ŞAİR

(الشاعر)

Sözlükte “bir şeyi bütün incelikleriyle bilmek, sezerek vâkıf olmak; ölçülü ve âhenkli söz söylemek” anlamlarındaki şi‘r kökünden türeyen şâir kelimesi “nesne ve olaylara bilerek ve sezerek vâkıf olan, ölçülü ve âhenkli söz söyleyen” demektir. Terim olarak “bilgi, seziş, duygu ve heyecanlarını ölçülü ve âhenkli biçimde ifade eden kimse” şeklinde tanımlanabilir. Zamanımıza şiirleri ulaşan kadîm Arap şairleri İslâmiyet’ten 150-200 yıl öncesine dayanırsa da mevcut örneklerin gelişme süresi 2000 yıldan az değildir. Dil bilginleri II. (VIII.) yüzyılın sonlarından başlayarak şairleri tabakalara ayırmışlar, İbn Sellâm el-Cumahî (ö. 231/846 [?]) başta olmak üzere bazı edipler bu konuda müstakil eserler yazmışlardır. Ebû Ubeyde ile Asmaî’nin şairleri Câhilî, İslâmî ve muhadramî diye üç grup halinde ele aldıklarını söyleyen İbn Sellâm Câhiliye şairlerini on üç, İslâm şairlerini on tabakaya ayırmıştır. Onun çağdaşı Ebû Temmâm’ın Fuĥûlü’ş-şuǾarâǿ adlı eserinde de yukarıdaki üç grup yer alır. Muhadram, Câhiliye devrinde ve İslâmî dönemde yaşayıp şiir yazmış olanlar, İslâmî şairler ise sadr-ı İslâm’da ve Emevî devrinde yaşayanlardır. Uzun Abbâsî dönemi içinde şairler, saf Arap olma veya yabancılaşma ölçülerine göre şiirlerinin dilde delil sayılıp sayılmayacağı tartışmalarıyla müvelled (saf Arap olmayan), muhdes (çağdaş) veya müteahhir (son dönemde yaşayan)


gibi sınıflandırmalara tâbi tutulmuş, Beşşâr b. Bürd (ö. 167/783-84) muhdes veya müvelled şairlerin ilki kabul edilmiştir. Modern edebiyat tarihçileri Arap edebiyatı tarihini siyasî dönemlerle sınırlayıp inceleme yoluna gitmişlerdir. İhtilâflı olan bu yönteme göre Arap edebiyatı tarihi Câhilî, İslâmî, Emevî, Abbâsî gibi devirlere bölünmüş, şairler de bu devirler içinde değerlendirilmiştir. Arap edebiyatı tarihçilerinin bir kısmı Arap şairlerini şiirlerinin niteliğine göre dörde ayırmıştır: Hınzîz şair (kaliteli şiir yazan ve şiir rivayet eden şair), müfliķ şair (orijinal düşünce, tema ve figürlere yer vererek kaliteli şiir yazan, ancak şiir rivayet etmeyen şair), şair (kötünün bir derece üstünde şiir yazan kimse), şu‘rûr (şiiri değersiz olan şair).

Câhiliye Dönemi. İslâm öncesi Arap toplumunda şairin çok önemli bir yeri vardı. Genellikle göçebe hayatı yaşayan kabilelerin duygularını terennüm eden, düşman kabileyi yerip kendi kabilesinin üstün niteliklerini dile getiren şair kabilesi için yegâne güç kaynağıydı. Şairlerin tabiat üstü bir kaynaktan bilgi aldıklarına, hatta ilham veren karîn (insanı etkileyen görünmez varlık) ve cinlerinin bulunduğuna inanılırdı. Şair kendi kabilesinin sözcüsü, savunucusu, bazan da başkanı olur, kabileler arası savaşlarda kendi mensuplarına moral verirdi. Milâdî IV. yüzyılda Filistin sınırında Roma kuvvetleriyle savaşıp onları yenilgiye uğratan Arap prensesi Mâviye bunların en eski örneği sayılır (EI2, IX, 226). Şairin bu yeteneği kabilesi içinde ona seyyid unvanını kazandırabilirdi. Şairi olmayan kabile değersiz sayılırdı. Şairin ilham perisi vasıtasıyla madde dünyasının ötesinden faydalanabilmesi için savaş, gazap, korku, içki, arzu, özlem, aşk, acı, keder, şiddetli heyecan gibi gerçek etkenlerin bulunması zaruri kabul edilirdi. Câhiliye devrinde şairler şiirlerini kendi lehçeleri de etkili olmakla birlikte ortak dil diye benimsenen Kureyş lehçesiyle söylüyorlardı. Toplumun değerleri çerçevesinde bütün belâgat unsurları ile birlikte ince bir sanata dönüşen eserleriyle şairler, yılın belli mevsimlerinde kurulan panayırlarda şiir konusunda otorite sayılan şairlerin hakemliğinde yarışıyordu. İslâmî dönemde şiirleri derlenen ve edebiyatın şaheserleri kabul edilen el-muallakātü’s-seb‘ şairleri İmruülkays b. Hucr (ö. 540 civarı), Tarafe b. Abd, Hâris b. Hillize, Amr b. Külsûm, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Antere b. Şeddâd ve Lebîd b. Rebîa’nın (ö. 40/660) bu yarışmalarda seçilmiş şairler olduğu rivayet edilir. İbn Abdürabbih’in verdiği (el-Ǿİķdü’l-ferîd, V, 269-270) bu listedeki şairlerin sayısı ve adları diğer bazı kaynaklarda farklı şekillerde yer almıştır (İbn Kuteybe, I, 268; İbn Reşîk, I, 96 vd.; ayrıca bk. MUALLAKĀT). İslâm öncesi Arap şiirinde başta tasvir olmak üzere medih ve fahr, fürsân (kahramanlık), hicâ (yerme), risâ (ağıt) gibi konular işlenmekteydi. Nesîb (aşk) şairin ilgisine bağlı olarak kasidenin başında yer alıyordu. Dinî konular eski Arap şiirinde fazla yer almamaktadır. Bununla birlikte Hanîf dininin izlerini taşıyan konuların az da olsa Ümeyye b. Ebü’s-Salt ile Varaka b. Nevfel gibi şairler tarafından ele alındığı görülmektedir. Klasik şiir mecmualarında Câhiliye devrinde yaşamış birçok kadın şairin adı geçmektedir. Kadın şairlerin en önemlisi daha çok kardeşi Sahr için yazdığı mersiyeleriyle tanınan Hansâ’dır (ö. 24/645). Ukâz panayırında dönemin şiir müsabakalarının hakemi Nâbiga ez-Zübyânî’nin çadırında yarışmaya katılan Hansâ onun takdirini kazanmış, hatta, “Şu âmâ (A‘şâ b. Meymûn) senden önce şiir okumasaydı seni bu dönem şairlerinin hepsine tercih ederdim” şeklindeki iltifatlarına mazhar olmuştur. Kasidenin bilinen şekli oluşmadan önce kâhin ve şairlerin kabile üyelerini etkileyen secili sözleri sebebiyle recezin şiirin en basit şeklini teşkil ettiği hususunda görüş birliği vardır. Kısmen uzun şiir olarak ilk kaside nazmeden şair Mühelhil b. Rebîa’dan (ö. m. 525) (Cumahî, I, 39) İslâmî döneme kadar Arap şairlerinin ilgi alanları ve şiirlerinin muhtevaları pek değişmemiştir. Câhiliye, erken İslâm ve Emevî devirlerinde şairler arasında yaygın gelenek irticâlen şiir söylemekti. Ancak Nâbiga ez-Zübyânî, A‘şâ b. Meymûn ve Züheyr b. Ebû Sülmâ gibi şairlerin elinde şiirin geçim kaynağı haline gelmesi ve memdûh tarafından beğenilip daha fazla câize kazanma kaygısı gibi etkenler şairleri tekellüf yoluna sevketmiş, tabiilik ve irticâl bozulmuştur (bk. İRTİCÂL).

Erken İslâm ve Emevî Dönemi. İlk İslâmî devirde dinin şiire ve şaire bakışı lehte olmamış, sonraki dönemlerde şiirin muhtevasının değişmesine paralel şekilde bu bakış yumuşamakla birlikte olumsuz bakışı temsil eden âlimler de olagelmiştir (İbn Bessâm, I, 18). Müşriklerin Hz. Peygamber’i mecnun, kâhin ve şair diye nitelemesine (el-Enbiyâ 21/5; es-Sâffât 37/35-37; et-Tûr 52/29-30) Kur’an’da karşılık verilmiş, Câhiliye şairlerinin hayalî işler peşinde koştukları, yapmadıkları şeyleri söyledikleri, bunların peşinden bâtıl ehlinin gidebileceği (eş-Şuarâ 26/224-226), Resûl-i Ekrem’in tebliğlerinin ise yalnızca vahiy ürünü olup onun şiir söylemesinin yakışık almayacağı (Yâsîn 36/69-70) ifade edilmiştir. İslâmiyet’in, Medine döneminde güçlenip Arap yarımadasının her yerinde otoritesini hissettirmesiyle birlikte şiirde duraklama başlamış, ancak İslâm’ı benimseyen bazı Câhiliye şairleri söyledikleri şiirlerle Resûl-i Ekrem’in beğenisini kazanmıştır. Daha önce Lahmî ve Gassânî saraylarında methiyeler yazan Hassân b. Sâbit bu şairlerin başında yer alıyordu. İslâm şairleri Resûlullah’ı ve İslâmiyet’i övmek suretiyle müslümanlara moral vermiş, küfür ve inkârda direnen Kureyş ileri gelenlerini yererek Arabistan yarımadasındaki otoritelerini zayıflatmıştır. Şiirin yol açtığı sosyal gelişmeye Resûlullah’ın Hassân b. Sâbit’e hitaben söylediği şu söz de şahitlik etmektedir: “Müşrikleri şiirlerinle eleştir, şunu bil ki Cebrâil seninle beraberdir” (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 6, “Edeb”, 91; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 153; ayrıca bk. Şevkī Dayf, et-Teŧavvur ve’t-tecdîd, s. 15). İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i şiirleriyle savunan diğer şairler arasında Kâ‘b b. Züheyr, Kâ‘b b. Mâlik, Amr b. Ehtem, Âtike bint Zeyd, Abdullah b. Revâha, Abdullah b. Ziba‘râ, Amr b. Ma‘dîkerib, Amr b. Sâlim de görülür.

Bazı şairlerin Câhiliye âdetlerini yaşatmada ısrar etmeleri ve bir kısmının bu yüzden cezalandırılması dışında Hulefâ-yı Râşidîn devrinde genel olarak şairler İslâmî ölçülere riayet etmişlerdir. Büyük fetihler neticesinde elde edilen ganimet ve ticaret gelirleriyle zenginleşen Emevî sarayı ile otorite çevreleri etrafında yeniden dirilen kabilecilik taassubu (asabiyet), şehir kültürü almış olsalar da çölle bağlantıları daha kuvvetli olan şairlerin yararlanabileceği bir ortam oluşturmuştur. Kabilecilik taassubunun bir yansıması şeklinde dönemin meşhur şairleri Cerîr b. Atıyye, Ferezdak ve Ahtal arasında cereyan eden ve yıllarca süren atışmalar “nekāiz” türü hicvin doğmasına ve gelişmesine imkân vermiş, bu şiirlerde kabilelerin faziletleri ve kötülükleri ayrıntılarıyla dile getirilmiştir. Emevîler zamanında hilâfet meselesi yüzünden doğan siyasî hiziplerle şiir gelişmiş; Cerîr, Ferezdak, Ahtal ve Nâbiga eş-Şeybânî gibi çok sayıda şair Emevîler’i, Tırımmâh ve Katarî b. Fücâe gibi şairler Hâricîler’i, Kümeyt el-Esedî ve Küseyyir gibi şairler Şîa’yı, İbn Kays er-Rukayyât da Abdullah b. Zübeyr taraftarlarını (Zübeyrî) savunan şiirler yazmışlardır. Bu dönemde Cemîl, Küseyyir, Kays b. Mülevvah (Mecnûn), Kays b. Zerîh ve Urve b. Hizâm’ın elinde afîf (uzrî) gazel, Ömer b. Ebû Rebîa


ile de sarih gazel büyük gelişme kaydetmiştir.

Abbâsîler Dönemi. Bu dönemin şairleri genellikle çölün kasvetli hayatından kurtulmuş, Bağdat’ta veya eyalet merkezlerinde halife, vezir yahut valilerin saraylarındaki sohbetlere katılmış, kendileri sohbet meclisleri düzenlemiş ve entelektüel bir konuma yükselmiştir. Artık şiir tam anlamıyla bir geçim kaynağı haline gelmiştir. Halifeler, vezirler huzurlarında kendilerini öven bir övgü şiirine binlerce dinar veriyordu. Medihte mübalağa Câhiliye dönemine oranla aşırı biçimde artmıştı. Eleştirmen dilciler, Abbâsîler’in ilk devirlerinden itibaren kozmopolit şehir hayatının etkisi altında kalan Arap dilinin bozulduğunu söylemiş, bu sebeple Beşşâr b. Bürd’den itibaren şairlerin şiirlerini lugat ve gramer kitaplarında şâhid olarak kullanmayı sağlıklı bulmamıştır. Edebiyat tarihçileri beş yüzyıllık Abbâsî tarihini dört döneme ayırarak incelemiştir. 1. İlk dönemde (132-233/749-847) Beşşâr b. Bürd ile Ebû Nüvâs gibi şairlerin elinde edep ve hayâ dışı (mücûn) şiir türü gelişme kaydetmiş, buna karşılık Ebü’l-Atâhiye, hapis hayatında eskiden yazdığı hamriyyât şiirlerine tövbe edip zühdiyyâta dair şiirleriyle tanınmıştır. Klasik kasideye eski konak yeri kalıntılarını anmakla giriş yapılmasını gereksiz bularak yenilikçi kimliğini öne çıkaran Ebû Nüvâs’ın elinde, klasik kaside bünyesinde yer alan hamriyyât ve tardiyyât temaları müstakil şiir konusu haline gelmiştir. Özellikle Beşşâr b. Bürd, Sarîulgavânî lakabıyla tanınan Müslim b. Velîd, Ebû Nüvâs ve Ebû Temmâm “yeni tarz şiir” anlamında “bedî‘” adı verilen, bedîî sanatların yoğun biçimde kullanıldığı şiirler yazmıştır. Ayrıca Ebû Temmâm, ince şair zevkiyle eski şairlerden seçip oluşturduğu antolojilerle hamâse türü antoloji yazarlarının öncüsü sayılmıştır. İlk dönemde afîf gazelin tek temsilcisi İbnü’l-Ahnef olmuştur. Beşşâr b. Bürd ile Mutî‘ b. İyâs’ın öncülüğünü yaptığı bazı şairler zındıklık belirtisi taşıyan şiirler ortaya koymuştur. Şehir mersiyeleri ise Emîn ile Me’mûn’un hilâfet mücadelesinde harabeye dönen Bağdat üzerine Türk asıllı Hureymî’nin nazmettiği uzun kaside ile başlamış, daha sonra Zenc isyanında yakılıp yıkılan Basra hakkında İbnü’r-Rûmî’nin kasidesiyle devam etmiştir. Halîl b. Ahmed’e nisbet edilen nahiv manzumesiyle bilhassa Ebân b. Abdülhamîd’in 14.000 beyitlik Kelîle ve Dimne’si ve diğer birçok eseriyle didaktik şiir türü bu devirde başlamıştır. 2. Yaklaşık 233-334 (847-945) yılları arasındaki ikinci dönemde bedîî sanatların yoğunluğu devam etmiş, bu döneme İbnü’r-Rûmî, Buhtürî ve İbnü’l-Mu‘tez gibi üç büyük şair ve edip damgasını vurmuştur. Daha çok Arap olmayanlara övgüler yazan İbnü’r-Rûmî şiirde mânayı lafza tercih etmiş ve bedîî sanatlara ağırlık vermiştir. Devlet ricâli için nazmettiği övgülerle servet sahibi olan Buhtürî şiirde bedîe önem vererek akıcı bir üslûp geliştirmiş, daha ayrıntılı temalara ayırdığı şiir mecmuasıyla (184 bölüm) hamâse türü antolojide Ebû Temmâm’ın takipçisi olmuştur. Özellikle gazel ve hamriyyât temalarında bedîî sanatlarla işleyip süslediği şiirleriyle modernist ekolün önemli temsilcilerinden sayılan İbnü’l-Mu‘tez, aynı zamanda el-BedîǾ, Ŧabaķātü’ş-şuǾarâǿ, el-Âdâb, EşǾârü’l-mülûk gibi eserler kaleme almıştır. 3. 334-447 (945-1055) yılları arasındaki üçüncü dönemde sosyal ve kültürel yapının değişip gelişmesine paralel şekilde şiir sadece Irak ve Suriye ile sınırlı kalmamış, devletin her bölgesinde çok sayıda şair yetişmiş, dostluk-arkadaşlık, şakalaşma, bağ bahçe tasviri, zühdî, felsefî, ilmî vb. birçok yeni tema şiirlere konu olmuş, şiirde anlam ön plana çıkmış, kasideler uzamış, mübalağa artmış, dile ve şiire yabancı sözler ve kavramlar girmiştir. Arap şiirinin önde gelen temsilcilerinden Mütenebbî ile Ebü’l-Alâ el-Maarrî ve Ebû Firâs el-Hamdânî bu döneme damgasını vurmuştur. Şiirlerinde derin felsefî düşüncelere yer veren Mütenebbî, Seyfüddevle’nin saray şairi olarak onun Bizans’a karşı düzenlediği savaşlara katılmış, zaferlerini destanlaştırdığı, “seyfiyyât” adı verilen şiir dizisiyle hamâse, şecaat ve fahr türünün en güzel örneklerini vermiştir. Seyfüddevle’nin amcasının oğlu Ebû Firâs’ın İstanbul’da Bizans’ın esiri iken yazdığı, Rûmiyyât denilen şiir dizisi ince duygularla vatan özlemini dile getiren en güzel örneklerdendir. Bahçe ve çiçek tasvirleriyle (ravziyyât) ünlü Sanevberî dönemin önde gelen şairlerindendir. Arap şiirinin en önemli temsilcilerinden olan âmâ filozof ve şair Maarrî gençlik şiirlerini Saķŧü’z-zend adlı divanında, felsefî ve dinî görüşlerini yansıtan şiirlerini iki harfli kafiye esasına dayanan, lüzûm-i mâ lâ yelzem sanatını icra ettiği Lüzûmiyyât adlı divanında toplamıştır. Bu şiirlerde inançsızlık gibi görünen bazı hususların, şairin içinde yaşadığı çok zor hayat şartlarına ve olumsuzluklara karşı gösterilen bir tepki şeklinde değerlendirilmesi daha uygun görünmektedir. Maarrî, Risâletü’l-ġufrân’ı ile İtalyan şairi Dante’nin İlâhî Komedya’sına ilham kaynağı olmuştur. Dönemin usta şairlerinden Şerîf er-Radî eşraftan olduğu için sanatını maddî menfaat için kullanmamış, Hicazlı kadınlara dair yazdığı “Hicâziyyât” adlı ince gazelleriyle tanınmıştır. 4. Abbâsîler devrinde şairlerin sayısı artmakla birlikte eski dönemlere göre kalitenin düştüğü genellikle kabul edilir. Yabancı ırklara mensup grupların Araplaşması oranında yabancı unsurlar dile girmiş, saf Arap hissiyatının kaybolmasıyla ilk döneme ait şair duyguları da azalmıştır. Abbâsîler’in ikinci döneminden itibaren askerî ve siyasî güç başta Türkler olmak üzere Arap olmayan unsurların eline geçmekle birlikte câize almak için hükümdarla valilerin övüldüğü şiir geleneği devam etmiştir. Ancak edebî nesrin gittikçe gelişmesi şiirle bu alanı bölüşürken bedîî sanatlarda mübalağa ve şeklî sanat gösterileri şairleri duygusallıktan uzaklaştırmıştır. Ebîverdî, Tuğrâî, Kadı Nâsıhuddîn-i Errecânî, Muhammed b. Nasr İbnü’l-Kayserânî ve İbnü’l-Fârız bu dönemin önde gelen şairlerindendir.

Hz. Peygamber’e Methiye Yazan Şairler. Câhiliye şairi Meymûn b. Kays el-A‘şâ, Kâ‘b b. Züheyr ve Hassân b. Sâbit’in kasideleriyle erken İslâm döneminde başlayan Peygamber methiyeleri, Eyyûbîler ve Memlükler zamanında yaşanan siyasî çalkantılar ve Haçlı seferleri sebebiyle mâneviyata yönelmeler olduğundan sayı ve nitelik bakımından doruk noktasına ulaşmıştır. VII. (XIII.) yüzyılda Yahyâ b. Yûsuf es-Sarsarî ve Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin kasideleri, VIII. (XIV.) yüzyılda Bûsîrî’nin “Kasîde-i Bürde”sinden ilham alınarak Safiyyüddin el-Hillî, İzzeddin el-Mevsılî, İbn Câbir el-Endelüsî ve daha sonra İbn Hicce, Âişe el-Bâûniyye gibi şairler tarafından yazılan ve “bedîiyye” adı verilen uzun methiyeler, ayrıca Abdürrahîm el-Burâî ve Muhammed b. Ebû Bekir el-Vitrî gibi şairlerin kasideleriyle Peygamber methiyeleri başka devirlerde görülmeyen bir canlılık yaşamıştır (bk. BEDÎİYYÂT; METHİYE; NA‘T).

Endülüs. Endülüs’ün görkemli hayatının bir yansıması olarak doğan müveşşah türü şiir klasik kasidenin katı kalıplarını kırmış, kasideye tek vezintek kafiye yerine birden fazla vezin ve kafiye sistemi getirmiştir. III. (IX.) yüzyılda Mukaddem b. Muâfâ ile İbn Abdürabbih tarafından ilk örnekleri verilen müveşşahâtta Ubâde b. Mâüssemâ, Muhammed b. Ubâde el-Kazzâz, Ebü’l-Abbas el-A‘mâ et-Tütîlî, İbn Zühr el-Hafîd, İbnü’l-Lebbâne, Lisânüddin İbnü’l-Hatîb,


İbn Zümrek, İbn Hâtime gibi şairler tarafından zengin ürünler verilmiştir. Müveşşahâtın popüler taklidi olan zecel türünün önde gelen temsilcisi Dîvânü’l-ezcâl sahibi İbn Kuzmân’dır. Endülüs’ün Sanevberî’si diye tanınan İbn Hafâce kır, çiçek, tabiat ve bahçe tasvirleri, Muhyiddin İbnü’l-Arabî de tasavvufî şiirleriyle Endülüs şiirinin önemli temsilcileri kabul edilmiştir. Endülüs’te ekseriyeti saraylı olan çok sayıda kadın şair yetişmiştir. Meriye (Almeria) Hükümdarı Mu‘tasım et-Tücîbî’nin kızı Ümmü’l-Kirâm, Son Abbâdî emîri Mu‘temid-Alellah’ın kızı Büseyne ile câriyesi Abbâdiyye, Müstekfî-Billâh’ın kızı Vellâde, ayrıca Hamdûne bint Ziyâd el-Vâdîâşî, Hafsa er-Rekûniyye bunlardan bazılarıdır.

Modern Dönem. Bu dönemde Batı şiirinin etkisiyle doğan özgür şiir, mensur şiir, nesir kasidesi gibi yeni anlayışlara taraftar olan veya eskiyi devam ettirmeyi tercih eden birçok şiir ekolü ve şair topluluğu ortaya çıkmıştır. Mahmûd Sâmî Paşa el-Bârûdî’nin kurduğu İhyâ Topluluğu, eskinin en iyi ürünlerini biçim ve üslûpta taklit etmeyi amaçlamakla muhafazakâr bir yaklaşım sergilerken içerik ve konu bakımından çağdaş sorunları dile getirmekle yenilikçi bir çizgi izlemiştir. Ahmed Şevkī, Hâfız İbrâhim ve İsmâil Sabri Paşa topluluğun önde gelen temsilcilerindendir. Bu topluluğun şiirlerini gerçek dışı, abartılı ve hayalî bulan Abbas Mahmûd el-Akkād, İbrâhim Abdülkādir el-Mâzinî ve Abdurrahman Şükrî, 1921 yılında Divan Topluluğu’nu oluşturmuş, şiirde realizmin, yeni ve çağdaş türlerin ve derin felsefî fikirlerin ele alınmasını benimsemiştir. Ahmed Zekî Ebû Şâdî başkanlığında 1932’de kurulan ve hocası Halîl Mutrân’ın romantizminin etkisinde kalan Apollo Topluluğu eskiye savaş açmış, çağdaş şiir türlerine taraftar olmuştur. Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden Araplar’ın kurduğu mehcer edebiyatı mensuplarının meydana getirdiği birçok şiir ve edebiyat topluluğu arasında 1920’de New York’ta oluşturulan, Cibrân Halîl Cibrân, Mîhâîl Nuayme, Emîn er-Reyhânî’nin öncülüğünü yaptığı er-Râbıtatü’l-kalemiyye ile 1933’te Brezilya’da Şükrullah el-Cur ve Mişel Ma‘lûf’un öncülüğünde kurulan el-Usbetü’l-Endelüsiyye en kalıcı olanlarını teşkil etmiştir. Bu topluluklar eskiye savaş açmış, Amerika ve Batı şiirinin etkisiyle çağdaş şiir türlerini savunmuştur. 1957’de Beyrut’ta oluşturulan Mecelletü’ş-şi‘r etrafındaki şairler topluluğu da yenilik taraftarı olmuştur. Bunların en önemli temsilcileri Yûsuf el-Hâl, Halîl el-Hûrî, Nizâr el-Kabbânî ve Ali Ahmed Saîd Adonis’tir.

BİBLİYOGRAFYA:

Cumahî, Fuĥûlü’ş-şuǾarâǿ, I, 24 vd., 39; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I-IV, tür.yer.; İbn Kuteybe, eş-ŞiǾr ve’ş-şuǾarâǿ, Beyrut 1964, I, 7-49; ayrıca bk. tür.yer.; İbn Abdürabbih, el-Ǿİķdü’l-ferîd, V, 269-270; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1401/1981, I, 96 vd.; İbn Bessâm eş-Şenterînî, eź-Źaħîre, I, 18; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, XIX, 145-151; Cl. Huart, Littérature arabe, Paris 1902, s. 9-65, ayrıca bk. tür.yer.; J. M. Abd - el-Jalil, Brève histoire de la litérature arabe, Paris 1946, s. 29-35, 157-160, 255, ayrıca bk. tür.yer.; R. Blachère, Histoire de la littérature arabe, Paris 1952, s. 243-245, 530-535, 593-597, ayrıca bk. tür.yer.; Ch. Pellat, Language et littérature arabes, Paris 1952, s. 66-85, 96-101, 168, 190, ayrıca bk. tür.yer.; Amjad Trabulsi, La critique poétique des arabes, Damas 1955, tür.yer.; Şevkī Dayf, Târîħu’l-edeb, I-VI, tür.yer.; a.mlf., et-Teŧavvur ve’t-tecdîd fi’ş-şiǾri’l-Ümevî, Kahire 1977, s. 15; Hannâ el-Fâhû-rî, Târîħu’l-edebi’l-ǾArabî, Beyrut 1960, s. 58-195, 210-312, 369-433, ayrıca bk. tür.yer.; a.mlf., el-Mûcez fi’l-edebi’l-ǾArabî ve târîħih, Beyrut 1985, I, 93-288, 427-610; II, 284-521; III, 148-274, 352-376, 476-505; IV, 442-725; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü’l-edeb, Kahire 1385/ 1965, II, 23-100, ayrıca bk. tür.yer.; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 9-17, 22-28, ayrıca bk. tür.yer.; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târîħu âdâbi’l-ǾArab, Beyrut 1394/1974, I, 351-372; III, 15-25; ayrıca bk. tür.yer.; Butrus el-Büstânî, Üdebâǿü’l-ǾArab, Beyrut 1979, I, 87, 265-267, 282-284, 310-360; II, 19-114, 211-258, 301-364, 423; R. A. Nicholson, A Literary History of the Arabs, Cambridge 1979, s. 71-140, 258, ayrıca bk. tür.yer.; As‘ad E. Khairallah, Love, Madness and Poetry: An Interpretation of the Mağnūn Legend, Beirut 1980, s. 37-43; Ömer Ferruh, Târîħu’l-edeb, I, 45-47, 74-86, 256-257, 360-371; IV, 410-447; Ömer Mûsâ Bâşâ, el-Edebü’l-ǾArabî fi’l-Ǿaśri’l-Memlûkî ve’l-Ǿaśri’l-ǾOśmânî, Dımaşk 1402-1403/1982-1983, I, 67-70; ayrıca bk. tür.yer.; C. Zeydân, Âdâb, I, 61, 67-72, 91, 92, ayrıca bk. tür.yer.; Ahmet Savran - Kenan Demirayak, Arap Edebiyatı Tarihi: Cahiliye Dönemi, Erzurum 1993, s. 34-99; Ali el-Cündî, Fî Târîħi’l-edebi’l-Câhilî, Kahire 1998, s. 274-280, ayrıca bk. tür.yer.; Sâdık İbrâhim Arcûn, “Teĥâkümü’ş-şuǾarâǿ”, ME, VIII (1356/1937), s. 513-516; Abdülhafîz Fergalî el-Karenî, “Ĥînemâ yüciddü’ş-şuǾarâǿü’l-Ǿâbişûn”, a.e., LIV/11 (1982), s. 1590-1596; Hurshid Rizvi, “The Satus of Poet in Jahiliyya”, HI, VI/2 (1983), s. 97-110; Velîd Mahmûd Hâlis, “Menziletü’ş-şiǾr ve’ş-şuǾarâǿ fi’t-tefkîri’n-naķdiyyi’l-ǾArabî”, el-CâmiǾatü’l-İslâmiyye, I/ 3, London 1415/1994, s. 133-172; F. Krenkow - [Nihad M. Çetin], “Şâir”, İA, XI, 291-294; T. Fahd, “ShāǾir”, EI² (İng.), IX, 225-228; S. Moreh, “ShāǾir”, a.e., IX, 228-230; A. Ben Abdesselem, “ShāǾir”, a.e., IX, 230-233; D. F. Reynolds, “ShāǾir”, a.e., IX, 233-236.

Nasuhi Ünal Karaarslan




Fars Edebiyatı. İslâm öncesi Fars şiiri hakkında bilinenler son derece sınırlıdır. Bu dönem Fars şiiri içerisinde değerlendirilen metinler çoğunlukla dinîdir; dinî olmayan şiir şifahî biçimde varlığını sürdürmüştür. Şifahî şiir mûsiki ile iç içe olup şairler şiirlerini mûsiki eşliğinde söylüyorlardı. Bundan dolayı o dönem şairlerinin aynı zamanda mûsikişinas olduğunu söylemek mümkündür. Bu şairlere “hunyâger” ya da “gôsân” denilmekteydi (Ferheng-i Fârsî, III, 3124).

İslâm’dan sonra Fars şairleri büyük ölçüde Arap şiirinin etkisi altında kalarak Arap şiirinden aldıkları kalıp ve vezinleri daha da geliştirip yeni bir dönem başlatmışlardır. Bu devirde ilk Farsça şiir söyleyenlerin Ebû Hafs-ı Suğdî ile Ebü’l-Abbâs-i Mervezî olduğu rivayet edilir. Şiirin mûsiki eşliğinde terennüm edilmesi geleneği İslâmiyet’ten sonra bir süre daha devam etmiştir. İslâmî dönemin ilk büyük şairi kabul edilen Rûdekî’nin (ö. 329/941) şiirlerini “rûd” adı verilen bir müzik aleti eşliğinde söylediği kaydedilir. Sâmânîler’in hâkimiyet kurduğu IV. (X.) yüzyılda Farsça’nın edebî dil olarak güçlenmesiyle birlikte şairlerin konumları da belirginleşmiştir. Sâmânî dönemi şairleri devlet adamlarından himaye görmüş, bazan devlet teşkilâtında kâtiplik veya danışmanlık gibi görevler üstlenmiştir. Bu bakımdan ilk dönem şairlerinin saray şairi diye nitelendirilmesi yanlış olmaz. Ferrûhî-i Sistânî, Gazneli sarayının itibarlı bir şairi olduğu kadar mûsikideki yeteneği ve çeng çalmasıyla da meşhurdu.

Farsça’nın ilk nesir örneklerinde şairlerle ilgili değerlendirmelere az da olsa rastlanmaktadır. Bazı ahlâk, tarih ve coğrafya kitaplarında bir kısım şairler hakkında bilgilerin yanı sıra şair telakkisine dair ipuçları bulunmaktadır. Şuara tezkireleri de bu alanda önemli kaynaklardandır. Şairliği derli toplu biçimde ele alan ilk eser Ziyârî Emîri Keykâvus’un oğluna yol göstermek amacıyla yazdığı Ķābûsnâme’dir. V. (XI.) yüzyılda kaleme alınan eserde şairin niteliğine, şiir dallarına ve şiirin bölümlerine ilişkin bilgiler yanında genç şairlere bu konuda öğütler yer almaktadır (Ķābûsnâme, s. 189-192). Keykâvus’un, eserinde şairlikle müzisyenliği (hunyâgerî) ayrı başlıklar altında ele alması dikkat çekicidir. Şairliğe dair en kapsamlı değerlendirmeler Nizâmî-i Arûzî’nin (VI./XII. yüzyıl) Çehâr Maķāle adlı eserinde görülmektedir. Dört bölümden oluşan eserin ikinci bölümünde şairin tanımına ve niteliklerine geniş yer ayrılmıştır. Kendisi orta derecede bir şair olan Nizâmî-i Arûzî’nin şairin hangi niteliklerle donanması gerektiğine dair söyledikleri, hem o devir şairlerinin nitelikleri


hem de o dönemde şairden beklenen şeyler hakkında ipuçları vermektedir (Çehâr Maķāle, s. 42, 47). Klasik dönemin şair telakkisi konusunda şuara tezkireleriyle bazı şiirlerde de değerlendirmeler vardır. Muhammed el-Avfî’nin Lübâbü’l-elbâb’ı tezkireler arasında en dikkat çekici olanıdır. Bir kısım tezkirelerde şairler gruplandırılmış, şair olarak tanınmamakla birlikte şiir yazanlar asıl şairlerden ayrı tutulmuştur. Şiire ve şairliğe özellikle yer veren daha sonraki tezkireler, Çehâr Maķāle ve Lübâbü’l-elbâb’a paralel görüşler ortaya koymuştur. Bütün bu eserlerden klasik dönemde şairliğin başlı başına bir meslek kabul edildiği anlaşılmaktadır.

İran’da hüküm süren birçok devlet nezdinde şairlerin özel bir yeri olmuş, melikü’ş-şuarâlık çoğu zaman devlet teşkilâtında önemli bir makam olarak yer almıştır. Şairler intisap ettikleri hükümdara nedimlik, danışmanlık ve kâtiplik yapmış, bazıları da hükümdarın maiyetinde savaşlara katılmıştır. Şairlerin bir devlete veya güç merkezine intisap etmeleri geleneği özellikle Moğol istilâsından sonraki dönemde yavaş yavaş zayıflamıştır. Bunda ülkede yaşanan kargaşalar, devlet adamlarının şairlere karşı ilgisizliği ve Safevîler’de olduğu gibi şahların dünya görüşü rol oynamıştır. Safevîler’in övgü şiirine iltifat etmemesi şairleri farklı arayışlara itmiştir. Muhteşem-i Kâşânî, Ehl-i beyt’in övgüsüne ya da imamların şehâdetlerine tahsis ettiği şiirleriyle şöhrete ulaşırken Örfî-i Şîrâzî ve Sâib-i Tebrîzî gibi pek çok şair sebk-i Hindî akımını geliştirmiştir.

Devlet adamlarının ve güç sahiplerinin hizmetinde olmayan şairlerin sayısı zamanla artmıştır. Meşhur İsmâiliye dâîsi Nâsır-ı Hüsrev bu şairlerin ilki olarak zikredilebilir. Özellikle Senâî, onun izinden giden Ferîdüddin Attâr ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi mutasavvıf şairler şiiri apayrı bir mecraya taşıyarak farklı şair portrelerinin ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Bunlar şairliği bir meslek şeklinde görmemişler, şiirden sadece düşünce ve duygularını aktarmada etkili bir araç diye yararlandıklarını ima etmişlerdir. Bilhassa Mevlânâ Meŝnevî’sinde bir öğretmen ve yol gösterici konumundadır. Bununla birlikte devlet adamlarının şairler nezdinde önemi sürmüş, bazı mutasavvıf şairler eserlerini devlet adamlarına takdim ederek onların dolaylı yoldan himaye ve desteklerini alma geleneğini devam ettirmiştir. Tasavvuf geleneği içerisinde yer almamakla birlikte devlet adamlarına intisap etmeyen, fakat şiiriyle devlet adamlarının ve toplumun saygısını kazanan şairler de vardır. Etkileri günümüze kadar gelen bu şairlerin başında Sa‘dî-i Şîrâzî ile Hâfız-ı Şîrâzî gelmektedir. Bunların şiirleri klasik dönemde şiir sanatının zirvesi kabul edilmektedir. Klasik dönemde pek çok şair şairliğe ve şiire yaklaşımını yine şiirlerinde ortaya koymuştur. Senâî, Evhadüddîn-i Enverî, Ferîdüddin Attâr ve Abdurrahman-ı Câmî şiirlerinde dönemin şiir anlayışına ilişkin görüşlerini açıklamışlardır.

Modern dönemde şairin konumu ve rolü eskiye oranla oldukça değişmiştir. 1906 İran Meşrutiyeti’ne varan süreçte şair kalemini toplumu geri kalmışlıktan kurtarmaya, istibdadı bertaraf etmeye adamış bir özgürlük savaşçısı görünümündedir. Meşrutiyet devri şairleri, biçim olarak geleneksel şiiri sürdürmekle birlikte konu bakımından artık eski şiir sona ermiştir. Meşrutiyet dönemi ve sonrası şairlerin yenilik arayışlarının ivme kazandığı dönemdir. Muhammed Takī Bahâr’ın öncülük ettiği bir grup şair aruz kurallarını olduğu gibi koruyarak sınırlı bir yeniliğe taraftar olurken Takī Rif‘at gibi aydınlar şiirde biçimin de tamamen değişmesi gerektiğini savunmuşlardır. Şiirde biçim açısından ilk ciddi yeniliği Nîmâ Yûşîc gerçekleştirmeyi başarmıştır. Aruzdan tamamen kopmamakla birlikte aruzun kısıtlayıcılığını en aza indiren Nîmâ Yûşîc açtığı çığır sebebiyle yeni şiirin babası olarak anılmıştır. Yeni şiir akımına mensup olan şairler şiirde daha çok ferdî tecrübelerini ele almaya yönelmişler ve şiirin iç unsurları üzerinde daha fazla durmuşlardır. İran’da modern dönemde biçim açısından aruz şiirine bağlı olan şairlerin yanı sıra serbest şiirin çeşitli eğilimlerinde çalışmalarını sürdüren şairler de önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle 1979 İran İslâm Devrimi’nden sonra klasik kalıpları oldukça yeni bir anlayışla kullanan şairlerin varlığı dikkat çekmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ferheng-i Fârsî, III, 3124; Keykâvus b. İskender, Ķābûsnâme (nşr. Gulâm Hüseyin Yûsufî), Tahran 1380 hş./2001, s. 189-192; Râdûyânî, Tercümânü’l-belâġa (nşr. Ahmed Ateş), İstanbul 1949, s. 2-3; Nizâmî-yi Arûzî, Çehâr Maķāle (nşr. Muhammed Muîn), Tahran 1341 hş./1962, s. 42, 47-48; Enverî, Dîvân (nşr. Pervîz Bâbâî), Tahran 1376 hş./1997, s. 537, 597, 628, 657; Ferîdüddin Attâr, Muśîbetnâme (nşr. Nûrânî Visâl), Tahran 1338 hş., s. 47, 50; Avfî, Lübâb, I, 11-12; Nasîrüddîn-i Tûsî, Esâsü’l-iķtibâs (nşr. M. Takī Müderris Razavî), Tahran 1361 hş., s. 586-595; Abdurrahman-ı Câmî, Bahâristan (trc. M. Nuri Gençosman), İstanbul 1985, s. 129; a.mlf., Heft Evreng (nşr. Âgā Murtazâ Müderris Gîlânî), Tahran 1337 hş., s. 62-64, 567-569, 571, 927; Devletşah, Teźkire, s. 4-11; Rypka, HIL, s. 135-136, 143-144; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Naķd-i Edebî, Tahran 1361 hş./1982, s. 185-199, 209-211; a.mlf., Seyrî der ŞiǾr-i Fârsî, Tahran 1363 hş./1984, s. 1-211, 458-462; Mehdî Ehavân-i Sâlis, BedâyiǾ ve BidǾathâ-yi Nîmâ Yûşîc, Tahran 1369 hş./ 1990, s. 29-38; Muazzama İkbâlî (A‘zam), ŞiǾr ve ŞâǾirî der Âŝâr-i Ħâce Naśîrüddîn-i Ŧûsî, Tahran 1370 hş., s. 66-68; Nîmâ Yûşîc, TaǾrîf ve Tebśıra ve Yâddâşthâ-yi Dîger, Tahran 1375 hş./1996, s. 28-32; Nasrullah Pürcevâdî, “Attar ve Avfî’ye Göre Şiirin Felsefî Eleştirisi” (trc. Hicabi Kırlangıç), DDl., V/1 (1992), s. 239-254; J. T. P. de Bruijn, “ShāǾir”, EI² (İng.), IX, 236-239.

Hicabi Kırlangıç




Türk Edebiyatı. Türk edebiyatının bilinen ilk şairleri kopuz çalarak irticâlen şiir söyleyen ozanlardır. Göçebe Türk toplulukları arasında ilden ile, obadan obaya gezerek haber ve bilgi akışını sağlayan, düğün ve şölenlerde destanlar düzenleyip şiirler söyleyen ozan saygın bir yere sahiptir. Uygurlar’da mûsiki eşliğinde terennüm ederek sihir yapan, gaipten haber veren, hastaları tedavi eden bahşı (bakşı) veya kam da şaman gibi bir şairdir. Destanî dönemlerden itibaren toplum içinde bir şaman gibi gizli güçlere sahip olduğuna inanılan ozanlar, Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra uzun müddet halk arasında aynı kimlikle yaşamış, nihayet “âşık” kimliği kazanarak saz şairi veya halk şairi diye anılmıştır. Eski Arap şiirinin mûsiki ile terennüm edilen hidâ, ağıt ve ninnilerini söyleyen meçhul şairleriyle, Türk edebiyatında hece ölçüsüyle dörtlükler yazan ve daha ziyade yarım kafiye kullanan saz şairleri ve anonim ürünler ortaya koyan meçhul sanatçılar birbirine benzemektedir.

Türk edebiyatında XIII. yüzyıldan sonra Arap ve Fars edebiyatının etkisiyle aruz vezniyle ve beyit esasına dayalı şiirler yazıp tam ve zengin kafiyeyi önemseyen şairler yetişmeye başlamıştır. Divan şairi denilen bu sanatçılar başlangıçta Fars edebiyatının etkisinde eser vermişlerse de XV. yüzyıldan itibaren kendilerine has kimlik ve duyuşlar çerçevesinde şiirler yazmış, XVI-XVIII. yüzyıllarda şaheser sayılabilecek eserler vermiş, nihayet XIX. yüzyılda itibardan düşmüşlerdir (bk. DİVAN EDEBİYATI). Şiirin “manzum ve mukaffâ söz” olarak tarif edildiği bu dönemde şiir kelimesi yanında nazım da kullanılmıştır. Nazmın “inciyi delip ipliğe dizmek” şeklindeki sözlük anlamından şairin de bir kuyumcu gibi çalışması gerektiği sonucu çıkar. İncinin delinmesi zor olduğu gibi delerken israf da edilmemelidir. Bütün inciler (şiirdeki kelimeler) aynı güzellikte delinir ve öylece sıralanırsa güzel bir dizim sağlanmış olur. İncileri dizmek (şiir yazmak)


ustalık ister ve ustasının adıyla (mahlas) anılır. Şairler hakkında bilgi veren tezkirelerde ve edebiyat nazariyatına dair eserlerde kaydedildiğine göre iyi bir şairin doğuştan şairane bir yaratılış ve yeteneğe sahip bulunması, şiir çevrelerinde uzun tecrübelerden geçmesi, öğrenim, bilgi ve kültüre önem vermesi gerekir. Bunun için iyi bir üstadın yanında eğitim görmesi, büyük şairlerin divanlarını ve şairlerin güzel şiir örneklerinden binlerce beyti ezberlemesi, şiirin çeşitli türlerini ve edebî sanatlarını tanıması önem taşır. Klasik Türk edebiyatının ardından Tanzimat döneminde yeni bir şair kimliği ortaya çıkmış, Batı edebiyatı kural ve anlayışıyla şiir yazan bu sanatçılar da uzunca bir süre yine aruz veznine ve kafiyeye bağlı kalmıştır. Cumhuriyet’le birlikte başlayan Türk edebiyatının modernleşme sürecinde biçim ve düşünce bakımından tamamen özgür hareket eden şairler yetişmiştir.

Türk edebiyatının bütün zamanları içinde en çok şairi kendine özgü sanat anlayışı ve dile hâkimiyeti olan şekilci, kuralcı, idealist divan edebiyatı yetiştirmiş, en sanatkârane eserleri bu çevreden şairler vermiştir (tezkirelerde adı geçen, divan sahibi yahut divanı bulunmayan veya ele geçmemiş olan divan şairlerinin sayısı 1000 kadardır). Divan edebiyatında şiirin biçimi gibi içeriği de belirli bir çerçeveyle sınırlandırılmış, şairler bu geleneğin imkânlarıyla yetinmiş, edebî zevk ve anlayışta mevcudun dışındaki anlayışlara yönelme düşünceleri olmamıştır. Divan edebiyatı gibi birer gelenek edebiyatı olan âşık ve tekke edebiyatlarında da durum aynı olup bu şiir dairelerinden birine giren şairin edebiyat kültürü, edebî zevki ve değer ölçüleri ona göre şekilleniyor, edebiyat terbiyesini kendisinden önceki üstatların eserlerinden alarak yetişiyordu. Gelenek içinde tasavvufî düşüncenin de etkili olduğu klasik şairler yanında tasavvuf muhitlerinde tıpkı halk şairleri gibi terennüm ederek veya yazarak şiiri devam ettiren tekke şairleri ilâhî aşkla şiir söylemiş, bu şairlerin diğerlerinden ayrıldıkları nokta yalnızca şiirin konusu (tasavvuf) olmuştur, ancak âşık sıfatını birlikte kullanmışlardır. Nitekim kendilerini âşık diye niteleyen saz şairleri genelde bir pîrden el alıp (bâdeli âşık) mânevî ilhamla söylediklerini iddia ederler. Belirli bir gelenek içinde yetişen bu şairlerde şiir bilgisi ve yeteneğinden başka mûsiki ve hikâye anlatma yeteneğinin de bulunması şarttır. Ayrıca usta bir âşığın yanında uzun süre kalıp kendini yetiştirmesi gerekiyordu. Pek çok şairin gelenekten yetiştiği, eski Arap şairlerinin söyledikleri şiirleri ezberleyip okuyan râviler gibi şiir tecrübesinden geçerek yeteneklerini geliştirdikleri bilinmektedir. Bu ilişkiler, tıpkı divan şiirinin nazîrecilik geleneğinde olduğu gibi şairin şiir bilgisi ve tecrübesini arttırmakta ve onu bir tür şair mektebinde eğitime tâbi tutmaktaydı. Yine divan şairlerinin şiirleri tartıştıkları sohbetler gibi (meselâ Zâtî’nin Beyazıt’taki dükkânı veya XIX. yüzyılın Encümen-i Şuarâ toplantıları) şiir anlayışlarının tartışıldığı meclisler de şairlerin yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Merkezde padişah sarayı olmak üzere vezir, paşa konaklarında kurulan meclisler (bezm), taşra vilâyetlerinde eşraf ve âyan konakları, kahvehaneler, dükkânlar, meyhaneler, hamamlar şairler için birer meclisti (İpekten, bk. bibl.). Bu meclislerde usta şairler genç şairlerin şiirleriyle ilgilenerek onlara bir mahlasnâme ile mahlas verirlerdi. Daha ziyade halk şairleri tarafından yazılan şâirnâmeler ise belli bir çağa ait şairlerle onların etkilendikleri şairler hakkında düzenlenmiştir (ayrıca bk. ÂŞIK).

Osmanlılar’da şairlik bir meslek kabul edilmediği gibi sadece geçimi sağlamaya yarayan bir sanat dalı olarak da düşünülmemiştir. Daha önceki İslâm devletlerinde görüldüğü gibi Osmanlılar’da da âlim ve sanatkârlar hükümdar ve diğer devlet adamlarından himaye görmüş, onların in‘âmına nâil olmuştur. Usta şairler sarayın itibarını yükselttikleri için padişahların gözdeleri haline gelmiş, onlara yakınlıkları ölçüsünde uygun bir makama tayin edilmiş ve yüklü câizelerle ödüllendirilmiştir. Padişahların takdir ve desteği, şairlerin tanınıp şöhretlerinin yayılmasında en az onların yetenek ve meziyetleri kadar önem taşırdı. Padişaha ve saraya yakınlık tezkirelerde “nedimlik, müsâhiblik, mahremlik, bendelik, mülâzemet, maiyet, intisap” gibi tabirlerle ifade edilmiştir (Tolasa, s. 84-89). İn‘âmat defterlerinde bazı şairlerin aldıkları câizeler hakkında kayıtlar mevcuttur (Erünsal, bk. bibl.). Şuarâ tezkirelerinin kayıtlarında da şairlerin timar, zeâmet, has, ulûfe, sâlyâne, zevâid, ihsan, nakd vb. adlar altında câizeler aldıklarından söz edilir (Tolasa, s. 112). Bazı özel günler ve olaylar dolayısıyla (nevruz, bayram, ramazan, doğum, ölüm, bir yapının inşası, fetih, zafer vb.) büyüklere sunulan kaside ve tarihler birer gelir kaynağıydı. Tezkirelerde adı geçen şairlerin meslek dökümünün yapıldığı bir araştırmada ilmiye sınıfından kadı, müderris ve kâtiplerin ilk sırayı aldığı (% 36), bunu bürokrat (% 28), şeyh ve dervişler, askerler, esnaf, din görevlileri gibi meslek gruplarının izlediği görülür (İsen, s. 224). Divan şairleri çoğunlukla eğitimli zümre içinden çıksa da halk şairleri gibi okuma yazma bilmeyen divan şairleri de yetişmiştir.

Gerek tezkirelerde gerekse edebiyat tarihlerinde divan şairlerinin sistematik bir tasnifi yahut derecelendirilmesi yapılmamıştır. Bu sebeple Arap şairlerinde olduğu gibi Türk divan şairlerinde sanat değerlerine göre bir tabakalaşma söz konusu değildir. Tezkirelerin çoğunda şairler hükümdar, şehzade, devlet adamı gibi daha çok sosyal tabakalarına ve mesleklerine göre gruplandırılmış ve kronolojik sıralamayla yetinilmiştir. Yalnız Latîfî, tezkiresinin mukaddimesinde şairleri gerçek ve mukallit şeklinde ikiye ayırmış, kendine özgü hayal ve fikirleri, yaratıcı gücü olanları gerçek şair kabul etmiş, bu ustaların dünyada az bulunduğunu söylemiştir. Buldukları her sözü vezinli ve kafiyeli olarak söyleyenler de alt tabakayı teşkil eder. Şairlerin çoğu mukallittir. Bunlar da başkalarının beyitlerini çalanlar veya önceki şairlerin sözlerini değiştirerek tekrarlayanlar yahut tercüme edip kendisine aitmiş gibi gösterenler şeklinde tabakalara ayrılır.

Tanzimat’tan ve özellikle II. Meşrutiyet’ten itibaren kaleme alınan edebiyat tarihlerinde de çok defa şairlerin kronolojik esasa göre sıralandığı görülür. Bununla beraber Harabât mukaddimesinde divan şairlerini kudemâ, evâsıt ve evâhir diye üç tabakaya ayıran Ziyâ Paşa ve onu takip eden edebiyat tarihçi ve tenkitçilerinin hemen istisnasız usta şair olarak üzerinde birleştikleri isimler vardır. Her biri kendinden sonrakilere öncülük etmiş, şiirlerine nazîreler yazılmış, kendilerine has dil, üslûp ve orijinal imajları olan Necâtî, Fuzûlî, Bâkî, Zâtî, Nef‘î, Nâilî, Nâbî, Nedîm ve Şeyh Galib divan şiirinin birinci sınıf ustaları kabul edilmiştir. Bunlara Ahmedî, Şeyhî, Ahmed Paşa, Hayâlî, Rûhî, Taşlıcalı Yahyâ, Râgıb Paşa gibi ikinci bir tabaka eklenebilir. Bu tür bir değerlendirme antolojilere ve ders kitaplarına da yansımıştır.

Şair her çağda toplumda itibar görmüştür. Şiirine bakarak şaire kimlik veren toplum onu ya şen şakrak ya tamamen gama gömülmüş kabul eder; şiirinde verdiği görüntü ile gerçek hayatı arasında bir bağ olmadığı sanılır. Bu sebeple şairler kudretlerinden ziyade zaafları ile dile düşerler. Tezkirelerde pek çok şairin şiir görüşleri, şiire katkılarıyla değil başlarından geçen olaylar veya kişilikleri dolayısıyla anılması bundandır. Gerçekte ise bir şairin


şiiriyle anılması gerekir ve bunun için şiirde aranan öğelerin bulunması şarttır. “Düşelden ders-i aşka hâtırımdan nahv mahv oldu / Okuyup yazdığım hep şimdi eş‘âr-ı mahabbettir (Rûhî).” Hatta, “Şair asabî bir âşık olmalıdır ki âsârı dâima ve herkesçe kabul görsün” (Ahmed Hikmet, bk. bibl.). Eski şairler sanatçı kimlikleriyle birbirinden ayrılır, söyledikleri şiirin gücü ölçüsünde seçkin veya sıradan şairler arasında sayılırdı. Bunlardan üslûplarıyla öne çıkanlar (âşıkāne, rindâne, şûhâne, hikemiyâne, sûfiyâne vb.) sıkça taklit edilir ve şiirlerine nazîreler yazılırdı.

Günümüzde şair kelimesinin anlamı genişlemiştir. Belli kurallar çerçevesinde manzumeler nazmetmesi umulan nâzımın yerini artık hayal ve çağrışımlara dayalı mısralar ortaya koyan söz sanatçısı almıştır. Bu serbest ortam, şair adayının gerek şiir eğitim ve birikimini gerekse tarihsel süreçteki usta şairleri inceleyip taklit etme mecburiyetini olumsuz etkilemiş, şiirin sanat alanını daraltmış, eski meslektaşlarına göre şairin işini daha da zorlaştırmıştır. Çünkü artık şair, kelimeleri sesler ve ses uyumlarıyla en güzel biçimde kullanmak zorundadır; duygu, hayal ve düşünce buluşlarıyla insanın gönlüne ve ruhuna hitap etmelidir; muhatabını farklı duygulanmalar, izlenimler ve heyecanlara yönlendirmelidir. Bütün bunları yaparken de kafiyelerin mûsikisinden, veznin âhenk ve ritminden yahut edebiyat sanatlarının derinliğinden yoksun olmasını bir kayıp sayanlar da vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983, s. 84-89, 98-122, 306-314, ayrıca bk. tür.yer.; Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul 1996; İskender Pala, Şairlerin Dilinden, İstanbul 1996, s. 2-5; a.mlf., Ah Mine’l-Aşk, İstanbul 2004, s. 3-11; Mustafa İsen, Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara 1997, s. 221-229; Filiz Kılıç, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara 1998, s. 304-312; J. Derrida, Şiir Nedir (trc. Ahmet Sarı - M. Abdullah Arslan), Erzurum 2002, s. 35-41; Cemal Kurnaz, “Divan Şairi Kimdir?”, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara 2002, s. 359-360; Halil İnalcık, Şâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Ankara 2003, s. 41-53; Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir: Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul 2004, s. 19-34; Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul 2004, s. 70-72, 108-119; Ahmed Hikmet, “Muhâsebe-i Edebiyye”, SF, sy. 298 (1312), s. 178; Ali Bahâ, “Şiirin Menşeine Dair”, İctihad, sy. 141, İstanbul 1922, s. 2975-2976; İsmail E. Erünsal, “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları-I: II. Bayezid Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, TED, sy. 10-11 (1981), s. 303-342; a.mlf., “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları-II: Kanuni Sultan Süleyman Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, Osm.Ar., sy. 4 (1984), s. 1-17; Orhan Şaik Gökyay, “Şiir ve Şairler Hakkında”, TT, XVIII/104 (1992), s. 9-12; Adnan Karaismailoğlu, “Osmanlı Dönemi Türk Şiiri ve Şairi Üzerinde Tenkitli Bir Değerlendirme”, TK, XXXVIII/445 (2000), s. 282-290; Nihat Öztoprak, “Ruhî’nin Şiir Anlayışı”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 12, İstanbul 2005, s. 101-136; Talat Sait Halman, “ShāǾir”, EI² (İng.), IX, 239-240; “Şair”, TDEA, VIII, 94-96.

İskender Pala