ÖŞÜR

(العشر)

Toprak ürünlerinden alınan zekât.

Sözlükte “onda bir” anlamına gelen uşr (çoğulu uşûr, a‘şâr) kelimesinin Türkçeleşmiş şekli olan öşür fıkıhta toprak ürünlerinden tahsil edilen zekâtı ifade eder. Bazı şarkiyatçılar tarafından öşürle Âsûrî dilindeki “iş-ru-u” ve İbrânîce’deki “ma‘aşer” arasında bağ kurulabileceği ileri sürülmüşse de (İA, IX, 482) kelime terim anlamını Hz. Peygamber’in konuya ilişkin hadisindeki kullanımından almıştır (aş.bk.). Toprak mahsullerinden zekât (öşür) verilmesinin farz oluşu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Genel olarak zekât mevzularına temas eden âyetlerde “emvâl” (mallar) kelimesi kullanıldığı gibi Bakara sûresinin 267. âyetinde, “Sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin” buyrularak ziraî ürünlerde malî mükellefiyetin varlığına işaret edilmiş ve En‘âm sûresinin 141. âyetinde müslümanlara hasat günü mahsullerinin haklarını vermeleri emredilmiştir. Bunların ilkinde geçen “infak edin” emrinin “zekâtını verin” mânasında olduğu pek çok müfessir ve fakih tarafından kabul edilmektedir. İkinci âyette yer alan “hak” kelimesiyle zekâtın mı yoksa zekâttan ayrı bir ödemenin mi kastedildiği, ayrıca bu âyetin hükmünün mensuh olup olmadığı tartışmalıdır. İbn Abbas’tan, biri âyetin mensuh olduğuna, diğeri toprak ürünlerinden zekâtı emrettiğine dair iki rivayet gelmiştir. Tâbiîn fakihlerinden Muhammed b. Hanefiyye, Dahhâk b. Müzâhim, Tâvûs b. Keysân, Câbir b. Zeyd, Katâde b. Diâme ve Saîd b. Müseyyeb burada geçen hak kelimesiyle zekâtın kastedildiğini ileri sürerler. Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İbrâhim en-Nehaî, Atâ b. Ebû Rebâh bu kelimeyle zekâttan başka ödemelerin kastedildiği, ayrıca âyetin daha sonraki âyetlerle neshedildiği kanaatindedir (Yahyâ b. Âdem, s. 121-127). Esasen mensuh olup olmadığı hakkındaki tartışma bu âyetin Mekke döneminde inmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı dinî yükümlülüklere toplumun bu yönde bilinçlendirilmesi aşamasının ardından son şeklinin verildiği, bu arada zekâtın da Mekke devrinden itibaren dinî bir mükellefiyet olmakla beraber mevzuu, nisabı, nisbeti ve harcama yerleri gibi hususların Medine döneminde belirlendiği dikkate alınırsa bu konuda bir neshin değil tafsil sürecinin söz konusu olduğu söylenebilir. Yine bu konuyla ilgili değerlendirmelerde ilk dönem âlimlerinin nesih kelimesini mutlakı takyid, âmmı tahsis, mübhemi beyan, mücmeli tefsiri de içine alacak bir kapsamda kullandıkları göz ardı edilmemelidir. Öşrün sünnetteki dayanağı Hz. Peygamber’in, “-Toprak mahsullerinden- yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile (el emeği) sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” hadisiyle (Buhârî, “Zekât”, 55) benzeri içerikteki hadisleridir. Öte yandan İslâm âlimleri ziraî mahsullerde zekâtın farz olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Değişik toplumlarda ziraî mahsullerden vergi alınması veya mâbedlere pay ayrılması ve hasat zamanı şenlikler yapılması sabit olmakla birlikte, bazı şarkiyatçıların İslâm’dan önce Arap yarımadasında hasattan mâbedler için vergi niteliğinde pay ayrılması ve müşrik Araplar’ın mahsullerinden yahut hayvanlarından bir kısmını Allah için veya başka mâbudlar adına vermeleri uygulamasıyla İslâm’daki öşür arasında bağ kurup, “Peygamber tamamıyla şuurlu bir tarzda öşrün ibadetle bütün münasebetlerini bertaraf etti ve ihtimal Cenûbî Arabistan’da cereyan eden hususların tesiri altında bunun bir nevi vergi gibi verilmesini istedi” şeklinde bir sonuca varması (İA, IX, 482) ilmî bir temele dayanmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem döneminden itibaren öşür asıl niteliği ibadet olan zekâtın bir türü olarak telakki edilmiş ve fıkıh kitaplarında “zekâtü’z-zürû‘, zekâtü’l-hars” gibi başlıklar altında incelenmiştir.

Vücûb Sebebi ve Şartları. Öşrün vücûb sebebi fiilen ürün vermiş arazidir. Bunun pratik sonucu, bir kimseye öşrün farz olduğundan söz edilebilmesi için onun topraktan elde ettiği bir ürünün mevcut olması gereğidir. Öşrün vücûb şartları Hanefî eserleri esas alınarak iki gruba ayrılabilir. 1. Mükellefle ilgili şartlar: a) Müslüman olmak. Zekâtın bir türü olduğu (ibadet niteliği taşıdığı) için müslüman olmayanlar öşürle mükellef değildir. Hanefîler, diğer zekât mallarında zekât yükümlüsü olmak için akıl ve bulûğu şart koşarken ziraî ürünlerde -malî yükümlülük yönü ağır bastığından- çoğunluğun görüşü istikametinde olmak üzere müslümanların velâyet ve vesâyeti altındaki küçüklerin ve akıl hastalarının malından öşür verilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir. Müslüman olmayanların dinin fer‘î hükümlerine muhatap sayılıp sayılmamasıyla ilgili usul ihtilâfı sebebiyle bazı Mâlikîler müslüman olmayı vücûb şartlarından saymayıp sıhhat şartları arasında zikrederler. Bir zimmînin öşür toprağı satın alması durumunda öşürle yükümlü olup olmayacağı arazinin statüsüyle ilgili bir mesele olup tartışmalıdır (aş.bk.). b) Ürünün mülkiyetine sahip olmak. Fakihlerin çoğunluğu, öşür yükümlülüğü için toprağa mâlik olmayı şart koşmayıp elde edilen ürünün mülkiyetine sahip olmayı yeterli saymıştır. Buna göre arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiralanmışsa öşür kiracıdan alınır. Yarıcılık usulüyle ziraat yapılmışsa arazi sahibi ve işletmeci kendi hisselerine düşen mahsulün zekâtını öderler. Ebû Hanîfe’ye göre ise iki durumda da öşür toprak sahibinden alınır. Öşre tâbi


mahsuller yetiştikten sonra satılırsa öşrü arazi sahibinden, yetişmeden satılırsa satın alandan tahsil edilir. Âriyet yoluyla yararlanılan araziden elde edilen mahsulün zekâtını âriyet alan öder. Toprak ürünlerinin zekât borcu zimmete değil mahsule bağlı olduğundan öşür borcu olan bir mükellef öldüğünde ürün mevcutsa öşrü vârislerinden alınır. Zekât ise mükellefin ölmesiyle düşer. Yine öşür toprağa değil mahsule bağlı bir borç olduğu için öşür arazisi vakfedildiğinde de buradan elde edilen üründen zekât verilmesi gerekir. 2. Mevzu ile ilgili şartlar. Öşrün mevzuu toprak mahsulleri olup bunların öşre tâbi olması bazı şartlara bağlıdır (mahalliyet şartları). a) Ürünün öşür toprağından elde edilmiş olması. Hanefîler’ce aranan bu şart sebebiyle tarihî seyri içinde arazinin statüsünün ve bu hususta meydana gelen değişikliklerin incelenmesi özel bir öneme sahiptir (aş. bk.). b) Ürünün mevcut olması. Öşrün vücûb sebebini fiilen mahsul vermiş arazi oluşturduğu için öşre konu olacak bir ürünün mevcut olması bir vücûb şartıdır. Buna göre toprak sahibi ürün elde edebileceği halde arazisini boş bırakırsa veya bir âfetten dolayı mahsul yetişmezse öşürle mükellef olmaz. c) Ürünün belirli nitelikte olması. Hangi tür toprak mahsullerinden öşür verilmesi gerektiği “Mevzu” başlığı altında incelenecektir.

Mevzu. Yukarıda zikredilen âyet ve hadisten genel olarak bütün toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği anlaşılmakla beraber zekâta tâbi bazı ürünleri özellikle belirten hadisler de vardır. Sıhhatinde tereddüt edilmeyen hadisler buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm üzerinde yoğunlaşmakta (Yahyâ b. Âdem, s. 112-113; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 634-635), en fazla zekât tatbikatının o devir Hicaz bölgesinde diğer ürünlerden daha çok üretilip tüketildiği anlaşılan bu dört ürünle ilgili olduğu görülmektedir. Ancak kaynaklarda gerek Hz. Peygamber gerekse Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler döneminde diğer ürünlerden de zekât alındığını gösteren, fakat bu dört madde hakkındaki kadar kuvvetli olmayan haberler vardır (Yahyâ b. Âdem, s. 150-151; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 667-668, 672). Bu hadis ve uygulamaların değerlendirilmesi sonunda toprak ürünlerinin hangilerinden zekât tahsil edileceği konusunda ashap döneminden itibaren farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Kaynaklarda sahâbeden İbn Ömer’in, tâbiînden Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn, İbn Ebû Leylâ ve Mûsâ b. Talha’nın sadece buğday, arpa, hurma ve üzümü öşre tâbi saydıkları, Kādî Şüreyh ve Şa‘bî’nin -zaruri gıda maddesi olmadığı gerekçesiyle- üzümü bunlardan istisna ettikleri, İbn Abbas ve İbrâhim en-Nehaî’nin bu dört maddeye sült (bir çeşit arpa) ve darıyı, Mekhûl b. Ebû Müslim, Ömer b. Abdülazîz ve Zührî’nin nohut ve mercimeği ilâve ettikleri belirtilir (tâbiîn fakihlerinden yapılan başka rivayetlerle birlikte bk. Yahyâ b. Âdem, s. 140-141, 142, 156; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 634-643, 674-679). Bu delilleri değerlendiren mezhep imamları hangi toprak ürünlerinin zekâta tâbi olacağı konusunda farklı sonuçlara ulaşmıştır. Ebû Hanîfe’ye göre ot, odun, kamış ve meyvesiz ağaçlar gibi ziraat amacı olmaksızın yetişenler dışında bütün toprak ürünleri zekâta tâbidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî çürümeden bir sene kalabilen toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği, meyve ve sebzelerin ise zekâttan istisna edildiği kanaatindedir. İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre gıda maddesi özelliğine sahip olup bir yıl saklanabilen ürünler zekât mevzuudur. Şâfiî meyvelerden sadece hadiste zikri geçen hurma ve üzümün, Mâlik bunların yanında zeytinin de zekâta tâbi olacağına hükmetmiştir. Ahmed b. Hanbel’e göre ise ölçülebilen, kurutulabilen, dayanıklı gıda maddeleriyle insanlar tarafından yetiştirilen -pamuk, keten gibi gıda maddesi olmayanlar dahil- bütün mahsullerden zekât verilmesi gerekir. Günümüzde Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde Ebû Hanîfe’nin görüşü esas alınarak bütün toprak ürünleri zekâta tâbi sayılmaktadır.

Nisab. “Öşrün farz olması için gerekli sayılan asgari ürün miktarı” anlamına gelen nisab konusunda iki temel yaklaşım vardır. Sahâbeden İbn Ömer, Câbir b. Abdullah, tâbiînden İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Ebû Rebâh, Zührî, Mekhûl b. Ebû Müslim, mezhep imamlarından Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ile Ebû Hanîfe’nin iki öğrencisi Ebû Yûsuf ve Muhammed 5 veskten (hacim ölçüsü olan vesk ağırlık olarak hesaplandığında 653 kg.) az olan üründe zekât tahakkuk etmeyeceği kanaatindedir (Yahyâ b. Âdem, s. 134-137; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 648-649). Sahâbeden İbn Abbas, tâbiînden Zeyd b. Ali, Ömer b. Abdülazîz, Hammâd b. Süleyman, mezhep imamlarından Ebû Hanîfe’ye göre ise toprak ürünlerinde nisab şartı aranmaz, miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir. Hanefî fıkıh kitaplarında Ebû Hanîfe’nin görüşü esas alınmıştır. Toprak ürünlerinde nisab şartını koşanlara göre kabuksuz olarak depo edilen buğday ve arpa 653 kg. ve üzerindeyse zekâta tâbidir. Eğer pirinç gibi kabuğuyla birlikte depo edilmişse nisab belirlenirken bunun iki katı esas alınır. “Beş veskten az üründe zekât yoktur” anlamındaki hadis (Buhârî, “Zekât”, 42) çoğunluk görüşünün dayanağını oluşturur. Çoğunluk bu hadisi, “-Toprak mahsullerinden- yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” hadisinin (Buhârî, “Zekât”, 55) açıklayıcısı olarak kabul eder. Bir başka anlatımla ikinci hadis öşrün nisbetini düzenlemektedir; nisab konusunda genel ifade taşıyan (âm) bir delil olup özel hüküm içermemektedir. Birinci hadis ise nisab konusunu düzenleyen ve özel ifade taşıyan (hâs) bir delil olup bu bakımdan diğer hadisi açıklamaktadır. Ebû Hanîfe’nin görüşünü savunanlar ise Bakara sûresinin 267, En‘âm sûresinin 141. âyetiyle ikinci hadisin âm ifade taşıdığını ve 5 vesk sınırı getiren hadisin bunu tahsis etmeye elverişli olmadığını belirtirler. Bu konudaki tartışmalarda âmmın delâletinin katiliği ve zannîliği hususundaki ihtilâfla âm lafzın hâs lafızla teâruz etmesi durumunda izlenecek metot farklılıklarının önemli bir yere sahip olduğu görülür. Günümüzde Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde çoğunluk görüşüne uyularak öşürde nisabın bulunduğu kabul edilmektedir.

Nisbet. Öşür miktarını belirlerken esas alınacak oranı ifade eden nisbet konuya ilişkin hadiste (Buhârî, “Zekât”, 55, yk.bk.) toprağı sulama şekline bağlanmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminden itibaren, eğer toprak emek sarfedilmeden meselâ yağmurla veya nehir suyu ile tabii biçimde sulanıyorsa 1/10 (% 10), emek harcanarak veya dolap vb. aletler kullanılarak sulanıyorsa 1/20 (% 5) nisbetinde zekât alınagelmiştir. Bu hususta fakihler arasında ihtilâf bulunmamaktadır (Ebû Yûsuf, s. 55-56). Eğer hem tabii yolla hem emekle elde edilen su ile sulanıyorsa nisbet hangisinin daha çok olduğuna göre belirlenir. Bunların eşit olması durumunda Hanefîler’e göre mükellefin lehine olmak üzere 1/20 nisbeti esas alınır; çoğunluğa göre ise nisbet 1/10’un 3/4’üdür (% 7,5). Tohum, gübre ve işçi ücretleri gibi masraflar toprak ürünlerinin zekât nisbeti belirlenirken dikkate alınmaz. Ancak zekât hesaplanırken önce bunların düşülüp düşülmeyeceği hususunda farklı değerlendirmeler vardır. Yûsuf el-Kardâvî, konuyla ilgili bazı sahâbî sözleri ve öşürle ilgili


nasların gayeleri ışığında özellikle günümüz şartlarında önemli bir yekün tutan bu masrafların zekât hesaplanmadan önce düşülmesi gerekeceği kanaatindedir (Fıķhü’z-zekât, I, 391-397). İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 120 sayılı kararında ise (22-27 Aralık 2001 tarihinde yapılan on üçüncü dönem toplantısı) bu masrafların eğer borç alınarak yapılmışsa zekât miktarından düşülebileceği sonucuna ulaşılmıştır. Aynı kararda toprak mahsulleri zekâtının hak sahiplerine ulaştırılmasıyla ilgili masrafların zekât miktarından düşüleceği belirtilmiştir. Fakihlerin çoğunluğuna göre matrahı tesbit amacıyla hurma ve üzümün miktarının henüz dalındayken tahmin yoluyla belirlenmesi (hars) câizdir, Hanefîler ise bunu câiz görmez (hars usulüyle matrah tesbitinin Hz. Peygamber, Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler devrindeki uygulaması hakkında bk. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 654, 656, 662; Buhârî, “Zekât”, 54).

Vücûb ve Tahsil Zamanı. Ekinlerin zekâtı Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre taneler ortaya çıktığı, Şâfiîler’e göre sertleşmeye başladığı, Ebû Yûsuf’a göre hasada müsait olduğu, Muhammed’e göre hasattan sonra deste yapıldığı zaman; meyvelerin zekâtı Ebû Hanîfe, Züfer ve Şâfiîler’e göre olgunlaşmaya başladığında, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre -bir yıl çürümeden kalabilen meyvelerden olmak kaydıyla- devşirme zamanı geldiğinde vâcip olur. Bunun tahsilinin ekinlerde harman, meyvelerde toplama ve üzümlerde kesme sonrası yapılacağı hususunda görüş birliği vardır. Hanefî mezhebi müctehidlerine göre toprak ürünlerinin zekâta tâbi olması için üzerinden bir yıl geçmesi (havelân-i havl) şart değildir. Bir sene içinde kaç defa mahsul alınırsa her defasında hasat zamanı öşrü alınır (öşrü tahsil etmekle görevli olan kişiler hakkında bk. ÂMİL).

Arazinin Statüsü. Hz. Peygamber’in vefatını takiben fetihlerin hızla yayılması sebebiyle gerek fethedilen toprakların gerekse bunlar üzerinde yaşayan yerli halkın hukukî statülerinin belirlenmesi özel bir önem kazanmış, sahâbe Sevâd’ın (Irak) fethi dolayısıyla yeni bir boyut kazanan bu meseleyi Kur’an âyetleri ve Resûlullah’ın uygulamaları ışığında geniş biçimde tartışmıştır. Temel delilleri Enfâl sûresinin 41 ve Haşr sûresinin 6-9. âyetleriyle Resûl-i Ekrem’in tatbikatı ve sahâbenin değerlendirmelerinden oluşan arazi-vergi ilişkisi konusu müctehid imamlar döneminde belirli tasnifler yapılarak ele alınmış ve bu hususta zengin bir doktrin meydana gelmiştir (bk. FEY; GANİMET; HARAÇ). Genel olarak topraklar üç kısımda mütalaa edilmektedir. 1. Ahalisi kendiliğinden müslüman olan topraklarla savaş yoluyla fethedilip 4/5 oranında gazilere taksim edilen topraklar. Bunların mülkiyeti bütün mezheplere göre üzerinde oturanlara ait olup toprak öşür arazisi adını alır. Elde edilen mahsulden sulama çeşidine göre onda bir veya yirmide bir oranında zekât tahsil edilir. 2. Barış yoluyla elde edilen topraklar. Yapılan anlaşma gereği toprağın mülkiyeti müslümanlarda (devlet) kalmışsa haraç vergisi karşılığında arazinin intifâ hakkı yerli halka verilmiştir. Bu nevi arazinin satışı câiz değildir, çünkü bütün müslümanlar için vakıftır; kullanıcısı haraç ödemez. Eğer anlaşma gereği mülkiyeti üzerinde oturanlara verilmişse bu nevi topraklar satılabilir, zira özel mülkiyete konu olmuştur. Konan haraç “cizye hükmünde haraç” diye anılır. 3. Savaş yoluyla ele geçirilen topraklar. Mezhepler arasında bazı noktalarda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte eğer gaziler arasında taksim edilmeyip yerli halkın elinde bırakılmışsa araziye haraç vergisi konacağı kabul edilmiştir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bu arazi müslümanlar için vakıf hükmündedir, yani mülkiyeti devlete aittir; Hanefîler’e göre Hz. Ömer’in Sevâd’daki uygulaması toprağı ahalisinin mülkü olarak bırakma şeklinde olmuştur; sahipleri bu arazi üzerinde satım, hibe gibi tasarruflarda bulunabilir.

Harâcî arazinin müslümanın mülkiyetine geçmesi durumunda buradan elde edeceği mahsul için öşür vermesi gerekip gerekmediği hususu Hanefîler’le çoğunluk arasında önemli bir görüş ayrılığı oluşturmaktadır. Bu durumda hem haraç hem öşür verilmesi gerektiğini savunan Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin delilleri şöylece özetlenebilir: Öşür ve haraç şer‘î dayanak, sebep, mahal ve harcama yerleri bakımından farklı iki malî yükümlülüktür. Şöyle ki: Öşür hükmünün dayanağını oluşturan naslar öşrî ve harâcî ayırımı yapmaksızın müslümanın elde ettiği üründen öşür vermesinin farz olduğunu göstermektedir; ictihada dayanan haraç bunu engelleyemez. Öşrün sebebi mahsul elde edilmiş olması, haracınki araziden yararlanma imkânının bulunmasıdır. Nitekim toprağını ekmeyenden öşür alınmadığı halde aynı durumda olan haraç mükellefinden haraç alınmaktadır. Öşür mahsulle, haraç zimmetle ilgili bir vecîbedir. Öşür zekâtın sarf yerlerine harcanır, haracın sarf yerleri farklıdır. Sahâbe ve -İkrime dışındaki- tâbiîn âlimleri arasında müslümanın haraçla birlikte öşür vermeyeceğini belirten kimse yoktur. Ayrıca aksi yönde rivayetler vardır. Ömer b. Abdülazîz, elinde haraç arazisi bulunan müslümanların hem haraç hem öşür ödemelerini emretmiş (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 126), Abdullah b. Mübârek de Mervân’ın yakınlarına bu yönde bir telkinde bulunmuştur (a.g.e., s. 128-129). Hanefîler’in delilleri arasında yer alan, Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul eden dihkana haracını ödemeye devam etmesini söyleyip ayrıca öşrünü vermesini emretmediği rivayetini ise şöyle açıklarlar: Halife bunu ayrıca belirtme ihtiyacı duymamıştır, zira müslüman olan kişi zaten öşrünü verir.

Müslümanın haraç arazisinden öşür vermesi gerekmediği kanaatini taşıyan Hanefîler’in delilleri de şöyle özetlenebilir: Hz. Ömer, müslüman olan Iraklı bir bölge yöneticisine haracını ödemeye devam etmesini söylemiş, ayrıca öşrünü de vermesini emretmemiştir. Hz. Ömer ve Ali dönemlerinde müslüman olan zimmîlerden haraç alındığı bilinmektedir (a.g.e., s. 124-127); fakat sahâbeden haraç ve öşrü bir arada tahsil eden olmamıştır. İster âdil ister zalim olsun hiçbir yöneticinin Sevâd arazisinden öşür aldığı bilinmemektedir; şu halde bu topraklarda öşrün vâcip olduğunu söylemek icmâa aykırı olur. Öşrün vücûb sebebi hakikaten nâmî (fiilen ürün vermiş), haracınki hakikaten veya takdiren nâmî topraktır, yani her ikisinde vücûb toprağa izâfe edilmektedir, şu halde aynı sebep altında iki vergi birleşmez. Öşür ibadet, haraç ise ceza niteliği taşıyan bir malî yükümlülük olup dayandıkları ilke itibariyle farklı oldukları için birleştirilmeleri câiz değildir. Hanefîler’in delilleri arasında yer alan ve İbn Mes‘ûd’dan, Alkame b. Kays, İbrâhim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanîfe, Yahyâ b. Anbese tarikiyle rivayet edilen, “Müslüman arazisinde haraç ve öşür birleşmez” meâlindeki hadis ise (Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IV, 132) zayıf bulunmuştur. Bu görüşe katılan Hanefî fakihi İbnü’l-Hümâm, Yahyâ b. Anbese’nin mevzû hadis rivayet edecek derecede zayıf bir râvi olduğunu, bu hadisin merfû derecesine yükselmemekle beraber İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî, İkrime gibi tâbiîn tarafından rivayet edildiği için mürsel olduğunu belirtir. Mürsel hadisi Ahmed b. Hanbel zayıf saymakla beraber zaruret karşısında, Şâfiî, Saîd b. Müseyyeb ve Hasan-ı Basrî gibi çok sahâbî ile görüşen tâbiîlerden rivayet edilmişse, Mâlik ve Ebû Hanîfe ise böyle bir kayıt koymadan delil kabul etmektedir.


Öte yandan Hanefî fıkıh kitaplarında toprağın verimliliğini sağlayan su da öşrî ve harâcî şeklinde isimlendirilip bunun arazinin hukukî durumunu değiştirmedeki etkisi üzerinde durulmuş, suyun öşrî sayılmasında esas alınan temel kriter kişiler tarafından tasarruf altına alınıp alınamama şeklinde ifade edilmiştir. Ancak bu kriter öşrî sulara yeterince açıklık getirmediği gibi -sadece yağmur suyunun ittifakla öşrî olduğu söylenebilmektedir- konuya ilişkin ifadeler dikkatle incelendiğinde suyun bütün arazilerin değil âtıl ve sahipsiz olup mülkiyet veya kullanım hakkını kazanma amacıyla imar ve ıslah edilen arazinin öşrî veya harâcî sayılmasında etkili olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye göre ihyâ edilen toprak öşrî su ile sulanıyorsa öşrî, harâcî su ile sulanıyorsa harâcî arazidir; Ebû Hanîfe’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Yûsuf’a göre ise ihyâ edilen toprak öşür topraklarına yakınsa öşrî, haraç topraklarına yakınsa harâcî arazidir.

Bu bilgiler, Hanefî mezhebine göre, daha önce haraç arazisi veya mîrî arazi statüsünde iken günümüzde -Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde- fertlerin mülkü haline gelmiş topraklardan elde edilen ziraî ürünlerden öşür verilmesi gerekip gerekmediği sorusuna cevap aranırken bu toprakların özel mülkiyete konu olup olmaması kriterini esas almanın sağlıklı bir yol olmayacağını ortaya koymaktadır. Zira Hanefî fakihlerine göre haraç toprakları mülk arazidir; nitekim İbn Âbidîn, “Haraç toprakları olan Mısır, Suriye ve Irak arazisi mülk topraklardı” ifadesiyle bunu bir biçimde dile getirir. Haraç toprağını işleyen müslümanın buradan elde ettiği mahsul için öşür vermeyip sadece haracını ödeyeceği Hanefîler’in ittifakla kabul ettiği bir husustur. Yine özel mülk olmayan arazi de (meselâ vakıf toprakları) öşür toprağı olabilmektedir. İbn Nüceym, geride vâris bırakmadan ölen kimselerin harâcî arazileri zamanla beytülmâle intikal edince artık bunlardan haraç vergisinin düşeceğini ve devlet tarafından şahıslara satılması halinde yeniden haraç koymanın mümkün olmadığını belirttikten sonra toprağın malî mükellefiyetten (haraç veya öşür) muaf olamayacağını, Hassâf ve Kâsânî gibi fakihlere de gönderme yaparak bu durumda öşür ödenmesi gerektiğini kabul eder; bununla birlikte mevkuf (harâcî) statüsündeki Mısır arazisi hakkında kesin bir şey söyleyemeyeceğini, çünkü böyle bir yerin bir müslüman tarafından beytülmâlden satın alınması durumunda mahsulünden öşür vermesi gerektiği hususunda eski kaynaklarda bir nakil göremediğini ifade eder. Bu durumda günümüzde Türkiye topraklarının ürünlerinden Hanefîler’e göre de öşür verilmesi gerektiği sonucu fıkhî açıdan şöyle temellendirilebilir: Bugün artık topraktan veya mahsulünden haraç vergisi alınmamaktadır. Hanefî fakihleri de hiçbir dönemde ve hiçbir yerde toprak ürünlerinin hem haraç hem öşürden muaf olduğunu söylememişler, aksine, “Toprak iki malî yükümlülükten birden muaf tutulamaz” demişlerdir. Yerin bitirdiği hemen bütün ürünleri zekâta tâbi mal olarak gören ve fakirin ihtiyacını karşılamaya daha elverişli olacağı için para dışındaki malların zekâtının para olarak da verilebileceğini savunan bu mezhebin -zekâta tâbi mallar değerlendirmesi çerçevesinde- 85 gr. altın veya karşılığı artıcı vasıfta malı olan kişiyi zekât mükellefi sayarken tonlarca ürün elde edeni zekâttan muaf tutması düşünülemez.

Bu bağlamda fıkıh eserlerinde tartışılan önemli bir konu, bir zimmînin öşür toprağı satın alması durumunda öşürle yükümlü olup olmayacağı meselesidir. Bu durumda Ebû Hanîfe’ye göre toprak haraç arazisine dönüşür ve zimmî mülkiyetine sahip olduğu sürece buradan haraç ödemekle yükümlü olur; toprak bir müslümanın mülkiyetine geçerse tekrar öşür arazisi haline gelir. Hz. Ömer’in Benî Tağlib hıristiyan kabilesine uyguladığı vergilendirmeyi esas alan Ebû Yûsuf toprağın hukukî statüsünde değişiklik olmayacağı, ancak bundan iki kat öşür vergisi alınacağı kanaatindedir. Muhammed’e göre de toprağın statüsü değişmez, fakat tek öşür vermesi gerekir. Ancak Ebû Yûsuf’a ve Muhammed’den gelen iki rivayetten birine göre zimmîden öşür adıyla alınan bu vergi zekâtın değil haracın sarf yerlerine harcanır.

“Gayri müslim tâcirlerden alınan bir tür gümrük vergisi” anlamındaki “uşûr” için fıkıh kitaplarında “uşr” kelimesinin mutlak biçimde veya “uşrü’t-ticâre” şeklinde kayıtlanarak kullanımı da yaygındır (bk. UŞÛR). Toprak ürünlerinden Osmanlı Devleti adına öşür veya âşâr ismiyle alınan verginin zekâtın toprak ürünleri kalemine ad olan öşürle ilgisi yoktur. Bu verginin yaygın adı böyle olsa da gerçekte haraç vergisi niteliğinde olduğu Ebüssuûd Efendi tarafından ifade edilmiş ve uygulamasıyla ilgili veriler ışığında mahiyet ve nisbeti bakımından öşürden farklı olduğu ortaya konmuştur (İA, IX, 485-488; DİA, XVI, 89-90).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc, Kahire 1352, s. 25-26, 28-29, 30, 54-56, 74, 76, 77, 151, 152; Yahyâ b. Âdem, Kitâbü’l-Ħarâc, Kahire 1384/1964, s. 106, 107, 112-113, 121-127, 134-137, 140-142, 150-151, 156; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Muhammed İmâre), Beyrut-Kahire 1409/ 1989, s. 124-129, 634-643, 648-649, 654-656, 662, 667-668, 672, 674-679; Belâzürî, Fütûĥ (Zekkâr), s. 18-22, 31, 34-36, 42, 76, 77, 83-85; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), XII, 156, 158-161, 168, 173; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, I, 235, 453; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1393, s. 117-119, 137-139, 161; İbn Hazm, el-Muĥallâ, V, 256, 259, 260; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1352, IV, 132; Serahsî, el-Mebsûŧ, III, 3, 23, 162; Kâsânî, BedâǿiǾ, II, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 63, 64, 179, 181; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye (İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr içinde), V, 280; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, I, 272, 284-286; İbn Şâs, Ǿİķdü’l-cevâhiri’ŝ-ŝemîne (nşr. M. Ebü’l-Ecfân - Abdülhafîz Mansûr), Beyrut 1415/1995, I, 298-299; İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), II, 690-692; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr fitaǾli’l-Muħtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), Kahire 1370/1951, IV, 143; Bâbertî, el-İnâye (İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr içinde), II, 189; V, 217; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Bulak), II, 188,195, 196, 199, 281; V, 216, 275, 279, 280, 286, 287; Tecrid Tercemesi, V, 83-85, 287; VII, 157-159; İbn Nüceym, et-Tuĥfetü’l-marđıyye fi’l-arâżi’l-Mıśriyye (Resâǿilü İbn Nüceym içinde, nşr. Halîl el-Meys), Beyrut 1400/1980, s. 50-64; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, II, 29, 79, 84, 184; III, 394; a.mlf., Minĥatü’l-ħâliķ Ǿale’l-Baĥri’r-râǿiķ (İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ içinde), Kahire 1311, V, 114-115; M. Ma‘rûf ed-Devâlibî, el-Medħal ilâ ǾiImi uśûli’l-fıķh, Dımaşk 1965, s. 158-159; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ħarâc ve’n-nüžumü’l-mâliyye, Kahire 1969, s. 104-105; Yûsuf el-Kardâvî, Fıķhü’z-zekât, Beyrut 1389/1969, I, 340-419; İbrâhim M. Ahmed Ali, el-Mevâridü’l-mâliyye fi’l-İslâm, Kahire 1972, s. 364-368; Muhammed Abdülcevâd Muhammed, Milkiyyetü’l-arâżî fi’l-İslâm, İskenderiye 1972, s. 79, 83, 97, 101, 105-106, 111-112, 126; M. Ebû Zehre, İslâm Hukuku Metodolojisi: Fıkıh Usûlü (trc. Abdülkadir Şener), Ankara 1973, s. 197, 205, 385; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, Ankara 1979, s. 20, 26-29, 36; Hayreddin Karaman, “Toprak Mülkiyeti ve Öşür”, Diyanet Dergisi, XV/ 1, Ankara 1976, s. 5-15; XV/2 (1976), s. 80-82; A. Grohmann, “Öşür”, İA, IX, 482-485; “Zekât”, Mv.F, XXIII, 278-292; “ǾUşr”, a.e., XXX, 101-115; “Haraç”, DİA, XVI, 89-90.

Mehmet Erkal




Osmanlılar. Osmanlı toprak sisteminde hububat üretimi yapılan yerler genellikle mîrî arazi statüsünde olup timarlara bölünmüş durumdadır. Nazarî yaklaşımlara göre fiilî durumlara bakarak Ege adalarıyla birlikte Rumeli’nin harâcî, Anadolu’nun ise çoğunlukla öşrî topraklar olması gerektiği ileri sürülmüştür. Osmanlı toprak sisteminin teorik çerçevesini Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi oluşturmuş ve bunun esası İslâm fetih hukukuna dayandırılmıştır. Buna göre haraç, fetih yoluyla ele


geçirilen topraklardan % 50’ye kadar alınabileceği bildirilen vergidir ve harâc-ı muvazzaf, harâc-ı mukāseme diye ikiye ayrılır. Bunlardan ilki toprak üzerinden maktû olarak alınır. Osmanlı tatbikatında bunun çift akçesi, basma akçesi, kulluk akçesi, zemin resmi, Rumeli’nin birçok yerinde ispençe resmi, boyunduruk hakkı, ağalık hakkı adlı vergileri kapsadığı kabul edilir. Toprağını işleyen ve üretiminin sahibi olan köylü toprak kirasını veya vergisini öşür adı altında sipahiye öder. Bazı küçük tazminat ve vergilerle birlikte toplam mükellefiyet genelikle % 15’ten fazla olmaz. Harâc-ı mukāseme ise toprak ürünlerinden yerin durumuna göre “öşürden nısfa kadar” (% 10-50) alınan vergidir. Öşür resm-i bâğ ve bâğçe, resm-i sebzevât gibi vergi türlerini ihtiva eder.

Umumiyetle öşür adı altında toplanan vergiler ziraî vergilerdir ve böylece beşte birden (humus) onda bire (öşür) kadar değişen çeşitli oranlar ortaya çıkmaktadır. Bu vergiler tahıl ve bakliyatta mal olarak tahsil edilirdi. Lifli bitkiler, sebze ve meyveler, âdet-i ağnâm, resm-i kovan ve gümrük vergilerinde alacaklısına seçme hakkı tanınırdı. Vergilerin çoğunu buğday, arpa ve çavdardan alınan öşür ve sâlâriyye oluşturmaktaydı. Bunlardan başka meyve bahçelerinden alınan bahçe; kavun, karpuz ve hıyardan bostan; üzüm bağlarından bağ; çeşitli meyvelerden fevâkih; turfanda meyve ve sebzeden resm; baldan kovan; pamuktan penbe; ipek kozalarından harîr; şıradan şıra resmleriyle ekonomik değer taşıyan çeşitli bitkilerden alınan vergiler mevcuttu. Bunlar mahsul yetiştiği zaman ağırlık, adet veya alan üzerinden kanunlarla belirlenen miktar ve nisbetlere göre toplanırdı.

Osmanlı ülkesinde özellikle timar sistemi geçerli olduğu için sahiplerin mülkü olan öşrî toprakların sayısı çok azdı. Timar sisteminde rakabe (soyut mülkiyet ve denetim hakkı) fetih esnasında müslümanlara vakfedilerek, mîrî arazi yani devlete ait toprak addedilerek hemen hemen bütün ülke topraklarına yaygınlaştırılmıştı. Bu idare tarzında çiftçiler devlete ait toprakların dâimî ve irsî kiracısı durumundaydı. Öşür adıyla her yıl üründen devlete bir pay toprak kirası (icâre) veya bir paylaşma haracı (harâc-ı mukāseme) olarak alınmaktaydı. Öşrün oranı toprağın verimine, sulama şartlarına, ürün çeşitlerine, mahallî örf ve âdetlere göre büyük değişiklikler arzetmekte, bazan her kaza, hatta her köy için ayrı ayrı tayin edilmekteydi. Öşür toprak mahsullerinden vezir, kumandan ve diğerlerine ayrılan pay olan sâlâriyye ile birlikte tahsil edilirdi.

Bu oranlar pek az istisna ile hemen her zaman onda biri aşmakta; sâlâriyye, sâlârlık, yemlik gibi adlarla anılan ve öşrün tamamlayıcısı denen ek yükümlülüklerle birlikte genellikle sekizde biri bulmaktadır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uygulanmış olan kanunlarında da öşürlerin miktar ve oranlarında farklar vardır ve bu farklılıkların sebepleri hakkında mâlûmat verilmektedir. Burada köylülerin yükümlü tutuldukları derbentlerde gelip geçenlere hizmette bulunmaları, hububat, pamuk, meyve, sebze gibi ürün farklılıkları ve köylülerin değişik dinlere mensup olmaları gibi sebepler belirtilir. Bazan aynı vergi içinde matrah menşeleri birbirinden farklı olan çeşitli vergilerin bir arada tahsil edilmesinden dolayı oranlar değişik olabilmekteydi. Osmanlılar da bu eski dönem uygulamalarını devam ettirmişti. Toprağın verimini dikkate aldıklarından bu durum nisbet farklılıklarının sebeplerinden bir başkasını ortaya çıkarmıştı. Osmanlı timar nizamında toprak mahsulleri vergilerinin büyük bir kısmının cibâyet hakkı, timarlı sipahilere askerî ve idarî vazifeleri mukabilinde dirlik (maaş) olarak tevzi edilmiş bulunuyordu.

Teorik olarak müslümanlardan alınan ve mülk topraklarının mahsullerinin zekâtını ifade eden öşür, Osmanlı uygulamasında özellikle Ebüssuûd Efendi’den sonra harâc-ı mukāseme vergisinin veya toprak kirasının alt dilimi şeklinde görülmüştür. Öşür ve sâlâriyye hububat istihsalinde bulunan bütün çiftçilerden alınırdı. Bu vergiler bir yandan timar kesimi içerisinde dirlik sahibinin gelirlerinin en önemli kısmını oluşturuyor, dolayısıyla eyalet ordularının masraflarını karşılıyor, bir yandan da mülk topraklardan ve padişah haslarından alındığı üzere devlet hazinesinin bir kaynağını ve vakıfların da en önemli gelirini teşkil ediyordu.

Hububat dışında dut, pirinç, kendir, kenevir, pamuk, susam, zeytin gibi lif ve yağ bitkilerinin üretiminden alınan öşür nisbetleri daha az tutulmuştur. Böylece bir bakıma üretim teşvik edilmiştir. Anadolu toprakları sulama imkânları olduğunda verimli topraklardır. Bu sebeple sunî sulama geliştirilmiş, sudan faydalanma durumu kurallara bağlanmıştır. Sulamayı kendi imkânlarıyla sağlayan çiftçiler veya bahçe sahipleri yarı öşür (% 5) ödüyordu. Bu tür topraklara “suğla” adı veriliyordu.

Timar yönteminin dünya ekonomisindeki değişikliklerden sonra gitgide zayıflamasıyla, devletin ve ücretli bir merkez ordusunun artan nakdî ihtiyaçlarını karşılamak üzere timarların geliri merkezî bütçeye aktarılmak üzere padişah veya vezir hasları haline sokulmuş, bu kabil hasların gelirinin, dolayısıyla öşrün cibâyeti işi iltizama verilmeye başlanmıştır. Mültezimler devlete ait olan vergiyi müzayede ile alır, mahsulün öşrünü adamları vasıtasıyla cibâyet ettikleri gibi ikinci birine de ihale edebilirlerdi. Böylece burada da bir iltizam hiyerarşisi ortaya çıkmıştı. XVII. yüzyıldan itibaren timar topraklarının iltizama verilme süreci içinde öşür de nakdîleşmeye başlamış ve artık kelime çoğul şekliyle “âşâr / a‘şâr” olarak kullanılmıştır.

Osmanlı ekonomisi gibi kapitalizm dışı ekonomilerdeki tarım en önemli sektör olduğundan Tanzimat dönemiyle başlayan yeni malî uygulamalarda âşâr bütçenin en önemli gelirlerinden biri olmuştur. Yine Osmanlı ekonomisi ve maliyesi büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayandığı için meselâ Sultan Abdülaziz döneminin 1863-1864 yılına ait ilk bütçesinde âşâr ve ağnâm resimleri en kabarık kalemleri meydana getiriyordu (Karal, VII, 230-231).

Osmanlı ekonomisinde âşâr oranlarında görülen farklılıkların mükelleflerin kanun önünde eşitsizliğinden çok mahallî geleneklerden, toprağın veriminden, sulu-susuz gibi tarım yöntemlerinden kaynaklandığı düşünülmeksizin Tanzimat döneminde bu vergi, mahsulün yetişmesi için üreticinin yaptığı masraflara da bakılmaksızın gayri sâfi hâsılat üzerinden tahsil edilmeye başlandı. Böylece âşâr, az masrafla işlenen arazide çalışanlarla masrafı çok olan toprakları işleyenlerin elde ettikleri sâfi gelire nazaran farklı nisbetlerde tahakkuk ediyordu. Bu durum vergilendirmenin temel ilkelerinden olan eşitlik kuralına uygun düşmemekteydi. Tanzimat’ın ilânından sonra bütün âşâr vergilerinin bu sebeple onda bire indirilmesi sonuçta hem köylüyü hem de devlet gelirlerini zora soktu.

Tanzimat’tan sonra âşâr vergisinin tahsili birçok aşamadan geçti. Öncelikle âşâr vergilerini ıslah etmek gerekçesiyle bu vergilerin büyük yolsuzluklara sebep olan eski cibâyet yöntemleri değiştirilmeye çalışıldı. Tahsilât işi kısa bir süre muhassıl denen resmî memurlar tarafından yapıldı. Muhassılların yetersizliği ve müteşebbis anlayışından çok memur zihniyetinin hâkim oluşu gibi sebepler yüzünden hazinenin büyük zararlara uğradığı ve köylü


için şikâyet konusu olan hususların bu yöntemde de giderilmediği görüldü. Ayrıca devletin peşin ödenecek nakit paraya şiddetli ihtiyacı vardı. Bu sebeple birkaç yıllık bir tecrübeden sonra tekrar iltizam yöntemine dönüldü. Böylece Tanzimat’ın ilk üç yılı hariç bütün dönem boyunca âşâr vergilerinin iltizam yöntemiyle toplanması sürdürüldü.

İltizam yönteminin sakıncalarını dikkate alan devlet birkaç defa iltizam yerine iltizamla devlet memurluğunu birleştiren emanet yöntemini ikame etmek istedi (1840-1843). Bundan sonra tekrar iltizama dönülerek âşâr vergileri ikişer yıllık sürelerle maktû olarak ihale edildi (1843-1847). Fakat iki yıllık kısa sürelerde kârlarını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyen mültezimlerin olumsuz davranışları ihale süresinin daha uzun vadeli olmasını getirdi. Sonuçta 1847-1853 yılları arasında tahmîs yöntemi uygulandı; beş yıllık öşür bedeli toplanıp beşe bölünerek halktan tahsiline kalkışıldı. Uzun dönemin belirsizliği birçok mültezimin iltizamlarını devretmesiyle sonuçlandı. Yine öşür elde edilen mahsulden alındığı için mahsul olmadığı veya kıt olduğu yıllarda vergiyi ödemek köylüye büyük külfet getirdi. Uygulamadaki başarısızlıklar sebebiyle bu yöntemden de vazgeçildi.

1856’dan itibaren 1880’lere kadar hem emanet hem iltizam usulü mahallî olarak sürdürüldü. Zamanla her yöntemin sakıncaları görüldüğünden her kasaba ve köyün âşârının tahsili işini aynı köyün halkı üzerine bırakmaya dayanan cibâyet yöntemi denendi. Emanet yöntemi tatbik edildiğinde memurların ihmal ve yolsuzlukları ile teşkilât noksanlığı yüzünden devlet gelirinde hissedilir azalmalar meydana gelmekte, bu işin mültezimlere ihalesi durumunda ise halkın mültezimler tarafından zulüm ve baskıya mâruz bırakılması gibi sonuçlar ortaya çıkmaktaydı. Böylece devlet gelirlerinin önemli bir kısmını elde etmiş olan mültezimler taşrada bir mütegallibe sınıfı haline geldi. Bu arada iltizam işlerini ele geçiren bir kısım Galata bankerlerinin etkisi daha fazla hissedilir oldu. Tanzimat döneminde âşâra eklenen “menâfi‘ hissesi”yle oluşan fon Ziraat Bankası’nın kuruluş finansmanında kullanıldı.

Dış borçlar halindeki yabancı sermaye yatırımlarının üçte iki gibi büyük bir bölümü demiryolu şirketlerine yapılmıştı. Devlet yabancı sermaye şirketlerine demiryolu imtiyazı veriyor ve onlara her yıl kilometre garantisi adı altında ek ödeme yapmayı taahhüt ediyordu. Bu garanti demiryolu geçen vilâyetlerin âşâr gelirleriydi. Düyûn-ı umûmiyye alacaklılar adına bu yerlerin âşâr gelirlerini topluyordu.

Âşârın 1904-1905 yılı itibariyle toprak ürünlerinden sekizde bir veya % 12,5 oranında alındığı bilinmektedir. Bu vergi değişik mahsuller için tütün öşrü, buğday öşrü, harîr öşrü gibi isimler almıştı. Devlet gelirlerinin yaklaşık dörtte birini teşkil eden âşâr bütçenin en temel vergilerindendi. Âşârın toplam bütçe gelirleri içindeki yerine gelince, 1849-1850 malî yılı bütçesinde âşârın payı % 22’dir. 1875-1876 bütçesinde ise % 36,4 olarak tahmin edilmişti. I. Meşrutiyet döneminde 1876-1877 bütçesinde bu pay % 33,7, 1898-1899 bütçesinde % 22,2, 1906-1907 bütçesinde % 19,9 olmuştu.

II. Meşrutiyet döneminde de âşâr vergisi gerek bütçelerde gerekse toplam vasıtasız vergiler içinde en önemli paya sahip olmayı sürdürdü. Dönem bütçelerinde tahmin edilen âşâr miktarının toplam bütçe gelirlerine oranı % 17,9 ile % 25,9 arasında, vasıtasız vergiler içindeki oranı ise % 50 dolaylarında seyretmişti. Yine âşârın toplam vergi tahsilâtı içindeki yeri ortalama % 20 civarındaydı. Böyle olunca devlet tarımı vergilendirmede titiz davranıp bir taraftan farklı nizamnâmelerle tahakkuk ve tahsilât dengesini korurken diğer taraftan vergi tarhının ziraî faaliyetleri olumsuz etkilememesi için gayret göstermişti. Tanzimat’tan itibaren öşür tahsilâtı toprak verimine ve üreticinin yaptığı üretim masraflarına göre farklılaştırılmadığı için vergi eşitliğine aykırıydı. Bunu gidermek için 1914’te çıkarılan bir kanun I. Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle uygulanamadı. Ancak âşâr idaresi devamlı bir sorun yumağı oluşturdu. Köylerin ve tarımın geri kalmasında, çiftçinin tembelleşmesinde asıl sebep olarak gösterildi ve ziraatın gelişmesi için en hızlı bir şekilde lağvı teklif edildi. Verginin en büyük eksikliği gayri sâfi gelir üzerinden alınması olarak görülüyordu.

II. Meşrutiyet’in başlarında geçerli olan nizamnâmeler 1321 r. (1905) ve 1325 r. (1909-10) yılları âşâr nizamnâmeleridir. Son nizamnâmeye, öşrün tarh ve tahsiline dair mevcut kuralların esasları değiştirilmeden yolsuzluk ve adaletsizlikleri giderecek hükümlerle birlikte âşârın kesin ve iktisadî bir arazi vergisine dönüşmesini sağlayacak uygulamalara dair özel maddeler eklendi. Yine bu nizamnâmeye göre âşârın tahsilinde ihale yöntemi kabul edilmekle beraber tâlibi bulunmayan ve ihale miktarı yeterli olmayan bölgelerin âşârı emanet yoluyla toplandı. Seferberlik dolayısıyla emaneten idaresi veya ihalesi mümkün olmayan bölgelerin âşârı bölge halkının üzerine zimmet olarak kaydedildi. İlgili bölge âşârının tahsilinde köy halkından 1911-1914 yılları âşâr tahsilâtı ortalamasına % 10 eklenerek bedel talep edildi. Eylül ve ekim tahsilâtı iki taksitte gerçekleştirilen âşâr vergisi için zahireyi nakde çeviremeyen çiftçilerden aynî olarak tahsilât yapıldı.

1909-1912 yıllarında tahsilât miktarlarının bütçelerde öngörülen vergi gelirlerinin üzerine çıkarak % 118,1 ile % 144,5 arasında seyretmesi bu yıllarda mahsulün tahminlerin ötesinde verimli olduğunu göstermektedir. Gerçekten 1896-1913 yılları arasında hem dış ticarette hem de ziraî üretimde bir genişleme ve artış oldu. 1909-1910 yılında âşâr hâsılatı % 21,5 olarak gerçekleşti. 1918-1919 yılında bu oran % 26,1’e yükseldi. Mahsuldeki verimin tahsilât rakamlarına ve dolayısıyla varidata olumlu yansıması gibi mahsuldeki verimsizliğin ya da savaşlar gibi sebeplerle tarımsal faaliyetlerin sekteye uğramasının da tahsilâtı olumsuz etkilemesi kaçınılmazdı. 1914-1916 yıllarında tahsilâtın bütçelerde yer alan tahminî öşür gelirlerine oranları % 50,4 ile % 84,2 oldu. II. Meşrutiyet döneminin sonlarına doğru âşâr vergisi tahminleri ciddi bir azalma gösterdi. Bu azalma bütçelerde yer alan tahminî gelirlere paralel tahsilât miktarlarında da görülür. Savaşın olağan üstü şartlarında tarım kesiminde çalışanların önemli bir kısmının silâh altında oluşu, dönem başında toplam tahsilât içinde % 26,2 orana sahip öşür tahsilâtının % 13,5’e gerilemesinde en önemli etkendir (Öztel, s. 114-115).

Maliye için büyük bir önem taşıyan âşâr mültezimlerin yolsuzluklarına, ülkenin tarım ekonomisi, sosyal yapısı üzerindeki olumsuz etkilerine rağmen Cumhuriyet’e kadar devam etti. Yeni yönetim, kuruluşunun ilk yıllarında o zamanki devlet gelirlerinin üçte birine yakın bir kısmını sağlayan bu gelir kaynağını feda ederek 1925’te Âşârın İlgası Yerine İkame Edilecek Mahsûlât-ı Arziyye Vergisi Hakkındaki Kanun ile âşâr uygulamasını yürürlükten kaldırdı.

BİBLİYOGRAFYA:

Kānunnâme, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 854, vr. 54b-55a; Süleyman Sûdî, Defter-i Muktesid, İstanbul 1307, II, 52, 53, 55; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328, s. 40, 505-569; Barkan, Kanunlar, s. 31, 79, 114-115, 234, 275; a.mlf., “Öşür”, İA, IX, 485-488; Hadiye Tuncer, Osmanlı İmparatorluğunda Toprak Taksimi ve Aşar,


Ankara 1948; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1956, VII, 230-231; Lütfi Güçer, XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hububat Meselesi ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul 1964, s. 55, 82; İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Ankara 1987, s. 173; Abdüllatif Şener, Tanzimat Dönemi Osmanlı Vergi Sistemi, İstanbul 1990, s. 131-139; Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Ankara 1994, s. 88; S. Kamil Akar, “Osmanlı Maliyesinde Bütçe Uygulaması”, Osmanlı, Ankara 1999, III, 565-570; İhsâiyyat-Maliye: Maliye İstatistikleri 1885-1909, Ankara 2000, s. 77-78; Coşkun Çakır, Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi, İstanbul 2001, s. 51-52; Muharrem Öztel, II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Maliyesi (doktora tezi, 2007), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 114-115; Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rusumu”, TTK Belleten, XXIII/92 (1959), s. 49-145.

Ahmet Tabakoğlu