme başkanlığında huzuruna gelen üç kişilik heyete şiddetli tepki göstermiş, kendilerini muhatap almaya bile değer bulmadığını söylemiş, bu arada Muâviye hakkında “talîk oğlu talîk” demiştir (Mecdüddin İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 291). Diğer bir rivayette ise Muâviye gibi çok geç müslüman olan bir kişinin halifelik makamına gelişini kabullenemeyen Esved b. Yezîd Hz. Âişe’ye, “Görüyor musunuz, tulekādan birine biat ediliyor” demiş, Hz. Âişe de, “Şaşırmayın, bu Allah’ın mülküdür, onu dilediğine bağışlar” cevabını vermiştir (İbn Ebû Şeybe, VII, 250). Talîk kelimesi, bugün de mutaassıp Şîa mensupları tarafından Muâviye ve Ebû Süfyân’ı kötülemek için kullanılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Mecdüddin İbnü’l-Esîr, en-Nihâye (nşr. Salâh b. Muhammed b. Uveyza), Beyrut 1418/1997, III, 123; a.mlf., el-Kâmil, III, 291; Müsned, III, 190, 280, 286; IV, 168, 310, 363; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, Kahire, ts. (Dârü’l-fikr), IV, 1254; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Saîd el-Lahhâm), Beyrut 1409/1989, VII, 250; VIII, 551; Fâkihî, Aħbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah b. Dehîş), Mekke 1407/1987, III, 74; Taberî, Târîħ, Beyrut 1407/1987, II, 161; İbn Ebû Hâtim, Ǿİlelü’l-ĥadîŝ (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Beyrut 1405/1985, II, 221; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), II, 347; XXIV, 413-414; a.mlf., el-MuǾcemü’l-evsaŧ (nşr. Mahmûd b. Ahmed et-Tahhân), Riyad 1405/1985, IV, 52; Hâkim, el-Müstedrek (nşr. Hamdî ed-Demirdâş Muhammed), Mekke 1420/2000, III, 1041; IV, 1341-1342; VII, 2456; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1353-56, VII, 54; IX, 118; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1385/1966, III, 377; İbn Hacer el-Askalânî, Fetĥu’l-bârî (nşr. Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz), Beyrut 1416/1996, VIII, 370.

S. Kemal Sandıkçı