MUVÂFÂT

(الموافقاة)

İlâhî ilimle kulun ölüm anında iman-küfür açısından değişiklik arzeden durumu arasındaki ilişkiyi ifade eden kelâm terimi.

Sözlükte “tam olmak; sözünü yerine getirmek” anlamındaki vefâ (vefy) kökünden türeyen muvâfât “sözünde durmak, birine hakkını tam ödemek; benzemek, misli olmak” mânalarına gelir (Lisânü’l-ǾArab, “vfy” md.). Terim olarak Allah’ın ilmiyle kulun ölüm anında iman-küfür açısından durumu arasındaki ilişkiyi, bunun dünya hayatında ilâhî rıza ve gazapla münasebetini anlatır. Muvâfât terimi İslâm coğrafyasının hızlı bir şekilde genişlediği, farklı inanç, düşünce ve geleneklere sahip insanların İslâmiyet’i benimsediği ve dinî etkileşimlerin güçlendiği III. (IX.) yüzyılın başlarındaki kelâm tartışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Ehl-i sünnet kelâmcıları içinde ilk defa İbn Küllâb el-Basrî’nin muvâfât görüşünü benimsediği kabul edilir. Amellerin değer kazanmasının kişinin son haliyle ilgili olduğunu ifade eden “hâtime” tabiriyle benzerlik arzeden muvâfât problemi şu şekilde ortaya konmuştur: Hayatı boyunca mümin olarak yaşayıp ölümünden önce irtidad edenle hayatı boyunca kâfir olup ömrünün son günlerinde ölümle karşı karşıya gelmeden önce iman eden kimselerin hayatları boyunca rıza ve gazap açısından Allah nezdindeki durumları nedir? Sözü edilen iki kişinin ölümden sonraki konumları hakkında bir tereddüdün bulunmaması, dünyadaki durumlarının da başkalarını ilgilendirmemesine rağmen mesele teorik bir problem olarak gündeme getirilmiştir. Genellikle Allah’ın ilim sıfatıyla insanların fiilleri arasındaki ilişki bağlamında ele alınan konuya dair görüşleri iki noktada özetlemek mümkündür.

1. Allah, mümin olarak öleceğini bildiği insanlardan ilminin taalluk ettiği (ezel) andan itibaren razıdır. Buna karşılık kâfir olarak öleceğini bildiği insanlara ezelden beri gazapta bulunur. Çünkü Allah nezdinde gerçek mümin imanlı öleceğini ezelî ilmiyle bildiği kişidir, gerçek kâfir de küfür üzere öleceğini ezelî ilmiyle bildiği kimsedir. Allah’ın va‘d ve vaîdi, rıza ve gazabı sadece insanın mümin veya kâfir olarak ölecek olmasıyla irtibatlıdır. Bu durumu dikkate alıp insanlar hakkında “mümin billâh” (Allah’a inanan) ve “mümin indellah” (Allah nezdinde mümin olan) diye iki tabirin kullanılarak ayırım yapılması gerekir. Bir insanın gerçek mümin veya hükmen mümin olması da bu bakış açısıyla ilişkilidir. Bu noktada kişinin ölümden önceki son hali göz önünde bulundurulur. Dil bilimi de bu kanaati teyit eder. “Şüphesiz sen ölüsün, onlar da ölüdürler” meâlindeki âyette (ez-Zümer 39/30) olduğu gibi Kur’an’da da benzer kullanımla yer almıştır. Bu âyette insan hakkında neticede ölü haline geleceği için henüz diri iken ölü kelimesi kullanılmıştır. Hâricîler’den Necde b. Âmir, ayrıca Mükremiyye ve Hâzimiyye fırkaları ile Mu‘tezile’den Hişâm b. Amr, İbn Küllâb el-Basrî ve Eş‘ariyye’nin çoğunluğu bu görüştedir (Eş‘arî, s. 96, 100; İbn Fûrek, s. 35, 161, 256; İbn Hazm, IV, 101).

2. İmanın dünya hayatında geçerli olması müminin ölüm anındaki durumuyla irtibatlı değildir. İman, Hz. Muhammed’in Allah’tan getirdiği vahyi tasdik etmekten ibaret olduğuna göre bunu gerçekleştiren herkes tasdik anından itibaren mümindir. Şu andaki gerçeğin bir gün değişeceğini bilmek onu realite olmaktan çıkarmaz. Allah, her ne kadar öleceğini bilse de diri olan kişiyi şu anda ölü değil diri olarak bilir. Allah’ın kâfir ve fâsıktan o haliyle razı olmadığını, buna karşılık müminden de taşıdığı iman vasfı dolayısıyla razı olduğunu kabul etmek gerekir. Zira Allah’ın ilmi ezelî olmakla birlikte mâlûmatı değişir. Nitekim Allah’ın, insanlar hakkında yazdığı yazının dilediği kısmını sileceğini ve kişinin iman etmesi halinde kötü davranışlarını iyiliğe dönüştüreceğini açıklaması da (er-Ra‘d 13/39; el-Furkān 25/70) bu görüşü teyit eder. Ayrıca Allah’ın, yasak meyveden yiyen Âdem ile kavminin küfürde ısrar etmesi üzerine daveti bırakan Yûnus’a gazap etmesi ve tövbelerinin ardından onlardan razı olması konuyla ilgili önemli bir delildir. Zâhiriyye âlimlerinden İbn Hazm’ın yanı sıra Mâtürîdiyye ve Mu‘tezile kelâmcıları bu görüştedir (İbn Hazm, IV, 101-103; Nesefî, II, 813). Bu iki görüşten ilki insan iradesini göz ardı ettiği için hatalı görünmekte, ikincisi naslara ve aklî bilgilere daha uygun bir nitelik taşımaktadır (ayrıca bk. HÂTİME).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “vfy” md.; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 96, 100, 547; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 34-35, 111, 161-162, 256; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), IV, 101-103; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-MuǾtemed fî uśûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 190; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Selamé), II, 813; Semîh Dügaym, MevsûǾatü muśŧalaĥâti Ǿilmi’l-kelâmi’l-İslâmî, Beyrut 1998, II, 1346-1347.

Yusuf Şevki Yavuz