RİKÂBDAR

(ركابدار)

Arap ve İslâm Türk devletlerinde daha ziyade ahırlarda, Osmanlılar’da ise Enderun’da hizmet yapan görevli.

Sözlükte “atın üzengisini tutan” anlamındaki rikâb-dâr kelimesi terim olarak efendisi ata binerken üzengisini tutan saray görevlisini, bazan da seyis veya at uşağını ifade eder. Bu görevli koşum, eyer, biniş iskemlesi gibi at takımlarını da muhafaza ederdi. Endülüs Emevîleri’nde sâhibü’r-rikâb, Fâtımîler’de rikâbî veya sıbyânü’r-rikâbi’l-has unvanıyla anılan saray görevlilerinden söz edilmektedir. Bunlar Abbâsîler’de de saray görevlileri arasında olup halifenin maiyet erkânından, merasim ve teşrifattan sorumluydu. Rikâbdar Selçuklular’da ferrâşla (seyis) birlikte kullanılmış (İbn Bîbî, I, 174), onlardan Eyyûbîler’e ve Memlükler’e geçmiştir. İran Moğolları’nda ve Timurlular’da saray ve ahır görevlileri arasında bulunan rikâbdar şerbetdarlığa yükselebilirdi. Safevîler’de ise Türkçe karşılığı olan üzengi kurçisi, bazan da aynı anlamda celovdâr kelimeleri kullanılmıştır. Memlükler’de rikâbî denilen bu görevliler rikâbhâneye mensup idiler. Aynı anlamda bazan sarrâc tabiri de geçer.

Osmanlılar rikâbdar terimini Anadolu Selçukluları’ndan almıştır. Nitekim aynı görevli diğer Anadolu beylikleriyle Karakoyunlu ve Akkoyunlular’da da mevcuttur. Ancak Osmanlı Devleti saray teşkilâtında rikâbdar ahır görevlisi değil doğrudan padişaha bağlı önemli bir kişidir. Orhan Gazi döneminde Koca İlyas Ağa adlı bir rikâbdarın varlığından söz edilmekte (Tayyarzâde Atâ Bey, I, 94), fakat hangi görevi ifa ettiği belirtilmemektedir. Daha sonra gittikçe yükselen bu memurun mevkii ve görevleri Fâtih Sultan Mehmed’in Kānunnâme’sinde belirtilmiştir. Buna göre rikâbdar saray hiyerarşisinde çuhadarın üstünde, tülbent ağasının altında idi; fakat daha sonra çuhadarın altına düşmüştür. Aslî görevi önceleri padişahın çizmelerine bakmak, ayakkabılarını giydirmek iken daha sonra bu hizmetler başçuhadara ve maiyetine verilmiştir. XVI. yüzyıldaki görevi hükümdarın bahçe gezilerinde atının üzengisini tutmaktı (Âlî Mustafa Efendi, s. 301). Resmî günlerde bu işlerle rikâb ağalarının ilgilendiği bilinmektedir. XVI. yüzyıl sonlarında ulûfesi 20 akçe olup senede dört defa elbiselik kumaş verilirdi. Diğer Has Oda ağaları gibi rikâbdar da padişahla birlikte sefere giderdi. 1566’da Sigetvar’da vefat eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın cenazesini yıkayanlar arasında Rikâbdar Mustafa Ağa da vardı.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında yevmiye olarak 35 akçe alan rikâbdarın (Hezârfen Hüseyin Efendi, s. 61) maiyetinde iki has odalı, bir karakullukçu, bir baltacı, iki sofalı, bir heybeci ile iki yedekçi bulunurdu. Silâhdar olamayan rikâbdarlar 60-100.000 kuruş yıllık gelirle emekli edilirdi. Has Oda’nın sultana çok yakın dört görevlisinden biri olan rikâbdara gayri resmî olarak koltuk veziri denilirdi. Doğrudan padişaha sunulan arzları efendisine vermesinden dolayı diğer dört has odalı ile birlikte arz ağaları diye de anılırdı. Çuhadarın bulunmadığı zamanlarda silâhdara vekâlet eden rikâbdar saray içi tayin ve terfilerde çuhadar, büyük mîrâhur, çavuşbaşı, müteferrika, kapıcıbaşı veya çaşnigîr olabilirdi. Saray dışına ise sancak beyi, beylerbeyi, bazan da vezir rütbesiyle çıkardı.

XVIII. yüzyılda III. Mustafa zamanında (1757-1774) rikâbdarın yukarıda belirtilen hizmetleri sadece resmî günlerde ifa ettiği anlaşılmaktadır. Rikâbdarın bu rütbeye ulaşabilmesi için uzun süre Enderun’da hizmet etmesi gerekirdi (Tayyarzâde Atâ Bey, I, 208). Aynı dönemde mevlid günü ve bayram selâmlıklarında rikâbdar da görev alır, saltanat kayığında silâhdar, has odabaşı ve çuhadarla birlikte bulunurdu. Rütbece üstündeki arz ağaları gibi başına sarık takardı (D’Ohsson, VII, 35). XVII. yüzyılda yeni tayin edilen rikâbdara acemilik adıyla kumaş verilirdi; ancak bunun daha sonra paraya çevrildiği anlaşılmaktadır. Mevlidlerde ve bayramlarda olmak üzere yılda iki defa rikâbdara 150 altın ihsan edilirdi. Rikâbdarlık muhtemelen II. Mahmud zamanında (1808-1839) kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, Cevdet-Saray, nr. 645, 5848; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 223, 230; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-Alâiyye (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I, 174, 291, 429; Fatih Sultan Mehmed, Kānûnnâme-i Âl-i Osman (haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2003, s. 15; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 39, 59; II, 441, 612; Âlî Mustafa Efendi, Künhü’l-Ahbâr (haz. Ahmet Uğur v.dğr.), Kayseri 2006, s. 22, 301; Koçi Bey, Risâle (Aksüt), s. 80, 82; Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, s. 61, 79, 80, 262; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 80, 398, 821, 840; D’Ohsson, Tableau général, VII, 35; Hızır İlyas, Tarih-i Enderûn: Letaif-i Enderun (haz. Cahit Kayra), İstanbul 1987, s. 81, 213, 239, 258-259; Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, İstanbul 1292, I, 94, 207, 208-209; Uzunçarşılı, Medhal, s. 12, 274, 330, 345,


393, 416; a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 67, 69, 195, 245, 323, 328, 337, 350-351; İsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, s. 7; Spuler, İran Moğolları, s. 298; İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara 1991, s. 115; Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara 2000, s. 40; J. Deny, “Rikâbdâr”, İA, IX, 742-744; a.mlf., “Rikābdār”, EI² (Fr.), XIII, 547-549.

Abdülkadir Özcan