NÛR

(النور)

Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

Sözlükte “aydın ve ışıklı olmak” mânasındaki nevr kökünden türemiş bir isim olan nûr “aydınlık, ışık” demektir. Ayrıca apaçık olan, nesne ve olayların mahiyetini ortaya koyup aydınlatan şeye de nur denir. Kelime Allah’a nisbet edildiğinde “nur kaynağı” veya sıfat olarak “nurlandıran, her şeyi aydınlatan” diye açıklanır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “nvr” md.; Kāmûs Tercümesi, “nvr” md.). Râgıb el-İsfahânî nurun dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtir. Dünyevî olanı, ay ve güneş gibi aydınlık saçan ve gözle algılanan nur ile zihin ve kalp yoluyla (basiret) idrak edilen nurdur; bu ikincisinin örnekleri aklın ve Kur’an’ın nurlarıdır. İsfahânî, uhrevî nuru ebedî âlemde müminlerin önlerinde ve sağ taraflarında bulunacak olan nur şeklinde zikreder (el-Hadîd 57/12; et-Tahrîm 66/8); Allah’ın kendisini “nûr” diye isimlendirmesini de gökleri ve yeri nurlandırma fiiliyle açıklar. Nur ile nâr (ateş) aynı kökten gelir ve birbirinin yerine kullanılır. Nâr insanların dünya hayatı, nûr ise âhiret hayatları için faydalıdır (el-Müfredât, “nvr” md.).

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dördüncü sûresi Nûr ismiyle anılmaktadır. Bunun sebebi 35. âyetinin, “Allah göklerin ve yerin nurudur” diye başlaması ve âyette nur kelimesinin iki defa daha zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmesidir. Bundan başka kıyametin hallerinden bahseden âyette, “Yeryüzü rabbinin nuruyla aydınlanır” denilmekte (ez-Zümer 39/69), iki âyette de nur kelimesi hem Allah lafzına hem O’na ait zamire izâfe edilmektedir (et-Tevbe 9/32; es-Saf 61/ 8). Allah çeşitli âyetlerde “nuru yaratma” kavramıyla nitelendirilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nvr” md.).

Nûr ismi İbn Mâce ve Tirmizî’nin esmâ-i hüsnâ rivayetlerinde yer almış (“DuǾâǿ”, 10; “DaǾavât”, 82), fiil kalıplarıyla da Allah’a nisbet edilmiştir (Müsned, II, 388; III, 150; Müslim, “Cenâǿiz”, 71; Tirmizî, “DaǾavât”, 114). Hz. Peygamber’in teheccüd namazlarında okuduğu duanın başlangıç bölümünde, “Allahım! Hamd sana mahsustur, sen göklerin ve yerin rabbi, yöneticisi ve nurusun” anlamına gelen ifadeler yer almaktadır (Buhârî, “Teheccüd”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 99). İbn Mâce ile Tirmizî’nin doksan dokuz esmâ-i hüsnâ listeleri hariç buraya kadar zikredilen âyet ve hadislerde nur doğrudan Allah’ın ismi olarak geçmemiş, sadece “semâvât ve arzın rabbi” gibi sıfat konumunda ve izâfet ifadeleri içinde yer almıştır. Ebû Zer el-Gıfârî’den gelen bir rivayete göre kendisi Resûlullah’a, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, o da, “O bir nurdur, nasıl görebilirim!” şeklinde cevap vermiştir (Müsned, V, 157, 171; Müslim, “Îmân”, 291-292; Tirmizî, “Tefsîr”, 53/5). İbn Mâce ve Tirmizî’nin es-Sünen’lerinde mevcut rivayetlerin ekindeki isim listelerinin merfû hadis olmayıp sonradan bazı râviler tarafından düzenlendiği göz önünde bulundurulduğu takdirde Allah’ın nur olduğunu ifade eden rivayet Ebû Zerr’e münhasır kalır. Mecdüddin İbnü’l-Esîr, Ahmed b. Hanbel ile İbn Huzeyme’nin Ebû Zer hadisinin sıhhatinde tereddüt gösterdiğini kaydeder (en-Nihâye, “nvr” md.). Kādî İyâz da sözü edilen rivayetin sahih isnadla kendisine ulaşmadığını ve temel eserlerde buna rastlamadığını belirtir. Esasen Nûr sûresindeki âyet de bütün âlimler tarafından zât-ı ilâhiyyenin nur olduğu şeklinde anlaşılmamış, “göklerin ve yerin nurunu yaratan, oralardaki varlıklara yol gösteren” gibi anlamlara geldiği kabul edilmiştir (Nevevî, III, 12-13). Ebû Abdullah İbnü’l-Vezîr Ebû Zer hadisinin sahih olamayacağı konusunda çeşitli deliller sıraladıktan sonra böyle bir hadisin Müslim’in el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’inde yer alışını da şu şekilde açıklamıştır: Müslim, bir önceki babda Resûlullah’ın Mi‘rac gecesinde Allah’ı görmediği yolunda Hz. Âişe’nin beyanını zikrettikten sonra bu hadisi o kanaati destekleyen bir rivayet olarak kaydetmiştir. Nitekim sonraki babda (hadis nr. 293-294) nurun Allah’ı görmeye engel teşkil ettiğine dair Ebû Mûsâ yoluyla nakledilen hadise de yer vermiştir. Ayrıca gerek Müslim’in gerekse diğer muhaddislerin destek niteliğindeki rivayetleri nakletme hususunda müsamahalı davrandıkları bilinmektedir (Îŝârü’l-ĥaķ, s. 178-184).

Müfessirler ve esmâ-i hüsnâ müellifleri, Nûr sûresinde yer alan ve o münasebetle doksan dokuz isim listesine giren nûr ismini mecazi olarak zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmişlerdir. İçeriğini de “nuru yaratan, onunla semâvât ve arzı nurlandıran” şeklinde belirlemişlerdir. Bu nurlandırma, insanların gözle algıladıkları gibi hem madde dünyasını hem kalple idrak edilen mânevî âlemi kapsamaktadır. İbn Cerîr et-Taberî ile Mâtürîdî “nûrü’s-semâvât” ifadesini ashaptan taraftar bularak “semâvât ve arzda bulunanların hidayetçisi” şeklinde anlamışlar ve bunun için âyetin bağlantılarını delil göstermişlerdir (CâmiǾu’l-beyân, XVIII, 180-181; Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 507a). Âlimler bu hükme varırken asıl mânasındaki nurun karşıtı olan zulmet tarafından ortadan kaldırıldığı için yaratılmışlık özelliği taşıdığı, esasen çeşitli âyetlerde nurun Allah tarafından yaratıldığı ve karanlık kavramıyla birlikte zikredildiği,


ayrıca yer aldığı âyette doğrudan zât-ı ilâhiyyeye değil semâvât ve arza nisbet edildiği ve zâtının değil nûrunun misâli söz konusu edildiği gibi istidlâllerde bulunmuşlardır. Nûr ismine ayrıca “Allah’ın varlığının apaçık oluşu, yaratılmışlara özgü her türlü eksiklikten münezzeh bulunuşu” gibi anlamlar da verilmiştir. Gazzâlî nûr ismini, aklî imkân statüsünde bir varsayım da olsa yokluk karanlıklarından münezzeh olan, bu sebeple bütün içeriğiyle apaçık niteliği taşıyan ve duyularla algılanamayan” şeklinde izah eder. Zira yaratılmışlar çapında kendi sınırını aşan her şey yine onların nazarında zıddına dönüşür (el-Maķśadü’l-esnâ, s. 147, 157-158). Nûr ismi, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin de belirttiği gibi “mahiyeti bilinmeyen nur” veya “varlığı apaçık” mânasına alındığı takdirde zâtî, diğer anlamlarda ise fiilî isim ve sıfatlar grubu içinde yer alır; hâdî ve zâhir isimleriyle mâna yakınlığı içinde bulunur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nvr” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “nvr” md.; Kāmûs Tercümesi, “nvr” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nvr” md.; Müsned, II, 388; III, 150; V, 157, 171; Buhârî, “Teheccüd”, 1; Müslim, “Îmân”, 291-292, “Cenâǿiz”, 71, “Müsâfirîn”, 99; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82, 114, “Tefsîr”, 53/5; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XVIII, 180-181; Zeccâc, Tefsîru esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Beyrut 1399/1979, s. 64; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 507a-b; Hattâbî, Şeǿnü’d-duǾâǿ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dımaşk 1404/1984, s. 95; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XX/2, s. 201; Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497, vr. 208b-209a; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ (Fazluh), s. 147, 157-158; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Emedü’l-aķśâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 91a-92a; Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-taķdîs (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, s. 129-130; Nevevî, Şerĥu Müslim, III, 12-13; İbnü’l-Vezîr, Îŝârü’l-ĥaķ Ǿale’l-ħalķ, Kahire 1318, s. 178-184.

Bekir Topaloğlu