TAĞLÎB

(التغليب)

Aralarında ilgi bulunan iki şeyden birinin lafzının diğerine tercih edilerek her iki şey için kullanılması anlamında bir terim.

Sözlükte “yenmek, üstün gelmek” anlamındaki galebe masdarından türeyen tağlîb “galip getirmek, çoğunluğa göre hükmetmek” anlamına gelir. Arap dilinin kadîm anlatım şekillerinden olan tağlîb, meânî ilminin konuları arasında zâhirî (sözlük) mânasından başka mâna bildiren söz çeşitlerinden sayılan bir ifade tarzıdır (Abdülfettâh Besyûnî, I, 290). Ancak Sübkî tağlîbe bedî‘ nevileri arasında da yer vererek onu edebî bir sanat şeklinde göstermektedir (ǾArûsü’l-efrâĥ, IV, 473). Gerek anlatım biçimi gerekse edebî sanat olarak tağlîb, “aralarındaki bir ilgiden dolayı


bir lafzı diğer lafzı ve anlamını kapsayacak biçimde kullanmak” demektir. Bu sanata tağlîb adının verilmesinin sebebi bir lafzın diğerine üstün tutulup tercih edilmesidir. Meselâ “ebeveyn” kelimesinin zâhirî anlamı “iki baba” olduğu halde “eb” “üm” (anne) kelimesine galip getirilerek annenin lafzını ve anlamını ifade edecek şekilde ikil biçime (tağlîb tesniyesi) dönüştürülmüştür. Tağlîb, daha ziyade galip getirilen lafzın ikil şekline çevrilmek suretiyle gerçekleştiğinden nahiv ilminde de söz konusu edilmiş, gerçek ikil değil ona mülhak olan türlerden sayılmıştır. Çünkü gerçek ikilde ikili meydana getiren her iki öğe de aynı anlamı belirtir: Kalemân (kalem + kalem) “iki kalem” gibi. Halbuki tesniyeye mülhak tağlîbde onu oluşturan iki öğe farklıdır. Bu farklılık üç tağlîb çeşidini ortaya çıkarır. 1. Hem lafız hem anlamları farklı olan: “Eb + üm” anlamında ebeveyn gibi. 2. Lafızlarının harfleri aynı, harekeleri farklı olan: “Ömer (b. Hattâb) + Amr (b. Hişâm = Ebû Cehil)” anlamında Ömereyn gibi. “Ömereyn” ile Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de kastedilmiştir. Müberred, bununla Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülaziz’in kastedildiğine dair görüşü, Cemel Savaşı’nda Hz. Ali’ye “Bize Ömereyn’in (Ebû Bekir + Ömer) sünneti verildi” denilmesini delil getirerek doğru bulmaz (el-Kâmil, I, 187). 3. Harf ve hareke bakımından lafızları aynı, anlamları farklı olan: “Göz + göze” (pınar) anlamında ayneyn gibi (Abbas Hasan, I, 118). İster tesniye şeklinde ister başka şekillerde gelsin her durumda tağlîbin galip ve mağlûp olmak üzere iki unsuru vardır. Galip unsur söz içinde geçen, mağlûp unsur ise lafzı ve mânası galip unsurun lafzıyla anlatılan ve söz içinde geçmeyen öğedir. Bu iki öğe arasında biri söylenince diğerinin akla gelmesi (telâzüm/tesâhüb), birbirine benzeme (teşâbüh), tanınmışlık (mâlûmiyet) gibi ilgiler bulunur. “Ömereyn”de (Hz. Ömer + Hz. Ebû Bekir) telâzüm/tesâhüb, “kamereyn”de (ay + güneş) teşâbüh ilgisi mevcuttur.

Sîbeveyhi tağlîb üslûbuna ilk dikkat çeken dil âlimlerinden biridir. Müzekkerin müennese galip geldiğini bir kural olarak belirttikten sonra çok sayıda müennesin yanında bir müzekker unsur bulunursa ibarenin tağlîb yoluyla müzekker şeklinde düzenleneceğini örneklerle açıklamıştır (Kitâbü Sîbeveyhi, III, 561-563). Aynı konuyu Müberred de ele almıştır (el-Kâ-mil, III, 1173). Arap dilinin, bütün kelimeleri eriller-dişiller şeklinde iki kategoriye ayrılan bir yapıya sahip bulunması sebebiyle tağlîb üslûbu çerçevesinde kadınların erkeklerle ortak olduğu birçok husus, iş ve eylem eril kiple ifade edilir. Kur’an’da eril kiple yer alan “ey iman edenler”, “namaz kılınız”, “oruç tutunuz” ifadeleri bunun örneklerinden bazılarıdır. Ancak fiil ve amel kadınlara özgü ise veya kadınları özel bir şekilde ilgilendiriyorsa dişil kip kullanılır. Cennet ve nimetleriyle cehennem ve azabına dair âyetlerde eril kiplerin kullanılması tağlîb üslûbunun bir gereğidir. Bilhassa ikil kiple gelen tağlîbler nahiv âlimlerinin çoğunluğuna göre semâî olup kıyas yoluyla üretilemez. Fakat bazı âlimler aralarındaki ilgi, benzeşme ve ayrılmazlık, biri söylenince diğerini hemen akla getirecek şekilde güçlü olup karışıklığa meydan vermeyecekse tağlîbin kıyasla da üretilebileceğini ileri sürmüştür (Abbas Hasan, I, 118; Mîşâl Âsî - Emîl Bedi‘ Ya‘kūb, I, 443). Tağlîb çeşitlerinin hepsi mecazdır, çünkü tağlîbde bir lafız hem kendi anlamını hem de mağlûp unsurun lafız ve mânasını kapsamaktadır. Bu sebeple kendi anlamına delâlet eden yanı hakikat, diğer öğenin anlamına delâlet eden yanı mecazdır (krş. Abbas Hasan, I, 118). Tağlîb üslûbu mücâvere, musâhabe, müşâkele ve umûmü’l-mecâz gibi alâkalarla mürsel mecazdan sayılmıştır (Teftâzânî, II, 50-55; Zerkeşî, III, 312).

Tağlîbde lafzın galip unsura tercih edilmesinde erkeklik, önem, güç ve kudret, akıllılık, ekseriyet, fesahat, belâgat, lafız ve anlam bakımından üstünlük, lafzî hafiflik, şöhret ve şeref gibi sebepler zikredilmiş, bunlara bağlı olarak birçok tağlîb türü tesbit edilmiştir. 1. Müzekkerin müennese tağlîbi. “Şems ve kamer” anlamında kamereyn kelimesi bunun örneklerinden biridir. Şems ortası sâkin olduğu için daha hafif sayılmasına rağmen kamerin eril olması tercih sebebi teşkil etmiştir. “وجمع الشمس والقمر” âyetinde (el-Kıyâme 75/9) fiilin eril özneye uygun bulunması ve Hz. Meryem’den söz eden “وكانت من القانتين” âyetinde (et-Tahrîm 66/12) “القانتان” yerine “القانتين” eril sîganın gelmesi bu nevi tağlîbdendir. İkinci örnekte Hz. Meryem’in kunutta (taat ve takvâ) erkekler derecesine ulaştığına tağlîb üslûbu ile işaret edilmiştir (Zerkeşî, III, 302-303; İbn Ya‘kūb el-Mağribî, II, 52-53). Müennesin müzekkere tağ-lîbi nâdirdir. 2. Lafız itibariyle daha hafif olanın ağır olana tağlîbi. İbn Sîde’ye göre (el-Muĥkem, II, 109) “Ebû Bekir + Ömer” anlamında Ömereyn kelimesi bu türdendir. Ömer terkip halinde bulunan Ebû Bekir’den daha hafif görülmüştür. İbnü’l-Hâcib, Ömer’in bütün faziletlerinin Ebû Bekir’de toplandığını ve bunun alt düzeydekinin üste tağlîbi nevinden sayıldığını belirtmiştir. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm’a göre ise hilâfet günlerinin daha uzun, kendisinin daha meşhur ve daha müessir olması sebebiyle Ömer lafzı tercih edilmiştir (İbnü’s-Sikkît, s. 402; Zerkeşî, III, 312-313). 3. Daha meşhur ve üstün konumda olanın böyle olmayana tağlîbi. “Mağrib + meşrik” anlamında meşrikayn gibi (ez-Zuhruf 43/38). Çünkü doğu yönü batı yönüne göre daha meşhur ve değerlidir (a.g.e., a.y.). 4. Akıllı varlıkların diğerlerine tağlî-bi. Nûr sûresinde (24/45) insanlar ve hayvanlar “dâbbe” kavramı içinde zikredildikten sonra her iki kategoriyi kapsayacak şekilde insanlara has zamirin (hüm) getirilmesi gibi. 5. Sayıca çok olanın aza tağlî-bi. İman etmeyenlerin Şuayb’ı ve ona iman edenleri kastederek, “Veya siz bizim dinimize geri dönersiniz” demeleri gibi (el-A‘râf 7/88). Bu örnekte müminlere ait olan geri dönme fiili tağlîb yoluyla Şuayb’ı da kapsamaktadır; halbuki Şuayb hiçbir zaman onların dinini benimsememişti ki geri dönmesi söz konusu olsun (a.g.e., III, 309). 6. Çoğul kipinin ikil ve tekil kipe tağlîbi. Yûnus sûresinin 87. âyetinde Hz. Mûsâ ve Hârûn’dan ikil kiple söz edilirken âyetin devamında, “Evlerinizi namaz kılınacak mekânlar haline getirin ve hepiniz namazı eda edin” buyurularak tağlîb yoluyla çoğul kipinin kullanılmasının sebebi, bu amellerin sadece Mûsâ ve Hârûn’a yönelik değil her mükellefi kapsadığını ifade etmektir (Bes-yûnî, I, 291-292). 7. Muhatabın gāibe tağ-lîbi. Neml sûresinin 55. âyetinde geçen “بل أنتم قوم تجهلون” (Doğrusu siz beyinsizliği seçmiş bir toplumsunuz) ifadesinin son kelimesi kurala göre يجهلون şeklinde gāib sîgasında olması gerekirken muhatap zamiri olan “أنتم” alâkasıyla muhatap biçiminde gelmiştir. 8. Kuvvetli olanın zayıfa tağlîbi. Ebeveyn ile vâlideynde babanın anneye tağlîbi bu kabildendir. Daha büyük ve daha geniş olanın böyle olmayana tağlîbi de bu gruba dahildir. Bahr kelimesinin aynı zamanda “nehir” anlamında kullanıldığı “وما يستوى البحران” (İki deniz [ırmak + deniz] eşit olamaz) âyetinde olduğu gibi (Fâtır 35/12). 9. Özelin genele tağ-lîbi. “İşte bu, iki elinin önceden yapıp gönderdiği amellerin yüzündendir” beyanında (el-Hac 22/10) işlerin çoğu iki elle yapıldığı için bütün organların işlediği amelleri kapsamak üzere tağlîb üslûbu ile ifade edilmiştir. Kemalpaşazâde’nin Risâle fî taĥķīķi’t-taġlîb, Gelenbevî’nin Türkçe


Risâle-i Tağlîb ve Muhammed Emîn el-Muhibbî’nin Cene’l-cenneteyn fî nevǾayi’l-müŝenneyeyn adlı eseri bu konudaki müstakil çalışmalardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, II, 1089-1090; Sîbeveyhi, Kitâbü Sîbeveyhi (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1972, III, 561-563; İbnü’s-Sikkît, Iślâĥu’l-manŧıķ (nşr. Ahmed M. Şâkir - Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1987, s. 394-402; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Beyrut 1406/1986, I, 186-188, 366-367; III, 1173; İbn Sîde, el-Muĥkem ve’l-muĥîŧü’l-aǾžam (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Kahire 1391/1971, II, 109; İbnü’ş-Şecerî, el-Emâlî (nşr. Mahmûd M. et-Tanâhî), Kahire 1413/1992, I, 19-20; İbn Usfûr el-İşbîlî, Şerĥu Cümeli’z-Zeccâcî (nşr. Fevvâz eş-Şa‘‘âr), Beyrut 1419/1998, I, 68-71; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 181-182; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 293-294; Bahâeddin es-Sübkî, ǾArûsü’l-efrâĥ (Şürûĥu’t-Telħîś içinde), Kahire 1937, II, 50-55; IV, 473; Teftâzânî, el-Muħtaśar (a.e. içinde), II, 50-55; Zerkeşî, el-Burhân, III, 302-313; İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Mevâhibü’l-fettâĥ (Şürûĥu’t-Telħîś içinde), Kahire 1937, II, 50-55; Abbas Hasan, en-Naĥvü’l-vâfî, Kahire 1975, I, 118-119; Mîşâl Âsî - Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-MuǾcemü’l-mufaśśal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, I, 443; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-meǾânî, Kahire 1408/1987, I, 290-292; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 393-394.

İsmail Durmuş