PEYK

(پيك)

Bazı İslâm devletlerinde resmî haberleşmeyi sağlayan görevli.

Sözlükte “haber ve mektup getirip götüren kişi, postacı, haberci” anlamındaki Farsça peyk kelimesi Arapça’da kāsıd, sâî, müsri‘, münhî ile karşılanmış, Türkçe’de ise ulak ve tatar kelimeleri kullanılmıştır. İslâm tarihinde posta hizmetleri konusuyla ilk defa Emevî Hükümdarı Muâviye b. Ebû Süfyân ilgilenmiş, Abdülmelik b. Mervân bu teşkilâtı yaygın duruma getirmiş, Ömer b. Abdülazîz zamanında haberleşmeyi kontrol etmek ve güvenliği sağlamak için ana yollar üzerine menziller yaptırılmıştır. Abbâsîler’de Ebû Ca‘fer el-Mansûr devrinden başlayarak haberleşmeye büyük önem verilmiştir. Bu dönemde resmî haberleşmeyi temin etmek ve bazı gizli mektupları taşımak amacıyla berîd teşkilâtına mensup güvenilir kişilerin görev yaptığı bilinmektedir. Bu görevliler için menzillerde harekete hazır at, katır ve hecin devesi gibi hayvanlar bulunduruluyordu.

Büveyhî ve Sâmânî devlet teşkilâtında da peykler mevcuttu. Karahanlılar döneminde çok süratli bir şekilde giden atlı postacılara “eşkinci” deniliyordu. Eşkincilerin yolları üzerinde at değiştirilen özel menziller vardı. Gazneliler’de resmî haberleşmeyi sağlayan görevlilere peyk yanında kāsıd (kāsıdân-ı müsria), münhî, esküdâr adı verilmiştir. Bu görevliler gönderildikleri her sefer için maaşları dışında ayrıca bir ücret ve ödül alıyorlardı. Âcil durumlarda haberin beklendiği kişi veya vilâyetle merkez arasındaki yol üzerinde belli mesafelerle peykler yerleştirilirdi. Peykler belirlenen süre içinde haberi istenilen yere ulaştırmak zorundaydı. Gazneliler’de münhîler casus olarak da kullanılıyordu ve Gazneli ordusunda münhîlik önemli bir görevdi. Elçilerin yanında merkeze süratle haber ulaştırmak üzere kāsıd görevlendirilebiliyordu. Sultan Mes‘ûd b. Mahmûd zamanında Abbâsî halifesine gönderilen elçinin yanına beş kāsıd verilmişti.

Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, Siyâsetnâme’sinde belli başlı yollara peykler koyup onlara aylık tahsisat tayin etmek gerektiğini, böyle yapıldığı takdirde uzak mesafedeki bir yerden bile haberin merkeze hızlı bir şekilde ulaşacağını söyler. Kirman Selçukluları’nda da ülkenin her tarafına haber götüren veya gizli mektuplar taşıyan kāsıdlar ve peykler görev yapmaktaydı. Anadolu Selçukluları’na dair kaynaklarda habercileri ifade etmek için kāsıd, müsri‘, münhî ve ulak kelimeleri kullanılmıştır. Kāsıdlar bazan elçi gibi vazife görüyor, fetih müjdesi veriyor, gelenleri


karşılamakla görevlendiriliyordu. Müsadereye uğrayan şahısların mallarının icmâlini merkeze ulaştırmak da kāsıdların vazifesiydi. Kāsıd teriminin Anadolu Beylikleri’nde daha fazla kullanıldığı görülmektedir.

İlhanlılar’da posta teşkilâtına “yam” adı verilmiştir. Gāzân Han devrinde yapılan düzenlemeyle haberleşme bazı kurallara bağlanmıştır. Buna göre önemli yollar üzerinde 4 fersah ara ile kurulan menzillerde haberciler için atlar hazır bulundurulacak ve atlı bir haberci yirmi dört saatte 60 fersah (yaklaşık 360 km.) yol alacaktı. Resmî mektupların üzerine habercilerin hareket ettiği tarih ve saat yazılacak, bunlar her menzilde kontrol edilecek ve gecikenler cezalandırılacaktı. Eyyûbîler devrinde de haberciler için menzillerde atlar ve hecin develerinin hazır bulundurulduğu, deve kullanan habercilere “neccâbûn” dendiği kaydedilmektedir. Memlükler döneminde haberleşme kāsıdlar veya berîdler vasıtasıyla yapılmıştır. Kāsıdların sır saklayan kişiler olmasına dikkat edilirdi. Haberleşme işlerini yöneten kâtib-i sır tecrübe edilmemiş kimselere görev vermezdi. Memlükler devrinde haberciler Kahire’den Şam’a dört, Halep’e beş günde gidiyordu. Timur’un Tikrît’i ele geçirdikten sonra Kadı Burhâneddin’e bir peyk ile mektup göndererek kendisine itaat etmesini istediği, onun da bu haberciyi dönüşünde hil‘at giydirip uğurladığı bilinmektedir. Delhi Sultanlığı’nda resmî haber taşıyan posta görevlilerine müsri‘, ulak, kāsıd ve dhâve (dâv) adı verilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Muhammed b. Abdülcebbâr el-Utbî, Târîħ-i Yemînî (trc. Cerbâzekānî, nşr. Ca‘fer-i Şiâr), Tahran 1345 hş., s. 116, 135, 167; Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī, Târîħ (nşr. Kāsım Ganî - Ali Ekber Feyyâz), Tahran 1324 hş., s. 18, 123, 214, 220, 294-295, 318-319, 339, 345, 360-361, 469, 484, 497, 546, 554, 558, 577, 618; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (trc. M. Altay Köymen), Ankara 1999, metin, s. 91, tercüme, s. 63; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-Alâiyye: Selçukname (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I, 60, 86, 292, 366; II, 67, 184; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, CâmiǾu’t-Tevârîħ (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran 1338 hş., II, 1049; Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aħbâr, s. 28, 68, 72, 86, 103, 105, 111, 127, 156, 220, 262; Esterâbâdî, Bezm ü Rezm (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1990, s. 140, 155, 412-415; Spuler, İran Moğolları, s. 462-463; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, Ankara 1970, s. 45, 266, 274, 437; Hasan-ı Enverî, Iśŧılâĥât-ı Dîvânî Devre-yi Ġaznevî ve Selcûķī, Tahran 2535 şş., s.188-190; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 278-279; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 126-127; Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, Ankara 1989, s. 173; İsmail Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı (1405-1447), Ankara 1994, s. 112-113; Güller Nuhoğlu, Beyhaki Tarihi’ne Göre Gazneliler’de Devlet Teşkilâtı ve Kültür (doktora tezi, 1995), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 284; S. Halûk Kortel, Delhi Türk Sultanlığında Teşkilât: 1206-1414 (doktora tezi, 2001), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 237-241; M. Fuad Köprülü, “Berîd”, İA, II, 544, 545, 548.

Erdoğan Merçil




Osmanlılar. Peyk kelimesi Osmanlılar’da da haber götüren kimse ve yaya postacı sınıfı için kullanılmıştır. Bu görevin ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmemekle birlikte İlhanlı ve Selçuklular’dan Anadolu beyliklerine ve Osmanlılar’a geçmiş olabileceği düşünülmektedir. Fâtih Sultan Mehmed’in teşkilât kanunnâmesinde peyk adı verilen bir görevli sınıfından söz edilmesi en azından XV. yüzyıl başlarında bu teşkilâtın ortaya çıktığına işaret eder. Peykler genellikle padişahın hemen yanında bulunur, resmî haber ulaştırma ve istihbarat gibi görevleri icra ederlerdi. Özellikle padişahın emirlerini gerekli yerlere süratle bildirme başlıca vazifeleriydi. Fâtih’in teşkilât kanunnâmesinde sefer zamanında solakbaşı ile birlikte peykbaşının padişahın yakınında bulunması gerektiği kaydedilmiştir. Bundan peykbaşının padişah alayında solaklarla beraber sultanı koruma görevini de üstlendiği anlaşılmaktadır. Padişahın yakınında olduklarından bu mevkiye yakışır tarzda gösterişli ve süslü kıyafetler giyerlerdi. XV ve XVI. yüzyıllara ait minyatürlerde padişah yanındaki peyklerin tasviri dikkat çekicidir ve bir tören kıtası şeklinde alayda yer aldıkları görülür.

Postacı ve tören bölüğü olarak temelde iki görev icra eden peykler ince ve çevik yapılı olurlar, iyi koşabilmek için sürekli idman yaparlardı. Peykler çavuşların atla gidemediği yerlere giderler ve saatlerce koşabilirlerdi. Meselâ Edirne’ye iki günde gittikleri bilinmektedir. 1570’li yıllarda İstanbul’da bulunan Alman elçilik görevlisi Stephan Gerlach sabah erken saatte yola çıkan iki peykten birinin Silivri’ye, diğerinin daha öteye giderek akşamleyin geri döndüklerini belirtir. Hatta döndüklerinde dinlenmelerine izin verilmeyerek gece yarısına kadar yürütüldüklerini, onlara refakat eden atlıların koşu sırasında yüzlerine su serptiklerini yazar (Türkiye Günlüğü, II, 596-597). Bu bilgiler peyklerin bir tür uzun mesafe koşucusu olduklarını ve yarış amacıyla bu niteliklerini zaman zaman sergilediklerini gösterir. Bunlar ayrıca hac mevsiminde hacıların dönüşünü ve ulaştıkları mevkileri haber verirlerdi ki buna “müjdecilik” denilirdi.

Peyklerin her iki görevi de onların özel elbiseleri olmasını gerektirmektedir. Başlarına XVI. yüzyıl öncesinde keçe vb. sert dokumadan ucu yuvarlak sikkeler veya aynı biçimde madenî başlıklar giyerlerdi. XVI. yüzyıl ve sonrasındaki tasvirlerde ise altın, gümüş, tombak vb. bir madenden yapılmış ucu tas gibi sikkeler giydikleri görülmektedir. Bu başlıkların kıymeti maiyetinde bulundukları kişinin zenginliğini gösterirdi. Başlığın alın ortası hizasına gelen kısmında sorguçluk veya tüylük adı verilen bir kısım vardı ki buraya balıkçıl tüyü gibi güzel kuş tüyleri takılırdı. Elbiseleri iç gömleğin üstüne giyilmiş diz hizasında kısa kaftan olup üstüne kemer veya kuşak bağlanırdı. Kaftanın iki ucu bu kemerin içine sokulurdu. Peyklerin elbiseleri daima böyle kullanıldığından kaftan uçlarının üçgen kesildiği zannedilmiştir. Aslında bu rahat hareket edebilmeyi sağlayan bir yöntem olup saray dışına çıkan çavuşlar da böyle yaparlardı. Peyklerin çakşırları diz altına tutturularak biterdi. Ayaklarına giydikleri çok hafif deri papuçlar çoraplarına dikilir veya bir şekilde birleştirilip yekpâre olması temin edilirdi. Çorapları çakşırın bittiği diz altına kadar gelir, bu kısma genellikle çok minik bir çıngırak asılırdı; kemer üstünde de çıngırak kullanabilirlerdi. Bu çıngıraklar, gizli bir görevleri olmadığı zaman gelişlerini halka duyurmayı ve hızlarına engel olunmamasını sağlardı. Bir ellerinde veya kuşaklarında mendil içinde şeker taşırlar, koşarken güç kazanıp susuzluklarını gidermek için bunu kullanırlardı. Silâh olarak ise yanlarında hafif bir hançerle ağır olmayan bir teber bulunurdu. Günümüzde bu teberlerden müzelerde pek çok örnek vardır.

Kıyafetleri mensup oldukları kişinin rütbesine göre değiştiğinden elbiseleri kıymetli kumaştan veya daha sade, başlıkları tunç, gümüş yahut som altından olabilirdi. Batı Asya İslâm devletlerindeki peyk kıyafetleri onların kimliklerini hemen ortaya çıkaracak şekilde temelde birbirine benzer, aralarındaki fark daha çok ayrıntıdadır. Alaylarda veya bağlı oldukları kişinin maiyetinde giderken çok daha değerli kumaşlardan yapılmış elbiseler giyerlerdi. Peyk elbiselerinin mesleklerini ifade eden önemli bir parçası da boyundan geçirip çapraz taşıdıkları deri çantalardır. Bilhassa gizli olmayan resmî emirleri götürürken bu çantayı kullanırlardı; tören bölüğü olarak görev yaptıklarında ise çanta taşımazlardı.

Peykler tören bölüğü ve padişah maiyeti olarak da görev yaptıklarından alaylarda padişahın önünde ve yanında solaklar, onların önünde de peykler yürürdü.


Zaman zaman sekiz veya on iki kişi olduklarına dair rivayetler varsa da sayıları değişebilmektedir. Eğer padişah özel bir gezintiye çıkmışsa yanında Has Odalılar’dan başka birkaç peyk bulunurdu. XV. yüzyıl minyatürlerinde padişah, şehzade yahut soylu bir beyin önünde veya yanında tasvir edilmiş peyklere rastlanır. Padişah alaylarından bahseden tarihçiler ve seyyahlar yürüyüş düzenini anlatırken peyklerden hayranlıkla söz ederler. Selânikî, III. Mehmed’in alayla gidişini tasvir ederken, “Kırk nefer altın taçlı ve sorguçlu, şâtır, peykler ve peykbaşı murassa‘ tirkeş ve mücevher taç ile idi” diyerek (Târih, II, 612) alayın bu en gösterişli bölüğüne dikkat çeker.

Peykler yeniçeri askeri gibi üç ayda bir maaş (ulûfe) alırlardı. Başlarında bulunan en yüksek rütbeli görevliye peykbaşı veya ser-peykân-ı hâssa denirdi. Ondan sonraki rütbeler başmüjdeci, peykler kethüdâsı ve ikinci müjdeci idi. Padişah merasim ve alayla çıktığı zaman maiyetinde otuz peyk, özel gezintilerinde ise on iki peyk bulunurdu (Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 442). XVI. yüzyılda peyklerin sayısının 40 ile 100 arasında değiştiği, XVIII. yüzyılda ise bu sayının 150 kadar olduğu belirtilir. Peykler gibi görev yapan şâtırlar da ayrı bir teşkilât oluşturmuştu; bunlar XVII. yüzyılda kaldırılmış, daha sonra yeniden kurulunca efradının peykler arasından seçilmesi kararlaştırılmıştı (a.g.e., s. 445-446). Peykler yılda iki defa yazlık ve kışlık olarak elbise alırlardı. Ayrıca bayramlarda kendilerine bayramlık adıyla elbise veya bunun nakdî karşılığı verilirdi. Padişah saraya veya misafir edildiği bir binaya girerken yerlere çok kıymetli kumaşlar döşenirdi. Padişah geçtikten sonra bu kumaşları peykler, solaklar ve musâhibler alırdı (a.g.e., s. 63). Peykân-ı hâssa adı verilen sınıfın koğuşları Sultanahmet civarında idi. Peykhâne de denilen bu kısımda XVI. yüzyılda çavuşların da bulunduğu anlaşılmaktadır (Selânikî, I, 408). Peyk teşkilâtı 3 Mayıs 1829’da tamamen kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, BEO, Sadaret Defterleri, nr. 349, 359; BA, KK, nr. 676, 676 m.; BA, D.TŞF, dosya, nr. 1-15; Fâtih Sultan Mehmed, Kānûnnâme-i Âl-i Osman (Tahlil ve Karşılaştırmalı Metin), (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2003, s. 17; Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân (nşr. Necdet Öztürk), İstanbul 1991, s. 68; Ârifî Fethullah Çelebi, Süleymannâme, TSMK, Hazine, nr. 1517, vr. 143a, 403a; Rûhî Tarihi (tıpkıbasımı ile birlikte nşr. Halil Erdoğan Cengiz - Yaşar Yücel, TTK Belgeler, XIV/8 [1992] içinde), s. 400; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 408; II, 612; Ganîzâde Mehmed Nâdirî, Şehnâme, TSMK, Hazine, nr. H. 1124, vr. 24b-25a; S. Gerlach, Türkiye Günlüğü: 1577-1578 (ed. Kemal Beydilli, trc. T. Noyan), İstanbul 2007, II, 596-597; Teşrîfât-ı Kadîme, s. 14; Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, İstanbul 1292, III, 113-114; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 44, 63, 65, 123-124, 439-446; a.mlf., Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1984, s. 45, 266, 274, 437; Zeynep Tarım-Ertuğ, Onaltıncı Yüzyıl Osmanlı Devletinde Cülûs ve Cenaze Törenleri, Ankara 1999, s. 133-143; Mehmed Zeki, “Serpuş”, TOEM, sy. 49-62 (1335-37), s. 103-121.

Zeynep Tarım Ertuğ