SÜBKÎ, Tâceddin

(تاج الدين السبكي)

Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî (ö. 771/1370)

Şâfiî fakihi ve biyografi yazarı.

727 (1327) yılında Kahire’de dünyaya geldi. İbnü’s-Sübkî diye de tanınır. Bazı kaynaklarda doğum tarihi 728 veya 729 olarak kaydedilirse de kendisinin öğrenimiyle ilgili olarak verdiği bilgiler ilk tarihi doğrulamaktadır. İlk eğitimini babası Takıyyüddin es-Sübkî’den aldı, küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi. Şam kādılkudâtlığı görevine tayin edilen babasıyla birlikte 739’da (1338) Dımaşk’a gitti, orada birçok âlimden ders aldı. Tanınmış hocaları arasında


Zehebî, Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî, Şemseddin İbnü’n-Nakīb, Şehâbeddin İbnü’l-Keyyâl, Zeynüddin İbn Teymiyye, Ebû Hayyân el-Endelüsî, İbn Nübâte el-Mısrî, Bedreddin İbn Cemâa ve İbn Seyyidünnâs anılır. Yeteneği ve çalışması sayesinde daha on sekiz yaşında iken fetva icâzeti aldı. Fıkıh, hadis, tabakat, usûl-i fıkıh ve Arap dili alanlarında temayüz etti. İbn Sa‘d el-Makdisî, Sübkî’nin kendilerinden semâ veya icâzet yoluyla hadis rivayet ettiği, on dokuzu hanım 172 hocasına ait bir mu‘cem derlemiş olup rivayet ettiği hadis külliyatı onun bu konudaki geniş birikimini yansıtmaktadır (İbn Sa‘d, MuǾcem, neşredenin girişi, s. 89-138). Azîziyye, el-Âdiliyyetü’l-kübrâ, Gazzâliyye, Azrâviyye, eş-Şâmiyyetü’l-Berâniyye, eş-Şâmiyyetü’l-Cevvâniyye, Nâsıriyye, Emîniyye ve Eşrefiyye Dârülhadisi gibi Dımaşk medreselerinin birçoğunda ders veren Sübkî, Kahire’de İmam Şâfiî Camii, Şeyhûniyye Medresesi ve İbn Tolun Camii gibi kurumlarda hocalık yaptı. Öğrencileri arasında Fîrûzâbâdî, Şehâbeddin İbn Hiccî, İbn Sened (Muhammed b. Mûsâ) el-Lahmî, Nâsırüddin İbn Aşâir el-Halebî ve İmrân b. İdrîs el-Kinânî gibi âlimler anılmaktadır.

Sübkî, 754’te (1353) Şam nâibi Emîr Alâeddin Ali b. Ali el-Mardînî’nin özel kâtipliğine tayin edildi. Babasının kadı nâibi olan ağabeyi Cemâleddin Hüseyin’in vefatı üzerine babasına bir süre niyâbet etti (755/ 1354) ve babasının isteği üzerine 756 yılı Rebîülevvel ayı sonlarında (Nisan 1355) bu göreve asaleten getirildi. 759 (1358) ve 763 (1362) yıllarında kısa aralıklarla iki defa azledildiği bu görevi vefatına kadar sürdürdü. 759’da el-Bîmâristânü’n-Nûrî’ye nâzır oldu. Sübkî Dımaşk’ta vebadan öldü (7 Zilhicce 771 / 2 Temmuz 1370) ve Kāsiyûn’daki Sübkîler Türbesi’ne defnedildi. Kısa süren ömrüne rağmen birçok eser kaleme alan Tâceddin es-Sübkî eserleriyle ilim çevrelerinde geniş ilgi uyandırmış, bilhassa tarihçiliği ve usulcülüğüyle aile fertleri arasında temayüz etmiştir. Babasının başlayıp tamamlayamadığı bir kısım eserleri de o tamamlamış, bu sebeple baba ile oğulun bazı eserleri kimi zaman birbirine karıştırılmıştır.

Eserleri. 1. CemǾu’l-cevâmiǾ* fî uśûli’l-fıķh. Daha önce fıkıh usulüne dair yazılan çok sayıda eserin başarılı bir şekilde özetlendiği kitapta plan ve muhteva bakımından Beyzâvî’nin Minhâcü’l-vüśûl’ünün etkisi görülür. Usulde Hanefî ve Şâfiî metotlarını birleştiren CemǾu’l-cevâmiǾ yüzyıllar boyunca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, pek çok şerh, hâşiye ve nazım çalışmasına konu olmuştur. Eserin çeşitli şerh ve hâşiyeleriyle birlikte birçok baskısı yapılmıştır (Kahire 1304, 1306, 1310). 2. MenǾu’l-mevâniǾ Ǿan CemǾi’l-cevâmiǾ. Müellifin CemǾu’l-cevâmiǾe yönelik soruları cevaplandırmak suretiyle eserin anlaşılması zor yerlerini açıkladığı bir çalışma olup daha sonraki şârihler tarafından metnin lafızlarınının tahlilinde sıkça kullanılmıştır (Kahire 1322; nşr. Saîd b. Ali Muhammed el-Humeyrî, Beyrut 1420/ 1999). Eserin birinci kısmı, Şemseddin Muhammed b. Muhammed el-Esedî el-Gazzî’nin el-Burûķu’l-levâmiǾ fîmâ evrade Ǿalâ CemǾi’l-cevâmiǾ adıyla kaleme alıp müellife gönderdiği otuz üç soruya, ikinci kısmı Cemâleddin el-Horasânî’nin sorularına, üçüncü kısım da derste talebelerin sorduğu sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır. 3. RefǾu’l-ĥâcib Ǿan Muħtaśarı İbni’l-Ĥâcib. İbnü’l-Hâcib’in Müntehe’s-sûl ve’l-emel fî Ǿilmeyi’l-uśûl ve’l-cedel adlı eserine yazdığı şerhtir (nşr. Ali Muhammed Muavvez - Âdil Ahmed Abdülmevcûd, I-IV, Beyrut 1419/ 1999). 4. el-İbhâc fî şerĥi’l-Minhâc. Kādî Beyzâvî’nin Minhâcü’l-vüśûl ilâ Ǿilmi’l-uśûl adlı eseri üzerine babasının başlayıp “Vâcib” bölümüne kadar getirebildiği şerhi Tâceddin es-Sübkî tamamlamıştır (nşr. Şa‘bân Muhammed İsmâil, I-III, Kahire 1401/1981; Beyrut 1404; nşr. Ahmed Cemâl ez-Zemzemî - Nûreddin Abdülcebbâr Sagīrî, I-VII, Dübey 1424/ 2004). 5. el-Eşbâh ve’n-nežâǿir (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali Muhammed Muavvez, I-II, Beyrut 1411/ 1991). Müellif genel olarak İslâm hukukundaki küllî kaideleri, benzer fıkhî meseleler arasındaki ortak hükümleri ele aldığı bu eseri, babasının tavsiyesi üzerine alanındaki ilk çalışma kabul edilen İbnü’l-Vekîl’in aynı isimdeki eserini örnek alarak yazmıştır. 6. Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyyeti’l-kübrâ* (I-VI, Kahire 1324, 1348; nşr. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî - Abdülfettâh Muhammed el-Hulv, I-X, Kahire 1383-1396/ 1964-1976, 1413/1992). Müellif önce küçük ve orta hacimde iki tabakat yazmış ve muhtevayı sürekli geliştirerek alanındaki en muhtevalı çalışma olan eserine son şeklini vermiştir. 7. MuǾîdü’n-niǾam ve mübîdü’n-niķam (nşr. D. W. Myhrman, London 1908; nşr. Muhammed Ali en-Neccâr - Muhammed Ebü’l-Uyûn - Ebû Zeyd Şelebî, Kahire 1367/1948, 1413/1993; nşr. Ahmed Ubeydlî, Beyrut 1983; Beyrut 1407/ 1986). Maddî ve mânevî kazanım ve kayıpların sebeplerini araştıran Sübkî bu bağlamda siyasî ve idarî görevlerin yanı sıra toplumsal meslekleri saymakta, bu mevki ve meslek sahiplerinin riayet etmesi gereken hususları siyasetnâme ve hikemiyat tarzında ele almaktadır. Eser Oskar Rescher tarafından özet halinde Almanca’ya tercüme edilmiştir (İstanbul 1925). 8. es-Seyfü’l-meşhûr fî şerĥi Ǿaķīdeti Ebî Manśûr. Risâle Arapça aslı ve Türkçe


çevirisiyle birlikte neşredilmiştir (M. Saim Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, İstanbul 1989, 2000). 9. ĶāǾide fi’l-cerĥ ve’t-taǾdîl ve ķāǾide fi’l-müǿerriħîn (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde, Beyrut 1388/ 1968, 1400/1980, 1402/1982; Kahire 1398/ 1978, 1404/1984).

Sübkî’nin diğer bazı eserleri de şunlardır: et-Tevşîĥ Ǿale’t-Tenbîh ve’l-Minhâc ve’t-Taśĥîĥ (Nevevî’nin Taśĥîĥu’t-Tenbîh adlı eseri üzerine yazılmış olup Tevşîĥu’t-Taśĥîĥ adıyla da anılır), Terşîĥu’t-Tevşîĥ fî tercîĥi’t-taśĥîĥ (babasının Tevşîĥu’t-taśĥîĥ fî şerĥi’l-Minhâc adlı eserinin tekmilesidir), Tercîĥu Taśĥîĥi’l-ħilâf (Nevevî’nin fıkıh eserlerindeki hataları düzelten recez tarzında yazılmış 1600 beyitlik bir eserdir), KavâǾidü’d-dîn ve Ǿumdetü’l-muvaĥĥidîn, el-Ķaśîdetü’n-nûniyye fi’l-Ǿaķīde, Ķaśîde maǾa elġāz fî Ǿilmi’n-naĥv, Śalâtü’ś-śûfiyye, et-TaǾlîķa fî uśûli’l-fıķh, Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyyeti’ś-śuġrâ, Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyyeti’l-vüsŧâ, Evđaĥu’l-mesâlik fi’l-menâsik (eserlerinin bir listesi ve yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, II, 108-110; Suppl., II, 105-107; İbn Sa‘d el-Makdisî, neşredenin girişi, s. 50-54).

Sübkî çeşitli yönleriyle modern dönem çalışmalarına konu olmuştur: Muhammed Abdülmün‘im Ali Mütevellî, İctihâdâtü İbni’s-Sübkî ve mülâĥažâtühû Ǿalâ mâ sebaķa bihî min mebâĥiŝi’l-mecâzi’l-mürsel (baskı yeri yok, 1997); Abdurrahman en-Nahlâvî, el-Iślâĥu’t-terbevî ve’l-ictimâǾî ve’s-siyâsî min ħilâli’l-mebâdiǿ ve’l-itticâhâti’t-terbeviyye Ǿinde’t-Tâc es-Sübkî: Dirâse terbeviyye taĥlîliyye mevżûǾiyye (Beyrut-Dımaşk 1988); Hasan Sâlih, “en-Nažar fi’t-terbiye Ǿinde’s-Sübkî” (el-Fikrü’l-ǾArabî, III/21 [Trablus 1981], s. 114-121).

BİBLİYOGRAFYA:

Tâceddin es-Sübkî, MenǾu’l-mevâniǾ Ǿan CemǾi’l-cevâmiǾ fî uśûli’l-fıķh (nşr. Saîd b. Ali Muhammed el-Humeyrî), Beyrut 1420/1999, neşredenin girişi, s. 15-64; İbn Sa‘d el-Makdisî, MuǾcemü şüyûħi’t-Tâc es-Sübkî (nşr. Hasan b. Muhammed Âyt Bel‘îd), Beyrut 1425/2004, neşredenin girişi, s. 27-66, 89-138; İbn Kādî Şühbe, Ŧabaķātü’l-fuķahâǿi’ş-ŞâfiǾiyye (nşr. Ali M. Ömer), Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), II, 177-179; İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, II, 425-428; Nuaymî, ed-Dâris fî târîħi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Kahire 1988, I, 37-38; Keşfü’ž-žunûn, I, 399, 507, 595-597; II, 1099-1101, 1855, 1869; Serkîs, MuǾcem, I, 1002-1004; Brockelmann, GAL, II, 108-110; Suppl., II, 105-107; M. Sâdık Hüseyin, el-Beytü’s-Sübkî, Kahire 1948, s. 13-16; Selâhaddin el-Müneccid, MuǾcemü’l-müǿerriħîne’d-Dımaşķıyyîn, Beyrut 1398/1978, s. 199-202; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü’l-fehâris, I, 419; II, 907, 1037-1038; Abdurrahman en-Nahlâvî, “et-Tâcü’s-Sübkî: İhtimâmâtühü’t-terbeviyye”, Min aǾlâmi’t-terbiyeti’l-ǾArabiyyeti’l-İslâmiyye, Riyad 1409/1989, s. 89-119; Şâkir Mustafa, et-Târîħu’l-ǾArabî ve’l-müǿerriħûn, Beyrut 1993, IV, 81-83; Abdullah Muhammed el-Habeşî, CâmiǾu’ş-şürûĥ ve’l-ĥavâşî, Ebûzabî 1425/2004, I, 654; II, 758-769, 1211; III, 1583, 1911, 1935, 2058; MuǾcemü’l-maħŧûŧâti’l-mevcûde fî mektebâti İstânbûl ve Ânâŧûlî (haz. Ali Rıza Karabulut), [baskı yeri ve tarihi yok], II, 868-869.

Bilal Aybakan




İtikadî Görüşleri. Fakih olarak yetişip kadılık görevi sebebiyle pratik konularla yoğun biçimde ilgilenen Tâceddin es-Sübkî, es-Seyfü’l-meşhûr ve el-Ķaśîdetü’n-nûniyye adlı eserlerinde inanç konularıyla da meşgul olmuştur. Diğer eserleri dikkate alındığında Sübkî’nin bir Eş‘arî / Şâfiî savunucusu olduğu görülür. Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyye adlı eserine iman meselesiyle başlaması ve bu konuda Eş‘arîler’in bid‘at fırkalarından farkını göstermeye çalışması, ayrıca özellikle Selçuklular döneminde Hanefîler’le Eş‘arîler ve Hanbelîler’le Eş‘arîler arasında cereyan eden tartışmalara Eş‘ariyye lehinde savunmacı bir yaklaşım içinde yer ayırması onun bu yönünü ortaya koyar. es-Seyfü’l-meşhûr adlı akaid şerhi de bu noktadan bakıldığında Hanefî kamuoyuna ve yöneticilerine karşı bir Eş‘arî mezhebi müdafaası olarak değerlendirilebilir. Eserin başında yer alan, “Biz Eş‘arî topluluğunun akîdesi Hanefî topluluğunun akîdesidir” şeklindeki ifadesi de bu yaklaşımını destekler mahiyettedir. Onun her ihtilâflı meselede Eş‘arîler’in haklılığına vurgu yapması ve mensubiyetini sürekli dile getirmesi ayrıca kaydedilmelidir. Bu açıdan Sübkî’nin es-Seyfü’l-meşhûr ve Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyye adlı eserleri, Kuşeyrî’nin Şikâyetü Ehli’s-sünne ve İbn Asâkir’in Tebyînü keźibi’l-müfterî adlı eserleriyle benzerlik gösterir.

Öte yandan Tâceddin es-Sübkî’nin Mâtürîdîliği bir mezhep niteliğinde görmemesi, Eş‘arîliğin karşısına itikadî mezhep olarak Hanefîliği koyması ve Hanefîler’le Eş‘arîler arasında ihtilâflı olan hususları öne çıkarması dikkat çekicidir (es-Seyfü’l-meşhûr, s. 23, 27, 41, 43). Bu doğrultuda bilgi elde etme yolları, âlemin hudûsu, Allah’ın sıfatları, peygamberlik, âhiret ve melek inancı gibi temel konularda geleneksel bilgileri zikretmekle yetinir. Buna karşılık Hanefîler’le Eş‘arîler’in ihtilâf ettiği tâli hususlarda eserlerinde hem titizlik hem de konunun hacminde genişleme görülür. Ancak müellif ihtilâflı meseleleri tekvîn-mükevven, mushaflarda yazılı lafızların Allah’ın kelâmı olup olmaması, kesb, teklîf-i mâ lâ yutâk, mukallidin imanı ve imanda istisna gibi meselelerle sınırlı tutar. el-Ķaśîdetü’n-nûniyye’sinde de Hanefîler’le Eş‘arîler arasında altı meselede ihtilâf bulunduğunu, Tahâvî’nin akîde risâlesi söz konusu olduğunda ise bunun üç meseleye indiğini söyler (Ŧabaķāt, II, 267). Halbuki Abdürrahim Şeyhzâde bu iki mezhep arasındaki ihtilâfları kırk (Nažmü’l-ferâǿid, s. 3-59), Beyâzîzâde Ahmed Efendi elli (İşârâtü’l-merâm, s. 53-56) ve Mütercim Âsım Efendi yetmiş üç (Merahu’l-meâlî, s. 15-18) olarak tesbit eder.

Tekvîn-mükevven meselesini ilk ihtilâf konusu diye gören Sübkî, Eş‘arîler’in fiilî sıfatları hâdis saydıklarını, bu sebeple yaratmak, rızık vermek, adaletli olmak gibi fiillerden dolayı Allah’ın hâlik, râzık ve âdil sıfatlarını da yaratılmış (hâdis) kabul ettiklerini söyler. Hanefîler, her ne kadar Allah’ın âlemi ve içindekileri belli bir zaman diliminde yarattığı görüşünde olsalar da ezelde O’nun kemal mertebesinde hâlik olduğunu kabul eder. Nitekim bir kâtip fiilen yazı yazmasa bile bu sıfatın sahibi olarak görülür. İki tarafı uzlaştırmaya çalışan Sübkî’ye göre tekvîn sıfatı kudret dahilinde mükevvenle birlikte düşünüldüğünde hâdis olur. Ancak yaratmada müessir sıfat şeklinde düşünülürse bu kudretin kendisidir, artık onun kadîm oluşunda ihtilâf yoktur. Allah’ın hâlik isminin mecazi veya hakiki olması ise kelâmın konusu değil bir dil bilimi problemidir (es-Seyfü’l-meşhûr, s. 23-25).

Eş‘arî’nin, “Mushaflarda yazılı lafızlar Allah’ın kelâmı değil onu ifade eden ibarelerdir” şeklindeki telakkisi Sübkî’nin zikrettiği ikinci ihtilâftır. Ona göre Eş‘arî böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Mezhebin önemli isimlerinden Bâkıllânî’nin ifadesi, “Allah’ın ezelî kelâmı dillerimizde okunan, zihinlerimizde ezberlenen, kulaklarımızda duyulan ve mushaflarda yazılandır; ancak ilâhî kelâm bunların hiçbirine hulûl etmez; okuyan ve okunanlar mahlûktur” şeklindedir. Esasen Ebû Hanîfe’nin kanaati de bu doğrultudadır (a.g.e., s. 26-27). İnsanın iradî fiilleri konusunda Ebû Hanîfe’nin Mu‘tezile ile Cebriyye arasında orta yolu ifade eden görüşü Sübkî’ye göre Eş‘arî’nin kesb anlayışı ile uyuşmaktadır. İki mezhep arasındaki farklılık, Hanefîler’in insanın iradesini hayrı da şerri de kapsayacak biçimde görmelerine karşılık Eş‘arîler’in iradenin tek yönlü işlediğini kabul etmeleridir. Hanefîler’e göre kul tercihine bağlı olarak, Eş‘arîler’e göre ise fiilin elinde gerçekleşmesi yani kesbi sebebiyle sevabı veya cezayı hak eder. Sübkî bu durumda bile aradaki ihtilâfın lafzî olmaktan öte bir


anlam ifade etmediğini düşünür. Lafzî olan ihtilâf da Eş‘arîler’in kesb dediklerine Hanefîler’in ihtiyâr demeleridir. Her iki mezhep, Mu‘tezile’nin aksine kudretin fiilden önce değil fiille birlikte olmasını öngörmesi yönüyle hem i‘tizâl hem de cebr telakkisinden uzak bir anlayışa sahiptir. Konuyla bağlantılı olan teklîf-i mâ lâ yutâk meselesi de Sübkî’ye göre bir tartışma zemini oluşturmaz. Çünkü Eş‘arîler bunun vuku bulmasını değil aklen câiz olmasını ileri sürerler. Nitekim, “Allah kula ancak gücünün yettiğini yükler” meâlindeki âyet de (el-Bakara 2/286) vuku bulmamaya delâlet eder (a.g.e., s. 30-33).

Mukallidin imanı meselesinde iki mezhep arasındaki ihtilâf da lafzî olmaktan öteye geçmez. Kuşeyrî’nin açıklamalarını delil gösteren Sübkî’ye göre Eş‘arî bilgisiz kimsenin kurtuluşa erdiğine, kâfirin ise helâk olduğuna hükmetmiştir. Onun Allah’ı delile dayanmak suretiyle bilmekten kastı icmâlî olarak bilmek ve iman etmekten ibarettir. Sübkî’nin temas ettiği son ihtilâf konusu imanda “istisna” (İnşallah müminim) meselesidir. Ona göre tarafların konuya farklı açılardan bakmaları zâhirî bir fikir ayrılığına götürmüştür. Eş‘arîler “inşallah” derken o ânı değil gelecekteki veya son nefesteki hali göz önüne alırken Hanefîler içinde bulunulan zamanı hesaba katmışlardır. Dolayısıyla aradaki ihtilâf yine şeklîdir (a.g.e., s. 40-44; Ŧabaķāt, II, 265). Ancak Hanefîler’in imanda şüphe içinde bulunmayı ima edecek söz ve beyandan kaçınma konusundaki titizliklerini Sübkî’nin dikkate almadığı görülmektedir.

Tâceddin es-Sübkî’nin itikadî meselelere yaklaşımı değerlendirildiğinde onun bu alanda kendine özgü bir kanaatten ziyade uzlaştırıcılığından söz etmek gerekir. Zaten Sübkî önceki kelâmcıların görüşlerinin yeterli olduğu, bu alanda yeni bir çalışma yapmaya gerek kalmadığı kanaatindedir. Onun geniş yer ayırdığı isim-müsemmâ bahsini (es-Seyfü’l-meşhûr, s. 17-20) Gazzâlî’nin el-Maķśadü’l-esnâ adlı eserinden özetlemesi bu tesbiti doğrular mahiyettedir. Bununla birlikte babasından tevarüs ettiği hadisçiliğinin etkisiyle bazı itikadî meselelerde delil olarak kullanılan hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu belirlemesi bu alana yapılmış bir katkı diye değerlendirilebilir. Ona göre namazı kasten terkeden kimsenin kâfir olduğu şeklindeki hadis garîb veya münkerdir. “Allah’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin, O’nun yarattıklarını düşünüp inceleyin” meâlindeki ifade de (Aclûnî, I, 356-357) hadis değil İbn Abbas’ın sözüdür (es-Seyfü’l-meşhûr, s. 46-47, 50, 55). Ayrıca şerhettiği akaid risâlesinin Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye nisbeti konusunda yer yer şüphelerini dile getirmesi onun tenkitçi yönüne bir işaret sayılmaktadır (a.g.e., s. 40, 45).

Ehl-i sünnet dışındaki fırkalar, ayrıca felsefe söz konusu olduğunda Sübkî’nin uzlaşmaz bir yaklaşım ortaya koyması dikkati çekmektedir. Meselâ alanında önemli bir eser olarak gördüğü Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını bid‘at unsurları içerdiği gerekçesiyle eleştirir (MuǾîdü’n-niǾam, s. 66). Fârâbî ve İbn Sînâ’yı filozof (hakîm), düşüncelerini de İslâmî hikmet diye görmeyen Sübkî onları ve takipçilerini sefih, felsefelerini de bâtıl ve cehâlet ürünü sayar. Ona göre dönemindeki bazı kelâmcıların felsefe ve mantıkla meşgul olmaları da son derece yanlıştır. Kelâmla felsefenin mezcedilmesine yönelik çaba ise müslümanlara verilecek en büyük zarardır. Bu yanlış ve zararlı işin baş sorumlusu Nasîrüddîn-i Tûsî’dir. Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî ve Cüveynî’nin eserleri kelâm konusunda çalışmak isteyenler için yeterlidir. Bu arada Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî’nin felsefe ile ilgilenmelerinin bu konuda önemli rol oynadığının hatırlatılması üzerine Sübkî’nin onları savunmaya geçtiği görülmektedir. Ona göre bu iki imam sadece felsefe ile ilgilenmemiş, diğer bütün ilimleri de öğrenmiştir. Onların bu öğrenimdeki gayeleri İslâm itikadını bozuk fikir ve inançlara karşı korumak, hak ve hakikati desteklemektir. Bu amaçlarından dolayı hata etmiş olsalar bile sevap kazanmışlardır (a.g.e., s. 64-65). Bununla birlikte Sübkî’nin bazı çekincelerle Ehl-i bid‘at’ın mümin olduğunu ve cennete gireceğini söylemesi nisbeten yumuşak bir tavır olarak değerlendirilmelidir (es-Seyfü’l-meşhûr, s. 53; Ŧabaķāt, I, 48; II, 269).

BİBLİYOGRAFYA:

Sübkî, Ŧabaķāt, I, 48; II, 262-269; a.mlf., es-Seyfü’l-meşhûr fî şerĥi Ǿaķīdeti Ebî Manśûr (nşr. M. Saim Yeprem, Mâtüridî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi içinde), İstanbul 2000, tür.yer.; a.mlf., MuǾîdü’n-niǾam ve mübîdü’n-niķam, Beyrut 1407/1986, s. 64-66; Şemseddin İbn Abdülhâdî, eś-Śârimü’l-münekkî fi’r-red Ǿale’s-Sübkî (nşr. Ebû Abdurrahman es-Selefî), Beyrut 1412/1992, tür.yer.; Abdürrahim Şeyhzâde, Nažmü’l-ferâǿid, Kahire 1317, s. 3-59; Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min Ǿibârâti’l-İmâm (nşr. M. Zâhid el-Kevserî), İstanbul, ts. (Dârü’l-kütübi’l-İslâmiyye), s. 53-56; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ (nşr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Beyrut 1405/1985, I, 356-357; Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-meâlî fî şerhi’l-Emâlî, İstanbul 1304, s. 15-18; H. Laoust, “La survie de Gazali d’après Subki”, BEO, XXV (1972), s. 153-172; J. Schacht - [C. E. Bosworth], “al-Subkī, Tadj al-Dīn”, EI² (İng.), IX, 744-745.

Cağfer Karadaş