TENFÎL

(التنفيل)

Savaştan önce askeri teşvik etmek ya da büyük yararlılık gösterenleri savaştan sonra ödüllendirmek amacıyla ganimet payları yanında fazladan mal vermeyi ifade eden fıkıh terimi.

Sözlükte “fazladan mal vermek, bağışta bulunmak, ganimet” gibi anlamlara gelen nefl kökünden türeyen tenfîl, fıkıh terimi olarak yetkililerin savaşta üstün başarı veya büyük yararlılıklar gösterilmesini teşvik amacıyla askere ganimetteki olağan paya ilâve olarak bir mal vermeyi vaad etmesini veya böyle bir vaad olmaksızın savaştan sonra fazladan mal verip başarıyı ödüllendirmesini ifade eder. Bu kapsamda verilen mala nefel (çoğulu enfâl) denir. Nefel kelimesi taşınır taşınmaz, canlı cansız bütün savaş ganimetlerini belirten genel bir anlam taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de de bir âyette (el-Enfâl 8/1) iki defa bu çerçevede kullanılmış ve ganimetle ilgili hükümleri içeren sekizinci sûreye Enfâl adı verilmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in konuyla ilgili bazı uygulamalarının anlatıldığı rivayetlerde kendisinin, bir askerî birliği savaşa gönderirken humus ayrıldıktan sonra ganimetin geriye kalanının dörtte birini tenfîl (nefel olarak vereceğini vaad) ettiği, sefer dönüşünde tenfîlde bulunacak olursa yine humusu düşüldükten sonra kalanın üçte birini nefel olarak verdiği belirtilir (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 146; Tirmizî, “Siyer”, 12; İbn Mâce, “Cihâd”, 35; Dârimî, “Siyer”, 41-43). İslâm hukukçuları da ictihadlarına dayanak olan bu tür hadislerden hareketle tenfîl veya nefeli ganimetin özel bir bölümü karşılığında kullanmışlardır (Serahsî, II, 593-594).

Olağan paylar dışında ganimetten verilen ilâve mal olmaları ve orduyu savaşa teşvik amacında birleşmeleri yönüyle nefel ile “seleb” arasında benzerlik bulunmaktadır. Bundan dolayı selebin nefele dahil olduğu ve, “Bir düşman askerini öldüren onun selebine sahip olur” hadisiyle belirlenen hükmün de (Buhârî, “Ħumus”, 18; Müslim, “Cihâd”, 41) bir tür tenfîl sayıldığı yorumları yapılmıştır (el-Muvaŧŧaǿ, “Cihâd”, 19; İbn Mâce, “Cihâd”, 29; Ebû Yûsuf, s, 45-47; Ebû Ubeyd, s. 425-426; Taberî, IX, 169-170; İbn Abdülber, s. 215; Serahsî, II, 594). Fakat seleb, “savaşta öldürülen düşman askerinin üzerinde bulunan şahsî eşyası ve bineği” anlamında özel bir ganimet türünü ifade etmekte; zamanı, miktarı, işlemleri ve hak sahiplerinin özellikleri açısından nefelden ayrılmaktadır (bk. SELEB). Nefel ile “radh” arasında da fark vardır (krş. Taberî, IX, 171). Sözlükte “az miktarda bağışta bulunma ve bu nitelikteki mal” anlamına gelen radh terim olarak “savaşta hizmeti geçen, fakat savaşmaya ehil sayılmadıkları için ganimette hak sahibi olamayan kadın, çocuk, köle ve gayri müslim gibi kimselere hizmetleri karşılığında verilen bir miktar mal” demektir.

Amr b. Şuayb’ın rivayeti doğrultusunda (İbn Mâce, “Cihâd”, 35; başka rivayetler için bk. Ebû Ubeyd, s. 450-451) Hz. Peygamber’den sonra tenfîl uygulamasına gidilemeyeceğini ileri süren küçük bir azınlığa karşılık fakihlerin çoğunluğu ödül vaadinin Resûl-i Ekrem’den sonra da geçerli olduğunu kabul etmiştir. Ancak tenfîlin hangi durumlarda ve savaşın hangi aşamasında yapılabileceği konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler düşmanın daha kuvvetli olması, harekât sırasında özel birliklerin kullanılmasına ihtiyaç duyulması, stratejik yerlerin ele geçirilmesi veya mutlaka korunması gibi zorunlulukların bulunması halinde tenfîl yapılabileceğini söylemişlerdir. Buna karşılık Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Ca‘ferîler, Zeydîler, Hanbelîler ve Zâhirîler savaş ortamında iken orduyu teşvik ilkesinin her zaman geçerli olmasından (el-Enfâl 8/65) hareketle tenfîlin her durumda yapılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.

Savaşın hangi aşamasında tenfîlin câiz olacağı konusunda ise üç ictihad mevcuttur. Ulemânın çoğunluğuna göre tenfîl savaşın her aşamasında yapılabilir. Savaş başlamadan önce bazı eylemlerin açıkça belirlenip bunları yerine getirenlere fazladan ganimet hissesi verileceğini vaad etme şeklindeki uygulamayı mekruh sayan Mâlikîler’e göre tenfîl ancak savaşın ardından söz konusu olabilir. Bu yaklaşımın arkasında böyle bir vaadin askerdeki dinî duyguları zayıflatacağı, niyetini dünyalık hedeflere kaydıracağı ve daha çok kazanma hırsıyla kendisini tehlikeye atacağı gerekçeleri bulunmaktadır (Sahnûn, II, 30, 31). İbn Hazm da tenfîlin ganimetin elde edilmesinden sonra yapılmasının daha uygun olacağını düşünmektedir (el-Muĥallâ, V, 406). Üçüncü ictihadın sahibi olan Ebû Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî savaşın sonuçlanıp ganimetin ele geçirilmesinin ardından yapılacak tenfîli doğru bulmamıştır. Bu görüş bazı rivayetler yanında (meselâ bk. Müsned, II, 184, 213; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 121; Nesâî, “Hibe”, 1) savaştan sonra teşvike ihtiyaç kalmadığı, herkesin ortak gayretiyle kazanılan ganimette herkesin eşit hakkı bulunduğu, askerin bir kısmına ayrıca ganimet tahsisinin diğerlerinin haklarında eksilme meydana getireceği gerekçelerine dayanmaktadır. Ebû Hanîfe, Asr-ı saâdet’te savaşın bitiminin ardından tenfîl yapıldığına dair rivayetleri Resûl-i Ekrem’in bunu ya ganimetin humus kısmından ya kendi hissesi olan humusun beşte birinden ya da taksime tâbi tutulmayan kendi özel hakkından (sâfi) yahut fey gelirlerinden yapmış olmasıyla yorumlamıştır. Nitekim Hz. Ömer ile İbn Abbas da savaştan sonra tenfîl yapılamayacağı kanaatindedir (Serahsî, II, 596-623, 792). Mezhep imamlarının bu yaklaşımını değerlendiren Hanefîler, savaşın bitiminden sonraki ödüllendirmeleri mümkün görmekle


birlikte bunun ancak ganimetin humus kısmından karşılanabileceğini söylemişlerdir (Cessâs, III, 69, 78-80).

Nefelin ganimetin hangi kısmından ve ne tür mallardan verileceği konusu da tartışılmıştır. Tartışmanın temel sebebi, Resûl-i Ekrem’in tenfîl uygulamalarını bildiren rivayetlerdeki (meselâ bk. el-Muvaŧŧaǿ, “Cihâd”, 20; Müsned, II, 10, 55; IV, 160; Buhârî, “Ħumus”, 15; Müslim, “Cihâd”, 36-38; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 145-146; Tirmizî, “Siyer”, 12, 16) farklılıklar ve kısmî kapalılıklardır. Buna göre Hanefî, Hanbelî ve Zâhirî mezhepleriyle birlikte Mekhûl b. Ebû Müslim, Evzâî, Süfyân es-Sevrî ve Ebû Ubeyd gibi müctehidler devlet/kamu hissesi olan humus ayrıldıktan sonra ganimetin geriye kalan beşte dördünden, Ca’ferîler ve Zeydîler humus ayrılmadan önce tamamından (İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, IV, 416-417; İbnü’l-Murtazâ, V, 443) bu vaadin yerine getirileceğini söylemişlerdir. Bu noktada çerçeveyi bir hayli daraltan İmam Şâfiî’ye göre nefel ancak Hz. Peygamber’in (devlet başkanının) humustaki beşte birlik hakkından verilebilir (el-Üm, IV, 187). Bu iki yaklaşımın ortasında yer alan Saîd b. Müseyyeb ile Mâlikîler ise nefelin humustan verileceği hükmünü benimsemişlerdir (Sahnûn, II, 30). Verilecek mallar konusunda büyük çoğunluk tür ayırımına gitmezken Evzâî ve Mâlik bunun altın ve gümüş gibi değerli madenlerden olamayacağı görüşünü ileri sürmüştür (konuyla ilgili bazı rivayetler için bk. Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 144, 148; Tirmizî, “Siyer”, 12; İbn Mâce, “Cihâd”, 35). Enfâl sûresinin ilk âyetinin muhkem, yürürlükte ve genel olduğunu söyleyenler nefel için bir miktar sınırlamasına gitmemişler, oranı yetkililerin tercihine bırakmışlardır. Söz konusu âyetin Resûl-i Ekrem’in üçte bir ve dörtte bir oranındaki nefel uygulamaları ile tahsise uğradığını söyleyenler ise tenfîlin ganimetin humusu çıkarıldıktan sonra geriye kalan kısmının en fazla üçte birine kadar varabileceğini belirtmişlerdir (İbn Rüşd, I, 320). Şâfiîler, Ca‘ferîler ve Zeydîler birinci görüşü, çoğunluk ikinci görüşü benimsemiştir. İmam Şâfiî’nin bir taraftan tenfîlin ancak humusun beşte birinden yapılabileceğini söylerken diğer taraftan miktarına herhangi bir sınırlama getirmemesini bazıları çelişki olarak değerlendirmiştir (İbn Kudâme, IX, 184). Fakat bu görüşün tenfîlin humusun beşte birinin bütünü içinde sınırlanmaması biçiminde yorumlanması durumunda çelişki ortadan kalkar (başka yorumlar için bk. Nevevî, V, 328-329).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehźîbü’l-luġa, “rđĥ”, “nfl” md.leri; Lisânü’l-ǾArab, “rđĥ”, “nfl” md.leri; Wensinck, el-MuǾcem, “nfl” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 357; Müsned, II, 10, 55, 184, 213; IV, 160; Zeyd b. Ali, el-MecmûǾu’l-ĥadîŝî ve’l-fıķhî (nşr. Abdullah b. Hammûd el-İzzî), San‘a 1422/2002, s. 241; Ebû Yûsuf, er-Red Ǿalâ Siyeri’l-EvzâǾî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 37-47; Şâfiî, el-Üm (nşr. Mahmûd Mataracı), Beyrut 1993, IV, 183, 186-188; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, el-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1388/1968, s. 420-447, 450-451; Sahnûn, el-Müdevvene, II, 29-31; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Kahire 1373/1954, IX, 168-171; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, Beyrut 1414/1993, III, 69-81; Kudûrî, et-Tecrîd (nşr. M. Ahmed Sirâc - Ali Cum‘a Muhammed), Kahire 1424/2004, VIII, 4124-4126; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1408/1988, V, 406-408; İbn Abdülber en-Nemerî, el-Kâfî fî fıķhi ehli’l-Medîneti’l-Mâlikî, Beyrut 2002, s. 214-216; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Nihâyetü’l-maŧlab fî dirâyeti’l-meźheb (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Beyrut 1428/2007, XI, 461-467; Serahsî, Şerĥu’s-siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1971, II, 593-594, 596-623, 792, ayrıca bk. tür.yer.; III, 835; Nesefî, Ŧılbetü’ŧ-ŧalebe fi’l-ıśŧılâĥâti’l-fıķhiyye (nşr. Hâlid Abdurrahman el-Ak), Beyrut 1416/1995, s. 189, 196; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, I, 320; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1404/1984, IX, 183-188; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, V, 328-331; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Muħtelefü’ş-ŞîǾa fî aĥkâmi’ş-şerîǾa, Kum 1381 hş., IV, 416-417; İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, San‘a 1409/1988, V, 443; F. Løkkegaard, “Җћanīma”, EI² (İng.), II,1005-1006; “Tenfîl”, Mv.F, XIV, 74-77; Mehmet Erkal, “Ganimet”, DİA, XIII, 351-354; M. Cevâd Hüccetî-yi Kirmânî, “Enfâl”, DMBİ, X, 395-397.

Ahmet Yaman