SAHUR

(السحور)

Oruca hazırlık amacıyla imsak vaktinden önce yenen yemek.

Sözlükte “sabah olmadan önceki vakit, gecenin son üçte biri” anlamındaki seher kelimesiyle aynı kökten gelen sahûr (sehûr, sühûr), dinî bir terim olarak oruç tutmaya hazırlık olmak üzere fecrin doğmasından önce yenen yemeği ifade eder. Bazı hadislerde bunun için “ekletü’s-sehar / ekletü’s-sühûr” tabiri kullanılmıştır. Sahur kelimesi çok sayıda hadiste geçmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “śvm” md.). Tefsir, hadis ve fıkıh kaynaklarının ortaklaşa verdiği, başlangıçta oruç yasakları geceden başladığı halde Bakara sûresinin 187. âyetiyle bu sürenin fecre kadar uzatıldığı yönündeki bilgi dikkate alındığında sahura imkân veren temel meşruiyet delili bu âyetin, “Fecirden siyah ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar yiyin ve için” meâlindeki kısmı olup sahura kalkmanın dinen teşvik edildiğini gösteren dayanak konuya ilişkin hadislerdir. Oruç tutacak kişinin sahur yemeği yemesinin mendup olduğu hususunda İslâm âlimleri icmâ etmiştir (İbnü’l-Münzîr, s. 104).

“Sahura kalkın, zira sahurda bereket vardır” gibi sözleriyle sahur yemeğini teşvik eden Hz. Peygamber’in (Buhârî, “Śavm”, 20; Nesâî, “Śıyâm”, 18-19, 24; Tirmizî, “Śavm”, 17) uygulamalarıyla da sahura önem verdiği görülür. Bazı hadislerde sahurun tamamen terkedilmeyip bir yudum su ile bile olsa yerine getirilmesi tavsiye edilmiş, sahura kalkanların Allah’ın rahmetine ve meleklerin duasına mazhar olacağı belirtilmiş (Müsned, III, 12), sahur yemeği “mübarek gıda” olarak nitelenmiştir (Ebû Dâvûd, “Śavm”, 17; Nesâî, “Śıyâm”, 25-26). Bütün bu delilleri dikkate alan fakihler sahura kalkmanın hükmünün sünnet olduğu sonucuna varmışlardır. Bu bağlamda mendup ve müstehap kelimelerinin kullanımının ise fıkıh usulündeki geniş anlamına göre olduğu anlaşılmaktadır. Bazı hadislerde ifade edildiği gibi (İbn Mâce, “Śıyâm”, 22) sahurun tutulacak oruca güç yetirebilmek için vücuda besin sağlama amacı taşıdığı açık olmakla birlikte sahura kalkan müminin asıl hedefi Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getirerek bu vaktin feyiz ve bereketinden yararlanmaya ve neticede Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak olmalıdır.

Sahurun, müslümanların orucunu Ehl-i kitabın orucundan ayıran bir özellik olduğunu ifade eden hadis (Müslim, “Śıyâm”, 46; Ebû Dâvûd, “Śavm”, 16; Nesâî, “Śıyâm”, 27; Tirmizî, “Śavm”, 17) açıklanırken bu durumun müslümanlara önceki ümmetlere göre sağlanan bir kolaylık olduğu, dolayısıyla Ehl-i kitap’tan farklı davranarak sahura kalkmanın bu nimetin şükrü anlamına geleceği belirtilir. Sahuru son vaktine kadar uzatma, iftarı ilk vaktinde yapma ve namazda sağ eli sol el üzerine koymanın peygamberlerin özelliklerinden olduğuna dair rivayet (el-Muvaŧŧaǿ, “Ķaśrü’s-śalât”, 46; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, II, 470) önceki hadisle çelişir görünmekle birlikte, -muhtemelen birinci hadisin


genel kabul görmesine karşılık ikincisinin rivayetiyle ilgili sorunların bulunması sebebiyle- konuya ilişkin eserlerde bunların uzlaştırılması üzerinde durulmamaktadır. Meselâ Tahâvî ikinci hadise yer vermezken (Şerĥu Müşkili’l-âŝâr, I, 417-421) Kâsânî açıklama yoluna girmeksizin her ikisini nakleder (BedâǿiǾ, II, 105). Bu durumla ilgili İbn Âbidîn’in aktardığı yorumdan da yararlanarak (Reddü’l-muĥtâr, II, 420) önceki ilâhî dinlerde sahur uygulaması varken bir süre sonra terkedilmiş olduğu, dolayısıyla ikinci hadiste aslî haliyle ilâhî dinlerdeki hükme işaret edildiği söylenebilir. Buna göre birinci hadiste Resûl-i Ekrem’in kendi dönemindeki yahudi ve hıristiyanları kastetmiş olması muhtemeldir. Şah Veliyyullah’ın sahurda bereket olduğuna dair hadisten hareketle sahurun faydalarını açıklarken ortaya koyduğu düşünce bu yorumu destekleyici niteliktedir: Sahur yemeğiyle bir yandan vücuda oruca dayanmasına yardımcı olacak enerji sağlanır, diğer yandan insanların daha dindar olma çabasıyla dini zorlaştırmaya ve dinin getirdiği yükümlülüklerde değişiklik yapmaya yeltenmeleri önlenmiş olur. Nitekim Hz. Peygamber bizim orucumuzla Ehl-i kitabın orucu arasındaki temel farkın sahur yemeği olduğunu belirtmiştir. Bu ifadede Ehl-i kitabın dinlerinde tahrifat yaptığına işaret vardır. Onların bu tutumuna aykırı davranmak dinin aslî haliyle korunmasına katkı anlamı taşır (Ĥüccetullāhi’l-bâliġa, II, 52). İki hadisin anlamını uzlaştırmak üzere, Resûl-i Ekrem’in kendi ümmetinden ayrıldığı durumlar (ona has olmak üzere farz, haram veya mubah kılınanlar) bulunduğu gibi diğer peygamberlerin sahur hususunda kendi ümmetlerinden ayrıldığı şeklinde bir izah yapılabilir.

Sahur vakti fakihlerin çoğunluğuna göre gecenin son yarısının, bazı Hanefî ve Şâfiîler’e göre son altıda birinin başlangıcıyla tan yerinin ağarması arasındaki zaman dilimidir. Şafak sökmesi veya tan yerinin ağarmasıyla kastedilen ise sabah namazı ve orucun başlangıç vaktinin girmesidir (bu vakitle ilgili hadisler ve yorumları için bk. FECİR). Hz. Peygamber, kendi döneminde İbn Ümmü Mektûm’un okuduğu sabah ezanından önce Bilâl-i Habeşî’nin teheccüd namazına veya oruç için sahura kalkacakları uyandırmak üzere okuduğu ezanın sahur yemeğine engel olmadığını ifade eden hadisi (Buhârî, “Śavm”, 17; Ebû Dâvûd, “Śavm”, 18), sahura kalkmayı özendirme yanında sahur yemeğinin olabildiğince geciktirilmesinin uygun olduğu anlamını da içermektedir. Resûl-i Ekrem’in sahur uygulamalarıyla ilgili rivayetler de bunu destekleyici nitelikte olup hemen hepsinden onun sahur yaptıktan sonra uzun bir süre geçmeden (elli âyet kadar okunabilecek bir zaman geçince) sabah namazını kıldırdığı anlaşılmaktadır (Buhârî, “Śavm”, 20, “Teheccüd”, 8; Müslim, “Śıyâm”, 47; Nesâî, “Śıyâm”, 20-22). Bu konudaki delilleri değerlendiren fakihler sahuru son vaktine bırakmanın müstehap olduğu sonucuna varmışlardır. Ancak bu hüküm imsak vaktinin girmesiyle sınırlıdır; vaktin girip girmediğinde tereddüt ediliyorsa yiyip içmek mekruh olur (bu hususta karşılaşılabilecek bazı durumların hükümleri için bk. İMSAK; ORUÇ). Fakihlerin çoğunluğuna göre -oruç tutmama kastı yoksa- sahur yemeği oruca niyet yerine geçer; Şâfiî mezhebinde ise sahura kalkmak niyet yerine geçmez.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “sĥr” md.; Müsned, III, 12; İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, el-İcmâǾ (nşr. Fuâd Abdülmün‘im Ahmed), İskenderiye 1411/1991, s. 104; Tahâvî, Şerĥu Müşkili’l-âŝâr (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1415/1994, I, 417-421; Hattâbî, MeǾâlimü’s-Sünen (nşr. Ahmed M. Şâkir - M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), III, 229-233; İbn Hazm, el-Muĥallâ, VI, 240; Kâsânî, BedâǿiǾ, II, 105; İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1412/1992, IV, 432-434; Nevevî, el-MecmûǾ, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), VI, 359-362; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Muħtelefü’ş-ŞîǾa fî aĥkâmi’ş-şerîǾa, Kum 1423/1381 hş., III, 370-372; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, Naśbü’r-râye, [baskı yeri yok] 1393/1973 (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), II, 470; İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, San‘a 1409/1988, II, 239-240; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II, 240; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ĥüccetullāhi’l-bâliġa, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), II, 52; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), II, 420; Mübârekfûrî, Tuĥfetü’l-aĥveźî (nşr. Abdurrahman Muhammed Osman), Kahire 1384/1964, II, 85-86; Ettafeyyiş, Şerĥu Kitâbi’n-Nîl ve şifâǿi’l-Ǿalîl, Beyrut 1392/1972, III, 336-337, 429; Hüseyin Atay, “Sahur Vakti”, İTED, VII/3-4 (1979), s. 87-137; “Seĥûr”, Mv.F, XXIV, 269-272.

İbrahim Kâfi Dönmez