TELCİE
(التلجئة)
Dış müdahale korkusuyla göstermelik ve danışıklı akid yapma; bu şartlarda yapılan sözleşme.
Sözlükte “himaye altına sokma, bir işlemi yapmak zorunda kalma” anlamındaki telcie (ilcâ) kelimesi lugatlarda “ıztırar”la karşılanmakla beraber aralarında ince farklar vardır (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 125-126). Fıkıhta bir kimsenin -müsâdere, hırsızlık, gasp, ağır vergi gibi dış müdahale baskısı veya korkusuyla çaresiz kalıp- içi dışına uymayan işlemi yapmaya sürüklenmesini ifade eder. “Bey‘u’t-telcie” de satıcının bu şartlar altında inşa etmeye sürüklendiği göstermelik ve danışıklı (muvâzaalı) satış sözleşmesidir. Özellikle malî hukuktaki anlamı “güçsüz birinin ağır vergi yükünü kısmen hafifletebilmek için emlâkini nüfuzlu bir kimsenin himayesine katması”dır. Bir hadiste telcie “ısrarlı telkinlerin etkisiyle mirasın vârislerden birine aktarılması” mânasındadır (Ebû Dâvûd, “İcâre”, 49; Müsned, IV, 270; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, VI, 177). Kelâm ilminde ilcâ, “Allah’ın iradesinin kulların fiilleri üzerindeki zorlayıcı etkisi” anlamında kullanılmış, Mu‘tezile’nin başını çektiği kelâmcılar bu kavram çerçevesinde insanların zorlama altında işledikleri fiillerin ahlâkî değerini ve bunlara ilişkin sorumluluklarını tartışmıştır (Schwarz, II [1972], s. 413-427). İlcâ teriminin karşıtı ihtiyâr olup mülce’ mukabilinde de muhtâr kullanılır.
Telcie uygulamasına satış, nikâh, boşanma, vakıf, hibe, köle âzadı, şüf‘a vb. işlemlerde rastlanmakta, bunların ayrıntılarında hükümler farklılaşmaktadır. Hanefî hukukçularına göre telcie satış, icâre gibi fesih veya ikāle edilebilen tasarrufları fâsid kılarken bu nitelikte olmayan nikâh, talâk, ıtâk, adak vb.ni etkilemez. Telcie aslında daha umumi olan hezlin (şaka) bir türü sayılmışsa da akdin gerek öncesinde gerek o esnada belirtilebilen hezlde telcienin aksine ıztırar şartı aranmaz. Bu konularda rıza ve ihtiyar kavramlarının çözümü özel bir öneme sahiptir (bk. HEZL; İHTİYAR; İKRAH). Mesele fıkıh literatüründe daha çok model akid sayılan alım satım çerçevesinde incelendiğinden burada bey‘u’t-telcie üzerinde durulacaktır. İkrah altında yapılana benzemekle beraber telcie satışında göstermelik bir akid, öncekinde fâsid veya mevkuf olsa bile gerçek bir sözleşme söz konusudur. Yine telcie işlemi Hanefîler’ce bir hîle-i şer‘iyye türü olarak nitelenirken (Saîd b. Ali es-Semerkandî, s. 63) şeklen kurulmadan önce taraflar üçüncü kişilerin tanıklığında onun göstermelik olduğuna dair gizlice anlaştıkları için Şâfiîler’ce emanet akidlerinden (bey‘u’l-emânet) sayılmaktadır. Telcienin dikkate alınması için akid öncesinde tarafların birbirine onun telcie şeklinde yapıldığını açıkça söylemesi şarttır. Zira telcie, özellikle sözleşmelerdeki hukukî istikrarın ve objektifliğin korunması ilkesine göre sadece halin delâletiyle sabit olmaz. Ancak şart muhayyerliğinin aksine telcie durumunun sonraki akdin içinde zikredilmesi gerekmez; çünkü belirtilecek olursa üçüncü kişilerin bu işlemi satım sanmalarını amaçlayan taraflar hedeflerine ulaşamaz. Telcie satışının hükmü, muvâzaanın akdin inşası veya ikrarında ya da semenin miktarı yahut cinsinde olmasına göre değerlendirilmiştir.
Akdin inşasında. Tarafların aralarında gerçekte var olmayan satışı akdin konusu üzerine sığınmaya sürükleyici bir müdahalede bulunulacağı korkusundan gerçekleşmiş gibi gösterme hususunda gizlice tanıklı muvâzaa yapmalarıdır. İkisinden birinin telcie teklifine diğerinin sessiz kalması ikrar sayılır. Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre bu durumda akid bâtıldır. Zâhirürrivâye’ye göre Ebû Hanîfe de aynı görüştedir. Ancak Ebû Yûsuf’un aktardığına göre Ebû Hanîfe, danışıklı telcie ön şartını gizlenen muvâzaalı muhayyerlik ve vade şartında olduğu gibi bâtıl, satışı ise kendi şartlarıyla geçerli saymıştır. Çünkü aklî melekeleri yerinde bir müslümanın helâl nitelikli fiili mutlaka geçerliliğe hamledilir; dolayısıyla tarafların irade beyanlarının sahih kılınma imkânı varken yok farzedilmesi câiz değildir. Ona cevaben bu satışın butlânına veya fâsidliğine hükmedilmesinin zaruretin varlığına dayandığı, Ebû Hanîfe’nin savunduğu gibi şartın akidde mevcut olması gerekli görülürse zaruretin savuşturulamayacağı söylenmiştir. İmam Muhammed’in Ebû Hanîfe’den rivayetine göre ise akid askıdadır (mevkuf); her iki tarafça üç gün içinde onaylanırsa bağlayıcılık kazanır, nakzedilirse bozulur. Çünkü daha önceki muvâzaa, alıcı ve satıcının açıklananın dışındaki bir maksada dayanan irade beyanlarının kurucu özelliğini engellememekle beraber hüküm doğurmayıp akdi fâsid kılan süresiz muhayyerlik şartı konumundadır. Bazı Hanefîler telcie satışını mülkiyeti kabz ile dahi aktarmaması bakımından bâtıl sayarken mezhepteki yaygın kanaate göre ehliyet sahibi kişilerin kendi akid kurucu sözleriyle oluşturulması bakımından bâtıl
değil fâsiddir. Tarafları irade beyanlarını gerçekten satım kastıyla yapmadıkları ve şeklen hezl kapsamına girdiği için sahih de değildir. Hakiki satış ve temlike rıza, dolayısıyla ikrarın geçerliliği ortadan kalkar ve bu, hüküm (mülkiyet) doğurması bakımından kurulmuş bir akid değildir. Maksadı değil irade beyanını esas alan Şâfiî mezhebindeki sahih görüşe göre sözleşmede anılmayan önceki gizli anlaşma hükümsüz, akid de rükün ve şartları bakımından tamam olduğundan telcie satışı sahihtir. Nitekim fâsid bir şart üzerinde anlaşmaya varılsa da akidde anılmasa akid sahihtir. Şâfiîler’in görüşünü benimseyen Ebü’l-Hattâb el-Kelvezânî dışındaki Hanbelîler’in sahih ve meşhur görüşü şöyledir: Muvâzaa şahitler huzurunda yapılmışsa telcie satışı bâtıldır. Zira tıpkı hezldeki gibi tarafların aslında böyle bir satımı amaçlamadıkları halin delâletiyle sabittir. Ancak dış müdahale korkusu bulunsa bile satışın telcie olduğuna dair danışıklılık yoksa akid sahihtir. Mâlikîler ise dış zorlama altında kurulan akdi öncesinde telcie olarak yapılacağı belirtilmese bile mükrehin satışına denk tutup bâtıl saymıştır; çünkü onlara göre sözleşmelerde maksatlar muteberdir ve evvelinde koşulan şart akde birleşik/ilişik gibidir. Kısacası akid öncesinde koşulan şartlara dair görüş ayrılığı maksada itibar konusundaki ihtilâfa dayanmaktadır; kastı muteber sayanlara göre önceki şartlar da mer‘îdir.
Akdin ikrarında. Taraflardan birinin, emlâkine yönelik sığınmaya sürükleyici bir müdahalede bulunulacağı korkusu yüzünden diğeri lehine sahici olmayan alenî ikrarını gerçekmiş gibi gösterme hususunda gizlice muvâzaa yapmasıdır. Bu durumda da mülkiyet intikal etmez. İki taraf, olmayan bir satışı ikrarda anlaşıp ikrar ettikten sonra onun gerçekleşmediğine dair uzlaşırsa satış bâtıldır; artık tarafların onaylamasıyla da geçerlilik kazanmaz. Çünkü ikrar ihbar niteliğindedir; ihbarın sıhhati ise haberin konusunun sübûtuna bağlıdır; o sabitse ihbar da doğru, aksi takdirde değildir. Burada haberin konusu satış olup sabit değildir; dolayısıyla da câizlik ihtimali yoktur; zira icâzet mâdumu değil mevcudu kapsar.
Semenin miktarında. Hakiki bir akid kurmada uzlaşan tarafların gizlice muvâzaa yapıp bedeli meselâ 1000 olarak belirledikten sonra satış işlemini görünüşte 2000 üzerinden kayıt altına almalarıdır. İmam Şâfiî’ye, Hanbelî mezhebindeki zâhir, Kadı Ebû Ya‘lâ nazarında ise kesin görüşe ve Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivayette Ebû Hanîfe’ye göre akidde belirtilen bedel muteberdir. Çünkü akdin geçerliliğini muhtevasında bildirilenler belirler; bu örnekte hakiki bir satış amaçlandığı için onun öncesinde gizlice şart koşulan danışıklı bedel akidde açıklanmadığından hükümsüz, önceki gizli anlaşma da geçersizdir. Nitekim bu, fâsid bir şart üzerinde uzlaşıldıktan sonra koşulsuz yapılan akdin sahih sayılması gibidir. Ayrıca akidde önceden gizlice şart koşulan bedelden daha yükseği ilân edilerek sözleşme ona bağlanmaktadır. Ebû Yûsuf’un savunduğu ikinci görüş ve Hanbelî mezhebindeki iki yaklaşımdan biri, üzerinde gizlice anlaşılan muvâzaalı bedele itibar edileceği yönündedir. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî bu konuda ihtilâf bulunmadığını belirtmektedir. Ebû Hafs İbnü’l-Attâr dışındaki Mâlikîler de mehir konusunda aynı kanaate sahiptir. Hezl satışının fâsidliğini savunan Hanefî ve Hanbelîler’e göre akidde ilân edilen fiyat zaten ilk bini içermekte olup taraflar, gösteriş amaçlı ikinci bini gerçekten alıp vermeme konusunda uzlaştıklarından sanki o fazlalığa dair şaka yapmış gibidir. Mezhepteki iki yaklaşımdan daha sağlam olanına göre onun sahihliğini savunan Şâfiîler fazlalığın da fiyata katılacağını düşünmektedir. Zâhirürrivâye’ye göre Ebû Hanîfe, muvâzaa sırasında taraflar açıklanacak iki binden birinin göstermelik/yapmacık olduğunu belirtmişse üzerinde gizlice anlaştıkları fiyat geçerli iken belirtmemişlerse akidde bildirilen bedele itibar edileceğini söylemektedir, çünkü fiyat diye sözleşmede geçene denir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’in görüşü de bu yöndedir. Fiyatın olduğundan yüksek gösterilmesi çoğunlukla mehir tayininde gösterişe kaçmak ve emlâk satışlarında şüf‘a sahibinin önünü kesmek gibi amaçlarla yapılmaktadır.
Semenin cinsinde. Alıcı ile satıcının önceden aralarında semenin meselâ 1000 dirhem olduğunda gizlice anlaşması, fakat akidde 100 dinar şeklinde kayda geçirmesidir. Taraflar bu muvâzaa sırasında, ilân edilecek cinsten fiyatın göstermelik olduğunu belirtmemişse akidde bildirilen muteberdir ki bu örnekte 100 dinardır ve gizlice belirlenenden yüksektir. Muvâzaada açıklanacak semenin düzmece olduğu belirtilmişse akid kıyasa göre bâtıl, ancak istihsan bakımından ilân edilen üzerinden her hâlükârda sahih sayılmıştır. Bu satışın kıyasen butlânına hükmedilmesinin gerekçesi şudur: Gizli semen akid sırasında belirtilmemişken açıklananı da yapmacık olup gerçekten amaçlanmamaktadır. Böylece bedel düşer, geriye bu yönüyle belirsiz ve dolayısıyla geçersiz bir satım kalır. İstihsanen sahih sayılması şöyle gerekçelendirilmiştir: Taraflar bâtıl değil sahih satış amaçladıklarından onu mümkün mertebe geçerli saymak gerekir ki bu ancak muvâzaalı olanı da içeren alenî semen esas alınırsa mümkündür. Sanki koştukları gizli şarttan dönmüşlerdir ve hüküm görünene bağlanmıştır. Nitekim telcie satışı yapmak üzere anlaşıp görünüşte hibe gibi gösterselerde hüküm böyledir. Bu hükümler tarafların aralarında gizlice muvâzaa yapması, ancak akdi alenî gerçekleştirmesi durumunda söz konusudur. Taraflar üzerinde gizlice anlaştıkları semeni akid sırasında daha yüksek veya farklı cinsten gösterme hususunda muvâzaa yapsalar ikinci sözleşmenin göstermelik olduğu belirtilmezse öncekini ortadan kaldıracağından sonrakinin kuruluşu sırasında anılan semen geçerlidir. Zira taraflarca sonraki akdin yürütülmesi fesih ve ikāle ihtimaline açık olan önceki satışı iptal eder. Buna karşılık yeni sözleşmenin yapmacıklığını belirtmekle birlikte fiyat farklı cinsten tesbit edilmişse ilk akid muteberdir. Çünkü yapmacıklığını söylemekle ikincisinde anılan semeni bâtıl kılmışlardır; akid sahih olmadığına göre geriye önceki kalmaktadır. Ancak fiyat aynı cinsten tesbit edilmişse ikinci akid muteberdir. Zira satış fesih ihtimaline açıktır. İkinci akid ve ilkinin semeni geçerlidir; hezl yapmak suretiyle fazlalığı iptal ettiklerinden fiyattaki ziyade bâtıldır.
Şâfiîler’e göre satış ilân edilen semen üzerinden sahihtir. İlga edildiği için önceki ittifak etkisizdir. Sanki taraflar fâsid bir şart üzerinde anlaştıktan sonra koşulsuz akid yapmış gibidir. Hanbelî mezhebinde satıştan önce bir semen üzerinde uzlaşılması, sonra akidde başkasının kaydedilmesi konusunda iki görüş vardır. Birincisi semen tarafların üzerinde gizlice anlaştıklarıdır; ikincisi akidde belirttikleridir. Mâlikîler nikâh akdinden bahsederken gizli olan ve açıklanan mehri değerlendirmiştir. Övünç ve kıvanç amacıyla açıklanan alenî mehrin muteber olmadığının kanıtı varsa tarafların üzerinde uzlaştığı gizli mehirle amel edileceği kanaatindedirler. Tarafların anlaşmazlığa düşmesi durumunda kadın, üzerinde gizlice anlaşılan düşük mehirden ilân edilen yüksek mehre dönüldüğünü ileri sürüyorsa aksini savunan kocadan yemin isteyebilir. Koca yemin ederse gizli mehir geçerli olur; kaçınırsa karısından iddiasını teyiden yemin istenir ve alenî mehirle amel edilir. Onun kaçınması durumunda
ise itibar gizli mehredir. Hanefîler’e göre alıcı ve satıcı uzlaşıp bağlayıcılığı bulunmadığı gibi akidleşmeden daha güçlü de olmayan muvâzaadan dönerlerse satış geçerlilik kazanır; çünkü akdin ardından yapılacak bir başka akid öncekini ortadan kaldırabileceğine göre muvâzaayı da kaldırabilir. Telcienin ispatı konusundaki hükümler ve görüş ayrılıkları bazı fıkıh eserlerinde geniş biçimde ele alınmıştır. Ancak bunlar, gizli satışın sıhhatini ve ilân edilenin butlânını savunan Zâhirürrivâye’ye göre Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan gibi Hanefîler’e, Hanbelî mezhebindeki genel kabul gören görüşe ve Mâlikî mezhebinin mefhumuna göredir. Şâfiîler, Hanbelîler’den Kadı Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Ebû Yûsuf’un bir rivayetine göre Ebû Hanîfe gibi tam aksi görüştekiler ise bu ayrıntılara girmezler.
Alacaklılar, varlıklı fakat borcu sebebiyle temerrüde düşen birinin, malını telcie yoluyla başkasına aktarmasından korkarak hacredilmesini talep ettiklerinde hâkimin bu kimseyi hacir altına alıp alamayacağı tartışmalıdır. Ebû Hanîfe’ye göre bir var sayım olan telcie ihtimaline dayanılarak kişinin ehliyetinin kaldırılması ve rızası alınmadan malının satılması câiz değildir. Ağır borç yükü altında kalıp ödeme güçlüğü sebebiyle temerrüde düşen kişiye, mevcut varlığını da yitirmesinden veya telcie yoluyla üçüncü şahıslara aktarmasından korkan alacaklılarca istenmesi üzerine kazâî hacir uygulanabilir; malını satıp borcunu tasfiyeye mahkûm edilen böyle bir borçlunun telciesi câiz değildir, çünkü kendisine uygulanan haklı bir zorlama olup telcieye dayalı satış akdini bâtıl kılmaz. Nitekim mirasçı ve alacaklıları haklarından mahrum etmek için telcie satışı veya hibesi bâtıldır.
Tarih. Sâsânî İmparatoru I. Şâpûr’un (240-272) oğluna yaptığı uyarılara dair bir alıntıdan, gerekli önlemler alınmadığında haraç mükelleflerinin vali ve vergi tahsildarlarının baskı ve haksızlıkları sonucunda ilcâya sürüklenebildikleri anlaşılmaktadır. Buradan hareketle Sâsânîler’de telcienin bilindiği sonucuna varılabilir. İlcâ yöntemi Roma İmparatorluğu’ndaki bir çeşit himaye uygulaması olan “patrocinium” ile de ilişkilendirilmektedir. Bu uygulamaya İslâm tarihinde çoğunlukla aşırı vergilendirmeden veya tahsildarların keyfî uygulamalarından kaynaklanan zulümden kurtulmak için başvurulduğu görülmektedir. Bazı çiftçiler telcie/ilcâ suretiyle arazilerini üst düzey devlet görevlileri, büyük day‘a veya iktâ sahipleri vb. kişilerin adına kaydettiriyor, böylece belli bir bedel karşılığında yeni hâmilerinin nüfuzundan faydalanarak maliyecilerin baskısından kurtuldukları gibi ağır vergileri büyük ölçüde azaltabiliyorlardı. Ancak tehlike geçtikten sonra bunların geri alınmasını sağlayacak hukukî teminatlar oluşturulamadığı için bu topraklar zamanla adına kayıtlı olduğu kişilere veya mirasçılarına geçiyor, sığıntı konumundaki gerçek sahipleri ise kiracı çiftçiye veya ortakçıya dönüşüyordu. Meselâ Emevî Halifesi I. Velîd devrinde, Batâih’te (Irak) sular altında kalan arazilerin drenajı yapılarak yeniden tarıma kazandırılması için gerekli 3 milyon dirhemlik alt yapı yatırımını üstlenmesi karşılığında Seyyibeyn bölgesi bataklıkları iktâ suretiyle kendisine verilen Mesleme b. Abdülmelik’e yerli halk topraklarını telcie usulüyle aktarmıştır. Ancak Abbâsî devriminden sonra Emevî hânedanının emlâkine el konulunca bu yerler de sahâbî Abdullah b. Abbas’ın torunu Dâvûd b. Ali’ye iktâ edilmiştir. Merâga (Azerbaycan) halkının İrmîniye Valisi Mervân b. Muhammed’e ilcâ ettikleri araziler de Emevî hânedanının topraklarına el koyan Abbâsîler’ce müsadere edilmiş, daha sonra Hârûnürreşîd’in kızlarından birine geçmiştir. Muhtemelen mağduriyet örneklerinin çokluğu sebebiyle bazı Hanefîler tarafından mal sahibine, alıcının veya lehine ikrarda bulunulan kişinin hıyanet etmesi ihtimaline binaen telcieyi kanıtlama ve malı geri alma imkânı sağlayacak tanıklı bir belge hazırlaması önerilmiştir. Ayrıca malın üçüncü şahıslara aktarılması ihtimaline karşılık belgenin içeriğine müşterinin malın bedelini ödemesini güvence altına alacak bir damânü’d-derek eklemesi de tavsiye edilmiştir (belgelerin muhtevası hakkında bk. Saîd b. Ali es-Semerkandî, s. 64-66).
Abbâsîler zamanında telcie uygulamasının sürdüğü ve Halife Mansûr devrinde artış gösterdiği anlaşılmaktadır. Bir çiftçi, vergi memurlarının zulmünden dert yandığı halifeye ürünün dörtte birini sunarak arazisini kendi adına kaydettirme teklifinde bulunmuştur. Yine Ahvazlı bir kişi day‘asının Mansûr’un veziri Ebû Eyyûb el-Mûriyânî’ye kiralanmış gibi gösterilmesi karşılığında kendisine yıllık 100.000 veya 200.000 dirhem ödemiştir. Fırat kenarındaki Şuaybiye halkı, kendilerine yüklenen harâc-ı mukāsemenin oranının düşürülmesi karşılığında topraklarını Hârûnürreşîd'in oğlu Ali'ye vererek onun adına çiftçilik yapmaya başlamıştır. Halifeyle görüşen Ali, öşrî statüye kavuşturulmasını sağladığı bu toprakları razı olacakları daha az bir vergi karşılığında bölge halkına işlettirmiştir. Zencanlı ve Kâkuzânlı çiftçilerin de tahsildarlar ve haydutların zulmünden kurtulmak için topraklarını göstermelik satım sözleşmeleriyle Hârûnürreşîd'in o sırada Cürcân, Taberistan ve Kazvin valiliği yapan oğlu Kāsım el-Mü’temen’in himayesine soktukları ve hazinenin öşrüne ilâveten ona da ondalık verdikleri anlaşılmaktadır. Gıtrîf b. Atâ el-Cüreşî’nin Cibâl valiliği döneminde Mefâze halkının çoğunluğu tarlalarını Cüreşî’nin kumandanı Hümâm b. Hâni’ el-Abdî’ye ilcâ etmiş, o da ölümüne kadar bu yerlerin beytülmâl hissesini ödemiştir. Ancak mirasçılarının arazileri işletememesi üzerine halk, Horasan’dan Bağdat’a dönüşünde bölgeden geçen Me’mûn’a başvurarak topraklarının mülkiyetinin halifeye devri karşılığında onun himayesinde çiftçilik yapmayı sürdürme talebinde bulunmuştur. Halifenin alt yapı yatırımlarını üstlendiği bu yerler hassa arazilerine dönüşmüştür. 256 (870) yılında Kerh halkının Halife Mühtedî-Billâh’tan kendileri için bizzat yazmasını istedikleri beş tevkīin biri telcielerin iadesine dairdir. IV. (X.) yüzyılın başlarında Fars halkı, arazilerini telcie suretiyle ürünün çeyreği karşılığında (?) sultanın Irak’taki adamlarının namına tescil ettirmiştir. X-XI. yüzyıllarda Büveyhîler’in hâkimiyeti altındaki Irak’ta da durum böyledir. Meselâ 358 (968) yılında Iraklı çiftçiler topraklarını Büveyhî emîri katında büyük nüfuza sahip olan İbn Şîrzâd’a telcie etmişlerdir. İktâ uygulamasıyla olumsuz ilişkisi bulanan telcienin Selçuklular ve İlhanlılar devrinde azalarak sürdüğü anlaşılmaktadır (Lambton, s. 139-140; ayrıca bk. DAY‘A; HARAÇ).
BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, IV, 270; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 49; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), s. 292, 308, 319, 325, 364; İbnü’l-Fakīh, Kitâbü’l-Büldân (nşr. Yûsuf el-Hâdî), Beyrut 1416/1996, s. 282, 284, 559-560, 581; Taberî, Târîħ, Beyrut 1407/1987, V, 463; Cehşiyârî, el-Vüzerâǿ ve’l-küttâb, s. 7, 118; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (Zebîdî), s. 169-170; İstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 158; İbn Havkal, Śûretü’l-arż, s. 303; Ebû Ali et-Tenûhî, Nişvârü’l-muĥâđara (nşr. Abbûd eş-Şâlecî), Beyrut 1393/1973, VIII, 131-133; Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtîĥu’l-Ǿulûm, Beyrut 1411/1991, s. 73; Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûķ fi’l-luġa, Beyrut 1403/1983, s. 125-126; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, Kahire 1333/1915, II, 39, 175, 257, 270, 384; Hilâl b. Muhassin es-Sâbî, el-Vüzerâǿ (nşr. Hasan ez-Zeyn), Beyrut 1990, s. 145; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1414/1994, VI, 177; Saîd b. Ali es-Semerkandî, Cennetü’l-aĥkâm ve cünnetü’l-ħiśâm fi’l-ĥiyel ve meħâric (nşr. Saffet Köse - İlyas Kaplan), Beyrut 1426/2005, s. 56-57, 63-66; Serahsî, el-Mebsûŧ, XIV, 175; XVIII, 122-124; XXIV, 122-128; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 176-178;
VII, 169; Mutarrizî, el-Muġrib fî tertîbi’l-muǾrib (nşr. Mahmûd Fâhûrî - Abdülhamîd Muhtâr), Halep 1399/1979, II, 241-242; Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî, et-Tedvîn fî aħbâri Ķazvîn (nşr. Azîzullah el-Utâridî), Beyrut 1408/1987, I, 46; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405, IV, 150; VII, 61; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), V, 93; Nevevî, el-MecmûǾ, Beyrut 1997, IX, 248, 315-316; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr li-taǾlîli’l-Muħtâr (nşr. Ali Abdülhamîd Ebü’l-Hayr - M. Vehbî Süleyman), Beyrut 1419/1998, II, 265-266; Takıyyüddin İbn Teymiyye, el-Fetâva’l-kübrâ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma’rife), III, 149, 152-154, 160; IV, 205; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1973, III, 89, 92, 93, 134, 380; IV, 44; Şemseddin İbn Müflih, Kitâbü’l-FürûǾ (nşr. Ebü’z-Zehrâ Hâzim), Beyrut 1418, IV, 35-36; V, 203; Ali b. Süleyman el-Merdâvî, el-İnśâf fî maǾrifeti’r-râciĥ mine’l-ħilâf (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1406/1986, IV, 265-266; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-meŧâlib (nşr. M. M. Tâmir), Beyrut 1422/2001, II, 11; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VI, 8-9, 99; VII, 253; VIII, 94, 163; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 16; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, III, 149-150; IV, 243, 298; V, 155; el-Fetâva’l-Hindiyye, Beyrut 1411/1991, III, 209-210; V, 49-51; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 272-273; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr (nşr. Muhammed İlîş), Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 313; Mustafa es-Süyûtî, Meŧâlibü üli’n-nühâ fî şerĥi Ġāyeti’l-müntehâ, Dımaşk 1380/1961, III, 4, 57; IV, 275, 378; V, 49, 213; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, Beyrut 1421, IV, 482; V, 273-276, 489, 604, 608; VI, 251, 253; C. Zeydân, Târîħ, II, 126-128; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1967-68, I, 358, 385-391; II, 815; Abdülazîz ed-Dûrî, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-iķtiśâdî fi’l-ķarni’r-râbiǾi’l-hicrî, Beyrut 1974, s. 34-35; a.mlf., “Neşǿetü’l-iķŧâǾ fi’l-müctemiǾâti’l-İslâmiyye”, MMİIr., XX (1970), s. 9-12; F. Løkkegaard, Islamic Taxation in the Classic Period, Lahore 1979, s. 67-70; Neş’et İbrâhim ed-Düreynî, et-Terâđî fî Ǿuķūdi’l-mübâdelâti’l-mâliyye, Cidde 1402/1982, s. 207-221; Muhammed Âl-i Bahrülulûm, ǾUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 203-212; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeǿü’r-rıżâ fi’l-Ǿuķūd, Beyrut 1406/1985, I, 418-423; A. K. S. Lambton, Continuity and Change in Medieval Persia, London 1988, s. 139-140; Mustafa Demirci, İslâmın İlk Üç Asrında Toprak Sistemi, İstanbul 2003, s. 308-311; M. Schwarz, “Some Notes on the Notion of Ilja’ (Constraint) in Mu‘tazilite Kalam”, IOS, II (1972), s. 413-427; “BeyǾu’t-telciǿe”, Mv.F, IX, 62-69.
Cengiz Kallek