MÜŞÂKELE
(المشاكلة)
Söz içinde bir kelimenin başka bir anlam ve bağlamda tekrar edilmesi mânasında edebî sanat.
Sözlükte “iki şeyin biçim ve tarz yönünden benzeşmesi ve uyuşması” anlamına gelen müşâkele kelimesi, bedî‘ ilminde “bir söz içinde iki kelime arasındaki biçim benzeşmesi” mânasında terim olarak kullanılır ve anlama güzellik katan sanatlardan sayılır. Müşâkele, edebî bir amaç veya nükte için bir kelimenin başka bir anlam ve bağlamda tekrar edilmesi şeklinde gerçekleşir. İlk kelime genellikle gerçek mânada olmasına karşılık ikinci kelime ona tâbi ve sadece şekil (lafız) yönünden ona benzer olarak getirilir. Meselâ “ومكروا ومكر الله” âyetinde (Âl-i İmrân 3/54) ikinci “مكر” birinciye (مكروا) müşâkele için getirilmiş olup “أخذهم بمكرهم” (Hile ve dolaplarının cezasını verdi) anlamındadır. Örnekte müşâkele lafzına biçim yönünden benzeyen ve ona eşlik eden kelime (musâhib) gerçek mânasıyla önceden ve açık biçimde söz içinde geçmiştir. Bu türe “müşâkele-i tahkīkıyye” adı verilir. Söz içinde sadece müşâkele lafzının geçtiği, ancak ona eşlik eden kelimenin zikredilmediği türe “müşâkele-i takdîriyye” denir. Ebû Temmâm’ın “من مبلغ أفناء يعرب كلّها / أنّي بنيت الجار قبل المنزل” beytinde “بنيت” kelimesi “yaptım” anlamında değil, “اخترت / انتقيت” “seçtim” anlamında ve “المنزل”e (بناء) tâbi olarak müşâkele şeklinde gelmiştir.
Âyetlerin nüzûl sebebini bilmek söz içinde geçmeyen kelimenin (musâhib) tayininde yardımcı olur: “قولوا آمنّا بالله ...، صبغة الله ...” (Allah’a inandık..., Allah bizi kendine has boyasıyla boyadı deyin...), âyetindeki (el-Bakara 2/136, 138) “صبغة الله” ifadesi, hıristiyanların çocuklarını sarı renkli bir suya batırarak (vaftiz), “İşte şimdi temizlendi ve gerçek hıristiyan oldu” sözlerine müşâkele üslûbuyla verilmiş cevap olup gerçek temizliğin Allah inancının gönle yerleşerek orayı temizlemesi ve kendine has rengiyle boyamasında olduğuna dikkat çekmektedir. “فإنّ الله لا يملّ حتى تملّوا” (Doğrusu Allah asla usanmaz, siz usanmadıkça) hadisi de (Buhârî, “Îmân”, 32, “Teheccüd”, 18, “Śavm”, 52, “Libâs”, 43; Müslim, “Müsâfirîn”, 215, 221, “Śıyam”, 177) bu tür müşâkeleye bir örnek olup, “Siz kendisine dua edip istekte bulunmaktan usanmadıkça Allah sizden ihsanını ve sevabını kesmez” (لا يملّ ← لا يقطع عنكم ثوابه وفضله) demektir.
Karşıt anlamlı kelimeler arasında da müşâkele olabilir. Bu tür daha çok mecazi bağlamda kullanılan karşıtlar arasında görülür. Huzurunda şahitlik yapan birine Kādî Şüreyh’in “إنّك لسبط الشهادة” (Doğrusu sen şahitliği hep tam yapmaktasın) sözüne karşılık şahidin onun bu sözüne benzeyen bir ifadeyle, “إنّها لم تجعد عندي” (O benim nezdimde hiç noksan olmadı ki) şeklindeki cevabı gibi. Burada karşıt anlamlı “sebŧ” (saçın uzun olması) ve “ca‘d” (saçın kısa olması) kelimeleri “şahitliğin tam veya noksan yapılması” mânasında mecaz olarak kullanılmıştır (Besyûnî Abdülfettah Besyûnî, II, 67).
Asıl kelimenin kendisini tekrar etmekle değil onunla ilgili (münâsib) bir kelimeyi biçim benzeşmesi halinde ve gerçek anlamı dışında zikretmekle de müşâkele gerçekleşebilir. Bir kişinin, “Hadiste ‘Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır’ buyrulmuyor mu?” demesi üzerine Vehb’in, “Evet öyledir, ama hiçbir anahtar yoktur ki dişleri bulunmasın. Dişlerini getirirsen sana açar, yoksa açmaz” sözünde yer alan “dişler” (esnân) ifadesi “ameller” anlamında olup o kişinin anahtarla (miftâh) ilgili sözüne münasip bir söz olarak getirilmiştir.
Müşâkele üslûbundan bahseden ilk âlim olan Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö. 207/822) bu sanatı belli bir terim kullanmadan günümüzde anlaşıldığı şekilde yorumlamıştır. Müberred, “mükâfee ve cezâ” (denklik
ve karşılık) adını verdiği türü “bir lafzın önceki bir lafza denk ve benzer biçimde, ancak farklı anlam ve bağlamda getirilmesi” şeklinde tanımlamış, Kur’an’da Allah’a isnat edilen “mekr, suhriyyet, istihzâ” gibi şanına yakışmayan fiilleri, “O’nun insanlara bu fiillerine denk düşen cezalar vermesi” mânasına geldiğini söylemiştir. Rummânî, müşâkeleyi “aynı kökten birkaç kelimenin bir söz içinde toplanması” şeklinde tanımladığı “tecânüs”ün iki nevinden biri olarak “müzâvece” başlığı altında ele almış ve “güzel anlatım” diye nitelemiştir. Şerîf er-Radî müşâkeleyi istiare (mecaz) kapsamında değerlendirmiş, Hatîb et-Tebrîzî ise tam cinasa (mümâsil cinas) müşâkele adını vermiştir (el-Vâfî, s. 296). Bedî‘ ilminde yer aldığı şekliyle müşâkeleyi bir söz sanatı olarak terim anlamında ilk kullananlardan olan Zemahşerî türü anlatırken “cevabı soruya biçimce uydurma” ifadesini kullanmıştır (el-Keşşâf, I, 45, 281).
Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’u ile birlikte müşâkeleye mâna sanatları arasında yer verilmeye başlanmış, Kazvînî’nin tanımı ile günümüzde de geçerliliğini koruyan klasik şeklini almıştır. Kazvînî, müşâkele-i tahkīkıyye ve müşâkele-i takdîriyye şeklinde iki kategoriye ayırdığı türü örnekleriyle açıklamıştır (el-Îżâĥ, s. 493-495). Safiyyüddin el-Hillî, İzzeddin el-Mevsılî, İbn Hicce el-Hamevî gibi bedîiyye nâzım ve şârihleri de aynı anlayışı sürdürmüştür (İbn Hicce, s. 356).
Müşâkele örneklerinin çoğu mürsel mecaz, bir kısmı da istiare kabilinden mecaz sayılmıştır. Aynı zamanda mecaz olan müşâkele örnekleri, hem anlam hem biçim olarak iki yönden güzellik taşıdığından bir söz sanatı olarak daha yüksek konumdadır. Mecaz ilgisi açık olmayan müşâkele örnekleri de mevcuttur. Bunları ve diğer müşâkele örneklerini, bir lafzın başka bir lafzın beraberinde bulunma alâkası (müsâhabet) dolayısıyla mürsel mecaz kabul edenler de vardır. Müşâkele genellikle kelime tekrarıyla gerçekleştiğinden lafzî sanat görüntüsünde bulunmaktadır. Ancak burada bir anlamın gerçek lafzı dışında bir lafızla ifadesi esas kabul edildiği için tıbâk ve mukābele benzeri sayılarak mâna sanatları kategorisine dahil edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, II, 785; Buhârî, “Îmân”, 32, “Teheccüd”, 18, “Śavm”, 52, “Libâs”, 43; Müslim, “Müsâfirîn”, 215, 221, “Śıyâm”, 177; Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, MeǾâni’l-Ķurǿân (nşr. Ahmed Yûsuf Necâtî - M. Ali en-Neccâr), Kahire 1374/1955, I, 82, 116; Müberred, Me’ttefeķa lafžuhû ve’ħtelefe maǾnâhü mine’l-Ķurǿâni’l-mecîd (nşr. Abdülazîz el-Meymenî), Kahire 1350, s. 12, 13; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1374/1955, I, 326; Hatîb et-Tebrîzî, el-Vâfî fi’l-Ǿarûż ve’l-ķavâfî (nşr. Ömer Yahyâ - Fahreddin Kabâve), Dımaşk 1399/1979, s. 296-298; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 45, 281; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 424; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 393-400; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 493-495; Şürûĥu’t-Telħîś, Kahire 1937, IV, 309-316; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 347-348; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1304, s. 356; İbn Kemâl, Risâle fî taĥķīķi’l-müşâkele (Resâǿil içinde, nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1316, I, 108-113; Abdülganî b. İsmâil el-Nablusî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Beyrut 1404/1984, s. 238-239; Ahmed M. el-Havfî, ez-Zemaħşerî, Kahire 1977, s. 230-231; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-bedîǾ, Kahire 1408/1987, II, 64-70; Mîşâl Âsî - Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-MuǾcemü’l-mufaśśal fi’l- luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, s. 79.
İsmail Durmuş