MÜLÛKÜ’t-TAVÂİF

(ملوك الطوائف)

Endülüs’te 1031-1090 yılları arasında hüküm süren emirlikler.

Tavâif-i mülûk şeklinde de kullanılan tabir, Arapça tâife (fırka, bölük) ve melîk (hükümdar) kelimelerinin çoğul şekillerinden oluşmuştur. Genelde büyük bir devletin yıkılmasından sonra ortaya çıkan irili ufaklı siyasal birimleri, özelde Endülüs Emevî Devleti’nden sonraki Abbâdîler, Âmirîler, Bekrîler, Birzâlîler, Cehverîler, Demmerîler, Eftasîler, Hammûdîler, Hârûnîler, Hazrûnîler, Hûdîler, Müzeynîler, Rezînîler, Tücîbîler, Yefrenîler, Zîrîler ve Zünnûnîler gibi yirmi civarında küçük devleti (düvelü’t-tavâif) ifade eder. Endülüs Emevî Devleti’nde yaklaşık otuz yıl elinde tuttuğu hâciblik makamı vasıtasıyla iktidarın fiilî sahibi haline gelen Âmirî ailesinin 400 (1009) yılında iktidardan uzaklaştırılmasının ardından Emevî şehzadelerinin Kurtuba’da (Cordoba) taht kavgalarıyla uğraşmaları sırasında meydana gelen otorite boşluğu Endülüs’te bir kısmını nüfuzlu ailelerin, bir kısmını daha önce tayin edilmiş idarecilerin kurduğu çeşitli emirliklerin ortaya çıkmasına yol açtı. 422’de (1031) Emevî sülâlesinin şehirden sürülmesiyle Kurtuba devletin başşehri olma imtiyazını kaybederek bu emirlikler arasında yerini aldı. Böylece ülkede merkezî idarenin yıkılma, beyliklerin kurulma süreci bitmiş ve mülûkü’t-tavâif dönemi başlamış oldu.


Mülûkü’t-tavâif devrinin en önemli özel-liklerinden biri emirlikler arasında yoğun bir mücadelenin sürmesidir. Bu mücadelede bazan toprak kazanma, bazan da yağma ve talan yoluyla ganimet elde etme arzusu etkili olmuş, başlangıçta şehirlerin yanı sıra birçok kalenin de bağımsızlığını ilân etmesiyle sayısı kırkı aşan bu devletçikler, meşruiyetlerini yalnızca sahip oldukları güçten aldıkları için kendilerini daha kuvvetli gördükleri anda komşularına saldırmışlardır. En sert ve uzun savaşlar büyük beyliklerden Abbâdîler, Eftasîler, Zünnûnîler, Hûdîler, Zîrîler ve Cehverîler arasında meydana geldi. Endülüs’te siyasî birliğin yeniden kurulması fikrine sahip tek emirlik gibi görünen Abbâdîler, bir taraftan 1070 yılında Kurtuba’yı almak suretiyle Cehverîler’e son verirken bir taraftan da Zîrîler ve Eftasîler aleyhine bazı önemli toprakları kazandılar ve Endülüs’ün doğusuna ulaşarak Mürsiye’yi (Murcia) ele geçirdiler. Bu mücadeleler sırasında ittifak kurdukları küçük emirliklerden Bekrîler ile Birzâlîler’i de ortadan kaldırdılar. Gırnata’ya hükmeden Zîrîler hem Abbâdîler’le mücadele içinde oldular hem Meriye (Almeria) Emirliği’nin yayılma çabalarını engellemeye çalıştılar. Abbâdîler’in yanı sıra Zünnûnîler’le de mücadeleye girişen Eftasîler kısa bir müddet Tuleytula’yı (Toledo) hâkimiyetleri altına aldılar. Zünnûnîler bazan Abbâdîler ve Eftasîler, bazan da Cehverîler ve Hûdîler ile savaştılar; bir ara Kurtuba’ya girdilerse de Abbâdîler’in müdahalesi sonucu geri çıkmak zorunda kaldılar. Hûdîler, Zünnûnîler’den Vâdilhicâre (Guadalajara) ve Medînetüsâlim’i (Medinacali) aldılar. Cehverîler, hilâfet döneminin sonlarına doğru cereyan eden iç savaşların büyük ölçüde tahrip ettiği Kurtuba’yı barışçı politikalarla ellerinde tutmaya çalıştılar, ancak Abbâdîler’in yayılma arzusu karşısında başarılı olamadılar. Bu mücadeleler sırasında farklı ittifak blokları oluşturuldu. Bunun için kullanılan başlıca siyasî araç, bazı meliklerin kendi meşruiyet zeminlerini sağlamlaştırmak ve emirlikleri etrafında siyasî bir ittifak kurarak güçlerini arttırmak için başvurdukları hilâfet kurumuydu. Dâniye (Denia) Emîri Mücâhid el-Âmirî, Emevî sülâlesinden Ebû Abdullah el-Muaytî diye tanınan bir fakihi Dâniye’de, Şiî Hammûdîler üç ayrı kişiyi Cezîretülhadrâ (Algeciras), Mâleka (Malaga) ve Sebte’de (Ceuta), Abbâdîler de kayıp halife II. Hişâm’ı bulduklarını söyleyerek ona çok benzeyen Halef el-Husrî adlı birini İşbîliye’de (Sevilla) hilâfete getirdiler (426/1035). Ancak bunlara yapılan biatlar adlarının hutbelerde okunmasından başka bir sonuç vermedi; bu şekilde kurulan ittifaklar da sağlam ve sürekli olmadı. Diğer taraftan emirliklerin birbirine karşı mücadeleleri yanında iç karışıklıklar ve taht kavgaları da bünyelerini tamamen zayıflattı ve bazılarının bölünüp daha da küçülmelerine yol açtı.

Hıristiyanlarla ilişkiler açısından mülûkü’t-tavâif dönemi çok hareketli bir görünüm arzeder. Bu ilişkilerde belirleyici olan faktör çok defa siyasî menfaatler ve askerî ihtiyaçlardı. Birbirleriyle devamlı savaşan melikler sık sık İspanya’nın kuzeyindeki Kastilya, Aragon, Navarra krallıkları ve Barselona kontluğu ile ittifak kurmuş ve para karşılığında onlardan askerî destek sağlamıştır. Bu ilişkiler, bir taraftan müslümanları hıristiyanlara bağımlı hale getirirken bir taraftan da paralı askerlerin Endülüs’ün iç yapısını, güç ve zaaflarını yakından tanımasına sebep olmuştur. Meliklerin birbiriyle savaşmasını fırsat bilen hıristiyan krallıklar ve özellikle Kastilya Krallığı, Emevîler döneminde âdeta unutulan “reconquista” (Endülüs’ü müslümanlardan geri alma) fikrini XI. yüzyılın ortalarından itibaren yeniden canlandırdı. Aralarında Abbâdîler, Eftasîler, Zünnûnîler, Hûdîler ve Zîrîler gibi nisbeten büyük olanların da bulunduğu emirlikler yıllık haraca bağlanırken kuzeydeki önemli şehirlerden Berbeşter (Barbastro) ve Kulumriye (Coimbra) 456’da (1064) ve Kūriye (Coria) 473’te (1080) istilâ edildi. Kastilya Kralı VI. Alfonso’nun, 1085’te Kurtuba’dan sonra Endülüs’ün ikinci büyük şehri olan Tuleytula’yı ele geçirmesi hıristiyanları cesaretlendirip coşkuya getirirken o güne kadar güçlerini şuursuzca tüketen müslümanların paniğe kapılmasına yol açtı. Reconquista tehlikesini ancak idrak edebilen emîrler, Abbâdîler’in öncülüğünde o sırada Mağrib’de güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmış bulunan Murâbıtlar’dan yardım istediler. 479’da (1086) Cebelitârık’ı geçen Sultan Yûsuf b. Tâşfîn, Endülüslü kuvvetlerle birleşerek Zellâka (Sagrajos) mevkiinde VI. Alfonso’yu ağır bir yenilgiye uğrattı; ancak Tuleytula’yı kuşattıysa da geri alamadı. Zellâka bozgununun ardından çabuk toparlanan VI. Alfonso, Murâbıt ordusunun Mağrib’e dönmesinden yararlanıp mülûkü’t-tavâifi tekrar sıkıştırmaya başladı. İkinci defa Endülüs’e geçen Yûsuf b. Tâşfîn, Kastilya saldırılarını durdurduktan sonra meliklere hıristiyanlara karşı güçlerini birleştirmelerini tavsiye ederek Mağrib’e döndü. Fakat aralarındaki ihtilâf ve çekişmelerin yeniden kızıştığını duyunca bu emirleri iş başından uzaklaştırmak üzere geri geldi ve bazıları kendisine karşı Alfonso ile birleşmiş olan mülûkü’t-tavâifin tamamını ortadan kaldırıp Endülüs’ü Merakeş’e bağlı bir vilâyet haline getirdi.

Mülûkü’t-tavâif döneminde toplum farklı dinleri ve milletleri bünyesinde barındıran kozmopolit bir yapıya sahipti. Nüfusun büyük çoğunluğunu müslümanlar meydana getiriyor, bunlar da Araplar, Berberîler, müvelledûn, sakālibe gibi çeşitli unsurlardan teşekkül ediyordu. Emevîler devrinde Araplar devletin Arap geleneklerine dayanması, Arapça’nın hem resmî dil hem kültür dili olması, ayrıca kabile yapılarının bir ölçüde yaşatılması sebebiyle Endülüs toplumunun kendi geleneksel bünyesini koruyabilen tek unsuruydu ve bu durum XI. yüzyılda da sürdü. Berberîler iki farklı gruptan oluşmaktaydı. Fetih sırasında ve hemen ardından bölgeye yerleşen Berberîler kendi dillerini unutarak Araplar’ın içinde kısmen eridiler. X. yüzyılın sonlarına doğru orduyu yenilemek amacıyla Kuzey Afrika’dan getirilen Zîrîler, Birzâlîler, Hazrûnîler gibi yeni Berberîler ise bu süreci ancak mülûkü’t-tavâif döneminin ortalarından itibaren yaşamaya başladılar. Yerli halk arasında X. yüzyılda yoğunlaşan ihtidalar XI. yüzyılda devam etti, böylece müvelledûn müslüman nüfusun en kalabalık kesimi haline geldi. Ancak çoğunluğu oluşturdukları halde siyasî hayatın ve gelişmelerin tamamen dışında kaldılar; mülûkü’t-tavâif arasında bir tek müvelled melikin dahi bulunmaması bunu açıkça göstermektedir. Orta ve Doğu Avrupa kökenli sakālibe, çok küçük yaşlarda saraya getirilip yetiştirildiği için kendisini Endülüs’e ait hissetmekteydi. Aslında bu aidiyet hissi XI. yüzyıl toplumunun tamamında mevcuttu. Arapça, Doğu’ya ait gelenekler ve üzerinde yaşanan coğrafya müslümanlarla gayri müslimleri Endülüs kimliğinde buluşturan ortak unsurlardı. Bununla birlikte IX. yüzyıl boyunca ve X. yüzyılın ilk yarısında görülen etnik çatışmaların tortuları bu devirde Şuûbiyye cereyanı şeklinde ortaya çıkmıştır.

Statü açısından mülûkü’t-tavâif döneminde toplum “hâssa”, “âyan” ve “âmme” adıyla üçe ayrılmaktaydı. Hâssa genelde meliklerle aileleri, vezirler, kâtipler, valiler, kumandanlar, kadılar, şairler ve ediplerden teşekkül etmekteydi. Başşehirlerde Kurtuba örneğine göre yaptırılan saraylarda her emirliğin kendi hâssası oluşmuş, böylece Emevîler döneminden farklı biçimde Endülüs genelinde hâssanın sayısı olağan üstü bir artış göstermiştir. Etnik bakımdan homojen olmayan hâssa,


güç ve serveti sayesinde toplumsal piramidin en üstünde yer almakta ve lüks bir hayat yaşamaktaydı. Toplumun nüfusça en kalabalık kesimini köylülerle şehirlerdeki küçük esnaf ve işçileri kapsayan âmme teşkil ediyordu. Bu devirde vergi yükünün ağırlaşması ve yağmaların yol açtığı tahribat âmme arasında zaman zaman sosyal patlamalara sebep olmuş ve nüfusça kalabalıklığına rağmen âmme bu isyanlar dışında siyasî hayat üzerinde başkaca bir etki yapamamıştır. Kurtuba, İşbîliye, Tuleytula, Meriye, Belensiye gibi kültür ve ticaret merkezlerinde ortaya çıkan âyan zümresi ulemâ, büyük tâcirler ve toprak sahiplerinden oluşuyor, âmme ile hâssa arasında iki tarafı birbirine yaklaştıran, statüler arası geçişi kolaylaştıran ve bu suretle toplumsal katmanlar arasında çatışmayla sonuçlanabilecek bölünmeleri engelleyen bir fonksiyona sahip bulunuyordu. Bu zümre içerisinde özellikle, statü ve zihniyet bakımından nisbeten mütecânis bir sosyal grup meydana getiren fukaha, mülûkü’t-tavâifin meşruiyet zemininin güçlendirilmesinde ve zayıflatılmasında önemli roller oynamıştır. Nitekim hıristiyan krallıklar karşısında içine düşülen çaresizlik sonucu meliklere gösterilen muhalefete ve daha sonra Murâbıtlar’ın Endülüs’e çağrılmasına fukaha öncülük etmiştir.

Endülüs Emevîleri dönemi gibi mülûkü’t-tavâif devrinde de resmî mezhep Mâlikîlik’ti. İbn Hazm’ın başlattığı tartışmalar sonucu Zâhirîlik bu devirde en çok konuşulan mezhep haline gelmişse de halk arasında etkili olamamıştır. Hammûdîler de Şîa’ya mensubiyetlerine rağmen bu mezhebi yayma teşebbüsünde bulunmamıştır. Gayri müslim nüfusun bir bölümünü teşkil eden yahudiler, kısmen kapalı bir cemaat yapısı içerisinde Rabbânî Ortodoksluğa bağlı olarak dinlerini herhangi bir baskı görmeden serbestçe yaşayabiliyorlardı. İktisadî hayatta ise gerek Avrupa’da gerekse Doğu’daki dindaşlarından daha özgür bir konumdaydılar. İşbîliye, Gırnata, Tuleytula, Sarakusta, Meriye saraylarında yahudi vezirler ve memurlar görev yapmaktaydı. Bu sebeple XI. yüzyıl Endülüs yahudilerinin altın çağı kabul edilmiştir.

Mülûkü’t-tavâif devrinde Endülüs toplumu, geçimlerini daha çok hayvancılıktan sağlayan ve çoğunlukla kırsal kesimde yaşayan kuzeydeki hıristiyanlarla karşılaştırıldığında geneli itibariyle şehirli özelliği göstermekteydi. Bu toplumun daha şehirli, dolayısıyla daha uygar bir görünüm arzetmesinde Emevî halifeliğinin bıraktığı mirasın önemli payı vardır. Nitelikli iş gücü bu miras içerisinde ayrı bir yere sahipti. Batıda Vâdilkebîr (Guadalquivir), Ebru nehri ve Akdeniz kıyıları ile iç kesimlerdeki verimli ovalar hariç Endülüs daha çok dağlık ve engebeli bir araziye sahipti. Nitelikli iş gücü sayesinde bu coğrafya, yaşanan bütün olumsuz gelişmelere rağmen XI. yüzyılda da Avrupa’nın en müreffeh bölgesi olma özelliğini korumuştur. Doğu’nun yeni sulama teknikleriyle yapılan sulu tarımın ekonomik gelişmede payı büyüktür. Bu dönemdeki sınaî üretim hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Ancak şehirleşme oranında dokumacılık, madencilik, züccaciye, dericilik, seramikçilik, inşaatçılık, gemicilik gibi alanlarda hilâfet döneminden daha ileri bir seviyeye ulaşıldığını söylemek mümkündür. Balear adaları, Meriye ve Mâleka’daki tersaneler çok faaldi. Bazı şehirler kendilerine has ticarî ürünlerle şöhret bulmuştu; İşbîliye zeytin, zeytinyağı ve demiriyle, Kurtuba deri ayakkabıları ve kırmızı mermeriyle, Leble (Nieble) camı ile tanınmıştı. Milletlerarası ticarette Endülüs, İslâm dünyası ile Avrupa arasındaki geçiş köprülerinden biriydi. Köle ticaretinde yahudilerin belli bir ağırlığı vardı. Sudan’dan altın, Avrupa’dan kereste, Mağrib-i Aksâ’dan tutkal ithal edilir, zeytinyağı yahut ipek gibi lüks emtia ihraç edilirdi.

Siyasî alanda olduğu gibi iktisadî alanda da mülûkü’t-tavâif döneminde tedrîcî bir gerileme başladı. Ülke parçalandığı için kaynakların bir plan dahilinde değerlendirilmesini mümkün kılacak ekonomik politika uygulanamadı. Her emirlik devlet olmanın gerektirdiği masrafları yapmak zorundaydı. Ordu ve saray teşkilâtının harcamaları bunların başında geliyordu. Orduların tamamına yakını, büyük ücretler ödenen paralı Berberî ve hıristiyan askerlerden müteşekkildi. Her melik, kendi devletinin gücünü göstermek amacıyla başşehrine görkemli saraylar yaptırma hususunda diğerleriyle yarış içindeydi. Bu sarayların inşası için yapılan masrafların yanında buralarda görevli memurlara ödenen ücretler, misafir edilen âlimlere, edip ve şairlere yapılan ikramlar çok yüksek meblağlara ulaşmaktaydı. Diğer taraftan meliklerin birçoğu hıristiyan krallıklara yüklü miktarda haraç öder hale gelmişti. Bütün bu giderlerin karşılanabilmesi için ya birbirlerine saldırarak yağma ve talanlarla ganimet temin etme ya da esnaf ve çiftçilerin vergilerini arttırma yoluna gidiliyordu. Her melik yine gücünü kanıtlamak amacıyla kendi adına para bastırıyor ve bu uğurda X. yüzyıldan kalma stokları kullanıyordu. Neticede stoklar tükenince fiyat artışları ve para sıkıntısı başladı.

Mülûkü’t-tavâif devrinde siyasî alandaki zayıflık ve gerilemenin aksine bilim ve kültür hayatında ciddi gelişmeler kaydedilmiştir. Meliklerin birçoğu ilim ve edebiyatla bizzat ilgilenmiştir. Abbâdî hânedanının kurucusu Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Abbâd bağımsızlık öncesinde İşbîliye kadısı idi. Onun soyundan gelen Mu‘tazıd-Billâh ve oğlu Mu‘temid-Alellah aynı zamanda şairdi. Eftasîler’den Muhammed el-Muzaffer dönemin önde gelen ediplerinden biriydi ve kültür tarihine dair el-Mužafferî adlı hacimli eseriyle ün kazanmıştı; onun oğlu Ömer el-Mütevekkil de âlim ve şairdi. Meriye’de hüküm süren ve Tücîbîler’in bir kolu olan Benî Sumâdıh kadınları dahil şiirle meşgul olmuş bir aileydi. Dâniye Emîri Mücâhid el-Âmirî, kıraatte ve Arap dilinde döneminin önde gelen âlimleri arasında yer alıyordu. Hûdîler’den Muktedir-Billâh ile oğlu Yûsuf el-Mü’temen ise felsefe, matematik ve astronomide temayüz etmişti. Meliklerin ilim ve edebiyatla bizzat ilgilenmelerinin yanı sıra birbirleriyle rekabet içerisinde âlim, şair ve edipleri kendi saraylarına çekerek meşruiyet zeminlerini güçlendirmek ve siyasî varlıklarını pekiştirmek istemeleri ilmî ve edebî faaliyetlerin gelişmesi için çok uygun bir ortam oluşturmuştur. İbn Hamdîs, İbn Şeref el-Kayrevânî, İbnü’l-Haddâd el-Vâdîâşî, İbn Derrâc el-Kastallî, İbnü’l-Lebbâne, Ubâde b. Kazzâz, İbn Hafâce, Sümeysir (Halef b. Ferec el-İlbîrî), Ümmü’l-Kerem bint Sumâdıh ve Benî Kabturnuh olarak bilinen Ebû Bekir, Ebü’l-Hasan ve Ebû Muhammed gibi edip ve şairler bu ortam içerisinde temayüz etmiştir. Şairlik önemli bir meziyet sayıldığından devlet memurlarının aynı zamanda şair olmasına dikkat edilmiştir. Ebü’l-Mugīre İbn Hazm, İbn Zeydûn, İbn Ammâr el-Endelüsî ve İbn Abdûn el-Fihrî dönemin en etkili şair vezirleridir.

Bu devrinde çeşitli bilim dallarında kayda değer araştırmalar gerçekleştirilmiştir. İbn Hayyân, Endülüs tarihine ait hacimli eserleriyle Endülüslü tarihçilerin sultanı olarak nitelenmiştir. İbn Hazm fıkıh, karşılaştırmalı dinler tarihi, felsefe ve mantık çalışmalarıyla dönemin en çok tartışılan ve dikkat çeken âlimlerinin başında yer alır. Kādî Sâid, Endülüs’te bilim ve felsefenin durumuyla dünya milletlerinin özel-liklerini ve bilimle ilişkilerini tahlilci bir yaklaşımla incelediği Ŧabaķātü’l-ümem adlı eserini yazmıştır. Çalışmalarını Tuleytula’da


Zünnûnîler’in desteğiyle gerçekleştiren astronomi âlimi İbnü’z-Zerkāle, bazı hassas astronomi aletlerini icat etmesinin yanında Batlamyus teorisini eleştirerek gezegenlerin güneşin etrafında döndüğü görüşünü ortaya atmış, böylece Copernicus’a öncülük etmiştir. İbn Vâfid tıp ve eczacılık, İbnü’s-Semh el-Gırnâtî, Abdullah b. Ahmed es-Sarakustî matematik ve İbn Sîde lugat alanlarındaki çalışmalarıyla öne çıkmışlardır. Melikler ve vezirler bir taraftan kitap telifini, bir taraftan da Doğu’da kaleme alınmış eserlerin Endülüs’e getirilmesini teşvik etmiştir. Yalnız Meriye’de Vezir Ahmed b. Abbas’a ait kütüphanedeki kitapların binlerce cildi bulduğu kaydedilmektedir.

XI. yüzyılda müsta‘ribler tarafından yazılmış herhangi bir esere rastlanmamaktadır. Bunun sebebi cemaatin seçkin tabakasının kısmen İslâm’a girmiş, kısmen de Endülüs’teki siyasî istikrarsızlık yüzünden hıristiyan hâkimiyetindeki topraklara göçmüş olmasıdır. Buna karşılık meliklerin saraylarında vezirlik, mütercimlik, hekimlik gibi üst düzey makamlarda bulunan yahudi görevlilerin sağladığı desteğin de yardımıyla bu cemaat içinde yürütülen bilimsel ve kültürel çalışmalar X. yüzyıldaki canlılığını arttırarak devam ettirmiştir. Bu dönemde müslüman hocaların ders halkalarına yahudi öğrenciler de katılmaktaydı. Eğitim ve öğretim hayatındaki bu iç içe durum, yahudilerin ortaya koyduğu eserlerin Arap edebiyatının ve İslâm düşüncesinin etkisi altında kalması ve bunlardan bazılarının -içlerindeki İslâmî etkilerin çokluğundan dolayı- Batı dünyasında XIX. yüzyıla kadar müslüman âlimlere ait olduğu yanlış kanaatinin uyanması sonucunu doğurmuştur. Mimari açıdan ise Meriye’de bulunan kale, Sarakusta’daki Ca‘feriye Sarayı ve bu sarayın taht odasının yanındaki küçük cami özellikle dikkat çekicidir. Ca‘feriyye Sarayı bütün özellikleriyle mülûkü’t-tavâif devri mimarisini temsil eden, fazla değişikliğe uğramamış bir kalesaraydır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Kerdebûs, Târîħu’l-Endelüs (nşr. Ahmed Muhtâr el-Abbâdî), Madrid 1971, s. 66 vd.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîħ, Kahire 1348, VII, 284-294; VIII, 154; Abdülvâhid el-Merrâküşî, el-MuǾcib fî telħîśi aħbâri’l-Maġrib (nşr. M. Saîd el-Iryân - M. el-Arabî), Dârülbeyzâ 1950, s. 106 vd.; İbn İzârî, el-Beyânü’l-muġrib, III, 185 vd.; İbnü’l-Hatîb, AǾmâlü’l-aǾlâm (nşr. E. Lévi-Provençal), Beyrut 1956, s. 144-241; İbn Haldûn, el-Ǿİber, IV, 155 vd.; A. Prieto y Vives, Los Reyes de Taifas, Madrid 1926; G. C. Miles, Coins of the Spanish Mulūk al-Tawāif, New York 1954; A. G. Palencia, Târîħu’l-fikri’l-Endelüsî (trc. Hüseyin Mûnis), Kahire 1955, s. 77-123, 177-179, 207-240, 343-344, 422 vd.; J. M. Lacarra, “Aspectos económicos de la sumisión de los reinos de taifas (1010-1102)”, Homenaje a Jaime Vicens Vives (ed. J. Maluquer de Motes), Barcelona 1965, I, 255-277; M. Abdullah İnân, Düvelü’ŧ-ŧavâǿif, Kahire 1970; Anwar G. Chejne, Muslim Spain, Minneapolis 1974, s. 50-68; R. Pastor de Togneri, Del Islam al Cristianismo, Madrid 1975; Ahmed Bedr, Târîħu’l-Endelüs, Dımaşk 1983, s. 42-193; R. Arié, España musulmana, Barcelona 1984, III, 26-31; Receb M. Abdülhalîm, el-ǾAlâķāt beyne’l-Endelüsi’l-İslâmiyye ve İsbânyâ en-Naśrâniyye fî Benî Ümeyye ve mülûki’ŧ-ŧavâǿif, Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-İslâmiyye), s. 270-404; D. Wasserstein, The Rise and Fall of the Party-Kings: Politics and Society in Islamic Spain 1002-1086, Princeton 1985; a.mlf., “Mulūk al-Ŧawāǿif”, EI² (İng.), VII, 552-554; Abdülazîz Atîk, el-Edebü’l-ǾArabî fi’l-Endelüs, Beyrut 1986, tür.yer.; Muhammed b. Abbûd, Cevânib mine’l-vâķıǾi’l-Endelüsî fi’l-ķarni’l-ħâmisi’l-hicrî, Tıtvân 1987; a.mlf., “Economic Trends in al-Andalus during the Period of Ta’ifah States, Fifth-Eleventh Century”, IS, XXX/1-2 (1991), s. 213-240; Historia general de España y América, Madrid 1988, III, 241-301; P. Guichard, “Los nuevos musulmanes”, Historia de España, Barcelona 1989, III, 439-500; Cronica anonima de los Reyes de Taifas (nşr. F. Maillo Salgado), Madrid 1991; M. C. Hernández, El Islam de al-Andalus, Madrid 1992, s. 142-149; M. J. Viguera Molins, Los Reinos de taifas y las invasiones magrebíes, Madrid 1992; Mahmûd Ali Mekkî, “The Political History of al-Andalus”, The Legacy of Muslim Spain (ed. Salma Khadra Jayyusi), Leiden 1992, I, 3-87; a.mlf., “et-TeşeyyuǾ fi’l-Endelüs”, Revista del Institituto Egipcio de estudios Islámicos en Madrid, II, Madrid 1954, s. 93-149; İhsan Abbas, Târîħu’l-edebi’l-Endelüsî, Amman 1997, tür.yer.; Hamd b. Sâlih es-Suheybânî, “ǾAśrü’l-izdihâri’l-Ǿilmî fi’l-Endelüs”, Buĥûŝü nedveti’l-Endelüs, İskenderiye, ts., s. 185-203; M. D. Dunlop, “Ibn ‘Idârî’s Account of the Party Kings”, Transactions, XVI, Hertford 1957, s. 19-28; M. Grau Monserrat, “Contribución al estudio cultural del vale del Ebro en el siglo XI y principios del XII”, Boletín de la Real Academia de Buenas Letras de Barcelona (1957-58), XXVII, Barcelona 1958, s. 227-272; Huseyn Monés, “Consideraciones sobre época de los reyes de taifas”, al-Andalus, XXXI, Madrid 1966, s. 305-328; J. P. Powers, “Medieval Spain 1031-1250”, Classical Folia, XXXI, Worcester 1977, s. 3-15.

Mehmet Özdemir