SİYER ve MEGĀZÎ

(السير والمغازي)

Hz. Peygamber’in hayatını ve şahsiyetini, tebliğ faaliyetlerini, siyasî ve askerî mücadelelerini konu alan bilim dalı.

Siyer, sözlükte “davranış, hal, yol, âdet, bir kimsenin ahlâkı, seciyesi ve hayat hikâyesi” gibi anlamlara gelen sîret kelimesinin çoğuludur. Sîret Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah Mûsâ’ya asâyı al ve korkma! Biz onu ilk haline dönüştüreceğiz buyurdu” âyetinde (Tâhâ 20/21) “hal ve şekil” mânasında yalnız bir yerde geçmektedir. Sîret ve siyer Hz. Peygamber’in hayatı, onun hayatını konu edinen bilim dalı ve bu dalda yazılan eserler için terim olarak kullanılmıştır. “Savaş yeri, savaş ve savaş hikâyeleri” anlamındaki mağzât kelimesinin çoğulu olan megāzî ise Resûl-i Ekrem’in gazve ve seriyyelerinin tarihine ve bu konuda yazılan kitaplara isim olmuş, siyer kelimesinin eş anlamlısı halinde hem kendi başına hem siyerle birlikte kullanılmıştır. Meselâ Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr zamanımıza ulaşan en eski siyer kitabını, yazarı İbn İshak’a izâfetle bazan Sîretü İbn İsĥâķ, bazan da Meġāzî İbn İsĥâķ diye zikretmiştir. Siyer yalnızca Hz. Peygamber’in hayatı için kullanılan bir terim haline gelmiş, sîret ise başka şahsiyetlerin hayatlarını anlatan Sîretü’l-Ĥüseyn, Sîretü ǾÖmer b. ǾAbdilǾazîz, Sîretü Aĥmed b. Ĥanbel gibi kitapların adlarında da yer almıştır. Siyer terimi aynı zamanda savaş, esirler ve ganimetler başta olmak üzere devletler hukuku dallarına giren konulara isim olarak verildiği gibi (bk. SİYER) bu alanda yazılan Evzâî’nin Kitâbü Siyeri’l-EvzâǾî, Ebû Yûsuf’un Kitâbü’r-Red Ǿalâ Siyeri’l-EvzâǾî, Ebû İshak el-Fezârî’nin Kitâbü’s-Siyer ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin es-Siyerü’l-Kebîr’i vb. kitapların isminde yer almış, ayrıca fıkıh kitaplarının bir bölümünün adı olmuştur.

İslâm dünyasında Hz. Peygamber’in hayatı ve şahsiyetine duyulan ilgi Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâm dininin ona atfettiği önem ve değerle paralellik arzeder. Bir müslümanın bu ilgisi, Allah’tan başka tanrı bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna şehâdet edip dine girmesiyle başlar. Kur’an, üç ayrı düzlemdeki âyet ve sûrelerle müslümanın imanla başlayan bu ilgisinin gelişip kökleşmesini sağlamıştır: Müslümanın Allah ile birlikte Resûlullah’a itaat etmesi (Âl-i İmrân 3/32; en-Nisâ 4/136), onu herkesten fazla sevmesi (el-Ahzâb 33/6) ve örnek alması (el-Ahzâb 33/21) gerektiği, âlemlere rahmet (el-Enbiyâ 21/107), ilâhî bir lutuf (Âl-i İmrân 3/164) olarak ve güzel ahlâk üzere (el-Kalem 68/4) gönderildiği, onun vahiy alan bir insan ve son peygamber olduğu (el-Ahzâb 33/40), ilâhî emir ve yasakları tebliğ edip fertleri ve toplumları arındırma ve onlara kitap ve hikmeti öğreterek son hak dini yaşayacak bir olgunluğa ulaştırmakla görevlendirildiği (Âl-i İmrân 3/164; el-Cum‘a 62/2-3), Allah’ın bildirmesi ve istemesi dışında gaybı bilemeyeceği ve mûcize gösteremeyeceği (el-En‘âm 6/109-110; Yûnus 10/20), Allah’ın ona inanıp kendisine yardım etmeleri için diğer peygamberlerden mîsak almış olduğu (Âl-i İmrân 3/ 81), Allah’ın ve meleklerin kendisine salât eyledikleri ve müminlerin de ona salâtü selâm getirmeleri (el-Ahzâb 33/56) gibi görevinin mahiyetini açıklayan ve şahsiyetini öven âyetler ilk düzlemi oluşturur. Doğup büyüdüğü Mekke şehri, Kâbe, Kureyş kabilesi ve Câhiliye çağı Arap toplumunun dinî ve içtimaî durumu ve hayat telakkileri, çocukluğu, peygamber oluşu ve vahiy alışı, Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret, muhacirler ve ensar, hicret etmeyenler ve Mekke dönemi münafıkları, hicret sonrası faaliyetleri, Medine’deki müslümanların genel durumu ve Resûl-i Ekrem’e bağlılıkları, Medine devri münafıkları, bedevîler ve Ehl-i kitap ile münasebetleri, Mekkeli


müşriklerle münasebetleri, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri, Hudeybiye Antlaşması, Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük savaşları gibi konulara yer veren ve onun hayat ve şahsiyetinin esaslarını anlatıp âdeta siyerin planını çizen yüzlerce âyet (bunlar için bk. Derveze, ǾAśrü’n-nebî, tür.yer.; Sîretü’r-Resûl, II, 373-471; Özsoy - Güler, s. 565-689) ikinci düzlemi meydana getirir. Ayrıca üçüncü düzlemi teşkil etmek üzere Kur’an’da onun Muhammed adı dört yerde (Âl-i İmrân 3/144; el-Ahzâb 33/40; Muhammed 47/2; el-Feth 48/29), Ahmed adı da bir yerde (es-Saf 61/6) zikredilirken birçok âyette “ey peygamber”, “ey resul”, “Allah ve resulü”, “bizim resulümüz”, “O’nun resulü” ve “de ki” diye hitaba mazhar olmuş, “hayatın hakkı için ...” (el-Hicr 15/72) denilerek iltifata lâyık görülmüş, ona “makām-ı mahmûd” (el-İsrâ 17/79) ihsan edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 114 sûresinden kırkı (En‘âm, Enfâl, Tevbe [veya Berâe], İsrâ, Nûr, Rûm, Ahzâb, Muhammed, Feth, Necm, Mücâdile, Haşr, Mümtehine, Saf, Cum‘a, Münâfikūn, Talâk, Tahrîm, Kalem, Müzzemmil, Abese, Târık, Fecr, Beled, Duhâ, İnşirâh, Alak, Kadr, Beyyine, Tekâsür, Hümeze, Fîl, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Leheb, Felak ve Nâs) adını, ya doğrudan doğruya Hz. Peygamber’i ya da onun çağdaşlarının tavırlarını ilgilendiren hususlara işaret eden veya telmihte bulunan bir kelimeden almıştır.

Resûl-i Ekrem’in Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasında çok geniş bir yer tuttuğunu gören sahâbe nesli onun hayat ve şahsiyetini tanıyıp bilmenin Kur’an’ı ve İslâm’ı daha iyi anlamak ve öğrenmek için şart olduğunu idrak etmiştir. Bunun sonucunda onların siyer ve megāzîye dair haber ve rivayetleri tefsir kitaplarına yansımış, siyer ve megāzî müellifleri de ele aldıkları konuları ilgilendiren birçok âyete eserlerinde yer vermiştir. Siyer ve megāzî ile Kur’an’ın bu iç içeliğini en iyi anlayanlardan, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah b. Abbas çocukluğunda sahâbîlerin yanına giderek kendilerinden Resûlullah’ın megāzîsini ve bunlarla ilgili âyetleri öğrenmeye çalıştığını söylerken (İbn Kesîr, VIII, 298) bu ilim dalının doğup gelişmesinde ilk ve en önemli etkenin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu vurgulamıştır.

Bazı araştırmacıların megāzî haberlerinin eyyâmü’l-Arab’ın bir devamı ve gelişmiş bir şekli olduğunu ileri sürmeleri (meselâ bk. İA, X, 700) doğru bir yaklaşım değildir. Sahâbe nesli Hz. Peygamber’le ilgili yüzlerce âyeti onun ağzından yalnızca dinlemekle kalmamış, birçok büyük başarıyı onun önderliğinde ve müstesna şahsiyetinin dirayeti altında kendisiyle birlikte yaşamak şerefine nâil olmuştur. Resûlullah’ın şahsiyetine derin bağlılığın ve ilginin temel sâiki ilâhî ve Kur’ânî’dir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm müslümanlara ilimle uğraşma ve tedvin hareketini başlatma hususunda örnek olduğu gibi ilmin önemini bildiren âyetleriyle de müslümanları teşvik etmiş, onlar da Kur’an’ın iyi anlaşılabilmesi için kıraat, tefsir, Arap dili ve edebiyatı, Resûlullah’ın daha iyi tanınması ve bilinmesi için de hadis ve siyer-megāzî konularında tedvin faaliyetlerine başlamışlardır. Sahâbe neslinden itibaren müslümanlar Resûl-i Ekrem’in hayatını ve şahsiyetini tanımak ve tanıtmak için gayret göstermişler, sünnetin tesbiti için yaptıkları hadis toplama çalışmalarının bir benzerini siyer ve megāzî sahasında yaparak bu ilim dalının temellerini atmışlardır. Kaynaklarda sahâbîlerin Resûlullah ile beraber oldukları dönemde siyer ve megāzî sahasına duydukları ilgiyi gösteren çeşitli haberlere rastlanmaktadır. Meselâ sahâbîlerin Hz. Peygamber’den kendisinden bahsetmesini istedikleri, bunun üzerine onun, “Ben babam İbrâhim’in duasıyım …” diye başlayan meşhur cevabını verdiği (İbn İshak, s. 28), Bedir Gazvesi’nden hemen sonra sohbet ederlerken bu savaşta Allah’ın kendilerine yönelik lutuf ve ihsanından söz ettikleri kaydedilmektedir (İbn Hişâm, I, 661). Siyer ve megāzîyi yakından ilgilendiren, Medine’de yazıya geçirilen ilk sözleşmenin (Medine Sözleşmesi) İslâmiyet’e davet mektuplarının, Hudeybiye Antlaşması gibi antlaşma metinlerinin, bazı şahıs ve kabilelere verilen iktâ ve ahidnâme gibi belgelerin birer örneğinin saklandığı; Medine Sözleşmesi ve Medine Haremi sınırlarını gösteren belge ile develerin zekât miktarına dair belgenin Resûl-i Ekrem’in kılıcında asılı durduğu, bunların vefatından sonra Hz. Ali’ye intikal ettiği bilinmektedir. Hadisler, Kur’an ve tefsir kitaplarından sonra siyer ve megāzî ile ilgili kaynakların ikincisini teşkil eder. Sahâbe neslinin hadislerin rivayet ve tesbitinde çok aktif rol oynadıkları, elli civarında sahâbînin bazı hadisleri sahîfelere yazmış olduğu da belirtilmektedir (bu sahâbîlerin isimleri için bk. M. Mustafa el-A‘zamî, s. 34-58). Sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. Âs’ın yazdığı eś-Śaĥîfetü’ś-śâdıķa’da siyer ve megāzîye dair hadislerin de yer aldığı, hatta kendisinin siyer ve megāzîye dair bir risâlesinin bulunduğu, onun soyundan gelen Amr b. Şuayb’ın bunları naklettiği (a.g.e., s. 44; Urve b. Zübeyr b. Avvâm, s. 23-25), çocuk sahâbîlerden Sehl b. Ebû Hasme el-Ensârî’nin Hz. Peygamber’in hayatına dair bir sahîfesi olduğu, torunu Muhammed b. Yahyâ b. Sehl’in yanında bulunan bu metinden Vâkıdî’nin faydalandığı, hatta bu sahîfenin tamamını kendi kitabına aldığı zikredilmektedir (İbn Sa‘d, I, 331, 332; Taberî, I, 1757; Sezgin, GAS [Ar.], I/2, s. 21). Ashaptan Berâ b. Âzib, Sa‘d b. Ubâde, Humeyd ve Alâ b. Hadramî’nin de megāzîye dair sahîfeleri olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., I/2, s. 20-25; Fayda, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, s. 360-361). Abdullah b. Abbas sahâbîlerden duyduğu hadisleri bizzat kendi yazmış, bazan kölelerini de bu maksatla çalıştırmış, bunları oluşturduğu ders halkalarıyla yeni nesle intikal ettirmiş, belli konular için günler tayin etmiş, bir günü tefsire, bir günü fıkha, bir günü megāzîye ayırmıştır. Onun yazdıkları vefatından sonra kölesi ve talebesi Kureyb’e, ondan da siyer ve megāzî sahasında ilk kitaplardan birini yazan Mûsâ b. Ukbe’ye intikal etmiştir (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 41; M. Abdülhay el-Kettânî, II, 316). Sahâbî Berâ b. Âzib de siyer ve megāzîye dair birçok hadis rivayet etmiştir. Kendisinin bunları yazmış olduğuna dair kaynaklarda bir haber yer almamakla birlikte Buhârî bu hadislerin birçoğunu el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’ine almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatapları olan Araplar, kabile tarihlerine dair rivayetleri gece sohbetlerinde konuşma geleneğini müslüman olduktan sonra da sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in şahsiyeti ve müslümanların başarıları, savaşlarla ilgili haberler, bunlara kimlerin iştirak ettiği bu sohbetlerin konuları arasında yer almıştır. Daha sonraları rivayet kabiliyeti olanlar bu konulardaki bilgilerini âyet ve hadislere ve ashabın sözlerine istinaden birbirlerine anlatmıştır. Siyer ve megāzî konularının şiirlerle süslenerek anlatılmasında bu geleneğin izleri bulunmaktadır. Siyer ve megāzî bilgilerinin kıssacıların (kussâs) tâbiîn döneminde başladığı kesin olan cami ve özel toplantı yerlerindeki faaliyetleriyle hem yaygınlaştırıldığı hem de destanlaştırıldığı bilinmektedir (bk. KUSSÂS). Ortaya çıkan hukukî meselelerin çözümü, hicretin tarih ve takvim başlangıcı olması, divan teşkilâtının kuruluş aşamasında sahâbîlerin İslâmiyet’e girişlerinin, başta Bedir Gazvesi olmak üzere kimlerin hangi savaşlara katıldıklarının ve yaptıkları hizmetlerin bilinmesine ihtiyaç duyulması gibi hususlar siyere olan ilgiyi arttırmıştır. Diğer taraftan Hz. Osman’ın öldürülmesiyle


başlayan siyasî ve dinî ihtilâflar, müslümanların fethedilen yerlerdeki gayri müslimlerle beraber yaşamaya başlamaları ve onlarla çeşitli dinî konularda yaptıkları tartışmalar bu sahadaki çalışmaların devam etmesinde etkili olmuştur.

Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra başta sahâbî çocukları olmak üzere tâbiîn döneminde yetişen birçok şahsiyet siyer ve megāzî sahasındaki çalışmalara büyük katkılarda bulunmuştur. Resûlullah’ın merkezî bir şahsiyet olarak önemini bu dönemde de sürdürdüğünü torunu Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn’in şu ifadeleri açıkça göstermektedir: “Biz nebînin megāzîsini Kur’an’dan bir sûreyi öğrendiğimiz gibi öğrenirdik” (İbn Kesîr, III, 242). I. (VII.) yüzyılın yarısına kadar hadislerin tedviniyle birlikte iç içe yürütülen siyer ve megāzî çalışmaları giderek kendine has bir seyir takip etmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren kaleme alınmaya başlanan sahîfeler veya risâleler siyer yazıcılığındaki müstakil gelişmelerin işaretleri olarak görülebilir. Bu gelişmeleri sağlayanların hemen tamamının aynı zamanda hadislerin yazıya geçirilmesinde aktif rol oynamış muhaddisler olduğu dikkati çekmektedir. Teyzesi Hz. Âişe başta olmak üzere bazı sahâbîlerden aldığı hadisleri rivayet etmesiyle bilinen Urve b. Zübeyr bunların başında gelmektedir. Medineli yedi fakihten biri olarak tanınan Urve siyer ve megāzînin esaslarını tesbitte öncülük yapmış, Emevî halifeleri Abdülmelik b. Mervân ve Velîd b. Abdülmelik ile Velîd’in yakın adamı İbn Ebû Hüneyde’nin Hz. Peygamber’in gazveleri ve siyerine dair sorularına Medine’den yazılı cevap vermiştir. Urve’nin bu uzun cevaplarından Abdülmelik’e gönderdikleri oğlu Hişâm b. Urve yoluyla, Velîd ve İbn Ebû Hüneyde’ye gönderdikleri ise İbn Şihâb ez-Zührî yoluyla rivayet edilmiş, bunlar ilk yazılı siyer metinleri olarak günümüze kadar gelmiştir (Taberî, I, 1180, 1224, 1234, 1284, ayrıca bk. İndeks). Farklı kaynaklardan zamanımıza ulaşan İslâm tarihçiliğinin ilk örnekleri olan bu metinlerin üslûbunun sağlam, açık, mübalağa ve yönlendirmelerden uzak olduğu görülmektedir. Ayrıca Kur’an âyetlerini delil ve şahit olarak rivayetleri arasına alması, adı geçen şahısların neseplerini bilhassa zikretmeye özen göstermesi ve olaylarla ilgili şiirlere de zaman zaman yer vermesi Urve’nin siyer ve megāzî üslûbuna kazandırdığı özellikler olarak dikkati çeker. Onun Meġāzî adlı bir kitabı olduğu, talebesi Ebü’l-Esved’in Mısır’da onun Meġāzî’sini okuttuğu, Vâkıdî’nin onun hakkında “megāzî sahasında ilk tasnif yapan şahsiyet” dediği kaydedilmektedir (İbn Kesîr, IX, 101; Zehebî, VI,150); İbnü’n-Nedîm, Urve’yi siyer ve megāzî müellifleri arasında zikretmez, ancak Ebû Hassân Hasan b. Osman ez-Ziyâdî’nin hayatını anlatırken kütüphanesinde Urve b. Zübeyr’in Meġāzî’sinin bulunduğunu söyler (el-Fihrist, s. 166). Urve’nin talebesi Ebü’l-Esved tarafından rivayet edilen megāzî haberlerini toplayıp yayımlayan M. Mustafa el-A‘zamî, Urve’nin de böyle bir eseri olduğu görüşündedir. A‘zamî’nin neşrettiği metinde siyer ve megāzînin yalnızca bazı konularına yer verildiğini göz önüne alan Şaban Öz, Urve’nin bu çalışmalarının bir kitap gibi anlaşılmaması gerektiğini ileri sürer (İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri, s. 155-157).

Tâbiîn döneminde siyer ve megāzî sahasındaki telif çalışmalarında adı geçen bir diğer şahsiyet Hz. Osman’ın oğlu Ebân’dır. Abdülmelik b. Mervân zamanında Medine valiliği yapan Ebân, halifenin oğlu veliaht Süleyman 82 (701) yılında hac için Medine’ye geldiğinde kendisine şehri gezdirip Uhud ve Kubâ’ya götürür, onun bu yerler hakkındaki sorularına cevap verir. Aldığı bilgilerden memnun olan Süleyman, Ebân’dan kendisi için Resûlullah’ın bir siyerini yazmasını ister. Ebân, “Böyle bir eser bende var; kendisine güvendiğim kimselerden düzeltilmiş bir halde bunu aldım” diye cevap verince Süleyman kendisi için de bir nüsha istinsah edilmesini emreder ve bunun için ona on adet ince deri kâğıt verir. Süleyman yazılan nüshayı okuduğunda içinde ensarın faziletine dair bilgilerin bulunmasını yadırgayıp onu yaktırır (Zübeyr b. Bekkâr, s. 275-276). Bu siyer sahîfesinin bu tarihte Medine valisinin elinde bulunması megāzî çalışmalarının tâbiîn döneminde yazıya geçirildiğini göstermektedir. Ebân müellifi belirtilmeyen bu sahîfeye sahip olmasından dolayı megāzî yazarları arasında zikredilmiş olmalıdır.

Başka kaynaklarda pek yer almayan nâdir bazı haberleri rivayet eden Şürahbîl b. Sa‘d el-Hatmî el-Medenî (ö. 123/740); Ömer b. Abdülazîz’in hilâfeti döneminde megāzîye ve ashabın menâkıbına dair Dımaşk Camii’nde halka ders verdikten sonra Medine’ye dönüp vefatına kadar öğretim faaliyetlerine orada devam eden, sahîfelerindeki rivayetlerin büyük bir kısmı başta talebesi İbn İshak olmak üzere İbn Sa‘d ve Taberî’nin eserleri yoluyla bugüne ulaşan Âsım b. Ömer b. Katâde (ö. 120/738); Hz. Peygamber’in mektupları yanında siyere dair birçok konuda büyük dedesi sahâbî Amr b. Hazm’ın topladığı haberleri yazarak muhafaza ve rivayet eden Abdullah b. Ebû Bekir el-Hazrecî (ö. 130/747-48) siyer ve megāzî konusunda tâbiîn döneminin meşhur şahsiyetleridir.

Ömer b. Abdülazîz’in hadisleri toplamakla görevlendirdiği İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742) siyer ve megāzî yazıcılığını yeni bir safhaya intikal ettirmiştir. Urve’nin Hz. Âişe’den, Âsım b. Ömer’in Mahmûd b. Lebîd’den, Abdullah b. Ebû Bekir’in babasından aldığı haberleri toplayıp bunları siyer ve megāzî sahasında eser verecek olan talebeleri Mûsâ b. Ukbe, İbn İshak ve Ma‘mer b. Râşid’in kolayca ulaşabilecekleri yazılı bir metin haline getirmeyi başaran Zührî’nin kendi adına müstakil bir megāzî kitabı bugüne ulaşmamakla birlikte bilhassa talebelerinden Mûsâ b. Ukbe ile Ma‘mer b. Râşid’in eserlerinde yer alan haberler göz önüne alındığında Hz. Peygamber’in hayatının büyük bir kısmının onun yazılı rivayetlerine dayanılarak kaleme alınabileceği görülür. Ma‘mer b. Râşid’in (ö. 153/770) Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin (ö. 211/826) el-Muśannef’inde on dördüncü bölüm olarak yer alan “el-Meġāzî”si el-Meġāzi’n-nebeviyye adıyla yayımlanmıştır (nşr. Süheyl Zekkâr, Dımaşk 1401/1981). Ma‘mer bu eserde Zührî’nin yanı sıra başka kimselerden gelen birkaç haberi rivayet etmesinden dolayı ilk dönem siyer ve megāzî âlimleri arasında sayılmıştır.

Siyer ve megāzî sahasındaki çalışmaların en verimli dönemi tâbiîn döneminin son temsilcilerinin eserlerini yazdıkları II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısına rastlar. Bu dönemin âlimleri kendilerinden önce sahîfe ve risâlelerde toplananlarla ulaşabildikleri diğer rivayetleri konularına göre tasnif edip kronolojik sıraya koyarak siyer ve megāzî kitaplarına son şeklini veren eserlerini telif etmişlerdir. Bu neslin müelliflerinden Mûsâ b. Ukbe (ö. 141/758) kaynakları arasında Urve, Abdullah b. Abbas, Nâfi‘ ve Zührî gibi şahsiyetlerden gelen haberlerin yer aldığı Kitâbü’l-Meġāzî adlı eserinde Kâbe’nin yeniden inşası, ilk vahyin gelişi, Habeş muhacereti, Tâif yolculuğu gibi Mekke dönemi olaylarına, Medine döneminde ise başta gazve ve seriyyeler olmak üzere Resûlullah’ın siyerine dair bazı gelişmelere yer vermiştir. Eser ilk müslümanların, Habeşistan muhacirlerinin, Akabe biatlarına ve Bedir Gazvesi’ne katılanların, Mekke’nin fethinde müslüman olanların isim listelerini vermesiyle temayüz eder. Kendisinden sonra birçok kişinin faydalandığı Kitâbü’l-Meġāzî’nin nüshalarının X. (XVI.) yüzyılda hâlâ mevcut olduğu, Diyarbekrî’nin


Târîħu’l-ħamîs’ini kaleme alırken (telifi: 940/1534) eserden genişçe faydalanmasından anlaşılmaktadır. Bu kitaptan zamanımıza intikal eden ve Prusya Devlet Kütüphanesi’nde bulunan bir parçayı Eduard Sachau, Arapça metni ve Almanca tercümesiyle birlikte yayımlamıştır (Das Berliner Fragment Mūsā Ibn ǾUqba, Wissenschaften 1904). M. Mustafa el-A‘zamî Mûsâ b. Ukbe’nin haberleriyle Urve b. Zübeyr’in rivayetlerinin bir kısmını mukayese ederek aralarındaki benzerliğe dikkati çekmiş (Urve b. Zübeyr b. Avvâm, neşredenin girişi, s. 76-89), Muhammed Bakşîş Ebû Mâlik bu mukayesenin yeterli olmadığını, Mûsâ’nın bir kısım haberlerinin hem Urve hem de İbn İshak’ınkilerden bazı yerlerde farklı olduğunu göstermiş ve onun kaynaklarda yer alan rivayetlerini el-Meġāzî adıyla yayımlamıştır (Rabat 1994).

Siyer kitaplarına günümüzde bilinen şeklini veren İbn İshak (ö. 151/768), yukarıda adı geçen şahsiyetlerin rivayetlerinin yanında çoğu sahâbe çocuğu olan Medineli 100 kadar râviden, ayrıca İskenderiye’ye giderek Yezîd b. Ebû Habîb başta olmak üzere diğer âlimlerden hadis, siyer ve megāzî haberleri almak suretiyle kendisinden önce kimsenin toplayamadığı zengin haberleri elde etmiş, bunları tasnif ederek meşhur eseri Kitâbü’l-Mübtedeǿ ve’l-mebǾaŝ ve’l-meġāzî’yi (Sîretü İbn İsĥâķ) kaleme almıştır (kitabın adıyla ilgili farklı bilgiler için bk. DİA, XX, 95; Öz, s. 299-300). Bütünüyle zamanımıza ulaşmayan eserin bugün iki nüshası bulunmaktadır. Bunlardan ilki, İbn İshak’ın eserini kendisine yazdırdığı ve bazı ilâveleri dolayısıyla bir siyer müellifi gibi de kabul edilen Yûnus b. Bükeyr (ö. 199/814) yoluyla rivayet edilen eksik bir nüshadır. Bu nüsha, Sîretü İbn İsĥâķ adıyla Muhammed Hamîdullah ve Süheyl Zekkâr tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır (Rabat 1396/1976; Dımaşk 1396/1976). Diğeri ise eserin Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî tarafından rivayet edilen ve Kûfî-Bağdâdî diye meşhur olan nüshasını kısaltan İbn Hişâm’ın (ö. 218/833) es-Sîretü’n-nebeviyye adıyla bilinen kitabıdır. İbn İshak, Mekke döneminin tarihini yazarken İslâmiyet’i kabul eden şahsiyetlere, Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e ve müslümanlara düşmanlıklarına, Hz. Ebû Bekir’in davetiyle müslüman olanlara, Habeşistan’a hicret eden ve geri dönenlerin isimlerine, hicrete ve hicret sonrası Medine’de yapılan antlaşmaya yer vermiş, Medine döneminde başta gazve ve seriyyeler olmak üzere Hz. Peygamber’in rahatsızlığı ve vefatına kadarki gelişmeleri ele almıştır. İbn İshak, Mekke döneminde olduğu gibi Medine döneminde de bilhassa hocaları Zührî, Âsım b. Ömer b. Katâde, Abdullah b. Ebû Bekir b. Hazm’ın isimlerinin yer aldığı senedleri, ayrıca başka râvilerden veya olaylara katılanların yakınlarından topladığı haberleri nakletmiş, Medine geleneğinden ayrılarak Ehl-i kitap’la ilgili haberlerde yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’den ve onların kitaplarından nakillerde bulunmuş, konuyla ilgili şiirlere genişçe yer vermiştir. Siyer ve megāzî sahasında kitap yazanlar başta olmak üzere pek çok tarihçi onun kitabından iktibaslarda bulunmuş, kendisi hayatta iken onlarca râvi onun kitabının rivayetiyle meşgul olmuştur.

Muhaddislerle cerh ve ta‘dîl âlimleri siyer ve megāzî âlimlerine, bu arada İbn İshak’a çeşitli eleştiriler yöneltmiştir. Bunların en ağırı hadis aldıkları râvi veya şeyhi atlayıp (tedlîs) ilk râvinin adıyla haberleri nakletmeleridir. Ancak bu husus tarihle hadis rivayeti arasındaki farktan ileri gelmektedir. Hadisler, genellikle kısa ve bir olayın birbirine bağlı unsurlarıyla anlatılmasının söz konusu olmadığı metinlerdir. Bu metinlerde isnadın kullanılması çok farklıdır ve büyük önem arzeder. Siyer veya tarih yazıcılığında ise olayların birbirine bağlanarak anlatılması esastır. İbn İshak’ın tarihçi yönüyle birçok hadisin senedini birleştirerek olayı anlatması ilk defa kendisinin başvurduğu bir usul değildir. Aynı usulü, fakih ve muhaddis olmasının yanında megāzî sahasındaki ilk otoritelerden sayılan Urve b. Zübeyr ile hadisteki üstünlüğü kabul edilen ve megāzî ile de ilgilendiği bilinen Zührî de kullanmıştır.

Hicretin ilk iki asrında siyer ve megāzî sahasında eser verenlerin sonuncusu ve en meşhurlarından biri de Vâkıdî’dir (ö. 207/ 823). Onun Kitâbü’l-Meġāzî’sinin en bâriz özelliği Resûlullah’ın yalnızca Medine dönemindeki gazve ve seriyyelerini ele almış olmasıdır. Kendinden önceki birçok âlimden rivayet alan Vâkıdî’nin İbn İshak’ı kaynakları arasında zikretmemesi İbn İshak’tan intihallerde bulunmakla suçlanmasına sebep olmuştur (Öz, s. 377-386). Vâkıdî, daha önce yazıyla tesbit edilmiş rivayetler ve birçok resmî belge yanında savaşlara katılan sahâbîlerin çocukları ve torunlarından bilgiler toplamış, gazve ve seriyyelerin tarihlerini en doğru şekilde belirlemeye, cereyan ettikleri yerleri ve güzergâhlarını bizzat gidip görmeye gayret göstermiştir. Haberlerin doğruluğu hususunda farklı rivayetleri yalnızca zikretmekle yetinmemiş, tercihlerini zaman zaman belirtmeye çalışmış, gelişmelerin fıkhî sonuçlarına işaret etmiş, böylece megāzî sahasında büyük bir otorite olmaya hak kazanmıştır. Hicretin ilk iki asrındaki bu çalışmalar sonucunda Resûlullah’ın hayatı, şahsiyeti ve savaşlarıyla ilgili temel bilgiler bir araya getirildiği gibi siyer ve megāzî kitaplarının planı ve konuları da sağlam bir şekilde tesbit edilmiştir. Bütün bu çalışmalar, daha sonra gerek siyer-megāzî gerek tabakat veya tarih adıyla telif edilecek eserlerin temel kaynağı olmuştur.

Siyer ve megāzî sahasındaki çalışmalar doğrudan doğruya siyer-megāzîye dair eserler, tabakat ve tarih kitapları, Resûlullah’ın hayat ve şahsiyetine dair özel konuları kapsayan çalışmalar şeklinde üç gruba ayrılabilir. Siyer ve megāzîye yer veren ilk tabakat müellifi İbn Sa‘d’dır (ö. 230/ 845). Kâtibü’l-Vâkıdî diye meşhur olan İbn Sa‘d, hocasının kitaplarından nakiller yapması yanında onun kütüphanesinden istifade ederek sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînin biyografilerini kapsayan meşhur eseri Kitâbü’ŧ-Ŧabaķāti’l-kebîr’ini (eŧ-Ŧabaķātü’l-kübrâ) kaleme almıştır. Eserin siyer ve megāzî konusuna tahsis edilen iki ciltlik ilk bölümü İbn İshak’ın İbn Hişâm yoluyla günümüze ulaşan es-Sîretü’n-nebeviyye’siyle Vâkıdî’nin Kitâbü’l-Meġāzî’sinden sonra Hz. Peygamber’in hayatı ve şahsiyeti üzerine kaleme alınmış en eski metindir. İbn Sa‘d eserini yazarken İbn İshak, Ebû Ma‘şer es-Sindî, Mûsâ b. Ukbe, hocası Vâkıdî’nin eserleri başta olmak üzere daha önceki siyer ve megāzîlerden faydalanmıştır. Konulara ayrı ayrı başlık verme geleneğinin başlatıldığı kitapta kısa bir peygamberler tarihinden sonra Resûl-i Ekrem’in bi‘set öncesi ve sonrası Mekke dönemi hayatı anlatılır. İbn Sa‘d, Medine döneminin yazılmasında İbn İshak’tan farklı bir metot uygulamıştır. İbn İshak’ın olayları kronolojik sırayla yazmasına karşılık o aynı konuları bir arada ele almış, meselâ Resûlullah’ın devlet başkanlarına ve kabile reislerine gönderdiği İslâm’a davet mektuplarıyla Medine’ye gelen kabile heyetlerini birlikte kaydetmiştir. Eserinin daha öncekilerden en önemli farkı, Hz. Peygamber’in Tevrat ve İncil’deki sıfatlarıyla başlayıp arkasından daha sonraki dönemlerde “delâilü’n-nübüvve, alâmâtü’n-nübüvve” ve “şemâil” kitaplarında işlenecek konulara yer vermesidir. İbn Sa‘d eserinin II. cildine gazve ve seriyyeleri anlatarak başlamış, Vedâ haccına, Resûl-i Ekrem’in vefatına, Medine’de fetva veren ve Kur’an’ı toplayan sahâbîlere genişçe yer ayırmıştır. İbn Sa‘d ile birlikte siyer kitaplarında


hangi bölüm ve konuların bulunacağının planı tamamlanmış, daha sonraki müelliflerde aynı plan ve anlayış hâkim olmuştur (DİA, XX, 294-297; Öz, s. 444-462).

İslâm dünyasında fütuhat tarihçisi olarak tanınan Belâzürî’nin (ö. 279/892) Ensâbü’l-eşrâf’ı (nşr. M. Hamîdullah, I, Kahire 1959) kabile esasına göre düzenlenmiş bir tabakat kitabıdır. Tabakatının başına siyer yazan ikinci müellif olarak dikkati çeken Belâzürî esere Hz. Peygamber’in hayatını anlatarak başlar. Onun nesebini ele almak için Hz. Nûh’tan itibaren Araplar’ın soyuna, oradan büyük ceddi Adnân’a ve sırasıyla dedelerine yer vererek onun hayatını Vâkıdî-İbn Sa‘d metoduna benzer şekilde ele alır. Resûlullah’ın sıfatları, hanımları, âzatlıları ve hizmetçileri, elbiseleri, atları ve devesi, ganimetten aldığı pay, silâhları, yatağı, müezzini, âmilleri, kâtipleri, isimleri Fâtıma olan nineleri, amcaları, Ebû Tâlib ve çocukları gibi konuları siyerinin sonuna ekler. Halîfe b. Hayyât’ın Kitâbü’ŧ-Ŧabaķāt, İbn Abdülberr’in el-İstîǾâb fî maǾrifeti’l-aśĥâb, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-ġābe fî maǾrifeti’ś-śaĥâbe, Zehebî’nin Siyeru aǾlâmi’n-nübelâǿ (ilk üç cildi), İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İśâbe fî maǾrifeti’ś-śaĥâbe’si birer tabakat kitabı olmakla birlikte bunlarda siyer ve megāzî konusuna özel bir bölüm ayrılmamıştır. Ancak sahâbenin hayatını ele alan bütün bu tabakat kitaplarında çok zengin siyer ve megāzî bilgileri bulunmaktadır. Halîfe b. Hayyât’ın et-Târîħ adlı eseri günümüze ulaşan en eski tarih kitaplarındandır. Kronolojik esasa göre yazılan eser tarihlendirmenin önemine dair bazı âyet ve hadisler, insanların kullandığı takvimler ve Hz. Ömer zamanında hicretin tarih ve takvim başlangıcı olarak kabul edilmesine dair rivayetlerle başlar, Hz. Peygamber’in doğum tarihiyle Mekke ve Medine’deki ikamet sürelerine dair haberlere kısaca yer verdikten sonra hicretin 1. yılından (622) başlayarak Hz. Peygamber dönemini kısaca anlatır.

İslâm dünyasında tarihçilerin babası diye tanınan, Târîħu’l-ümem ve’l-mülûk’ün müellifi İbn Cerîr et-Taberî’nin temel özelliği Hz. Âdem’den başlayarak kendi imkânlarına göre bir dünya ve peygamberler tarihi yazmaya başlaması, ardından peygamberler tarihinin devamı ve son halkası olmak üzere Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine dönemlerini oldukça geniş biçimde kronolojik olarak kaleme almasıdır. Taberî, kendinden önce yazılmış siyer ve megāzî kitaplarından ve diğer siyer müelliflerinin zamanımıza ulaşmamış bazı rivayetlerinden faydalanmış, bunları kendisine ulaştığı şekilde eserine almıştır. Târîħu’l-ümem daha sonraki tarihçilerin siyerle ilgili haberlerinin en önemli kaynağı olmuştur. İzzeddin İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil fi’t-târîħ’i, İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-nihâye’si, tıpkı Halîfe b. Hayyât gibi eserine Hz. Peygamber’in Medine dönemiyle başlayan Zehebî’nin Târîħu’l-İslâm’ı, İbn Haldûn’un el-Ǿİber’i, Mûsâ b. Ukbe’nin rivayetlerine genişçe yer veren Diyarbekrî’nin Târîħu’l-ħamîs fî aĥvâli enfesi nefîs’i siyer ve megāzîye genişçe yer veren belli başlı tarih eserleri arasında zikredilebilir. Mekke ve Medine’nin tarihine dair eserlerde de Hz. Peygamber’in hayatı ve bu şehirlerdeki faaliyetleriyle ilgili bilhassa coğrafî bilgilere çok geniş yer verilmiştir. Ezrakī’nin Aħbâru Mekke’si ile İbn Şebbe’nin Târîħu’l-Medîneti’l-münevvere’si siyer ve megāzî haberlerine genişçe yer veren şehir tarihlerinin başında gelir.

Konusu doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem’i anlatmak olan ve onun bazı yönlerini ele alan ilim dalları hadis, siyer ve megāzî, şemâil ve delâil olarak sıralanır. Bunlardan Hz. Peygamber’in beşer yönünü konu edinen, yaşayışını ve şahsî hayatını anlatan ilim dalına şemâil adı verilmiştir. Muhaddis Tirmizî (ö. 279/892) ilk defa şemâil terimini bu anlamda kullanarak Kitâbü’ş-Şemâǿil adlı eserini yazmış, birçok âlim bu kitabın şerhlerini yapmak suretiyle konu etrafında geniş bir literatürün oluşmasını ve başka eserlerin yazılmasını sağlamıştır.

Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispatlamak amacıyla “delâilü’n-nübüvve, a‘lâmü’n-nübüvve, beşâirü’n-nübüvve, isbâtü’n-nübüvve, tesbîtü delâili’n-nübüvve” gibi adlarla birçok eser kaleme alınmıştır. Resûlullah’ın nübüvvetini inkâr eden yahudi ve hıristiyan din adamlarının, zındık ve mülhidlerin iddia ve isnatlarına cevap vermek amacıyla yazılan bu tür eserlerde nübüvvet ve özellikle Hz. Muhammed’in nübüvveti, Kur’an’ın yanı sıra daha ziyade çeşitli rivayetlerle nakledilen hârikulâde olaylara dayanılarak ispat edilmiştir. Eserinde delâilü’n-nübüvve konusuna yer veren ilk müellif İbn İshak olmuştur (es-Sîre, s. 257). Konuya hadis (meselâ bk. Buhârî, “Kitâbü’l-Menâķıb”, 25) ve kelâm kitaplarında da yer verilmiştir. Ebû Nuaym el-İsfahânî ve Ebû Bekir el-Beyhakī gibi muhaddisler delâilü’n-nübüvve adını taşıyan eserler kaleme almışlardır. Kādî İyâz’ın Resûlullah’ın yüce kişiliği ve sahip olduğu özelliklerle ona karşı saygısız davrananlara uygulanacak ceza konularını da ele aldığı eş-Şifâǿ bi-taǾrîfi ĥuķūķi’l-Muśŧafâ adlı eserinin ve şerhlerinin bu tür eserler arasında ayrı bir yeri vardır.

Resûlullah’ın hayatı ve şahsiyetiyle ilgili konulardan birini veya birkaçını müstakil çalışma konusu yapan kitaplar da yazılmıştır. Bunlarda ele alınan bazı konular şöylece sıralanabilir: Hz. Peygamber’in doğumu, isimleri, sünnet olması, süt emmesi, nesebi, ecdadı ve kabilesi Kureyş, ebeveyni, amcaları, risâlet öncesi hayatı, nübüvvet mührü, vahiy alışı, ümmîliği, isrâ ve mi‘racı, münafıklar ve kendisine eziyet edenler, hicreti, kâtipleri, evlendirdiği kimseler, diğer devletlere gönderdiği elçiler, kendisine gelen heyetler, görev verdiği âmilleri, malları, iktâı, Mescid-i Nebevî ve Ravza-i Mutahhara, hilyesi, saçları, ismeti, sıdkı, şecaati, mizahı, hanımları, evlâtları ve Ehl-i beyt’i, hizmetçileri ve âzatlıları, elbiseleri, atları, vefatı, mirası, ibadetleri, kıraati, tıbb-ı nebevî, kendisine tevessül edilmesi vb. (bu tür kitap ve risâleler için bk. Selâhaddin el-Müneccid, bk. bibl.). İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Zâdü’l-meǾâd’ı Resûlullah’ın siyeri, günlük yaşayışı ve uygulamalarından çıkarılan dinî, ahlâkî, hukukî hükümlere yer veren muhtevasıyla önemlidir. Huzâî’nin Hz. Peygamber dönemindeki siyasî, idarî, adlî, askerî, iktisadî, ilmî ve içtimaî hayat ve düzenlemelerle ilgili haber ve rivayetleri geniş bir plan içinde derli toplu biçimde sunan Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye Ǿalâ mâ kâne fî Ǿahdi Resûlillâh mine’l-ħıref ve’ś-śanâǿiǾ ve’l-Ǿamâlâti’ş-şerǾiyye’si ile (Kahire 1401/1981) bu esere şerh yazan Kettânî’nin et-Terâtîbü’l-idâriyye’sini (Hz. Peygamber’in Yönetimi, trc. Ahmet Özel, I-II, İstanbul 2003) muhtevalarında dikkati çeken farklılıklardan dolayı özellikle zikretmek gerekir.

Siyer ve megāzî sahasındaki çalışmalar III. (IX.) yüzyıldan itibaren artarak günümüze kadar devam etmiştir. Nüshaları zamanımıza ulaşmamış olanlar bir tarafa bırakılırsa (bunlar için bk. Sezgin, GAS [Ar.], I/2, s. 65-117) İbn Hibbân’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’si, İbn Fâris’in Evcezü’s-siyer li-ħayri’l-beşer’i, İbn Hazm’ın CevâmiǾu’s-sîre’si, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin el-Vefâ bi-aĥvâli’l-Muśŧafâ’sı, Kelâî’nin el-İķtifâǿ fî meġāzî Resûlillâh’ı, Mecdüddin İbnü’l-Esîr, Nevevî ve Abdülmü’min ed-Dimyâtî’nin es-Sîretü’n-nebeviyye’leri, İbn Seyyidünnâs’ın ǾUyûnü’l-eŝer fî fünûni’l-meġāzî ve’ş-şemâǿil ve’s-siyer’i, Moğultay b. Kılıç’ın el-İşâre ilâ sîreti’l-Muśŧafâ’sı, İzzeddin İbn Cemâa’nın el-Muħtaśarü’l-kebîr fî sîreti’r-Resûl’ü, İbn Kesîr’in el-Fuśûl fî sîreti’r-Resûl’ü,


İbn Habîb el-Halebî’nin el-Muķtefâ min sîreti’l-Muśŧafâ’sı ve Nûreddin el-Halebî’nin İnsânü’l-Ǿuyûn fî sîreti’l-emîni’l-meǿmûn’u (es-Sîretü’l-ĥalebiyye) bunların tanınmışlarıdır. Hadis, siyer, delâilü’n-nübüvve, şemâil, hasâis vb. kaynaklardan faydalanarak Hz. Peygamber’i çeşitli yönleriyle ele alan üç büyük siyer kitabı olan Makrîzî’nin İmtâǾu’l-esmâǾ bimâ li’r-Resûl mine’l-ebnâǿi ve’l-aĥvâl ve’l-ĥafede ve’l-metâǾ, Şemseddin eş-Şâmî’nin Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşâd fî sîreti ħayri’l-Ǿibâd ve Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî’nin kitabını şerheden Muhammed b. Abdülbâkî ez-Zürkānî’nin Şerĥu’l-Mevâhibi’l-ledünniyye adlı eserlerini de muhtevasının genişliği bakımından özellikle zikretmek gerekir.

BİBLİYOGRAFYA:

Urve b. Zübeyr b. Avvâm, Meġāzî Resûlillāh (nşr. M. Mustafa el-A‘zamî), Riyad 1401/1981, neşredenin girişi, s. 11-97; İbn Şihâb ez-Zührî, el-Meġāzi’n-nebeviyye (nşr. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1401/1981, neşredenin girişi, s. 7-35; Mûsâ b. Ukbe, el-Meġāzî (nşr. Muhammed Bakşîş), Rabat 1994, neşredenin girişi, s. 15-53; İbn İshak, es-Sîre, s. 28, 257, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. e-m; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 661; Vâkıdî, el-Meġāzî, neşredenin girişi, I, 5-46; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 331, 332; V, 210; Zübeyr b. Bekkâr, Aħbârü’l-Muvaffaķıyyât (nşr. Sâmî Mekkî el-Ânî), Bağdad 1392/ 1972, s. 275-276; Taberî, Târîħ (de Goeje), I, 1180, 1224, 1234, 1284, 1757, ayrıca bk. İndeks; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 137 vd., 166; İbn Hayr, Fehrese, bk. İndeks; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 242; VIII, 298; IX, 101, 400; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, VI, 150; M. Şemseddin [Günaltay], İslâmda Târih ve Müverrihler, İstanbul 1339-42, s. 10 vd.; Abdülazîz ed-Dûrî, Baĥŝ fî neşǿeti Ǿilmi’t-târîħ Ǿinde’l-ǾArab, Beyrut 1960, s. 7-48; F. Rosenthal, Ǿİlmü’t-târîħ Ǿinde’l-müslimîn (trc. Sâlih Ahmed el-Alî), Bağdad 1963, tür.yer.; İzzet Derveze, ǾAśrü’n-nebî ve bîǿetühû ķable’l-biǾse, Beyrut 1384/1964, tür.yer.; a.mlf., Sîretü’r-Resûl, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-Arabiyye), II, 373-471; Sezgin, GAS (Ar.), I/2, s. 3-25, 65-117; a.mlf., “İslâm Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadisin Ehemmiyeti”, İTED, II/1 (1957), s. 19-36; Selâhaddin el-Müneccid, MuǾcem mâ üllife Ǿan Resûlillâh, Beyrut 1402/ 1982; Mustafa Fayda, “Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985, s. 357-366; a.mlf., “İbn Hişâm”, DİA, XX, 72-73; a.mlf., “İbn İshak”, a.e., XX, 94-95; a.mlf., “İbn Sa‘d”, a.e., XX, 295-296; Hüseyin Atvân, er-Rivâyetü’t-târîħiyye fî Bilâdi’ş-Şâm fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Amman 1986, s. 65-210; Mustafa Zeki Terzi, İlk Siyer-Meğâzî Yazarları ve Eserleri, Samsun 1990; M. Mustafâ el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı (trc. Hulûsi Yavuz), İstanbul 1993, s. 34-58, 196 vd.; Rıza Savaş, Siyer ve Kaynakları, İzmir 1995; M. Schöller, Exegetisches und Prophetenbiographie, Wiesbaden 1998, s. 23-78; Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 20 vd.; M. Hinds, “Maghāzi and Sīra in Early Islamic Scholarship”, The Life of Muĥammad (ed. U. Rubin), Aldershot 1998, s. 1-10; a.mlf., “al-Maҗћāzī”, EI² (Fr.), V, 1151-1154; Ömer Özsoy - İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, Ankara 1999, s. 565-689; H. Motzki, The Biography of Muhammad, Leiden 2000; J. Horovitz, İslâmî Tarihçiliğin Doğuşu -İlk Siyer / Megâzî Eserleri ve Müellifleri- (trc. Ramazan Altınay - Ramazan Özmen), Ankara 2002; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, II, 240 vd., 316; Şaban Öz, İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri (doktora tezi, 2006), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; M. Qasim Zaman, “Maghāzī and the Muhaddithūn”, IJMES, XXVIII (1996), s. 1-18; A. Görke - Gregor Schoeler, “Reconstructing the Earliest Sīra Texts: The Hiğra in the Corpus of ‘Urwa b. al-Zubayr”, Isl., LXXXII (2005), s. 209-220; Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal, IV/3, İstanbul 2007, s. 129-162; G. Levi Della Vida, “Sîre”, İA, X, 699-703; W. Raven, “Sīra”, EI² (Fr.), IX, 686-689.

Mustafa Fayda




Türkçe Siyer Kitapları. Siyer Osmanlılar’da Cumhuriyet öncesine kadar tarih ilminin konusu olmaktan ziyade edebiyat sahasına kaymış ve bu alanda gelişmiştir. Kısas-ı enbiyânın eski Türk edebiyatına ve özellikle İslâmî Türk edebiyatına en zengin malzemeyi sağlayan başlıca dinî kaynaklar arasında yer alması bunda etkili olmuştur. Bu kaynağın en geniş ve ayrıntılı bilgilerle donanmış kısmı ise Hz. Peygamber’le ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece dinî ve tasavvufî edebiyatta değil Türk edebiyatının hemen bütün türlerinde bu zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanılmıştır. İlk eserlerin tercüme şeklinde de olsa Resûl-i Ekrem’e duyulan derin sevgi ve saygının etkisiyle lirik edebî unsurlar bakımından zengin olarak kaleme alınması da siyer türünün edebiyat alanında gelişmesini etkilemiştir. Siyerlerin telif-tercüme tarzında ortaya konmasının müellife, esas metne tamamen bağlı kalmak yerine kalemini ilhamının etkisine bırakarak duygularını bütün samimiyetiyle aktarma fırsatı tanımış olmasını ayrıca belirtmek gerekir. Bu eserlerin bir kısmının manzum şekilde kaleme alınması da konunun edebiyata kaymasının sebepleri arasında zikredilebilir.

Türkler’in kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin devamlı konularının başında siyerin geldiği bilinmektedir. Padişah saraylarından köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılan bu meclislerde anlatılan olaylar Hz. Peygamber’in hayatı, şahsiyeti, mûcizeleri, savaşları ve Hz. Ali başta olmak üzere halifeleri ve ashabının yer aldığı hadiseler etrafında gelişmiş, bunlar zamanla kitap haline getirilmiş, ardından meclislerde okunup dinlenmiştir. Nitekim bilinen en eski Türkçe siyer kitabı olan Darîr’in eseri, âmâ olan müellifin Memlük sultanlarının sohbet meclislerinde kendisine okunan Arapça siyer kitaplarını mecliste bulunanlara Türkçe anlatması suretiyle ortaya çıkmıştır. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si de kendisinin Arapça yazdığı Meġāribü’z-zamân’ın Resûl-i Ekrem’le ilgili kısmının Türkçe’ye nazmen tercümesinden doğmuştur. Siyere dair eserlerin Osmanlı ülkesinin her tarafına yayılmasında halk tarafından çok beğenilen Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin de etkisini göz ardı etmemek gerekir.

İslâmî Türk edebiyatında siyer türündeki ilk eserleri Arapça ve Farsça’dan yapılan tercümelerin oluşturması bir ölçüde konunun hassasiyetinden kaynaklanmıştır. Çünkü Hz. Peygamber hakkında doğru bilgiye ulaşmak dinin bir gereği olduğu gibi ondan yanlış ifadeler aktarmak da dinî sorumluluk gerektiren bir husustur. Bununla birlikte meselenin bu yönü üzerinde titizlikle durulduğunu söylemek zordur. İslâm tarihinin daha ilk dönemlerinden itibaren kussâsın vaazlarında Resûl-i Ekrem’in hayatından aktardıkları örnekler halk arasında büyük rağbet görmüş, bu rivayetler ilim çevrelerinde ihtiyatla karşılanmakla birlikte insanları Allah’ı ve resulünü sevmeye yönelttikleri için onlara karşı daha müsamahakâr davranılmıştır. Ancak güvenilirliği şüpheli rivayetlerden doğacak sakıncaları önlemek amacıyla Halife Ömer b. Abdülazîz’in devrin tanınmış âlimlerinden Âsım b. Ömer b. Katâde el-Ensârî’yi Dımaşk’ın en büyük camilerinden Emeviyye’de halka siyer ve megāzî dersleri vermekle görevlendirdiği bilinmektedir. Türkçe tercümelere esas alınan metinler ise tarih ilminin ölçülerine sıkı sıkıya bağlı olanlardan ziyade Resûl-i Ekrem hakkındaki bilgileri destanî-epik bir anlatımla ele alan daha sonraki dönemlere ait eserlerden seçilmiştir.

Tercüme Siyerler. 1. Darîr, Tercüme-i Siyer-i Nebî. 790’da (1388) Kahire’de tamamlanan bu manzum-mensur eser Türk edebiyatında en eski siyer kitabıdır (bk. SÎRETÜ’n-NEBÎ). 2. Lâmiî Çelebi, Tercüme-i Şevâhidü’n-nübüvve li-takviyeti yakīni ehli’l-fütüvve. Abdurrahman-ı Câmî’nin 885’te (1480) Farsça telif ettiği Şevâhidü’n-nübüvve adlı siyerin çevirisidir (İstanbul 1293; yeni harflerle nşr. Muzaffer Ozak, İstanbul 1958). 3. Ahîzâde Abdülhalim Efendi (Halîmî), Tercüme-i Şevâhidü’n-nübüvve (Nevâhidü’l-fütüvve fî tercemeti Şevâhidi’n-nübüvve). Yine Abdurrahman-ı Câmî’ye ait eserin tercümesi


olup birçok yazmasından müellif hattı olanı Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Fâtih, nr. 4275). 4. Celâlzâde Mustafa Çelebi, Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî. Molla Miskîn lakabıyla tanınan Muîn el-Miskîn’in Farsça siyerinin 959’da (1552) yapılan çevirisidir. Eserin Süleymaniye (Fâtih, nr. 4289), Millet (Ali Emîrî Efendi, nr. 1131) ve Topkapı Sarayı Müzesi (Hazine, nr. 1229) kütüphanelerinde nüshaları bulunmaktadır. 5. Altıparmak Mehmed Efendi, Tercüme-i Meâricü’n-nübüvve fî medârici’l-fütüvve. Yine Muîn el-Miskîn’e ait MeǾâricü’n-nübüvve adlı siyerin tercümesi olup mütercimin lakabı olan Altıparmak adıyla tanınmıştır (İstanbul 1257, 1290, 1306; Bulak 1271). Eser ayrıca Turgut Ulusoy tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1984). 6. Aydınlı Eyyûb b. Halîl, Sîretü’n-nebî Tercümesi. İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’sinin çevirisi olan eserin mütercim hattıyla bilinen tek nüshası üzerinde (İÜ Ktp., TY, nr. 2414) Mes‘ad Süveylim Ali eş-Şâmân doktora tezi hazırlamıştır (bk. bibl.). 7. Veysîzâde Ahmed İznikî, Tercüme-i Siyer-i Kâzerûnî (Sahâyifü’l-iber ve letâyifü’s-siyer). Muhammed b. Mes‘ûd el-Kâzerûnî’nin el-Münteķā min siyeri’n-nebî el-Muśŧafâ adlı eserinin tercümesidir (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1173). 8. Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, Tercüme-i Siyer-i Kâzerûnî. IV. Murad’a ithaf edilen eserin çeşitli nüshaları günümüze ulaşmıştır (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3242; Hacı Mahmud Efendi, nr. 4368). 9. Bâkî, Meâlimü’l-yakīn fî sîreti seyyidi’l-mürselîn. Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî’nin el-Mevâhibü’l-ledünniyye bi’l-minahi’l-Muĥammediyye adlı eserinin çevirisidir (İstanbul 1261, 1313, 1316, 1322-1326). Eser Necip Fazıl Kısakürek (Gönül Nimetleri, İstanbul 1967) ve İhsan Uzungüngör (Mevâhib-i Ledünniyye, İstanbul 1972) tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. 10. Benlizâde Mahmud Mağnisavî, Tercüme-i Mevâhibü’l-ledünniyye (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 1170; TSMK, Revan Köşkü, nr. 319). 11. Tercüme-i Ravzatü’l-ahbâb fî siyeri’n-nebî ve’l-âl ve’l-ashâb. Cemâl Hüseynî-i Şîrâzî’nin Farsça kaleme aldığı eserin tercümesidir (I-III, İstanbul 1268; I-IV, İstanbul 1288). 12. Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Siyer-i Halebî (Şerhu Manzûmeti’l-Halebiyye). İbrâhim b. Mustafa el-Mudarî el-Halebî’nin şerhettiği altmış üç beyitlik manzumesinin (Süleymaniye Ktp., Giresun, nr. 52; Esad Efendi, nr. 2477) açıklamalı tercümesidir (Kahire 1248). 13. Mirzazâde Ahmed Neylî, el-Evfâ fî tercemeti’l-Vefâ (fî fezâili’l-Mustafâ). Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’ye ait el-Vefâ bi-aĥvâli’l-Muśŧafâ adlı eserin tercümesi olup birçok nüshasından 1154 (1741) yılına ait yazması Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Bayezid, nr. 5266).

Telif Siyerler. 1. Veysî, Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc. Siyer-i Veysî adıyla da bilinmektedir (I-II, Bulak 1245; İstanbul 1286). Çok sanatkârane bir nesirle yazılmasından dolayı devri için bile ağır bulunan diline rağmen Türkçe siyerler içinde en çok beğenileni olduğu anlaşılan ve Nev‘îzâde Atâî, Nâbî, Nazmîzâde Murtaza ve Tıflî Ahmed Çelebi tarafından zeyilleri yazılan eser üzerinde Nuran Öztürk’ün hazırladığı doktora tezinde (bk. bibl.) çeşitli kütüphanelerde 150 kadar nüshası bulunduğu belirtilmektedir (bk. DÜRRETÜ’t-TÂC). 2. Molla Velî, Manzum Siyer-i Nebî. Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi’nde nüshası bulunan (nr. 1460) XV. yüzyıla ait bu eser yaklaşık 10.000 beyittir. 3. Amasyalı Münîrî İbrâhim Çelebi, Siyer-i Nebî. Manzum olarak kaleme alınmıştır (TSMK, Koğuşlar, nr. 994, 995). 4. Siyerü’n-nebî. Tahminen XVI. yüzyıla ait yaklaşık 3000 beyitlik bu eserin Mehmed adlı yazarı hakkında bilgi bulunmamaktadır (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 1544). 5. Abdurrahman, Siyerü’n-nebî. 10.000 beyti aşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 3916). 6. İbrâhim Hanîf b. Mehmed Kâzım, Manzum Siyer-i Nebî (TSMK, I. cilt, Emanet Hazinesi, nr. 1156; II. cilt, Hazine, nr. 1244). 7. Abdullah Zâhidî, Manzum Siyer-i Nebî (Köprülü Ktp., Ahmed Paşa, nr. 234). 8. Abdürrahîm b. Hüseyin, Manzum Siyer (TSMK, Revan Köşkü, nr. 1576). 9. Manzum Siyer-i Nebî. Müellifi belli değildir (TSMK, Koğuşlar, nr. 994). 10. Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, el-Fevâyihu’n-nebeviyye fî siyeri’l-Mustafaviyye. Hz. Peygamber’e vahiy gelmesiyle başlayıp Hayber Savaşı’na kadar olan dönemi içine alır. Eserin Siyer-i Kâzerûnî tercümesi olduğu ileri sürülmüşse de (DİA, XXIV, 382) dîbâcesindeki bilgilere ve diğer bazı kaynaklara dayanılarak telif olduğu belirtilmektedir (TCYK, s. 240-241). 11. Abdülbâki Ârif Efendi, Sîretü’n-nebî. Müellifin vefatı dolayısıyla bitirilemeyen eseri müellifin damadı Fâiz Efendi tamamlamıştır. Fâiz Efendi’nin kaleminden çıkmış olan bir nüsha Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Hüsrev Paşa, nr. 414). Vak‘anüvis Râşid Efendi manzum bir mukaddimeyle başlayan siyerin devrinde çok beğenildiğini söylemektedir. 12. Hakîm er-Rûmî (Mehmed b. Halîl), Acâibü’l-ahbâr fî ahbâri seyyidi’l-ahyâr (İÜ Ktp., TY, nr. 2478; TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1175, Revan Köşkü, nr. 1477). 13. Eyüp Sabri Paşa, Mahmûdü’s-siyer (İstanbul 1287). Halk için sade bir dille yazılan eser güvenilir bilgiler içermektedir. 14. Hâfız Mehmed Zühdü Efendi, Nazmü’s-siyer (Trabzon 1324). 15. Düzceli Yûsuf Suad (Neğuç), Akvemü’s-siyer (İstanbul 1327). Tek ciltlik ilk bölümü 500 sayfaya yakın olan eserin II. cildinin basılıp basılmadığı bilinmemektedir. Kılıçzâde Hakkı, Akvemü’s-siyer Münasebetiyle Yûsuf Suad Efendi’ye Tahsîsen, Softa Efendilere Tâmîmen Son Cevab adıyla bir risâle (İstanbul 1331), müellif ise Akvemü’s-siyer ismiyle bir cevap (İstanbul 1331) yazdığına göre eser üzerinde bir tartışmanın yapıldığı anlaşılmaktadır. 16. Lutfullah Ahmed, Hayat-ı Hazret-i Muhammed (I-III, İstanbul 1332; I-IV, 1341). 17. Abdullah Âtıf, Siyerü’n-nebî (İstanbul 1338). Oldukça hacimli bir eserdir. Bunların dışında çoğu küçük hacimde Kemal, Bıçakçıoğlu Hakkı, İhtifalci Mehmed Ziyâ (İstanbul 1340), Hüseyin b. Tevfîk el-Konevî gibi müelliflerin eserleri zikredilebilir. Ahmed Refik’in (Altınay) Gazavât-ı Celîle-i Peygamberî adlı eseri (İstanbul 1324) bir yönüyle gazavatnâmeler arasında sayılabileceği gibi siyer içinde belli bir alana yoğunlaşarak kaleme alınmış eserlere örnek gösterilebilir. Ahmed Midhat Efendi’nin Beşâir-i Sıdk-ı Nübüvvet-i Muhammediyye’si de bu kısımdaki eserler arasında zikredilmektedir.

Son dönemlerde siyer kitaplarının nasıl yazılması gerektiği tartışma konusu olmuştur. Eski eserlerde görülen ve Hz. Peygamber’in daha çok mûcizevî özelliklerini ve insan üstü yönlerini ortaya koymak için yazılan kitaplardan ziyade onun beşerî ve sosyal özelliklerini vurgulayan, kendisinin bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber oluşundan dolayı ona ve tebliğine inanmanın gerekliliğini aklî ve mantıkî ölçülerle ortaya koyan eserler yazılması istenmiştir. Nitekim İzmirli İsmail Hakkı’nın Siyer-i Celîle-i Nebeviyye adıyla kaleme aldığı küçük kitap (İstanbul 1332) bu tartışmalar sırasında müellifin Resûl-i Ekrem’in hayatı hakkında yazmayı planladığı eserin girişi olarak kaleme alınmıştır. İsmail Hakkı Uca tarafından sadeleştirilerek yayımlanan eser (Konya 1996) siyerin ehemmiyeti, kaynakları, tarih ilmindeki yeri ve metodu ile asılsız rivayetlerden arındırılmış bu türde kaleme alınacak eserler


hakkındaki esasların ortaya konulduğu önemli bir risâledir. Celâl Nûri Bey’in (İleri) Hâtemü’l-enbiya adlı eseri de (İstanbul 1332) bu yeni anlayışla yazılmış ve Mehmet Çoğ tarafından bir makalede değerlendirilmiştir (bk. bibl.). Ancak eser Hz. Peygamber’i sıradan bir insan gibi takdim ettiği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Şemâil, hilye, delâilü’n-nübüvve, mu‘cizât gibi konular da siyer bahisleri içinde yer almakla beraber bu hususta yazılmış eserler İslâmî Türk edebiyatında müstakil birer tür kabul edilmektedir (bk. MUHAMMED [Türk Edebiyatı]).

BİBLİYOGRAFYA:

TCYK, s. 240-241, 357-441; Karatay, Türkçe Yazmalar, I, 335-364; Gölpınarlı, Katalog, I, 109-110; Özege, Katalog, I, 31-32; IV, 1587-1588; Mes‘ad Süveylim Ali eş-Şâmân, Türk Edebiyatında Siyerler ve İbn Hişâm’ın Siyerinin Türkçe Tercümesi (doktora tezi, 1982), AÜ İlâhiyat Fakültesi; Nuran Öztürk, Siyer Türü ve Siyer-i Veysî (Dürretü’t-tâc fî sîreti Sâhibi’l-Mi‘râc) (doktora tezi, 1997), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 21-33; Mustafa Uluçay, Meâlimü’l-Yakin: Giriş-Metin-Notlar-Sözlük (yüksek lisans tezi, 1999), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Mehmet Erdem, Seyyid İbrahim Hasib Uşşâkizâde’nin “Siyerü’n-Nebî”si (yüksek lisans tezi, 2000), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Mehmet Atalay, “Türk Edebiyatında Sîretü’n-Nebeviyye”, İslâmî Edebiyat, sy. 24, İstanbul 1994, s. 61-64; Mehmet Çoğ, “Celâl Nûri ve Hâtemü’l-Enbiya Adlı Eserine Göre Hz. Muhammed Tasavvuru”, İSTEM: İslâm, San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsıkîsi Dergisi, IV/ 7, Konya 2006, s. 85-98; Mustafa Uzun, “Abdülbâki Ârif Efendi”, DİA, I, 197-198; Hasan Güleç, “Ahîzâde Abdülhalim Efendi”, a.e., I, 548; Mehmet Çavuşoğlu, “Bâkî”, a.e., IV, 540; Azmi Özcan, “Eyüp Sabri Paşa”, a.e., XII, 9; Yusuf Şevki Yavuz - Casim Avcı, “İbnü’l-Cevzî, Ebül-Ferec”, a.e., XX, 546; Nevzat Kaya, “Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi”, a.e., XXIV, 382; Hüseyin Algül, “el-Mevâhibü’l-ledünniyye”, a.e., XXIX, 421; Abdülkadir Karahan, “Nâbî”, a.e., XXXII, 260.

Mustafa Uzun