SİLÂH

(السلاح)

Silâh (çoğulu esliha) kelimesi genel olarak bütün savaş aletlerini ifade etmekle birlikte ilk dönemlerde en fazla tanınan türler olduğundan daha çok kılıç, ok ve mızrak için kullanılmıştır. İnsanın icat ettiği ilk alet olan silâhın bilinen en eski örneği Yontma Taş döneminin başlarına kadar giden el baltasıdır. Bu silâh, avuç içine oturması ve vurulduğu yeri daha fazla tahrip etmesi için kabaca biçimlendirilerek alt tarafı hafifçe sivriltilen armudî bir çakmak taşı veya volkan camı parçasından ibarettir; daha sonra yassı şekilde yontulup sırımla bir sopaya bağlanmak suretiyle kullanılmıştır. Mağara resimlerinden balta ve bıçak benzeri ilk taş aletlerin yanı sıra ilk mızrak ve ok-yayın da yine aynı dönemde -taş uçlu olarak- icat edildiği anlaşılmaktadır. Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin gibi en eski uygarlıklardan kalan örneklerle resimli ve yazılı belgelerden silâhların gelişimine ilişkin düzenli bilgiler elde edilmiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te demir silâhla öldürmekten söz edilmekte (Sayılar, 35/ 16), genel olarak silâh, özel olarak kılıç ve ok-yay çokça geçmektedir (Concordance, “arrow”, “axe”, “bow”, “sword”, “weapon” md.leri).

Silâh çoğul şekliyle Kur’an’da, cephede düşman karşısında müslümanların nasıl namaz kılacaklarını açıklayan âyette (en-Nisâ 4/102) dört defa geçmektedir. Hadîd sûresine adını veren demirdeki büyük güç ve faydalar (57/25) silâhla yorumlanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 57). Yine Kur’an’da Hz. Dâvûd’a savaşta korunması için zırh yapma sanatının öğretildiği (el-Enbiyâ 21/ 80), demirin onun için yumuşatıldığı ve ondan dikkat ve itinayla muntazam zırhlar yapmasının istendiği ifade edilir (Sebe’ 34/10-11). Ayrıca düşmanlara karşı onları korkutup barışı korumak için hazırlanması emredilen kuvveti de (el-Enfâl 8/60) Hz. Peygamber -silâh- atmakla (remy) yorumlamış (Müslim, “İmâre”, 167), ancak atılacak şeyi zikretmeyerek zamana bırakmıştır. Resûl-i Ekrem’in farklı rivayetlerde, “Müslümana silâh (Buhârî, “Fiten”, 7, “Diyet”, 2; Müslim, “Îmân”, 98-101) veya kılıç (Müsned, IV, 46, 54; Müslim, “Îmân”, 98) çeken yahut ok atan (İbn Balabân, VII, 449) bizden değildir” dediği bilinmektedir. Bir rivayette de müslümana demir doğrultan kimseye Allah’ın lânet edeceği belirtilmiştir (Müslim, “Birr”, 125). Yine bir hadiste bir kimsenin elinde -gerilmiş yaydaki ok gibi- bir silâhla bir başkasına doğru gelmemesi, şeytanın onu bir anda elinden çıkarıp o şahsın ölümüne, kendisinin de cehenneme gitmesine yol açabileceği belirtilir (Buhârî, “Fiten”, 7; Müslim, “Birr”, 126). Halk arasında boş olduğu düşünülerek şakayla doğrultulmuş tüfek, tabanca için kullanılan, “Şeytan doldurur” ifadesi buradan gelmiş olmalıdır. Hz. Peygamber ordusunun donanımı için gereken silâhların teminine özel bir önem vermiştir. Silâhların bir kısmı gazvelerde ele geçirilen ganimetti. Meselâ Benî Kurayza Gazvesi’nde kalelere girildiğinde 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak, 1500 kalkan bulunmuştu (İbn Sa‘d, II, 75). Resûl-i Ekrem’in bu gazveden elde ettiği feyin bir bölümünü at ve silâh alımı için ayırdığı ve Benî Abdüleşhel’den Sa‘d b. Zeyd el-Ensârî’yi Necid bölgesine at ve silâh satın alması için gönderdiği bilinmektedir.

Barutun icadından önce genel olarak vurucu, delici, kesici ve atıcı gibi sınıflara ayrılan silâhların kullanımı belli kurallara bağlıdır. Ok atış menzili içinde etki


sağlayacak bir mesafeden, mızrak biraz daha yaklaşınca, kılıç göğüs göğüse çarpışmalarda ve gürz daha çok at üstünden kullanılır. Silâhları savunma, saldırı ve yakın dövüş, uzak dövüş silâhları veya ağır, hafif silâhlar şeklinde tasnif etmek mümkündür. Silâhlarla ilgili müstakil eserler İslâm tarihinde III. (IX.) yüzyıldan itibaren görülür. Bunlardan VI. (XII.) yüzyıl müelliflerinden Marzî b. Ali et-Tarsûsî’nin silâhlar ve harp sanatı hakkında yazdığı sistematik ansiklopedi kılıçla başlamakta ve silâhları önem sırasına göre ele almaktadır (bk. bibl.). Tarsûsî, Kur’an’da kılıca telmihte bulunulmasını (Muhammed 47/4) delil getirerek onu diğerlerinden üstün sayar. Kılıç genellikle askerliğin ve kahramanlığın simgesi kabul edilir; Memlükler’de silâhdarın arması kılıçtı. Hz. Peygamber Arapça’da 100’den fazla adla tanınan kılıcı cihadla özdeşleştirmiş ve cennetin onun gölgesinde olduğunu söylemiştir (bk. KILIÇ).

Uhud Gazvesi’nde Ayneyn tepesine yerleştirdiği okçulardan ve okçulukla ilgili hadislerden Resûl-i Ekrem’in ordusunda bir okçu sınıfının olduğu anlaşılmaktadır. Tarsûsî ok ve yayın türleri, isimleri, ölçüleri, yapılış ve atış teknikleri hakkında geniş bilgi vermektedir (MevsûǾatü’l-esliĥa, s. 66 vd.). Bu bilgiler arasında yayların tutuşturulmuş yağlı paçavra ve içine neft gibi yanıcı maddeler konulmuş şişe ve yumurta kabuğu atarak yangın çıkarılması da bulunmaktadır. Tarsûsî, kundak üzerine yerleştirilmiş manivelalı yay olan ve Batı’da “arbalet” denilen Tatar yayından ayrıntılı biçimde bahsetmektedir. Okçuluk üzerine çok sayıda eser yazılmıştır (bk. OK).

En eski dönemlerden beri kullanılan mızrak da Hz. Peygamber zamanının başlıca silâhlarından biriydi; özellikle bedevîler mızrak kullanımındaki maharetleriyle öne çıkmıştı. Diğer silâhlar gibi mızrakların da büyük bölümü dışarıdan getirilirdi. Resûl-i Ekrem’in mızrak ticareti yapan amcasının oğlu Nevfel b. Hâris, Bedir Gazvesi’nde esir alındığında Resûlullah kendisinden kurtuluş fidyesi olarak Cidde’deki mızraklarını vermesini istemiş ve Nevfel onun kimseye söylemediği bu sırrı bilmesine şaşarak müslüman olmuştu. Nevfel fidyesi için 1000 mızrak vermiş, daha sonra Huneyn Gazvesi’ne 3000 mızrakla yardımda bulunmuştur (İbn Sa‘d, IV, 46-47). Benî Kaynukā‘ ganimetinden Hz. Peygamber’in payına üç mızrak düştüğü rivayet edilir (a.g.e., I, 489). Mızraklar uzunluk, kalınlık ve diğer özelliklerine göre farklı adlar alırdı (bk. MIZRAK).

Yakın dövüş silâhlarından biri de daha çok süvariler tarafından, özellikle zırhlı hasımlarına karşı kullanılan ve bir sapın veya sapa bağlı yahut bağımsız bir zincirin ucuna tesbit edilmiş dikenli bir topuz şeklinde olan gürzdü (bk. GÜRZ). Araplar’ın genel olarak “fe’s”, Türkler’in “teber” dedikleri baltalar tek ağızlı, çift ağızlı veya bir tarafı batıcı-delici, diğer tarafı kesici olurdu. Eski dönemlerde görülen savaş-merasim baltalarının aksine sonraki asırlarda yapılanlarda süs unsurundan çok savaştaki yararı ön plana çıkarılmışsa da Memlükler’de olduğu gibi kakma veya ajur teknikleriyle süslenmiş tek ve çift ağızlı baltalar da yapılmıştır.

Savunma silâhlarının başında kalkan ve zırh gelmekteydi. “Türs, cevb, dereka, micen” gibi isimler alan kalkanların şeklinde ve yapım tekniğinde milletlere ve zamana göre farklılıklar görülmektedir (bk. KALKAN). Zırhlar demir veya çelik tel örgü, çelik halkalarla bağlı metal plaka, sadece metal plaka, sertleştirilmiş deri veya deri üzerine aplike metal kaplama gibi değişik biçimlerde yapılmaktaydı; demir halkalardan örülen elbise tarzındakiler daha yaygındı. Genellikle süvariler tarafından kullanılan zırhların çoğu Bizans ve İran yapımıydı. Zırhlar yapıldığı malzemeye, yere ve yapan ustaya göre değişik adlar alırdı; Hz. Peygamber’in zırhları “sa‘diyye” ve “fidda” olarak anılmaktaydı (bk. ZIRH). “Beyza” veya “hûze” denilen ve genellikle zırhın bir parçası sayılan miğfer demir gibi metallerden veya kalın köseleden yapılır, bir kısmının tepesi gerektiğinde kullanılmak üzere mızrak ucu gibi sivri olurdu (bk. MİĞFER).

Şehir kuşatmalarında faydalanılan ağır silâhların başında bazan sayısı 500’e ulaşan mürettebatın kullandığı mancınık geliyordu. Surları yıkmak ve içeriye yıkıcı, yakıcı malzeme veya yılan, akrep gibi panik çıkarıcı hayvan dolu çömlek atmakta işe yarayan mancınığa müslümanlar ilk defa Hayber’in fethiyle sahip olmuş ve Tâif’in kuşatmasında kullanmıştır (bk. MANCINIK). Kuşatma silâhlarından biri de ilkel bir tür tank sayılan debbâbelerdir. Kalın ve sıkı ahşaptan tekerlekli olarak yapılan debbâbenin üzeri, taşıdığı askerlerin surlardan atılan ateşten ve taşlardan korunması için kalaslarla örtülüp yanmaya karşı özel terbiye edilmiş köseleyle kaplanırdı. Dört kata kadar yükseklikleri olan debbâbelerden kale duvarına yanaştırılıp üzerine çıkmak veya atılan ok ve diğer maddelerden korunarak önlerindeki koçbaşlarıyla surları delmek ve kapıları kırmak için yararlanılırdı. Rivayete göre müslümanlar Tâif Muhasarası’nda sığır derisi kaplı debbâbeler kullanmış, ancak bunların kaleden atılan kızgın demir parçalarıyla yanması sonucu içinde bulunan savaşçılar şehid olmuştur (Belâzürî, s. 79). Kale savunmalarında yer alan önemli bir silâh, aslında Doğu kökenli olmasına rağmen Bizanslılar’ın başarıyla kullanmalarından dolayı onların adıyla anılan Rum ateşi idi (bk. ÂTEŞ-i RÛMÎ). “Nüfût” (neftler) başlığı altında değişik yanıcı maddeleri ele alan Tarsûsî (MevsûǾatü’l-esliĥa, s. 176 vd.) son silâh olarak da yakıcı aynaları anlatır ve uzak bir mesafeden güneş ışığının aynalarla belli bir noktaya odaklanıp oradaki nesneleri yakan bir düzeneğin Aristo tarafından icat edilerek İskender’e öğretildiğini ve onun bu aleti savaşlarında kullandığını söyler (a.g.e., s. 187 vd.). Ancak Batılılar’a göre bu icadın sahibi Archimedes’tir ve onu milâttan önce 212 yılında Syracuse’ye saldıran Romalılar’a karşı kullanmıştır.

Kalkaşendî’nin verdiği silâhlara dair bilgiler arasında 10 rıtldan 100 rıtla kadar ağırlıkta (yaklaşık 4-40 kg.) demir gülleler atabilen büyük toplar da (midfe’, mükhale) bulunmaktadır. Barut onun ölümünden yaklaşık bir buçuk asır kadar önce Merakeş Merînî Hükümdarı Ebû Yûsuf Ya‘kūb tarafından Abdülvâdîler’e karşı Sicilmâse kuşatması sırasında kullanılmıştı (Zeydan, I, 260, 261; İA, X, 588). Barutu ilk kullanan müslüman devletler arasında Anadolu Selçukluları’nı ve ardından Karamanoğulları’nı da zikretmek gerekir. İslâm dünyasında ateşli silâhların kullanımı ve gelişmesinde Memlükler’in özel bir yeri varsa da malzeme ve eleman eksiklikleri bu konuda Osmanlılar’ın onları geçmesine yol açmıştır. Barutun Batı’da tanınması genel kanıya göre Endülüs müslümanları aracılığıyla olmuş ve kısa sürede yayılmıştır (Grenard, s. 37).


BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “hlk” md.; Müsned, IV, 46, 54; Buhârî, “Cihâd”, 22, 106; Müslim, “Cihâd”, 20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 24; Tirmizî, “Feżaǿilü’l-cihâd”, 11; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 485-487, 489; II, 75; IV, 46-47; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 79; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, VI, 274; IX, 53; XI, 688; Ebû Mansûr es-Seâlibî, Fıķhü’l-luġa, Beyrut 1885, s. 248, 249, 250, 251, 252, 253, 254, 255, 256, 337, 338, 339; Marzî b. Ali b. Marzî et-Tarsûsî, MevsûǾatü’l-esliĥati’l-ķadîme (nşr. Karen Sader), Beyrut 1998, s. 37 vd., 66 vd., 121, 126, 134 vd., 151 vd., 154, 163 vd., 170, 176 vd., 187 vd.; İbn Balabân, el-İĥsân bi-tertîbi Śaĥîĥi İbn Ĥibbân (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1407/1987, VII, 449; Ali b. Muhammed el-Huzâî, Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye (nşr. Ahmed M. Ebû Selâme), Kahire 1401/1980, s. 408, 409, 410, 709, 710, 711; İbn Haldûn, el-Ǿİber, II, 465; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), I, 488; II, 148 vd.; Elmalılı, Hak Dini, VI, 3950; Uzunçarşılı, Medhal, s. 336-337; Abdurrahman Zeki, es-Silâĥ fi’l-İslâm, Kahire 1951, s. 13, 14, 15, 16, 17, 18, 21, 24, 25, 26, 27, 30, 33 vd., 39, 57, 58, 59, 60; D. Ayalon, Gunpowder and Firearms in the Mamluk Kingdom, London 1956, s. 9 vd., 24 vd.; A. Parrot, Nineveh and Babylon (trc. S. Gilbert - J. Emmons), London 1961, s. 46, 54-57, 107, 114, 115, lv. 57, 62-65, 116, 126-129, 164, 165, 166, 208; F. Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü (trc. Orhan Yüksel), İstanbul 1970, s. 37; C. Zeydân, İslâm Medeniyeti Tarihi (trc. Zeki Mugāmiz), İstanbul 1974, I, 248-261; Concordance to the Good News Bible (ed. D. Robinson), Suffolk 1983, s. 53-54, 67, 108, 1151-1152, 1278; Abdülazîz b. İbrâhim el-Ömerî, el-Ħiref ve’ś-śınâǾât fi’l-Ĥicâz fî Ǿaśri’r-Resûl, [baskı yeri yok] 1405/1985, s. 243 vd.; Muhsin M. Hüseyin, el-Ceyşü’l-Eyyûbî fî Ǿahdi Śalâĥiddîn, Beyrut 1406/1986, s. 261 vd.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 103, 104, 105, 106, 107, 152; The Arts of Persia (ed. R. W. Ferrier), Ahmedabad 1990, s. 76, 77, lv. 27; H. Kennedy, The Armies of the Caliphs: Military and Society in the Early Islamic State, London 2001, s. 168 vd.; Anthony C. Tirri, Islamic Weapons: Maghrib to Moghul, Fort Lauderdale (Florida) 2003; Şihâb es-Sarrâf - D. G. Alexander, el-Furûsiyye, Riyad, ts. (Mektebetü’l-Melik Abdülazîz el-âmme), I, 21, 22, 23, 113 vd., 118, 119, 120, 121, 126, 127, 169; II, 49, 92- 96, lv. 78, 79, 116, 117; W. Irvine, The Army of the Indian Moghuls, New Delhi, ts., s. 62 vd.; H. Stöcklein, “Arm and Armour”, Natural Sciences in Islam, LXXVIII, Frankfurt 2002, s. 1 vd.; S. L. A. Mayer, “Arms and Armor”, a.e., s. 33 vd.; George S. Colin, “Sicilmâse”, İA, X, 588; D. Nicolle, “Silāĥ”, EI² Suppl. (İng.), s. 734-746; Mahmut H. Şakiroğlu, “Barut”, DİA, V, 92, 93; Nebi Bozkurt, “Renk”, a.e., XXXIV, 575.

Nebi Bozkurt




Osmanlılar’da. Harp aleti olarak Osmanlılar kesici ve delici tabir edilen muhtelif silâhlar kullanmışlardır. Özellikle XIV. yüzyılda klasik silâh teknolojisinde meydana gelen değişim ve ateşli silâhların ortaya çıkışı Osmanlılar tarafından yakından takip edilmiş, bu yeni tür silâhlar hiçbir dinî ve örfî endişe olmaksızın benimsenmiştir. Ateşli silâhlardaki gelişime rağmen eski kesici ve delici silâh türleri XVII. yüzyılın sonlarına kadar önemlerini yitirmemiş, XVIII. yüzyılın başlarından itibaren yerini tamamıyla ateşli silâhlara terketmeye başlamıştır.

Osmanlılar’da diğer Batı ve Doğu devletlerinde olduğu gibi ateşli silâhların ortaya çıkışına kadar kılıç, ok, mızrak, balta ve gürz gibi savaş aletleri kullanılmıştır. Bunların en önemli özelliği yapımlarında olduğu kadar kullanılmalarında da insan zekâ ve gücüne dayanmalarıdır. Osmanlı ordularındaki ateşsiz silâhlar kesici, atıcı, delici ve vurucu olarak dört kısma ayrılır. Bu tür silâhlar hem saldırı hem savunma amaçlıdır. Söz konusu silâhların tamamlayıcı unsuru ise vücudu koruyan miğfer, zırh ve daha genel bir koruma sağlayan, ayrıca gerektiğinde darbe vurucu bir silâh özelliği gösteren kalkandır. Kesici silâhlar arasında en çok kullanılanı kılıçtır. Meç, yatağan, pala, kama, bıçak, hançer, teber ve balta gibi türleri bulunan kesici silâhların kendi aralarında da çok sayıda alt türleri bulunur. Basit bir yapıya sahip olan kılıç kabza, balçak, namlu ve kın gibi dört bölümden meydana gelir. Kılıç, gerek Osmanlılar’da gerekse diğer İslâm toplumlarında çok değişik tarz ve formlarda üretilmiş bir savaş aracı olmanın yanı sıra dinî bir anlama da sahip bulunduğundan kutsal sayılmıştır. Meselâ Osmanlı padişahlarının tahta oturmalarında yapılan en önemli merasimlerden biri kılıç kuşanma olup Eyüp Sultan Camii ve Türbesi’nde gerçekleştirilirdi (bk. KILIÇ ALAYI).

Kendine özgü pek çok kılıç türü geliştiren Osmanlı ustaları gerek Doğu gerekse Batı’daki Frengî, Macarî, Şâmî, Mısrî, Hindî gibi adlar taşıyan farklı kılıç formlarından istifade etmişlerdir. Türkler’in kullandığı (Türkî) kılıçların genellikle bir ağızları keskindir. Uçlarına doğru sivri oldukları gibi incelen ve bazan da uca doğru eğrilen bir şekil gösterir. Osmanlılar’ın önem verdikleri Şam kılıçları ise kılıç namluları arasında en ünlüsü olup yapıldığı yere nisbetle “Dımışkī” diye adlandırılır. Şam çeliği, Şam işi ya da Şam tekniği olarak bilinen bu kılıç ve kamalar uzun yıllar şöhretini devam ettirmiş ve İstanbul’da da bu adla üretilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed, Galata’da Şam çeliğinden kılıç üreten bir imalâthane açmış ve adını Dımışkīhâne koymuştur. Ateşli silâhların ortaya çıkmasından sonra terkedilmeyen tek silâh olan kılıç, XIX. yüzyıl Osmanlı ordusunda subay sınıfının rütbesini tamamlayan bir unsur gibi rol oynamış ve günümüze kadar bir merasim silâhı olarak sembolik bir anlam kazanmıştır (ayrıca bk. KILIÇ).

Ok-yay, sapan ve mancınık gibi silâhlar atıcı türe girer; rakip askerî birlikleri veya hedefleri uzaktan vurma amaçlı kullanılır. Atıcı silâhlar her ne kadar tek bir isim altında zikredilmekteyse de fonksiyonları ve yapıları itibariyle farklı özellikler taşımaktadır. Kılıç gibi ok-yay da Türk tarihinde özel bir yere sahiptir. Saltuknâme’de yay hâkimiyetin, ok siyasî ve idarî bağlılığın sembolü diye nitelendirilir. Atıcı silâhlar arasında en hacimlisi ve farklı yapıya sahip olanları mancınık vb. savaş aletleridir. Okla kıyaslandığında hayli karmaşık bir yapıya sahip olan mancınık daha ziyade ağır gülleler ve yanıcı neftler fırlatır. Özellikle kale muhasaralarında kullanılan mancınığın ateşli silâhların kısa süre içinde devreye girmesiyle Osmanlı ordusunda bu silâhtan pek fazla faydalanılmadığı anlaşılmaktadır. Bunun ilk defa Gelibolu Kalesi’nin muhasarasında kullanıldığı belirtilmektedir (İbn Kemal, II, 133). Mızrak, cirit, zıpkın, harbe ve süngü gibi ucu keskin


silâhlar delici silâhlar sınıfından olup aynı zamanda “sırıklı” diye tanımlanır. Uzunlukları 1 ile 3 m. arasında değişen bu silâhların uçlarında demir ya da çelik keskin sivri başlık vardır. Bu tür silâhlar genellikle savaşlarda düşmana uzaktan saldırmak için kullanılır. Gürz, bozdoğan, topuz, koçbaşı ve şeşper gibi isimlerle zikredilen, daha ziyade yakın dövüş silâhı olan ve vurucu silâhlar olarak tanımlanan bu aletler ordunun silâh sisteminde yer almıştır. XVII. yüzyıldan itibaren savaşlarda terkedilen bu silâhlar spor yarışmaları ve merasimlerde gösteri maksadıyla güç sergilemek üzere muhafaza edilmiştir.

Barutun icadı ve savaş alanlarında kullanılmasıyla birlikte ateşli silâhlar ortaya çıkmıştır. XIII. yüzyılın ortalarından itibaren Çin, Endülüs ve Ortadoğu İslâm devletlerinde kullanılan barut ve ona bağlı ateşli silâhların etkin hale gelmesi ancak XIV. yüzyılda olmuştur. İtalya ve Endülüs üzerinden Avrupa’ya geçen ve yaygınlaşan ateşli silâhların Osmanlılar tarafından tam olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı belli olmamakla birlikte 1389’daki I. Kosova Savaşı’nda her iki tarafın elinde basit türden ateşli silâhların bulunduğuna dair şüpheli bilgiler vardır. Bu tür silâhların etkili biçimde kullanımı XV. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmiştir. Top gibi büyük ebatlı ateşli silâhlar daha çok kale vb. muhkem yerlerin muhasarasında, başta tüfek olmak üzere küçük çaplı el silâhları da meydan savaşlarında kullanılmıştır. İlk önceleri vazo şeklinde bir forma sahip olan toplar zamanla geliştirilerek kaval formuna dönüştürülmüştür. Başlangıçta örnekleri ağızdan doldurmalı olan topların ebatları da hayli küçüktü. İlk dönemlerde ağaçtan yapılan topların yerini zamanla demir, bakır ve tunç toplar almıştır. Osmanlılar kendi ustaları yanında yabancı top döküm ustaları da istihdam ederek top dökümünde kısa sürede büyük bir gelişme sağlamışlardır. Daha XV. yüzyılın ilk çeyreğinde seyyar top dökümhaneleri kurarak savaş meydanlarında ve kale önlerinde toplar dökmüşlerdir. Özellikle Fâtih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı topçuluğu ciddi bir ilerleme göstermiş, bir taraftan iki parçalı büyük muhasara topları yapılırken diğer taraftan 600-700 kilo ağırlığında gülle atabilen toplar seyyar top dökümhanelerinde hazırlanmıştır. İmparatorluğun en büyük top dökümhanesi olan Tophâne-i Âmire de bu zamanda kurulmuştur. Osmanlılar, İstanbul’dan başka pek çok merkezde çeşitli toplar imal etmişlerdir. Osmanlı ordusunda genel olarak yedi çeşit top vardı. Bunlar büyüklük sıralamasına göre, şayka, balyemez, bacaluşka, kolomborna, darbzen, prangı ve şakaloz adlarını taşıyordu. Bahsedilen topların ilk dördü daha ziyade muhasara savaşlarında, son üçü de meydan savaşlarında ve gemilerde kullanılmıştır. Topçuluk sahasındaki üstünlüklerini XVII. yüzyılın sonlarına kadar sürdüren Osmanlılar, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’daki gelişmeleri takip etmede yavaş davranmışlardır. Bu yüzyıldan itibaren topların namluları kısalmış, ağırlıkları azalmış, hareket kabiliyetleri arttırılmış, yiv açılmış, ağızdan dolma yerine kuyruktan doldurulmaya başlanmıştır. Ayrıca yeni top çeşitlerine göre bir sınıflandırma yapılmıştır. Osmanlılar, Avrupa’daki bu yeni gelişmeleri yakından takip etmekle birlikte teknolojiyi transferde yabancı uzmanlara ve teknisyenlere bağımlı kalarak kendi teknolojilerini üretememişler ve XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletlerinden top ithal etmek zorunda kalmışlardır (ayrıca bk. TOP).

Topa göre daha hafif ve küçük ateşli bir silâh olan tüfek ise ahşap bir kundak üzerine yerleştirilmiş namlu, namlu gerisinde nişangâh ve ateşleme tertibatı bulunan bir silâh olup ilk örnekleri iki üç kişi tarafından metrislerde kullanılmakta ve hayli hantal bir yapıda bulunmaktaydı. Zamanla tüfeklerin boyutları küçültülmüş ve daha hafif hale getirilerek bir kişi tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Tüfeğin kullanışlı bir silâh haline getirilmesinden sonra tüfekli birlikler oluşturulmuştur. İlk tüfekler fitilli olup önden doldurulmakta ve fitil vasıtasıyla ateşlenmekteydi. Fitilli tüfeklerin kullanımı hayli zordu ve hava şartlarından çabuk etkileniyordu. Osmanlılar’da özellikle yaya askeri olarak yeniçeriler tüfekli birlikler diye öne çıkmış, daha sonra tüfek kullanımı askerî birlikler arasında daha da yaygınlaşmıştır. Fitilli tüfekler XVII. yüzyılın başlarında Fransa’da çakmaklı tüfeklerin icadıyla birlikte kullanımdan kalkmıştır. Bir süre kullanılan çakmaklı tüfeklerin yerini de sivri mermiler atan yivset sistemli tüfekler almıştır. XIX. yüzyılda iğneli tüfekler icat edilmiş ve kısa sürede geliştirilerek kovan-çekirdek sistemiyle çalışması sağlanmıştır (ayrıca bk. TÜFEK). El silâhı olarak tabancanın ise XVII. yüzyılda bugünkü tiplerinin ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. İlk modellerinin kısa namlulu tüfek şeklinde olduğu anlaşılan tabanca Osmanlılar’da XVII. yüzyılda yaygınlaşmıştır.

Atış açısı büyük, kale ve mevki savaşlarında görülmeyen hedefleri vurmada kullanılan dik mermi yollu bir silâh olan havan XIV. yüzyılda Avrupa’da görülmüş, ancak fonksiyonel olarak XV. yüzyılın ortalarında Osmanlılar tarafından geliştirilmiştir. Her ne kadar bugünkü askerî teknolojilerde havan ve top farklı iki silâh türü gibi kabul edilmekteyse de Osmanlılar havanı da top olarak kabul ederler ve “hevâyî top” ismiyle zikrederlerdi. Havanlar, genellikle kabul edilen rivayete göre ilk defa İstanbul muhasarasında Haliç’te bulunan Bizans gemilerini batırmak maksadıyla kullanılmış, bu haliyle bizzat Fâtih Sultan Mehmed tarafından geliştirilmiştir. Ateşli silâhlardan zikredilmesi gereken bir başkası ise el bombalarıdır. Humbara cinsi olarak Osmanlı ordusunda XVII. yüzyılda içi barut dolu fitille ateşlenen bu tip bombalar kullanılmıştır. Günümüzdeki şekilleri 1904-1905 Rus-Japon savaşında kullanılan ve daha sonra geliştirilen el bombaları


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında orduya girmiştir.

Osmanlı Devleti’nde silâh üretimi devlet eliyle yapılmaktaydı. Özellikle ateşli silâhlar ve bunların barut ve mermileri gibi masraflı mühimmat devlete ait imalâthanelerde imal ediliyordu. Ateşli silâhların gelişmesinden önce kullanılan silâhlardan kılıçlar da yine Dımışkīhâne adı verilen bir merkezde yapılırdı. Bunun yanı sıra özel imalâthanelerin bulunduğu bilinmektedir. Yeniçerilerin silâhları devletin ehl-i hiref cemaatleri tarafından imal edilirdi. Buralardaki üretimin yeterli olmaması durumunda özel imalâthaneler devreye giriyordu. Ayrıca cebeci ocakları silâh ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuş olup özellikle yeniçerilerin silâhlarını temin eder ve saklardı. Devlete ait silâh üretim merkezlerinin önemli bir kısmı İstanbul’daydı. İstanbul dışında da bazı merkezlerde imalâthaneler mevcuttu. Fetihler yoluyla ele geçirilen silâh üretim merkezleri ve imalâthaneler üretimlerine devam etmeleri için devlet tarafından yeniden düzenlenirdi. İhtiyaç duyulan merkezlerde de yeni silâh imalâthaneleri inşa edilir ve gerekli personel İstanbul’dan sağlanırdı. İstanbul’daki imalâthaneler aynı zamanda bir okul vazifesi görüyordu; burada yetişen kimseler taşradaki merkezlere gönderilerek silâh üretiminin sürdürülmesi temin ediliyordu. Devletin en büyük silâh üretim merkezi olan Tophâne-i Âmire’de başta top olmak üzere pek çok silâh ve mühimmat imal edilmekteydi. Devletin diğer silâh ve mühimmat imalâthaneleri baruthaneler, güherçilehâneler ve tüfenkhâneler başta İstanbul olmak üzere ülkenin farklı yerlerinde faaliyet göstermekteydi.

Kara orduları dışında gemilerde gerek savunma gerekse saldırı gibi maksatlarla çeşitli silâhlar bulundurulurdu. Eski tip silâhlar yanında ateşli silâhların gelişmesinden sonra daha ziyade top ve tüfek gibi silâhlar gemilerde yer almaya başlamıştır. Ancak ateşli silâhların gemilere adaptasyonu çeşitli uyum ve denge problemlerini de beraberinde getirmiş, ancak bu problemler kısa sürede çözülmüştür. XV. yüzyılda gemilerin ön ve arkalarına yerleştirilen küçük topların yerini XVI. yüzyılda borda ateşi açmak üzere alt güverteye oturtulan ve kontrolden çıkmamaları için palangalarla tutturulan büyük toplar almıştır. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen gemi teknolojisine paralel olarak konulan top sayısı da artmış ve XVIII. yüzyılın başlarında Tersane’de inşa edilen ve “kebîr kalyon” denilen büyük kalyona toplam 130, üç ambarlı kalyona ise 112 adet top konulmuştur.

XVIII. yüzyılın başlarından itibaren ateşli silâhların savaş sanatında hâkim bir duruma gelmesi Osmanlılar açısından yeni bir dönemin başlamasına sebep olmuş, artık eski askerî müesseselerin ve tekniğin yeterli olmadığı, Avrupa’dan yeni askerî tekniklerin ve teknolojilerin, bazı kurumların alınması gerektiği anlaşılmıştır. Buna bağlı olarak Avrupa örneklerine uygun biçimde önce Humbarahâne, daha sonra deniz ve kara mühendishâneleri açılmış, Avrupa’daki gelişmeler yakından takip edilerek eski sistem ve teknikler bırakılmıştır. Yeni tekniğe göre başta topçuluk, yeni silâhlar, askerî eğitim, manevra ve gemicilik olmak üzere askerî sahalarda çok sayıda eser yazılarak modern silâh teknolojisi ve savaş sanatları transfer edilmeye çalışılmıştır. Osmanlılar ateşsiz ve ateşli silâhlar konusunda eserler yazmışlardır. Önemli bir kısmı tercüme olan bu eserlerin pek çoğu Osmanlı silâh teknolojisine yeteri kadar ışık tutmadığından bu eserler vasıtasıyla Osmanlı silâh teknolojilerini ve tarihî gelişimlerini takip etmek pek mümkün değildir. Bununla birlikte Osmanlılar’ın hangi yüzyıllarda ne tür eserlerle ilgilendiklerini anlamak bakımından önemlidir.

İslâm dünyasında ateşsiz silâhlardan ok, yay ve kılıçla ilgili pek çok eser telif edilmiştir. Osmanlılar’da ise askerlik ve savaş sanatıyla ilgili XVIII. asra kadar yazılan eserler daha önceki devirlerdeki literatürün bir devamı mahiyetindedir ve Osmanlı devrine ait bazı malzemeler eklenmek suretiyle çoğu tercüme yoluyla meydana getirilmiştir. Bu eserlerde at ve özelliklerinden, baytarlıktan, at üzerinde silâh kullanmadan, hücum şekillerinden, süvari ve piyadenin kullandığı hafif silâhlardan bahsedilir. Bunlar ok, yay, kılıç, mızrak (süngü), kalkan, topuz, gürz, bozdoğan, salık ve matrak, amud, gönder gibi silâhlardır. Mühendislik bilgisi gerektiren mancınık, debbâbe, arrâde, kule, koçbaşı, lağımcılık, harp gemileri, çarh, zemberek, ziyar gibi ağır silâhlardan bu kitaplarda söz edilmez. Özellikle ateşli silâhlar konusunda İbrâhim Reis b. Ahmed el-Endelüsî tarafından yazılıp IV. Murad’a hediye edilen Kitâbü’l-Ǿİzz ve’l-menâfîǾ li’l-mücâhidîn fî sebîlillâh bi’l-medâfîǾ adlı eserden (Köprülü Ktp., nr. 1122) başka bir esere rastlanmaz. Osmanlı dünyasında ateşli silâhlarla ilgili eserler ancak XVIII. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanmıştır. İslâm dünyasında ateşli silâhlara dair telif edilen en eski eser, Hasan er-Rammâh’ın (ö. 694/ 1294-95) Kitâbü’l-Fürûsiyye ve’l-menâśıbü’l-ĥarbiyye (Tuĥfetü’l-mücâhidîn fi’l-Ǿamel bi’l-meyâdîn) adlı kitabıdır (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3799; Nuruosmaniye Ktp., nr. 2294). Bu eserde ateşli silâhlardan, torpido ve roketlerden, ayrıca barut terkiplerinden söz edilir.

Osmanlılar’da ayrıca savaş sanatı ve taktikleriyle ilgili daha önceki literatürün devamı mahiyetinde eserler yazılmıştır. Mehmed b. Şeyh Mustafa, Yıldırım Bayezid’in oğlu Emîr Süleyman Çelebi için Umdetü’l-mütenâsilîn adıyla harp tekniği konusunda Türkçe bir kitap kaleme almıştır. Firdevsî-i Rûmî de (Firdevsî-i Tavîl) II. Bayezid’in saltanatı sırasında silâhşörlük sanatıyla ilgili Memlükler döneminde yazılmış Arapça bir eseri Silahşörnâme adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. Mahmûd b. Muhammed ed-Derbendî, 1573 yılında Tayboğa el-Eşrefî el-Beklemişî’nin Buġyetü’l-merâm ve gāyetü’l-gerâm adlı eserini Kavsnâme ismiyle Türkçe’ye çevirmiş, ayrıca esere bir şerh yazmıştır. Harp tekniği alanında Zeynüddin Abdülkādir b. Ahmed el-Fâkihî 1541’de Menâhicü’s-sürûr ve’r-reşâd fi’r-remy ve’s-sibâk ve’s-sayd ve’l-cihâd isimli eserini telif etmiş, Muhammed b. Ali el-Hamevî ise el-Üss fi’l-Ǿamel bi’s-seyf ve’t-tırs ve el-Kifâye fî Ǿilmi’r-rimâye adında iki kitap kaleme almıştır. Bu sahada yazılan en meşhur eserlerden biri de Matrakçı Nasuh’un harp


sanatından bahseden Türkçe Tuhfetü’l-guzât’ıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Erenbugā ez-Zeredkâş, Kitâbü’l-Esliĥa (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt 2004; İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, II, 133; Lutfî Paşa, Târih (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1341, s. 199; Ahmed Muhtar Paşa, Ahvalnâme-i Müellefât-ı Askeriyye-i Osmâniyye, İstanbul 1316, s. 31-32; a.mlf., “Eski Osmanlı Silâhları”, Mâlûmat, III/60, İstanbul 1314, s. 241; III/63 (1314), s. 302-303; a.mlf., “Eski Osmanlı Silâhları yahud Osmanlılar’ın Fenn-i Esliha ve Topçuluğa Ettikleri Hizmet”, a.e., III/ 71 (1314), s. 469; Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, tür.yer.; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 389-507; V. J. Parry, “Materials of War in the Ottoman Empire”, Studies in the Economic History of the Middle East (ed. M. A. Cook), London-New York 1970, s. 220-227; İsmail Fazıl Ayanoğlu, Okmeydanı ve Okçuluk Tarihi, İstanbul 1974; D. Petrovic, “Firearms in the Balkans on the Eve of and After the Ottoman Conquests of the Fourteenth and Fifteenth Centuries”, War: Technology and Society in the Middle East (ed. V. J. Parry - M. E. Yapp), London 1975, s. 164-194; D. Nicolle, Armies of the Ottoman Turks 1300-1774, London 1983; a.mlf., Armies of the Ottoman Empire 1775-1820, London 1998; a.mlf., “Silāĥ”, EI² Suppl., s. 736-746; Turgay Tezcan, Silahlar (trc. V. Taylor Saçlıoğlu), İstanbul 1983; Tülin Çoruhlu, Osmanlı Tüfek, Tabanca ve Techizatları: Askeri Müzeden Örneklerle, Ankara 1993; a.mlf., “Tasvirlere Göre Selçuklu Silahları ve Bu Silahların Osmanlılardaki Devamı”, VI. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Seminer Bildirileri (16-17 Mayıs 1996), Konya 1997, s. 51; A. R. Williams, “Ottoman Military Technology: The Metallurgy of Turkish Armour”, War and Society in the Eastern Mediterranean, 7th-15th Centuries (ed. Y. Lev), Leiden 1997, s. 363-397; Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu (ed. Dursun Ayan), Ankara 1999; Osmanlı Askerlik Literatürü Tarihi (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu v.dğr.), İstanbul 2004, I-II; G. Ágoston, Guns for the Sultan: Military Power and the Weapons Industry in the Ottoman Empire, Cambridge 2005; Salim Aydüz, XV ve XVI. Yüzyılda Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, Ankara 2006; a.mlf., “Ateşli Silahlarla İlgili Türkçe Matbu Eserler Bibliyografya Denemesi (1727-1928)”, Kutadgubilig, sy. 5, İstanbul 2004, s. 259-309.

Salim Aydüz