TASFİYE

(التصفية)

Nefsi kötülük ve günah kirinden temizlemek anlamında tasavvuf terimi.

Sözlükte “duru ve temiz olmak” anlamındaki safv kökünden türeyen tasfiye “süzmek, arıtmak, saf ve temiz hale getirmek” demektir. Kur’an’da Allah’ın bazı kullarını yüce görevler için seçtiği belirtilirken aynı kökten gelen ıstıfâ (seçmek, tercih etmek) kelimesi kullanılmıştır (en-Neml 27/59; Fâtır 35/32; Sâd 38/47). Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ve İmrân ailelerini seçmiş ve âlemlere üstün kılmıştır (Âl-i İmrân 3/33). Bu âyetlerde peygamberlerin Allah tarafından seçilen üstün nitelikli kullar olduğu ifade edilmektedir. Hz. Peygamber, “Allah beni Hâşimoğulları’ndan seçti” buyurmuştur (Müslim, “Feżâǿil”, I; Tirmizî, “Menâķıb”, 1). Allah, Hz. Muhammed’i âlemlere üstün kılmıştır (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 31). Tasavvufta Hz. Peygamber’den “Mustafâ” (Allah’ın seçkin kulu) diye bahsedilir. Hz. Meryem de Allah’ın seçtiği ve arındırdığı bir kuldur (Âl-i İmrân 3/42); ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın meleklerden seçtiği resuller vardır (el-Hac 22/75), yine O’nun saf ve seçkin bir kulu olduğundan Hz. Âdem’e “Safiyyullah” denilmiştir (Dârimî, Muķaddime, 8). Takvâ sahibi sâlih müminler ve velîler de Allah’ın seçkin kullarıdır. İctibâ kelimesi de Kur’an’da “seçmek” anlamında kullanılmıştır (el-En‘âm 6/87; Tâhâ 20/122; el-Kalem 68/50).

Tasfiye kavramı Kur’an’da tathîr (temizlemek) ve tezkiye (arındırmak) kelimeleriyle de ifade edilmiştir (Âl-i İmrân 3/42; et-Tevbe 9/103; el-Ahzâb 33/33). Allah ve resulü insanları ve müminleri mânevî temizliğe davet eder, onları kötülük ve günah kirinden arındırır (el-Bakara 2/129, 151; en-Nisâ 4/49; en-Nûr 24/21; el-Cum‘a 62/2). Allah’ın arındırması yanında insanın kendi iradesiyle nefsini mânevî kirlerden arındırması önemli olduğundan bir âyette, “Kim arınırsa kendi yararına arınmış olur, dönüş Allah’adır” buyurulmuş (Fâtır 35/18), mânen temizlenenlere ebediyen cennette kalacakları müjdelenmiştir (Tâhâ 20/76). Mânevî ve ruhî arınmayı emreden İslâm, insanların nefislerini temize çıkarmalarını ve arınmış olma iddiasında bulunmalarını yasaklar (en-Nisâ 4/49; en-Necm 53/32); çünkü önemli olan insanların kendilerini temize çıkarması değil, Allah’ın onları tezkiye etmesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de


mânevî pisliği ve kiri ifade etmek için rics (et-Tevbe 9/95; el-Ahzâb 33/33), neces (et-Tevbe 9/28) ve dess (eş-Şems 91/10) gibi kelimeler de kullanılmıştır. Temiz olarak dünyaya gelen ve kalbi hakikati kavramaya müsait olan nefis zamanla kirlenir, üzerini pislik kaplar, katılaşır ve taş kesilir (el-Bakara 2/74). Kir içinde kalan kalp doğruları göremez, hakikatleri kavrayamaz. Bundan dolayı, “Onların kalpleri var, ama bununla bir şey anlamazlar” (el-A‘râf 7/179) ve, “Göğüslerdeki kalpler kör olur” (el-Hac 22/46) buyurulmuştur. Çeşitli sebeplerle kirlenen nefisleri ve kalpleri saf hale getirmek, böylece doğruyu görmelerini, gerçeği anlamalarını sağlamak gerekir.

Bazı sûfî müelliflere göre sûfî kelimesi tasfiye kelimesinin kökü olan “safv” kökünden gelir. Serrâc genellikle sûfîlerden “ehl-i safvet” şeklinde bahseder (el-LümaǾ, s. 46-48, 105-106). Sûfîlik saflığın, duruluğun ve temizliğin kaynağıdır. Sûfîlere “ehl-i tasfiye” de denir (Hücvîrî, s. 39).

İlâhî bilgiye, hakikate ve hikmete ermek için biri nazarî akıl, diğeri tasfiye olmak üzere iki yoldan bahsedilmiştir. Gazzâlî bu iki yolu iki örnekle anlatır. Verdiği ilk örnekte zâhir ulemâsının nazarî akla ve istidlâle dayanan yolunu akar sularla beslenen göle, sûfîlerin keşf ve ilhamı esas alan yolunu ise dipten kaynayan sularla beslenen göle benzetir ve her iki yol da güzel olmakla beraber dipten gelen sularla oluşan gölün suyunun daha temiz ve daha berrak olduğunu söyler. Gazzâlî’nin verdiği ikinci örnek Çin ve Rum sanatkârları arasındaki süsleme yarışıdır. Bir duvar perde ile ikiye bölünür; süslemeleri için duvarın bir tarafı Çin, diğer tarafı Rum sanatkârlarına verilir. Rumlar kendilerine ait duvarı türlü renklerle çeşitli motifler yaparak süslemeye koyulurken Çinliler kendi duvarlarını cilâlamak ve parlatmakla yetinirler. Aradaki perde kaldırılınca Rumlar’ın yaptıkları resim ve nakışlar karşı duvara yansır ve orada daha güzel görünür (İĥyâǿ, III, 21). Aynı örnek Mevlânâ’nın Meŝnevî’sinde de geçmekte (I, 344), ancak burada daha güzel resim yapanların Çinliler olduğu söylenmektedir. Gazzâlî bu örnekte sûfîlerin kendi iç âlemlerine yöneldiklerini, ruhlarını tasfiye edip kalplerini cilâlayarak ilham yoluyla ilim, irfan ve mârifete ulaştıklarını; bu yolla elde ettikleri ilim ve irfanı daha doğru ve daha güvenilir kabul ettiklerini vurgular (İĥyâǿ, III, 19). Gazzâlî mârifet ve hakikatlerin insanın kalbine yansımasını ayna örneğiyle açıklar ve bu yansımaya beş şeyin engel olabileceğini belirtir; bunları kalbin bu hususta istidadı olmaması, kirlenmiş ve paslanmış olması, hakikat tarafına çevrilmemiş olması, kalple hakikat arasında taassup ve taklit perdesinin bulunması ve kalbin yöneleceği cihetin bilinmemesi olarak sıralar. Ona göre bu engellerin bir kısmı veya tamamı hangi nisbette ortadan kalkarsa ilim ve hakikatler tasfiye edilen kalbe o nisbette yansır. Gazzâlî’nin “kalp gözü” dediği şey bu yansımadır (a.g.e., III, 12). Kalbi tasfiye etmenin yolunun dünya ile ilgili bağları koparıp atmak, dünyevî şeylere kalpte yer vermemek, bütün dikkati ve zihnî faaliyetleri Allah üzerinde yoğunlaştırmak, usulüne uygun bir mücâhede ve riyâzet olduğunu söyleyen sûfî müellifler kalp tasfiyesi yoluyla bilgi edinmenin zorluk ve sakıncalarına da dikkat çekmişlerdir. Şiddetli mücâhedenin, ağır riyâzet ve zor çilelerin sâlikin beden sağlığını, mizacını ve aklî dengesini bozabileceğini, kalbinde birtakım vehimler ve hayaller ortaya çıkabileceğini, dinî hükümleri bu yolla öğrenme sevdasına kapılabileceğini söyleyen Gazzâlî, bu durumdaki kişiyi çalışarak geçimini sağlayacağı yerde define aramakla vakit geçiren definecilere benzetir (a.g.e., III, 19).

İşrâkīler diye anılan bazı filozoflar ve kalp tasfiyesi yoluyla bilgi kazanılacağını savunan mutasavvıflar arasındaki yakınlık ve benzerlik üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Ünlü sûfî Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile İbn Sînâ’nın bu konuyu üç gün aralarında tartıştıktan sonra İbn Sînâ’nın, “O benim bildiğimi görüyor”, Ebû Saîd’in, “O benim gördüğümü biliyor” dediği rivayet edilir (Muhammed b. Münevver, s. 194). Bu menkıbede, İbn Sînâ’nın aklî nazar ve istidlâl yoluyla ulaştığı bilgi ile Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın tasfiye yoluyla ulaştığı bilgi ve hakikatin, yani aklıselim ile kalbiselimin aynı noktada birleştiği anlatılmak istenmiştir. Aklî nazar ve tasfiye yoluyla ulaşılan bilgiler arasındaki ilişki konusunda Taşköprizâde ve Kâtib Çelebi gibi müelliflerin eserlerinde daha sistematik bilgiler bulunmaktadır. Bu eserlerde aklın dört mertebesinden (heyûlânî akıl, fiil halinde akıl, meleke halinde akıl, müstefâd akıl) bahsedilir ve aklın müstefâd akıl haline eriştiğinde her şeyi apaçık ve kesin olarak algılayacağı belirtilir. Tasfiye yolunu tutanların ise nihaî gayeye ulaşmaları için dinin zâhirî hükümlerine uyma, ahlâkı düzeltme, ruhu kutsî sûretlerle süsleme, Allah’ın cemalini temaşa etme şeklinde dört menzil katetmeleri gerektiği anlatılır ve nazarî aklın dördüncü mertebesinin tasfiye yolunun üçüncü menzilini kısmen kapsadığı, fakat tasfiye yolunun üçüncü menzilindeki bilgilerin daha kesin ve daha açık olduğu vurgulanır (Tehânevî, I, 37, 42; Taşköprizâde, I, 110; II, 612; Keşfü’ž-žunûn, I, 54, 677). Bu örnekte de tasfiye yoluna üstünlük tanındığı görülmektedir. İstidlâl ve nazar Hz. İbrâhim’in (Halîl yolu), tasfiye Hz. Peygamber’in yolu (habîb yolu) olarak kabul edilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “śfv” md.; et-TaǾrîfât, “Śafvet” md.; Tehânevî, Keşşâf, İstanbul 1317, I, 37, 42, 553; Müsned, III, 343, 386; Serrâc, el-LümaǾ, s. 46-48, 105-106; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 550-555; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, Tahran 1338, s. 39; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 2-47; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr (nşr. Ebü’l-Alâ el-Afîfî), Kahire 1383/1964, s. 49; Ebû Mansûr el-Abbâdî, Śûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyin Yûsufî), Tahran 1347; Muhammed b. Münevver, Tevhidin Sırları (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2004, s. 194; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd (nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1365 hş., s. 187-226; Mevlânâ, Mesnevî, I, 344; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taǾrîf (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Kahire 1968, s. 553-630; İbn Haldûn, Şifâǿü’s-sâǿil, s. 30-33, 52-54; a.mlf., Muķaddime, Beyrut 1967, s. 441; Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I, 110; II, 612; Keşfü’ž-žunûn, I, 54, 677; Seyyid Sâdık-ı Gûherîn, Şerĥ-i Iśŧılâĥât-ı Taśavvuf, Tahran 1368, IV, 98.

Süleyman Uludağ