SÂD SÛRESİ

(سورة ص)

Kur’ân-ı Kerîm’in otuz sekizinci sûresi.

Adını ilk kelimesi olan sâd harfinden alır. Hz. Dâvûd’dan bahsettiği için Dâvûd sûresi diye de anılmıştır (Elmalılı, V, 4081). Mekke döneminde nâzil olmuş, Medenî olduğu görüşü ise isabetli bulunmamıştır (Âlûsî, XXIII, 214). Rivayetlere göre, sûrenin ilk yedi sekiz âyeti şu münasebetle inmiştir: Şirk inancının reddine dair âyetlerden rahatsız olan müşrikler Ebû Cehil başkanlığında Ebû Tâlib’e müracaat etmiş ve yeğeni Hz. Muhammed’i bu faaliyetten menetmesini istemişti. Ebû Tâlib durumu Resûlullah’a bildirince o kendilerinden “Allah’tan başka tanrı yoktur” demeleri dışında bir şey istemediğini ifade etti. Bunun üzerine Kureyşliler, “Bu kadar tanrıyı bir Tanrı’ya mı indirmiş, ne tuhaf şey!” diyerek ayrıldılar (Müsned, I, 227-228; a.e. [Arnaût], III, 458-459; Tirmizî, “Tefsîr”, 38/1; Taberî, XXIII, 149-150; Vâhidî, s. 284). Belirtilen kaynakların çoğu, bu olayın Ebû Tâlib’in ölüm hastalığı sırasında vuku bulduğunu kaydetmektedir, buna göre sûrenin nüzûlü nübüvvetin 10. yılına rastlar. Halbuki siyer kaynakları olayın nübüvvetin 5 veya 6. yılında meydana geldiğini kaydeder. Nitekim Vâhidînin başka bir yerde, belirttiğine göre bazı müfessirler söz konusu olayın Hz. Ömer’in müslüman olması üzerine meydana geldiği kanaatindedir (Esbâbü’n-nüzûl, s. 284-285; krş. Kurtubî, XV, 99). Sâd sûresinin Kamer sûresinden sonra nâzil olduğu rivayeti de bunu desteklemektedir. Seksen sekiz âyet olan Sâd sûresinin fâsılası” ب، ج، د، ر، ص، ط، ق، ل، م، ن“ harfleridir.

Sûre İslâm inancının üç esasını teşkil eden tevhid, nübüvvet ve âhiret ilkeleri ekseninde hidayete davet konularını ele alır. Sûrede gerçeklere karşı direnenler, bunlara verilen cevaplar, hak-bâtıl mücadelesine ait kıssalar, uyarıcı âhiret sahneleri ve İslâmiyet’in gelecekteki zaferinden söz edilir. Sâd sûresinin ilk bölümü, insana kendi değerini hatırlatıp öğüt vermeyi amaçlayan Kur’an’ın önemine dikkat çekerek başlar. Boş bir gurura kapılan ve gerçekleri reddetmeyi âdet edinen inkârcıların kendilerini uyaran Allah elçisini sihirbaz ve yalancı diye niteledikleri, bunca tanrının bir tek Tanrı olduğunu söylemesinin işitilmemiş bir iddiadan ibaret olduğunu ileri sürdükleri belirtilir; Kur’an’ın kendilerinden olan birine değil Muhammed’e gelebileceğine ihtimal vermedikleri haber verilir. Daha sonra inkârcıların ilâhî kudret, irade ve hikmete müdahale niteliği taşıyan bu tutumu eleştirilir. Ardından peygamberlerine karşı benzer tepkiler gösteren geçmiş milletlerin mahvedilip tarih sahnesinden silindiği bildirilir. Resûl-i Ekrem’den inatçı inkârcıların söylediklerini sabırla karşılaması istenir. Hz. Dâvûd ile oğlu Süleyman’ın mazhar kılındığı nübüvvet derecesinin yanı sıra bir nevi imtihana tâbi tutuldukları dünya nimetlerinden örnekler verilir ve her ikisinin bu imtihanda başarılı olup Allah nezdinde yüksek bir makam elde ettikleri belirtilir. Hz. Eyyûb’dan, Hz. İbrâhim, İshak, Ya‘kūb, İsmâil, Elyesa‘ ve Zülkifl’den söz edilir. Evrenin amaçsız yaratılmadığı, yeryüzünde bozgunculuk yapan ve günaha batanların mümin, salih ve takvâ sahibi kimselerle Allah nezdinde bir tutulmayacağı bildirilir. Kur’ân-ı Kerîm’in dikkatle okunup anlaşılması ve ders alınması için Resûlullah’a indirildiği ifade edilir (âyet 1-48).

Sûrenin ikinci bölümünde Kur’an’ın ve bu sûrede zikredilen hususların birer ibret,


öğüt ve uyarı vesilesi teşkil ettiği vurgulanır. Allah’a, resulüne ve müminlere karşı saygılı olan kimselerin (krş. en-Nisâ 4/115) varacakları cennetin tasviri yapılır; ardından sınırı aşanların cehennemdeki durumuna ve dünyada azdıranlarla azanların cehennemdeki karşılıklı suçlamalarına temas edilir. Resûl-i Ekrem’e kendisinin uyarı ile görevli Allah elçisi olduğunu, karşı konulamaz güç sahibi ve evrendeki her şeyin rabbi tek Allah’tan başka tanrı bulunmadığını söylemesi ve bunun (vahiyle bildirilenlerin) çok önemlli bilgiler olduğunu haber vermesi emredilir (âyet 49-70). Üçüncü bölümde beşer türünün atası Hz. Âdem’in yaratılışı ve İblîs’in bu türe karşı olan tavrı ayrıntılı biçimde konu edinilmiştir. Bölüm, Hz. Peygamber’in nübüvvet görevine karşılık herhangi bir ücret istemediğini ve kendiliğinden bir şey önermediğini bildirmesi istenerek ve Kur’an’ın bütün insanlığa yönelik ilâhî bir mesaj olup verdiği bilgilerin gerçekliğinin bir süre sonra anlaşılacağı vurgulanarak sona erer (âyet 71-88). Hz. Muhammed’in nübüvvetine Mekke ileri gelenlerinin karşı çıktığı ve müslümanlara yaptıkları eziyeti arttırmaya başladıkları dönemde nâzil olan Sâd sûresinde yumuşak bir üslûpla uyarılara devam edilmiş, geçmişten örnekler verilmiş, ilâhî dinin hak olduğunun yakın bir gelecekte bilineceğine dikkat çekilmiştir.

Hz. Peygamber kendisine daha önceki üç ilâhî kitaptan da fazlasının verildiğini açıklarken, Sâd sûresinin İncil’e karşılık verilen sûrelerden (mesânî) olduğunu belirttiği rivayet edilir (Müsned, IV, 107; İbrâhim Ali, s. 224-225). Bazı tefsir kitaplarında hadis olarak zikredilen, “Sâd sûresini okuyan kimseye Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Dâvûd’un emrine verdiği her bir dağın ağırlığının on katı sevap verilir ve Allah tarafından küçük veya büyük günah üzerine ısrar etmekten korunur” anlamındaki sözün (Zemahşerî, V, 285; Beyzâvî, IV, 25) asılsız olduğu kaydedilmiştir (Zemahşerî, I, 684-685; Muhammed et-Trablusî, II, 720). Muhammed Abdülhâfız İbrâhim Buġyetü’l-fuǿâd fî tefsîri sûreti Śâd (Kahire 1411/1990) ve Ahmed Hüseyin Ali Ma‘tûk Sebîlü’r-reşâd fî tefsîri sûreti Śâd (Kahire 1411/1991) adlı eserlerinde sûrenin müstakil tefsirini yapmışlardır. Anthony H. Johns, bu sûrenin Hz. Süleyman’a verilen atlardan bahseden âyetleri (30-33) hakkında kaleme aldığı makalesinde Kur’an kıssalarının müslümanların dinî tasavvurunda önemli bir yere sahip bulunduğunu, ancak müfessirlerin bu kıssaların ayrıntılarını yahudi geleneğinden aldıkları rivayetlerle tamamladıklarını iddia etmiştir (“Solomon and the Horses: The Theology and Exegesis of a Koranic Story, Sura 38 [Sad]: 30-33”, MIDEO, XXIII [1997], s. 259-282).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 227-228; IV, 107; a.e. (Arnaût), III, 458-459; Tirmizî, “Tefsîr”, 38/1; İbn Hişâm, es-Sîre2, I, 266; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXIII, 149-150; Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. Eymen Sâlih Şa‘bân), Kahire 1424/2003, s. 284-285; Zemahşerî, el-Keşşâf (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Riyad 1418/1998, I, 684-685; V, 285; Kurtubî, el-CâmiǾ, Beyrut 1408/1988, XV, 99; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, IV, 25; İbn Kesîr, es-Sîre, I, 463-464; Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408/1987, II, 720; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, Beyrut 1421/2000, XXIII, 214; Elmalılı, Hak Dini, V, 4081; İbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, Feżâǿilü süveri’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Kahire 1421/2001, s. 224-225; Seyyid M. Hüseynî - Mahbûbe Müezzin, “Sûre-i Śâd”, DMT, IX, 371-372.

Bekir Topaloğlu