TERCİH

(الترجيح)

Fıkıh usulünde birbiriyle teâruz eden delillerden, fıkıhta ise ispat vasıtalarından birini diğerinden üstün tutmak anlamında terim.

Sözlükte “tartmak, bir şeyi başkasından üstün tutmak, yeğlemek” anlamındaki tercîh fıkıh usulünde deliller, fıkıhta ise ispat vasıtaları arasında teâruz bulunduğunda bir tarafı destekleyen bir emâreye dayanarak onu yeğlemeyi ifade eder. Usulcüler tarafından yapılan tercih tanımlarında “bir tarafın ağır basması” ve “bir tarafın ağır bastığının beyan ve izhar edilmesi” şeklinde iki yaklaşımın benimsendiği, birincisinde bizzat deliller dikkate alınırken ikincisinde bu tercih işini delilleri inceleyen bir müctehidin yapması gerektiğine işaret edildiği görülür. Tercih edilen delil veya ispat vasıtasına râcih, terkedilene mercûh, delillerden birine güç veren ilâve özelliğe rüchân (müreccih) denilir; kaynaklarda bu özellik emâre, meziyet, kuvvet, ziyade ve üstünlük (fazl) kelimeleriyle de ifade edilir (tercihin sözlük ve terim anlamları arasındaki ilişkinin izahı için bk. Serahsî, II, 249-250).

Bazı müellifler tarafından, delillerden birinin ihmal edilmiş olacağı gerekçesiyle tercih yönteminin meşruiyeti sorgulanmış olsa da teâruz şartları varsa ve teâruz eden delilleri herhangi bir şekilde uzlaştırmak mümkün olmuyorsa cumhura göre tercih yöntemine başvurulur, bu eşit delillerden güçlü emâre taşıması sebebiyle üstün olanıyla amel edilir. Zira sahâbenin ve sonraki nesillerin Hz. Peygamber’den gelen rivayetler arasında teâruz bulunduğunda bu yönteme başvurdukları hususunda birçok örnek bulunmaktadır. Ayrıca üstün olanın böyle olmayana eşit sayılması aklın ilkelerine aykırıdır. Aralarında Bâkıllânî, Ebû Ali el-Cübbâî, Ebû Hâşim el-Cübbâî ve Şehâbeddin el-Karâfî’nin de bulunduğu bazı âlimler teâruz halinde tercihe başvurulmadan delillerden herhangi biriyle amel edilebileceği kanaatindedir. Zira bu durumda da dinî bir delile dayanılmış olur ve amel edilmeyen delil ilga edilmiş sayılmaz. Teftâzânî’nin belirttiğine göre Fahrülislâm el-Pezdevî’nin ifadelerinden üstün özelliğe sahip delilin esas alınması daha iyi olmakla birlikte bu özelliğe sahip olmayanla da amel edilebileceği anlaşılmaktadır (et-Telvîĥ, II, 184). Bazı âlimler ise teâruz halinde müctehidin tevakkuf etmesi gerektiğini söylemiştir (bk. TEÂRUZ).

Şartları. Tercih yöntemine başvurulabilmesi için tercihe konu olan delillerde şu şartların bulunması gerekir: 1. Delillerin farklı ihtimallere açık olması. Buna göre tercih ancak zannî deliller arasında olur. Kesin delillerin bir kısmı kolay elde edilme, açıklık ve düşünceye ihtiyaç göstermeme bakımından diğerlerinden farklı olabilirse de bunların sağladığı bilgiler birbirinden daha güçlü olmayıp hepsi kesin niteliktedir. Ayrıca zan kesin bilgi karşısında duramayacağından kesin delille zannî delil arasında tercih söz konusu olmaz. Dolayısıyla tercih kitabın ve mütevâtir sünnetin delâlet yönüyle ihtimale açık zâhirlerinde, âhâd haberlerde ve kıyasta söz konusu olabilir (Ebü’l-Usr el-Pezdevî, IV, 132-133; Semerkandî, s. 688, 730-731). 2. Delillerin zat bakımından birbirine denk olması (mümâselet). Eğer biri bu açıdan diğerine göre daha güçlü ise bu duruma teâruz denmez; zayıf olan yok hükmünde kabul edilir ve âlimlerin ittifakıyla güçlü olan alınır. Buna tercih değil “tereccüh”


(delilin ağır basması) adı verilmiştir. Meselâ Kur’an’la haber-i vâhid veya kıyas ve mütevâtir haberle âhâd haber arasındaki karşıtlık teâruz diye adlandırılmaz. 3. Delillerden birinin vasıf bakımından diğerinden üstün olması. Meselâ âyet ve hadislerdeki muhkem lafız zâhir ile, zâhir lafız mücmel ile karşı karşıya geldiğinde birinciler tercih edilir. 4. Teâruz şartlarının tam olarak gerçekleşmesi. Buna göre tercihin söz konusu olabilmesi için aynı güçteki deliller arasında mahal (konu), zaman ve nisbet birliği ve hüküm zıtlığı bulunmalıdır. 5. Tercih için bir delilin bulunması. Usulcülerin çoğunluğunca ileri sürülen bu şart, “Tercih bilâ-müreccih câiz değildir” şeklinde ifade edilmiştir. Fakihler ise bu şartın yerine delillerin her biriyle amel etme imkânının bulunmaması şartını ileri sürüp bir yönüyle de olsa böyle bir imkân bulunduğunda tercih yapılamayacağını söylemişlerdir.

Tercih Sebepleri. Usûl-i fıkıh eserlerinde deliller hiyerarşisi belirlenerek teâruz halinde önde gelenin sonra gelenlere aynı sıralama içinde tercih edileceği belirtilmiştir. Ayrıca her bir delil türü arasında güçlülük bakımından bir sıralama yapılmış ve tercihte bu sıralama esas alınmıştır. Meselâ Kur’an lafızlarının açıklık ve kapalılığı, mânaya delâletlerinin farklılığı, hadislerin rivayet yolları ve râvilerinin çeşitli durumları hakkındaki sınıflamalar aynı zamanda bu delillerin teâruz halinde birbirine tercih sıralamasını göstermektedir (Serahsî, I, 166).

İlk dönemlerden itibaren özellikle hadisler arasındaki ihtilâfların ele alındığı ve bunlar arasındaki teâruzu giderme yollarının uygulamalı olarak gösterildiği geniş bir literatür ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Şâfiî’nin İħtilâfü’l-ĥadîŝ, İbn Kuteybe’nin Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ ve Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’nin Müşkilü’l-âŝâr adlı eserleri sayılabilir. Günümüzde de bu konuyla ilgili pek çok çalışma yapılmıştır (bk. bibl.). Usulcülerin bir kısmı, eserlerinde tercih sebeplerini müstakil bir başlık altında ele almadan bunlara sadece konu aralarında işaret etmiş, bazıları sebepleri ana hatlarıyla gruplandırıp örneklendirmiş, bazıları da mümkün olduğunca bunları saymaya çalışmış olmakla birlikte hemen hepsi tercih sebeplerinin belli bir sayı ile sınırlandırılmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir. Hanefî usulcüleri, genellikle tercih başlığı altında kıyaslar arasında illet açısından ele alınan tercih sebeplerinden dördünü zikretmekle yetinip kitap, sünnet ve icmâ delilleri arasında gerek metin gerekse sened yönüyle tercih gerekçelerinin bu konuların ele alındığı bölümlerden çıkarılabileceğini belirtmişlerdir. Şâfiî usulcüleri, kesin deliller arasında teâruz bulunmayacağı düşüncesinden hareketle daha çok hadislerin ve kıyasların tercihi konusuna yer vermişlerdir. Usulcüler teâruz halindeki delillerden birinde bulunup diğerine karşı üstünlük sağlayan her vasfın tercih sebebi olabileceğini belirtmiş ve bazı vasıfların kabulü konusunda görüş birliğine varmış olsalar da tercih için yeterli olacak nitelikleri belirlemede aralarında geniş görüş ayrılıkları bulunmaktadır.

Delillerin aklî ve naklî şeklinde tasnif edildiği dikkate alındığında bunlar arasında aklî-aklî, aklî-naklî ve naklî-naklî olmak üzere üç türlü teâruzdan söz edilebilir. Ancak usul eserlerinde müstakil başlıklar altında daha çok iki haber-i vâhid ve iki kıyas arasında teâruz halinde başvurulacak tercih sebepleri üzerinde durulmuştur. Farklı başlıklar altında incelenen bu konu şu şekilde özetlenebilir: 1. Naklî deliller arasında teâruz. Bu tür teâruz metin, sened, hüküm ve hâricî sebep açısından ele alınmıştır. a) Metin yönünden tercih. Hanefîler’in taksimine göre lafız açıklık bakımından muhkem, müfesser, nas ve zâhir; kapalılık bakımından hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih; mânaya delâletinin gücü bakımından ibare, işaret, delâlet ve iktizâ şeklinde sıralanır; bu gruplandırmaların her birinde önce gelenler sonrakilere tercih edildiği gibi açık grubunda yer alanlar kapalı grubunda yer alanlara tercih edilir. Konduğu mânada kullanılıp kullanılmaması açısından yapılan ayırıma göre hakikat mecazdan, sarih kinayeden üstün tutulur. Bir mânaya konması ve kapsamı bakımından yapılan ayırımda gerek âm gerekse hâssın delâleti kesin sayıldığı için aralarında teâruz bulunduğunda eş zamanlı iseler hâs âmmı tahsis eder, hâs daha sonra ise âmmın bir kısmını neshetmiş olur; tarih bilinmezse tercih kurallarına göre tercihte bulunulur. Şâfiîler ise bu durumda, delâleti kesin olduğu için hâssın zannî olan âmma tercih edileceğini söylemişlerdir. Ayrıca hadislerin metinlerine mahsus bazı tercih sebepleri bulunmaktadır. Meselâ hadisin dil özellikleri dikkate alınıp gramere uygun olan rivayet, vürûdu dikkate alınarak Hz. Peygamber’in hayatının son dönemlerini yansıtan rivayet tercih edilir. Cumhurun aksine Hanefîler’e göre delillerin çokluğu ile tercihte bulunmak câiz değildir. Meselâ iki âyetin teâruzu halinde üçüncü bir âyetle tercih yapılamaz. b) Sened yönünden tercih. Anlam metinle kaim olduğu için rivayetlerde öncelikle metnin sübûtu ve ardından mânası açısından tercih yapılır. Bu bakımdan metni mütevâtir olarak nakledildiği için kitap haber-i vâhide tercih edilir ve haberin kitaba muhalefeti çürüklüğünün açık delili sayılır. Çünkü kitabın metni kesindir, hadisin metni ise mâna yoluyla rivayet edilmiş olması ihtimalinden dolayı şüpheden uzak değildir (a.g.e., I, 365). Ebû İshak eş-Şîrâzî sened yönünden tercihin haber-i vâhidlere mahsus olduğunu belirtir (el-MeǾûne fi’l-cedel, s. 273). İbnü’l-Hümâm, şer‘î deliller arasında teâruzun daha çok haber-i vâhidler arasında bulunduğunu, ancak iki kati delil arasında da teâruz olabileceğini ifade eder (et-Taĥrîr, III, 2-3). Hanefîler dışındaki müelliflerin eserlerinde haberler arasında teâruz ve tercih konusu diğer deliller arasındaki teâruz ve tercihe göre daha geniş yer bulmuştur. 1. Râvi ile ilgili tercih sebepleri. Bunlar arasında daha fazla fıkıh veya Arapça bilgisine sahip bulunma, rivayetlerinde zabt açısından daha titiz ve ihtiyatlı, itikadı düzgün, naklettiği rivayette olayın içinde veya tarafı, âlî isnada sahip, muhaddislerin veya âlimlerin meclislerine müdavim, dürüstlük ve güvenilirlikle meşhur olma, hadisi ezbere bilme, tanınmış bir soydan gelme, rivayeti aldığı tarihte ergenlik yaşına girmiş bulunma, geç müslüman olmuş sahâbî olma gibi özellikler sıralanabilir. Ancak bu özelliklerden birçoğunun tercih sebebi sayılması ihtilâflıdır. Meselâ hadisi nakleden râvi sayısının çokluğu Şeybânî ve Ebû Abdullah el-Cürcânî gibi âlimler dışında Hanefîler tarafından bir tercih sebebi olarak görülmezken çoğunluğa göre bir tercih sebebidir. Bir râvinin cerh ve ta‘dîli konusunda teâruz ortaya çıktığında belli şartlarla cerhin tercih edileceği belirtilmiştir. 2. Rivayet edilenle ilgili tercih sebepleri. Hadisin merfû oluşunda ittifak bulunması, vürûd sebebinin zikredilmesi, mâna yoluyla değil lafzının aynıyla rivayet edilmiş olması gibi. 3. Rivayetin kendisinden alındığı râviyle ilgili tercih sebepleri. Meselâ hadis kendisinden rivayet edilen râvi bu rivayetini inkâr etmemişse rivayetini inkâr eden râvinin rivayetine tercih edilir. c) Hüküm (medlûl) yönünden tercih. Bir fiilin bir delile göre haram, diğerine göre mubah, mendup, vâcip veya mekruh sayılması gerekiyorsa haramlık ifade eden delilin tercih edileceği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Sahâbe döneminde deliller arası teâruz ve tercih üzerinde durulduğunu


gösteren örnek bir konuda Hz. Osman ve Ali câriye statüsündeki iki kız kardeşle birlikte evlenmeyi bir âyetin helâl (en-Nisâ 4/3), diğer bir âyetin haram (en-Nisâ 4/23) kıldığını belirtmiş, Hz. Ali ihtiyaten haram kılan delili esas alırken Hz. Osman mubahlığın temel kural oluşunu dikkate alarak helâlliği tercih etmiştir (Serahsî, I, 135). Ayrıca bir şeyi vâcip kılan delilin mendup veya mubah kılan delile, aslî kuralı ortadan kaldıran delil bunu devam ettiren delile ve nâdir bir hüküm getiren rivayetin sıkça karşılaşılan (umûmü’l-belvâ) bir hüküm getiren rivayete tercih edileceği bazı usulcüler tarafından ifade edilmiştir. Aynı konuda biri olumlu, diğeri olumsuz veya biri hafif diğeri ağır bir hüküm getiren deliller arasında nasıl tercih yapılacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Yine iki hadisten birinde ilâve hüküm bulunduğunda râvi aynı ise ilâve hüküm getiren hadisin esas alınacağı, râviler farklı ise iki ayrı hadis olarak düşünülerek her ikisiyle amel edileceği belirtilmiştir. d) Hâricî sebeple tercih. Kur’an’ın zâhirine, başka bir hadise, icmâa, kıyasa ve Hulefâ-yi Râşidîn’in, Selef’in, Medineliler’in, Kûfeliler’in, tâbiînin veya ulemâ çoğunluğunun ameline uygun olan rivayetin uygun olmayan rivayete ve âlimlerin delil olarak kullanılmasında ittifak ettikleri hadisin ihtilâf ettikleri hadise tercih edileceği ifade edilmiş, ancak bu tercih sebeplerinin bir kısmına bazı âlimler itiraz etmiştir.

2. Kıyaslar arasındaki tercih sebepleri. Kıyaslar arasında teâruz bulunduğunda kıyasın rükünlerinde (asıl, fer‘, illet, hüküm) ya da hâricî bir hususta keşfedilen bir gerekçeye göre biri diğerine tercih edilir. Seyfeddin el-Âmidî, kıyasın bütün rükünlerini dikkate alarak pek çok tercih sebebini sıraladıktan sonra bu sebeplerin sınırlanamayacak kadar çok olduğunu, zeki insanların bunları kendilerinin bulabileceğini ifade ederek Müntehe’l-mesâlik fî rütebi’s-sâlik adlı kitabında bunlara daha geniş yer verdiğini belirtir (el-İĥkâm, IV, 236-249). Ancak kıyaslar arasında tercih sebeplerinin çokluğuna ve ulaşılmaya çalışılan hükmün illete nazaran daha önemli olmasına rağmen Hanefî usul eserlerinde genellikle illete dayalı tercih sebeplerinin dört sahih ve dört fâsid olanı üzerinde durulmuştur. Bununla birlikte bazı Hanefîler kıyasla ilgili tercih sebeplerini bir arada zikretmiştir (Ensârî, II, 324-328). İstishâb ve istihsan delilleriyle tercih arasında da sıkı bir ilişki vardır.

Teâruzu nesih ihtimaliyle ilişkilendiren Hanefî usulcülerine göre nesih ancak vahye dayalı delillerde mümkün olduğundan teâruz halinde icmâ bütün delillere tercih edilir. Zira kesin delil sayılan icmâ yanlış veya Kitap ve Sünnet’le neshedilmiş olamayacağı için bu durumda Kitap ve Sünnet’in neshedilmiş olduğunu ortaya koymaktadır (a.g.e., II, 191). Aynı şekilde ictihad ictihadı neshedemeyeceğinden sahâbe ictihadları ve kıyaslar arasında teâruz olduğunda araştırma sonucunda görüşlerden birinde ilâve bir güç bulunduğunun tesbit edilmesi durumunda râcih olanla amel etmek vâcip olur; bir sebep bulunamazsa doğruluğuna kanaat getirildikten sonra görüşlerden biriyle amel edilebilir; ancak bundan sonra başka delil olmadan diğer görüşle amel edilemez (Serahsî, II, 13-15, 113).

Muhakeme Usul Hukukunda Tercih. Tercih terimi, ispat hukukunda davacı ve davalının dava konusu hakkında ortaya koyduğu delillerden birini diğerinden üstün tutmayı ifade eder. Ele alınan konuların mahiyetleri farklı olduğundan fıkıh usulündeki bütün tercih sebeplerinin bu dalda geçerli sayılmayacağı açıktır. Ayrıca gaye farklılığı dolayısıyla fıkıh usulünde benimsenen bazı tercih sebepleri ispat hukukunda kabul görmemiştir. Meselâ ispat vasıtalarıyla davaların çözüme kavuşturulması amaçlandığından muayyen bir nisap getirilmiş, Hanefîler’in aksine delillerin çokluğunu bir tercih sebebi sayan cumhur, âlimleri de adaletin gecikmesine ve davaların uzamasına sebep olacağı için ispat vasıtalarının çokluğunun dikkate alınmayacağını, dolayısıyla şahit nisabının iki olduğu bir davada karşı tarafın dört şahidinin bulunmasının ispat açısından ilâve bir katkı sağlamayacağını ifade etmişlerdir. Ancak dört şahidi bulunan tarafın iddiasının daha güçlü olduğunu düşünen âlimler de vardır. Konuya ilişkin bir soruya verdiği cevapta, davacıların getirdiği delillerin tercihiyle ilgili kuralların genel geçer olmadığına dikkat çeken Ebüssuûd Efendi bu hususta acele edilmeyip olabildiğince ihtiyatlı davranılmasını tavsiye etmiştir (Velî Yegân, vr. 170b). Bununla birlikte Mecelle’de “Kitâbü’l-Beyyinât ve’t-tahlîf” adlı bölümün ikinci ve üçüncü fasılları (md. 1756-1777) bu konuya ayrılarak bazı genel prensipler ortaya konmuştur. Ali Haydar Efendi bu bölümü şerhederken “Lâhika” başlığı altında beyyinelerin tercihine dair kırk bir mesele sıralamıştır. Mecelle’nin mukaddimesinde özellikle asıl, evlâ, ehven, eshel ve akvâ olanların beyan edildiği kaideler, ilkeler arasında çatışma söz konusu olduğunda hangisinin tercih edileceğine ışık tutmaktadır (meselâ bk. md. 3-5, 8-15, 26-30, 42, 46, 56, 59-60, 62) ve bunlardan ikisi teâruz terimini içermektedir (md. 28, 46). Beyyinelerden birini herhangi bir şekilde diğerine tercih etme imkânı bulunmazsa her iki hüccet bâtıl olur ve taraflar bir beyyine ortaya koyamamış gibi kabul edilir (Serahsî, II, 13).

Fıkıh kitaplarının çeşitli bölümlerine dağılmış olarak yer alan ispat vasıtaları arasındaki uyuşmazlıkla ilgili meseleler bazı eserlerde bir araya getirilmiştir. Bunlar arasında Vankulu Mehmed Efendi’nin Tercîhu’l-beyyinât (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2070; Hacı Mahmud Efendi, nr. 1026), Gānim el-Bağdâdî’nin Melceǿü’l-ķuđât Ǿinde teǾârużi’l-beyyinât (İstanbul 1300), Nev‘îzâde Atâî’nin el-Kavlü’l-hasen fî cevâbi’l-kavli li-men (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 828), Hasan b. Nasûh ed-Dümnevî el-Bosnevî’nin Risâle fî tercîĥi’l-beyyinât (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 585, 3762), Hisâlî Abdurrahman Çelebi’nin er-Rüchân inde teâruzi’l-burhân (Tercîhu’l-beyyinât) (Süleymaniye Ktp., Hasib Efendi, nr. 148), Mevlânâ Mehmed el-İzmîrî’nin Tercîhu’l-beyyinât (İstanbul Müftülüğü Ktp., nr. 387) ve Şam müftüsü Mahmûd Hamza’nın eŧ-Ŧarîķatü’l-vâżıĥa ile’l-beyyinâti’r-râciĥa (Dımaşk 1300; el-Beyyinâtü’r-râciha fi’t-tarîkati’l-vâzıha adıyla Muhammed Bahâeddin tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir [İstanbul 1328]) adlı eserleri sayılabilir.

Deliller ve ispat vasıtalarındaki teâruzu giderme yöntemleri yanında belli bir mezhebe bağlı müftü ve kadıların fetva ve hüküm verirken işlerini kolaylaştırmak amacıyla aynı mezhep içindeki farklı görüş ve rivayetlerden birini mezhebin resmî görüşü olarak belirlemek üzere birtakım tercih kaideleri ortaya konmuştur. Mezhep içinde bu tür görüş ve rivayetleri değerlendirip bir tercihte bulunabilecek ilmî birikim ve formasyona sahip fıkıh âlimlerine ashâbü’t-tercîh (ehlü’t-tercîh) adı verilmiştir. Her mezhep kendi geleneğine göre birikimlerini değerlendiren birtakım kurallar ve terimler geliştirmiştir (Kādîhan, I, 2-3; Zerkeşî, VI, 117-129). Ayrıca mezhep mensupları, kendi mezheplerini diğer mezheplere niçin tercih etmek gerektiği yolunda birçok eser kaleme alarak tercih sebeplerini sıralamışlardır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin Muġīŝü’l-ħalķ fî tercîĥi’l-ķavli’l-ĥaķ (Sayda 2003), Ömer b. İshak el-Gaznevî’nin el-Ġurretü’l-münîfe fî taĥķīķi baǾżı mesâǿili’l-İmâm Ebî Ĥanîfe (Kahire 1950; Beyrut 1986),


Ekmeleddin el-Bâbertî’nin en-Nüketü’ž-žarîfe fî tercîĥi meźhebi Ebî Ĥanîfe (nşr. Belle Hasan Ömer Müsâid, Riyad 1418/1997) ve Râî el-Endelüsî’nin İntiśârü’l-faķīri’s-sâlik li-tercîĥi meźhebi’l-İmâm Mâlik (nşr. Muhammed el-Hâdî Ebü’l-Ecfân, Beyrut 1981) adlı eserleri bunlar arasında sayılabilir. Öte yandan İslâm ilim ve kültür muhitinde akıl-ilim, ilim-amel, sabır-şükür, fakirlik-zenginlik, melek-insan, üstünlük ve meziyet açısından ilmî disiplinler ve milletler gibi konularda karşılaştırmalar yapıp hangilerinin tercihe lâyık olduğunu inceleyen bir literatür oluşmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 284-285, 296, 341-342; a.mlf., İħtilâfü’l-ĥadîŝ (nşr. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut 1405/1985, s. 64-65, 68; a.mlf., el-Üm (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393, VI, 203; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1414/1994, I, 406-419; II, 292-308; III, 164-174; IV, 208-212; a.mlf., Aĥkâmü’l-Ķurǿân (Kamhâvî), I, 19, 144, 201, 217, 242, 297, 331-332; II, 22, 161; III, 214; IV, 179, 190; V, 2-3, 88, 207; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XVII, 342-352; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 217-220, 339-348; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, II, 674-688; Ebû İshak eş-Şîrâzî, el-MeǾûne fi’l-cedel (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1988, s. 273-283; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Mansûre 1418/1997, II, 741-841; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), İstanbul 1984, I, 41, 135, 166, 365; II, 13-15, 21-26, 108-109, 113, 249-265; Ebü’l-Usr el-Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde, nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, III, 191-210; IV, 131-173; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Bulak 1324, II, 378-382, 392-407; Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, el-Vâżıĥ fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1999, V, 76-103, 387-390; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uśûl (nşr. M. Zekî Abdülber), Katar 1404/1984, s. 688, 729-741; Kādîhan, el-Fetâva’l-ħâniyye (el-Fetâva’l-Hindiyye içinde), Beyrut 1980, I, 2-3; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Beyrut 1412/1992, I, 351-362; V, 397-469; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, Kahire 1387/1968, IV, 206-253; Şehâbeddin el-Karâfî, Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1414/1993, s. 417-428; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Keşfü’l-esrâr, Beyrut 1406/1986, II, 87-109, 364-385; Tûfî, Şerĥu Muhtaśari’r-Ravża (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1410/1990, III, 673-750; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ şerĥu’t-Tenķīĥ (nşr. M. Adnân Derviş), Beyrut 1419/1998, II, 184-229, 244-258; Mahmûd b. Abdurrahman el-İsfahânî, Şerĥu’l-Minhâc li’l-Beyżâvî fî Ǿilmi’l-uśûl (nşr. Abdülkerîm b. Ali b. Muhammed en-Nemle), Riyad 1410, II, 781-818; Adudüddin el-Îcî, Şerĥu Muħtaśari’l-Müntehâ, Bulak 1319, II, 309-319; Muhsin b. İdrîs el-Beypazarî, Risâle fî tercîĥi’l-edille, Süleymaniye Ktp., Hasan Hüsnü Paşa, nr. 1229, vr. 105b-141a; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, I, 165-166, 324; II, 30-32, 283; III, 249, 256; IV, 9, 122, 132-135, 262-272, 294-311; Teftâzânî, et-Telvîĥ (nşr. M. Adnân Derviş), Beyrut 1419/1998, II, 184, 244-258; Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Baĥrü’l-muĥîŧ (nşr. Abdüssettâr Abdülkerîm Ebû Gudde), Kahire 1992, VI, 117-194; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-Muħtaśari’l-Müntehâ, Bulak 1319, II, 309-319; İbnü’l-Hümâm, et-Taĥrîr (İbn Emîru Hâc, et-Taķrîr ve’t-taĥbîr içinde), Beyrut 1403/1983, III, 2-3, 16-35; Velî Yegân b. Yûsuf el-İskilibî, MecmûǾatü’l-fetâvâ (Fetâvâ-yı EbüssuǾûd), Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 170b; Abdülalî b. Muhammed el-Ensârî, Fevâtiĥu’r-raĥamût (Gazzâlî, el-Müstaśfâ içinde), Bulak 1324, II, 191, 204-211, 324-329; Mecelle, md. 1756-1777; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, IV, 598-643; Cemâleddin el-Kāsımî, ĶavâǾidü’t-taĥdîŝ (nşr. M. Behcet el-Baytâr), Dımaşk 1353/1935, s. 313-316; Bedrân Ebü’l-Ayneyn Bedrân, Edilletü’t-teşrîǾi’l-müteǾâriża ve vücûhü’t-tercîĥ beynehâ, İskenderiye 1985; M. İbrâhim M. el-Hifnâvî, et-TeǾâruż ve’t-tercîĥ Ǿinde’l-uśûliyyîn, Kahire 1985, s. 64-65, 72, 259-399; Abdülmecîd M. İsmâil Sûseveh, Menhecü’t-tevfîķ ve’t-tercîĥ beyne muħtelifi’l-ĥadîŝ ve eŝerühû fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Demmâm 1417/1997; Binyûnus el-Velî, Đavâbiŧü’t-tercîĥ Ǿinde vuķūǾi’t-teǾâruż lede’l-uśûliyyîn, Riyad 1425/2004.

Şükrü Özen