TA‘DÎL ve TECVÎR

(التعديل والتجوير)

Allah’ın mutlak adalet sahibi oluşunun insanlara yönelik fiillerinde bir sınırlama getirip getirmediği tartışmalarını ifade eden kelâm terimi.

Sözlükte “doğru olmak, adaletle hükmetmek” anlamındaki adl kökünden türeyen ta‘dîl “adalete nisbet etmek, adalet sahibi olduğunu söylemek” mânasına gelir. “Zulmetmek” anlamındaki cevr kökünden türeyen tecvîr ise “zulme nisbet etmek” demektir (Lisânü’l-ǾArab, “Ǿadl”, “cvr” md.leri). Literatürde adl ve zulüm yerine hikmet ve sefeh kelimeleri de kullanılır. Allah’ın âdil ve hakîm olduğu, her fiilinde bir hikmet ve amacın bulunduğu hususu bütün kelâmcılar tarafından kabul edilmiştir. Ancak ilâhî fiillerin bir illete veya amaca bağlanmasının O’nun ulûhiyyetine


bir sınırlama getirip getirmediği konusunda kelâmcılar arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Kaynaklarda ta‘dîl ve tecvîr tartışmaları Allah-âlem, Allah-insan ilişkisi çerçevesinde kader, hüsün-kubuh, vücûb alellah, hidayet vb. açısından sürdürülmüştür. Mu‘tezile’ye göre Allah’ın âdil olması, yalnız güzel (hasen) olan fiilleri işleyip çirkin (kabih) fiillerin meydana gelmesinde hiçbir etkisinin bulunmaması ve kulun hayrına olan fiilleri terketmemesi demektir. Bu çerçevede adalete riayet etmek Allah için vâciptir (Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 132; el-Muħtaśar, s. 169). Mu‘tezile kelâmcıları “fiile sevkeden gerekçe ve onun için gözetilen amaç” mânasında Allah’ın fiillerinde hikmet bulunduğunu kabul eder ve Ehl-i sünnet’i de dahil ettikleri Cebriyye’yi Allah’ın her şeye gücünün yettiğini söyleyerek O’nun fiillerini hikmetten yoksun bırakmakla suçlar. Ehl-i sünnet kelâmcıları Allah’ın fiillerinin bir hikmeti olduğunu kabul etmekte ancak O’nu ihtiyaç sahibi bir varlık konumuna getireceğinden ilâhî fiillerin illete dayandırılmasını reddetmektedir (Mâtürîdî, s. 151-156). Hikmet övgü ve kemal, sefeh ise eksiklik taşıdığı için Allah hikmetle nitelendirilmiş ve sefehten berî kılınmıştır. O dilediğini yapar, dilediği gibi hükmeder, O’nu engelleyecek herhangi bir şey ve kayıt söz konusu değildir (Bâkıllânî, s. 50-52; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 49, 130-131; Şehristânî, Nihâyetü’l-iķdâm, s. 397-398). Ehl-i sünnet kelâmcıları ilâhî fiillerdeki hikmetin Allah’a değil mahlûkata ve onların düzenini sağlamaya yönelik olduğunu belirtir. Ancak bu âlimler hikmeti ispat ederken ilâhî kudreti sınırlandırma niteliği taşıyan telakkilerden kaçınmış, hikmete uygunluk vasfı da olsa herhangi bir şeyin Allah hakkında zorunlu sayılması görüşünü reddetmiş ve kudreti asıl, hikmeti kudret karşısında tâli kabul etmişlerdir (Adudüddin el-Îcî, s. 331-332; Teftâzânî, IV, 301-302; ayrıca bk. HİKMET).

Ta‘dîl ve tecvîr tartışmaları çerçevesinde irade, dolayısıyla kader konusu da ele alınmıştır. Mu‘tezile’ye göre iyilik ve kötülüğün neden ibaret olduğunu akıl yahut vahiy yoluyla bildiren Allah, insana fiilini gerçekleştirme gücünü önceden vermiş olup kişi istediğini yapma hürriyetine sahiptir. Bireyin sorumlu tutulduğu fiilleri Allah yaratmadığı gibi onun inkâra sapmasını, zalim ve kötü olmasını da dilememiştir. Aksi takdirde kişiyi mükellef tutup cezalandırmak adl sıfatıyla bağdaşmaz (Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 301; el-Muġnî, VI/1, s. 49-50; el-Muħtaśar, s. 169). Mu‘tezile’nin adl anlayışı kulun sorumluluğunu sağlam bir zemine oturtmakla birlikte irade ve kudret sıfatlarını sınırlandırarak Allah’a acz isnat etmektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, fiilin meydana gelişinde hem ilâhî hem beşerî irade ve kudretin rol oynadığı şeklindeki görüşü benimsemiştir. Mâtürîdî’ye göre fiiller itaat, isyan, iyilik, kötülük gibi nitelikleri açısından Allah’ın kazâsı olamaz; bunların insana nisbet edilmesi gerekir (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 494-500). Sonraki Mâtürîdîler fiili yaratma açısından Allah’a, irade ve karar açısından insana izâfe ederek buna “azm-i musammem” demişler ve bunun kesb ile aynı şey olduğunu belirtmişlerdir (İbnü’l-Hümâm, s. 111-112, 133). Allah’ın âdil ve hakîm olup zulümden münezzeh bulunduğu inancı insanın hidayetiyle ilişkili biçimde de ele alınmış, âlimler hidayetin ilâ-hî menşeye dayandığını kabul etmekle birlikte bazıları, onun mahiyeti ve hidayete erme noktasında kulun fonksiyonu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hidayeti “sonuca ulaştıracak şekilde yol gösterme” diye tanımlayan Mu‘tezile kelâmcıları mükellefin sorumlu tutulabilmesi için doğru yolu kendi iradesiyle benimsemesi veya reddetmesi gerektiği kanaatindedir. Allah’ın bazı kullarına verdiği özel bir hidayet (lutuf) daha vardır ki o da gösterilen doğru yolu benimseyen müminler içindir. Allah’ın kâfir, zalim ve fâsık kullarını hidayete erdirmeyeceğini bildiren âyetler ise onların doğru yolu benimsemesinin dünyada başlayan bir cezası şeklinde özel hidayetten (tevfîk) mahrum bırakılması (hızlân) tarzında anlaşılmalıdır. Şu halde Allah’ın dilediklerini hidayete erdirmesi, dilediklerini saptırması gösterilen doğru yolun kul tarafından benimsenmesi veya reddedilmesiyle ilgilidir (Eş‘arî, Maķālât, s. 261; Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ķurǿân, s. 61-65, 616, 656). Eş‘ariyye’ye göre kul hidayeti kabul etmek isterse Allah onun kalbinde imanı sağlayacak bilgileri ve inancı yaratır. Bundan dolayı kişiyi kurtuluşa ulaştıran hidayet müminlere mahsustur ve bu anlamdaki hidayet sadece Allah’a aittir (Eş‘arî, el-İbâne, s. 131-132; İbn Fûrek, s. 46, 56, 102-104; Abdülkāhir el-Bağdâdî, s. 140-141). Mâtürîdî, Allah’ın hidayeti veya dalâleti benimseyecek kullarına dair bilgisiyle bir kısmını hidayete, bir kısmını dalâlete sevketmeyi dilediğini ve herkesi buna uyum sağlayacak biçimde yarattığını söyler. Nitekim Allah’ın, hidayete erdirmeyi dilediği kimsenin kalbini İslâm’a açacağını bildirmesi (el-En‘âm 6/125) bunu göstermektedir (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 458-459, 478-479). Beyâzîzâde Ahmed Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi gibi müteahhir dönemi âlimleri, Allah’ın hidayeti yaratmak suretiyle kulu buna erdirmesinin onun bu yolda irade göstermesine bağlı olduğuna dikkat çekmiş ve ilâhî tevfîkin tahakkuku için kişinin kendi isteğiyle hidayete yönelmesinin gerektiğini, Allah’ın hiç kimseyi zorla saptırmadığı gibi hidayete de erdirmeyeceğini belirtmiştir (İşârâtü’l-merâm, s. 225, 227; Hak Dini, I, 167-168; III, 2087).

Allah’ın dine inanmayan veya emirlerine karşı gelenlere dünyada ve âhirette vereceği ceza da O’nun adaleti ve fiillerindeki hikmetle bağlantılı biçimde ele alınmış ve inananla inanmayanın, itaat edenle etmeyenin eşit tutulmamasının ilâhî adalet ve hikmetin gereği olduğu kabul edilmiştir. Mâtürîdî bir şeyin bir konumda hikmet, diğer bir konumda sefeh, yine bir konumda adalet, diğerinde zulüm olabileceğine ve Allah’a bilgisizlik yahut zulüm ve sefeh vasıflarının asla ârız olmayacağına dikkat çekmiştir. Ona göre Allah’ın fiillerindeki bu iki zıt kavramın ayırt edilmesinde beşerî cehalet söz konusu olabilir. Bu durumda ferdin kendi düşüncesine göre bir şeyin hikmet veya sefeh, adl veya zulüm olduğuna hükmetmesi her zaman isabetli olmaz. Mâtürîdî Allah’ı zulüm, sefeh ve yalanla nitelemenin yanlışlığının akılla bilineceğini söylemiş, aklın bedîhî ve istidlâlî olarak bunun çirkinliğine hükmedeceğini belirtmiştir. Fâili zulüm, sefeh ve yalan fiilleri işlemeye ihtiyacın veya bilgisizliğin sevkedeceğini, Allah Teâlâ’nın ise bütün bunlardan münezzeh bulunduğunu ifade etmiştir (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 343-350).

BİBLİYOGRAFYA:

M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “Ǿadl”, “ķsŧ”, “žlm” md.leri; Tirmizî, “DaǾavât”, 83; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Eş‘arî, el-İbâne (Arnaût), s. 131-132; a.mlf., Maķālât (Ritter), s. 229-231, 261; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Bekir Topaloğlu - Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, tür.yer.; Bâkıllânî, et-Temhîd (İmâdüddin), s. 50-52; İbn Fûrek, Mücerredü Maķālât, s. 46, 56, 99-100, 102-104; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 132, 301; a.mlf., el-Muġnî, VI/1, s. 49-50, 177-178; V/2, s. 132; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, s. 169; a.mlf., Müteşâbihü’l-Ķurǿân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 61-65, 616, 656; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, İstanbul 1346/1928, s. 140-141; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uśûlü’d-dîn (nşr. H. P. Linss), Kahire 1383/1963, s. 49, 130-131; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 45; a.mlf., Nihâyetü’l-iķdâm (nşr. A. Guillaume), London 1934, s. 397-398; Adudüddin el-Îcî, el-Mevâķıf, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb),


s. 331-332; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, IV, 301-302; İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Bulak 1317, s. 111-112, 133; Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min Ǿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 225, 227; Elmalılı, Hak Dini, I, 167-168; III, 2087.

Mustafa Sinanoğlu