MUHAMMED

(محمّد)

(ö. 11/632)

Son peygamber.

I. HAYATI

II. ŞAHSİYETİ

III. DİNDEKİ YERİ

IV. İSLÂM KÜLTÜRÜNDE HZ. MUHAMMED

V. LİTERATÜR

VI. HZ. PEYGAMBER DEVRİ KRONOLOJİSİ

I. HAYATI

Hz. Muhammed, Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’e nisbetle İsmâilîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnânîler’e (Arab-ı müsta‘ribe) mensuptur (diğeri Arab-ı âribe, Kahtânîler’dir). Soy kütüğünün yirmi birinci göbekten atası olan Adnân’a kadar uzanan kısmı güvenilir bulunarak zikredilmiş, ondan sonrası Hz. Peygamber’in de işaretiyle yaygınlık kazanmamıştır (İbn Sa‘d, I, 56, 58). Bizzat kendisi tarafından kabul edilip bütün İslâm kaynaklarınca zikredilen soy kütüğü şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gālib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân.

A) Nübüvvet Öncesi. Hz. Muhammed, farklı rivayetler arasında genel kabul gören kanaate göre Fil Vak‘ası’ndan elli (veya elli beş) gün sonra Rebîülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü (a.g.e., I, 100-101; Makrîzî, I, 6-7) Adnânîler’in ana yurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya geldi. Astronomi âlimi Mahmûd Paşa el-Felekî, Hz. Peygamber’in oğlu İbrâhim’in vefatı esnasında vuku bulan güneş tutulmasından


hareketle bu tarihi Fil Vak‘ası’nın meydana geldiği yılın 9 Rebîülevvel’i (20 Nisan 571 Pazartesi günü) olarak tesbit etmiş (et-Taķvîmü’l-ǾArabî, s. 33-44), Muhammed Hamîdullah ise Câhiliye dönemi Araplarında cârî olan nesî’ uygulamasını göz önüne alarak yaptığı hesaplamada doğum tarihini hicretten önce 53. yılın 12 Rebîülevvel’i (17 Haziran 569 Pazartesi günü) şeklinde belirlemiştir (İslâm Peygamberi, II, 784-793, 1171-1191; geniş bilgi için bk. Uyar, s. 21-27; Şulul, s. 100-103, 455-463). Hz. Muhammed’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen bir gençti. Dedesi Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından rencide edilince on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adamış, daha sonra çocukları arasında çektiği kura o esnada en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermişti. Buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmış, Abdülmuttalib de oğlunun yerine 100 deve kurban etmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem bu olayı hem de büyük ceddi Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’i kastederek, “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum” demiştir (Hâkim, II, 604; Muhammed b. Abdülbâkī ez-Zürkānî, I, 97 vd.; Aclûnî, I, 230-231). Abdullah on sekiz yaşlarında iken Âmine ile evlenmiştir. Yaygın olan rivayete göre ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada hastalanarak vefat etmiştir.

Annesi Âmine, Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızıdır. İslâm kaynaklarında, Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı fevkalâde olayların meydana geldiğine dair rivayetler yer almaktadır. Kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ifade ettiği bir konuşmasında annesinin bir rüya gördüğünden bahsetmekte ve bundan önemli bir kişiye hamile olduğu sonucunu çıkardığını, doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesinin telkin edildiğini belirtmektedir (Müsned, IV, 127, 128; İbn Sa‘d, I, 98-99; Uyar, s. 6-16; hadis rivayetlerinin değerlendirilmesi için bk. Müsned [Arnaût], XXVIII, 379-382, 395-396). Doğum esnasında diğer annelerin çektiği sancıları çekmeyen Âmine, kayınpederi Abdülmuttalib’e haber göndererek bir torunu olduğunu müjdelemiştir. Abdülmuttalib torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette ona Muhammed adını vermiştir. Bazı rivayetlerde bu ziyafet sırasında Muhammed’in dedesi tarafından sünnet ettirildiği nakledilirse de kendisinin sünnetli olarak doğduğu rivayeti daha meşhurdur (bu konudaki değerlendirmeler için bk. Erul, s. 37-38).

Âmine’nin çocuğunu fazla emziremediği anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed’i bir süre Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe emzirdi; daha sonra, Mekkeli ailelerin çocuklarını çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmeleri için bedevî kabilelerinden bir sütanneye teslim etmeleri geleneğine uyularak Hevâzin kabilesinin Sa‘d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû Züeyb’e verildi. Hz. Muhammed çocukluğunun ilk iki yılını sütannesiyle ve sütbabası Hâris, sütkardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeymâ ile geçirdi. Halîme iki yıl sonunda çocuğu ailesine teslim etmek üzere Mekke’ye götürdü. Ancak Âmine çöl havasının oğluna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sırada Mekke’de veba salgını bulunduğu için (İbn Sa‘d, I, 112) onun bir müddet daha Halîme’nin yanında kalmasını uygun buldu. Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldı. Kaynaklar, Halîme ve ailesinin Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra bolluğa kavuştuktan başka olağan üstü nitelikte bazı olaylarla karşılaştıklarını kaydeder (bk. ŞAKK-ı SADR).

Altı yaşına gelen Muhammed’i câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alan Âmine, Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ve Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Yesrib’e gitti. Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra dönüşte Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalanıp vefat etti. Ümmü Eymen, Muhammed’i Mekke’ye götürüp dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.

Abdülmuttalib, Muhammed’e gereken ihtimamı gösterdi. Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına aldı, ona baba şefkatini ve sevgisini hissettirdi. Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Muhammed’in bakımını Abdullah ile anne-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Muhammed’i çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Hz. Peygamber’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed de ona kendi çocuklarından daha çok ihtimam gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı. Hz. Muhammed, dokuz (veya on iki) yaşında iken ticaret amacıyla Suriye’ye giden amcasına katıldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Hz. Muhammed’in burada rahip Bahîrâ ile görüşüp görüşmediği ve bu esnada aralarında nelerin konuşulduğu hususu tartışmalı bir konudur (sağlam rivayetlere dayanmayan bu görüşmeyle ilgili değerlendirmeler için bk. BAHÎRÂ; BUSRÂ; EBÛ TÂLİB; ayrıca bk. Uyar, s. 49-57; Erul, s. 45-49).

Hz. Muhammed’in, kalabalık bir aileye sahip olan Ebû Tâlib’e yardım için on yaşlarında iken onun veya başkalarının koyunlarını güttüğü bilinmektedir. Nübüvvetten sonra kendisine sorulan bir soru üzerine her peygamberin koyun güttüğünü ifade etmiştir (Buhârî, “İcâre”, 2; Müslim, “Îmân”, 302; İbn Sa‘d, I, 125-126). Hz. Muhammed’in Ficâr savaşlarının ilk grubunun dördüncüsüne amcalarıyla


birlikte katıldığı, fakat fiilen savaşmadığı bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Onun bu dönemdeki yaşının ön dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir (bk. FİCÂR). Bu savaşın hemen ardından da Hilfü’l-fudûl toplantısına iştirak etti. Bu hareket içinde yer alanlar haksızlığa uğrayanları koruyacaklarına dair yemin etmişlerdi. Hz. Peygamber nübüvvetten sonra bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş, böyle bir fazilet antlaşmasına tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden katılabileceğini söylemiştir (Müsned, I, 190; İbn Sa‘d, I, 128-129; hadisin sıhhati için bk. Müsned [Arnaût], III, 193-194).

Mekke’deki Kureyş kabilesi mensuplarının ticaretle uğraştığı bilinmektedir. Kumaş ve tahıl ticareti yapan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti ve Mekkeli bir zatla ticarî ortaklık kurdu (Müsned, III, 425; İbnü’l-Esîr, II, 253-254; III, 170; IV, 214; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 56-57). Bu dönemde çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat etti. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği bilinmektedir. Böylece bir taraftan ticareti öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasî ve içtimaî durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu (Hamîdullah, İİFD, sy. 4 [1980], s. 327-342). Kaynakların ittifakla belirttiğine göre Câhiliye devrinin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmadan temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra ticaret hayatında güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” (el-emîn) unvanıyla temayüz etti (İbn Sa‘d, I, 121, 156).

Hz. Muhammed yirmi yaşını geçtiği sırada ticarî seyahatlere çıkma teklifleri alıyordu. Hastalandığı için bizzat gidemeyen bir tüccarın mallarını götürüp başarılı bir sonuç elde edince yeni teklifler aldı. Onun Hatice bint Huveylid ile evlenmesi de bu ticarî gelişmelerden sonra gerçekleşti. Nesebi önceki kuşaklarda Hz. Muhammed’in nesebiyle birleşen, iki kocadan dul kalmış olup zengin ve soylu bir hanım olan Hatice tavsiye üzerine Hz. Muhammed’e ortaklık teklifinde bulundu (İbn İshak, s. 59; İbn Sa‘d, I, 129). Yapılan anlaşmadan sonra Hz. Muhammed, Hatice’nin yardımcısı Meysere ile birlikte Suriye’ye gitti ve kârlı bir yolculuğun ardından Mekke’ye döndü. Neticeden memnun kalan Hatice’nin Hz. Muhammed’e güveni arttı ve ona karşı olan takdir hisleri güçlendi. Hatice bizzat kendisi (İbn İshak, s. 60; İbn Hişâm, I, 189) veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed’e evlilik teklifinde bulundu, Hz. Muhammed de bu teklifi kabul etti. Amcaları Hatice’yi onun amcası Amr b. Esed’den istediler; evlilik gerçekleşince Hz. Muhammed Ebû Tâlib’in evinden Hatice’nin evine taşındı. Bu evlilik sırasında kendisinin yirmi beş, Hatice’nin kırk yaşında olduğu söylenmekle birlikte Hatice’nin daha küçük yaşlarda bulunduğu da rivayet edilmektedir. İbn Abbas’tan nakledilen, Hatice’nin yirmi sekiz yaşında olduğu yolundaki rivayet, bu evlilikten yedi (veya altı) çocuğun dünyaya gelmiş olması göz önüne alındığında daha isabetli görünmektedir (bk. HATİCE).

Hz. Muhammed’in evliliğinden kırk yaşına kadar geçen hayatı hakkında kaynaklarda hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası otuz beş yaşlarında iken üstlendiği önemli görevdir. Milâdî 605 yılında Kâbe Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilirken Hacerülesved’in yerine konulması hususunda anlaşmazlık çıkmış ve bu yüzden savaşı bile göze alanlar olmuştu. Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugīre’nin, Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulması yolundaki teklifi benimsendi. Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye giren Hz. Muhammed, Hacerülesved’i bir örtü içine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı ve taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi.

B) Nübüvvetten Sonra.

Mekke Dönemi. Kâbe’nin tamirinden sonra Hz. Muhammed’in Allah’a nasıl ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği farkedilmekteydi. Mekkeliler’in ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığını anlamıştı. Muhtemelen o da tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrâhim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak ne yapacağını bilememenin ıstırabıyla inzivaya çekildi ve risâletinin birkaç yıl öncesinden itibaren ramazan aylarında dedesi Abdülmuttalib ile diğer bazı Kureyşliler’in yaptığı gibi Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve yiyecek alarak mağaraya dönüyordu. Zaman zaman Hatice’yi de yanına alıyordu. Hz. Âişe, Resûlullah’a gelen vahyin sâdık rüyalarla başladığını, Hira mağarasına da ondan sonra gittiğini nakleder (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 3, “Tefsîr”, 96/1; Müslim, “Îmân”, 252).

Hz. Muhammed’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde bir gece, bazı rivayetlere göre pazartesi günü sabaha karşı Cebrâil aslî sûretiyle geldi, okumasını istedi, onun Allah’ın elçisi, kendisinin de Cebrâil olduğunu söyledi. Ardından, “Yaratan rabbinin adıyla oku!” mânasındaki cümle ile başlayan Alak sûresinin ilk beş âyetini ona tebliğ etti. Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed oradan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek Hatice’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Hatice, Allah’ın kendisini utandırmayacağını, çünkü onun akrabasını gözettiğini, doğru konuştuğunu, âcizlerin elinden tuttuğunu, yoksullara yardım ettiğini, misafirleri ağırladığını söyleyerek


tesellide bulundu ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i kendi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Siyer âlimleri, Cebrâil’in ilk vahyi getirişi sırasında Resûlullah’a abdesti ve namazı öğrettiği hususunda ittifak etmişlerdir (İbn Hişâm, I, 244; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 74).

Hz. Peygamber, ilk vahyin tedirginliğinden sonra Cebrâil’in yeniden görünmesini arzulamaya başladı. Bu amaçla sık sık Hira mağarasına gidiyor, fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Bu dönemde rabbinin kendisini terkettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’l-vahy” denilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan üç yıla kadar varan süreler zikredilmiştir. Resûlullah bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrâil’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına girdi. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir sûresinin ilk âyetlerini okudu (74/1-5). Bu âyetlerde artık ilâhî tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken yüce rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddî ve mânevî kirlerden uzak durması tâlimatı verilmekteydi. Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm’a davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Önce eşi Hatice, ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm müslüman oldu. Üç yıllık gizli davet sırasında Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Osman b. Maz‘ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris de Hz. Peygamber’e gelip İslâmiyet’i kabul ettiler. Bu dönemde Resûl-i Ekrem evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem’de namaz kılıyor, bazan da ibadetlerini müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada nâzil olan Kur’an âyetlerini onlara okuyor, tevhid inancı, âhiret günü ve güzel ahlâk üzerine sohbetlerine devam ediyordu. Müşriklerin olduğu yerlerde bir arada bulunmamaya özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile müslümanlar, genç yaşta İslâmiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın Safâ tepesinin eteklerindeki evinde toplanıyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında müslümanların Resûl-i Ekrem’le bir arada bulunmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler Ömer b. Hattâb’ın müslüman olmasına kadar devam etti. Dârülerkam kaynaklarda sahâbîlerin İslâmiyet’i benimseyişini tarihlendirmek için kullanılmış, İslâm’ın yayılması hususunda oynadığı rolle İslâm tarihindeki yerini almıştır.

Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslâm daveti açıktan yapılmaya başlanınca Hz. Peygamber’in ilk muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler, Hz. İbrâhim ve İsmâil’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında mümtaz bir yere sahip bulunuyordu. Kureyşliler, Kâbe’yi ziyarete gelenlerden âzami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe’ye ve çevresine dikmişlerdi. Bu sırada Resûlullah’tan, vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere uyarıda bulunması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları’ndan yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp, “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Resûlullah birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilere asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz” (Belâzürî, I, 118-119). Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’in sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini, ancak atalarının dininden ayrılmayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse


öldürüleceklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb karısıyla birlikte Resûl-i Ekrem’e daima muhalefet etmiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşmasını engellemeye çalışmış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir sûre nâzil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet 111/1-5).

Resûl-i Ekrem bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkeliler’e İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şunları söyledi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”; “Evet, senin yalan söylediğini hiç görmedik” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum. Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah’tan başka ilâh yoktur demediğiniz sürece size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur” (Belâzürî, I, 120).

Kureyş ileri gelenleri Resûlullah’ın İslâm’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak puta tapıcılığı eleştiren âyetleri (Yûnus 10/18; el-Enbiyâ 21/98-99; el-Furkān 25/55; el-Ankebût 29/17) okumaya, puta tapanların cehenneme gireceğini söylemeye başlayınca tebliğini büyük bir tehlike olarak görüp davetini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Ayrıca tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin ortadan kalkması halinde Arap kabileleri nezdindeki itibarlarının ve ticarî menfaatlerinin kaybolacağından endişe ediyorlardı (el-Kasas 28/57). Diğer taraftan Kureyşliler atalarından intikal eden geleneklere çok değer veriyor, bu sebeple atalarının yolundan ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Kureyşliler’in ahlâkî durumları da Peygamber’in davetini kabul edebilecek bir seviyede değildi. Zira Mekke toplumunda içki, kumar, zina ve yalancılık yanında maddî güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve baskı altında tutma zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle elde edileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), buna uymayanların âhirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.

Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar, giderek şiddete başvurdular. Mekkî sûreler incelendiğinde bu tepkilerin yansımalarını görmek mümkündür. Kureyşliler’in Resûlullah’a karşı düşmanca faaliyetlerinde aktif bir şekilde yer alan ve putperestlerin fikir babalığını yapan Velîd b. Mugīre’ye dair 100 kadar âyet nâzil olmuştur (meselâ bk. el-Hicr 15/94-96; ez-Zuhruf 43/31-32; el-Kalem 68/10-16; el-Müddessir 74/11-26). Resûl-i Ekrem’in Kâbe’de namaz kılmasını ve Mekke’ye dışarıdan gelenlerle görüşmesini engelleyen, Yâsir ailesine yaptığı zulüm ve işkencelerle tarihe geçen Ebû Cehil hakkında da âyetler inmiştir (el-Alak 96/9-19; krş. Taberî, CâmiǾu’l-beyân, XXX, 163-166). Kur’an’ın etkileyiciliği karşısında Kureyşliler, Hz. Muhammed’in onu bir hıristiyandan öğrendiğini (en-Nahl 16/103; bk. İbn Hişâm, I, 393), kendisinin kâhin, mecnun (ed-Duhân 44/14; et-Tûr 52/29; el-Kalem 68/2) veya şair olduğunu (el-Enbiyâ 21/5), getirdiği Kur’an’ın bir büyü (el-En‘âm 6/7) veya eskilerin masalı (el-Furkān 25/5) sayıldığını ileri sürdüler. Fakat ilâhî beyanlar sürekli olarak bu iddiaları çürütmüştür.

Kureyşliler, Hz. Muhammed’in İslâm’a davet faaliyetlerine engel olması için amcası Ebû Tâlib ile üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Resûlullah’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber şöyle dedi: “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” (İbn Hişâm, I, 266). Bunun üzerine Ebû Tâlib de şunları söyledi: “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim”. Kureyşliler üçüncü defa gelince Ebû Tâlib’e şöyle bir teklifte bulundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugīre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim”. Ebû Tâlib bu teklifi de reddetti (a.g.e., I, 266-267; İbn Sa‘d, I, 202). Bu arada bazı Kureyşliler’in bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp onu davasından vazgeçirmeye çalıştıkları, kendisine para ve mevki teklifinde bulundukları da kaydedilmektedir (meselâ bk. İbn Hişâm, I, 293-294; Belâzürî, I, 151).

Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Nübüvvetin 6. yılında (616) Ebû Cehil ve adamlarının Resûlullah’a hakaret ettiğini gören bir câriye


durumu Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile Ebû Cehil’in başına vurdu, arkasından, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilân etti. O esnada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken büyük sıkıntılar çeken Resûl-i Ekrem, İslâm’ın zaferi için nüfuz sahibi bazı kimselere hidayet nasip etmesi için rabbine niyazda bulunmuştu. Bunlardan biri de Ömer’di. Ömer bir gün Hz. Muhammed’i öldürmek için harekete geçmiş, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın İslâmiyet’i benimsediğini öğrenince onun evine gitmiş, Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini okuyan eniştesini ve kız kardeşini dövmüştü. Ardından pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese sûrelerinin ilk âyetlerinin etkisinde kalarak Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkıp müslüman olmuştu (İbn İshak, s. 160-165; Kurtubî, XI, 110-111). Bunun üzerine Hz. Peygamber yanında bulunanlarla birlikte Kâbe’ye gitti. Bu arada Ebû Zer el-Gıfârî, Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Dımâd b. Sa‘lebe gibi kişiler de İslâm’ı kabul etti (İbn İshak, s. 122; İbn Hişâm, I, 382-383; İbn Sa‘d, IV, 241).

İslâmiyet Mekke’de yayıldıkça müşriklerin müslümanlara karşı tavrı da sertleşiyordu. Onların hakaretlerine fiilî müdahaleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen Resûlullah, bazı müslümanlara hıristiyan olan Necâşî Ashame’nin ülkesi Habeşistan’a hicret etmeye izin verdi. Aralarında Hz. Osman ve eşi Resûlullah’ın kızı Rukıyye’nin de bulunduğu on bir erkekle dört kadından oluşan kafile 615 yılında Habeşistan’a gitti. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Peygamber’in Afrika ile temasa geçmesini de sağlamıştı. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından müslümanların orada iyi karşılandığı sonucuna varılmış olmalıdır ki 108 kişiden oluşan ikinci bir kafile de Ca‘fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a göç etti (DİA, XIII, 361-365). Kureyşliler hicret edenlerin iadesi için Habeşistan’a bir heyet gönderdilerse de sonuç alamadılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi, Ebû Tâlib mahallesindeki (Şi‘bü Ebî Tâlib) boykotun sona ermesinin ardından Mekke’ye döndü (620). Ashame, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet yollayan Kureyşliler’in iade talebini de reddetti. Kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, diğerleri 7 (628) yılında Medine’ye döndü.

Kureyşliler, Hamza ile Ömer’in İslâmiyet’i benimsemesiyle güç kazanan Resûl-i Ekrem’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler; Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları bu iş gerçekleşinceye kadar mevcut akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân ettiler; kendileriyle konuşmamaya ve alışveriş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kâğıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bunun üzerine Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını kendi mahallesinde topladı. Müşriklerin safında yer alan Ebû Leheb ve oğulları hariç bütün Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları orada yaşamak zorunda kaldılar (616-619). Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in servetleri bu sıkıntılı günlerde tükendi. Ticarî faaliyette bulunmak ve hac mevsimi dışında alışveriş yapmak mümkün değildi. Nihayet aralarında Ebû Tâlib’in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr’ın da bulunduğu bazı kimseler Kureyş ileri gelenlerinden Mut‘im b. Adî ve Zem‘a b. Esved ile anlaşıp boykota son verdiler.

Nübüvvetin 10. yılında Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin üç gün arayla vefat etmesi (10 Ramazan / 19 Nisan 620) Resûl-i Ekrem’i çok üzmüş ve bu yıla “hüzün yılı” (senetü’l-hüzn, âmü’l-hüzn) denilmiştir. Ebû Tâlib’in ölümü üzerine Hâşimoğulları’nın reisi olan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarıyla Resûlullah’ın himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra Ukbe b. Ebû Muayt ve Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti.

Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e karşı tavırları giderek sertleşiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem davetine devam etmek için Mekke dışına yöneldi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakīf kabilesinin yaşadığı Tâif’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl’i, Mes‘ûd ve Habîb’i ve kabilenin


diğer bazı önemli kişilerini İslâm’a davet etti. Kureyşliler’le akrabalık ve ticaret bağları bulunan Sakīfliler’den hiçbiri onun çağrısını dinlemediği gibi kendisini ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Resûlullah’ı korumaya çalışırken Zeyd de başından yaralandı. Bu zor anlarında Resûl-i Ekrem’in rabbine sığınmasını, teslimiyetini ve rızâsını talep edişini dile getiren niyazı meşhurdur (İbn Hişâm, I, 420). Tâif’ten ayrılan Hz. Peygamber’in Mekke’ye girebilmesi için himayesine sığınacağı bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Ancak başvurduğu pek çok kimse talebini kabul etmedi. Nihayet Kureyş’in kollarından Nevfeloğulları’nın reisi Mut‘im b. Adî’nin himayesiyle Mekke’ye girebildi (İbn Sa‘d, I, 212). Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Resûlullah’a sorunca o şöyle demişti: “Tâif dönüşünde bir ara başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil istediğim takdirde Mekkeliler’i helâk edecek meleğin emrime verileceğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bunun üzerine ben hayır dedim. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız O’na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 7; Müslim, “Cihâd”, 111).

Öte yandan Cenâb-ı Hak son peygamberine, yakınlarının vefatı ve Tâifliler’in eziyetlerinin ardından mânevî âlemlere seyahat etme mazhariyetini lutfetmiş, böylece İslâm’ın on yıldan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara yayılacağının işareti verilmişti. Çünkü o bu mânevî yolculuğunda diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yapmıştı (bk. Mİ‘RAC).

Hz. Peygamber, hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Bunlar arasında en verimli olanı Yesrib halkıyla kurduğu temaslardı. Nübüvvetin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen Hazrec kabilesine mensup altı kişilik bir gruba İslâmiyet’i tebliğ etti, onlar da Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es‘ad b. Zürâre, Yesrib’e dönerek bu yeni dini anlatıp bir yıl sonra tekrar Akabe’de Resûl-i Ekrem’le buluşma sözü verdi. Ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı kişinin faaliyetleri neticesinde birçok Yesribli müslüman oldu. Ertesi yıl onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlullah’la gizlice Akabe’de buluştu. Birinci Akabe Biatı adıyla anılan buluşmada Yesribliler Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftirada bulunmayacaklarına, Resûlullah’ın emirlerine uyacaklarına dair söz verip kendisine biat ettiler. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi ve namaz kıldırması için Mus‘ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Mus‘ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını sağladı. Nübüvvetin 13. yılı (622) hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş Yesribli müslüman Mekke’ye geldi ve hacdan sonra yine Akabe’de Resûlullah’la gizlice buluştu. Yesribliler’in kendisini şehirlerine davet etmesi üzerine, Resûl-i Ekrem İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı. Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, her şartta kendisine itaat edeceklerine, malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalışacaklarına, kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz vermelerini istedi (İbn Sa‘d, I, 222). Yesribliler şartları kabul ettiler.

Resûlullah’ın İkinci Akabe Biatı’ndan sonra hicrete izin vermesi üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Ebû Hasme Yesrib’e göç etti, ardından diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladı. Kureyşli müşrikler hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslümanları hapsediyordu. Kısa bir süre içinde ashabın büyük kısmı Yesrib’e hicret etti; geride yalnız Hz. Peygamber ile Ebû Bekir ve ailesi, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenlerle gidişleri engellenmiş olanlar kaldı.

Müşrikler, müslümanların Yesrib’e göç etmesi üzerine Hz. Muhammed’in de oraya giderek kendilerine karşı tehlike oluşturacağından endişe duymaya başladılar ve Dârünnedve’de toplanıp Ebû Cehil’in teklifiyle Resûlullah’ı öldürmeye karar verdiler. Suikast niyetinden vahiy yoluyla haberdar olan Hz. Peygamber, Ebû Bekir’le birlikte hicret hazırlığına başladı. Bir gece Mekke’den ayrılıp Sevr dağındaki mağaraya saklandılar. Üç gün sonra kılavuzlarının getirdiği develere binerek Yesrib’e doğru yola çıktılar (1 Rebîülevvel / 13 Eylül 622). Kureyşliler, Hz. Muhammed’i yakalayana 100 deve ödül vaad ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Sürâka b. Mâlik gibi bazılarının teşebbüsü de neticesiz kaldı (İbn Hişâm, I, 489-490; İbnü’l-Esîr, II, 331-332). Hz. Peygamber’le Ebû Bekir, sekiz günlük bir yolculuktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesafedeki Kubâ’ya ulaştılar. Resûl-i Ekrem, Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer


muhacirleri beklemek üzere birkaç gün kaldığı kasabada bir mescid yaptırdı. 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Yesrib’e hareket ettiler. Hz. Peygamber, Rânûnâ vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazını kıldırdı. Yesrib’e ulaşınca şehir halkı kendisini büyük bir coşku ile karşıladı. Resûlullah, devesinin çöktüğü yerin en yakınında bulunan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine misafir oldu. Onun hicreti sebebiyle Yesrib şehri Medine (Medînetü’r-resûl) adını aldı.

Medine Dönemi. Hicret, Hz. Peygamber’in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet’in yayılmasını sağlayan çok önemli bir olaydır. Resûlullah’ın en büyük hedefi Kur’an âyetlerini tebliğ etmek, dini yaşayarak öğretmek, dinin gelecek nesillere değiştirilmeden intikalini sağlayacak müminlerin sayısını arttırmaktı. Resûlullah bu amaçla bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Mekke döneminde müslümanların bir araya gelip ibadet etme ve Resûlullah’ı dinleme imkânları çok kısıtlıydı. Medine’de özellikle Birinci Akabe Biatı’nın ardından müslümanların sayısı artınca Es‘ad b. Zürâre, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin inşa edileceği arazideki hurma kurutma yerinin etrafını çevirerek kıblesi Kudüs’e doğru olan bir mescid yaptırmıştı. O sıralarda Mekke’deki müslümanlar henüz cuma namazı kılamazken Medineliler burada cemaatle namaz kılıyordu (İbn Sa‘d, I, 239). Resûl-i Ekrem, Medine’ye ilk defa girerken devesinin çöktüğü yeri mescid yaptırmak üzere sahiplerinden satın aldı. Yedi ay kadar süren mescidin inşası esnasında Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kaldı ve burada Medineli müslüman erkeklerden, bir başka evde de kadınlardan biat aldı. Risâlet vazifesinin bütün gereklerini mescidle ona bitişik olan evinde yerine getiriyor ve yeni nâzil olan Kur’an âyetlerini burada tebliğ ediyordu. Kimsesiz müslümanlarla ilim tahsil etmek isteyen sahâbîlerin barınması için Mescid-i Nebevî’nin arka kısmında Suffe inşa edilmişti. Resûlullah, Medine dışına gönderilecek heyetleri oluştururken ehl-i Suffe’den faydalanıyordu.

Hz. Peygamber, hicretten hemen sonra muhacirlerin her birini Evs veya Hazrec kabilesinden bir müslümanla kardeş ilân etti. Böylece bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhacirlerin maddî ve mânevî ihtiyaçlarının karşılanması için büyük bir destek sağlanmış oldu. Medineli müslümanlar muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul edip ellerindeki imkânları onlarla paylaştılar (bk. MUÂHÂT). Resûl-i Ekrem, böyle bir kardeşlik bağı kurmak suretiyle yalnızca zor durumda olan muhacirlerin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, kabile esasına bağlı kardeşlik anlayışının yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini de sağlamıştır. Resûlullah, Medine döneminin ilk yıllarında gerek Mekke’den gerek Medine çevresinden biat etmek üzere huzuruna gelen herkesin Medine’ye hicret etmesini biat şartı olarak ileri sürüyordu (Buhârî, “Meġāzî”, 53; Müslim, “Birr”, 6). Ayrıca Medine’ye hicret edenlerin daha sonra oradan ayrılmasını da hoş karşılamıyor, hicretin kararlı ve semereli olması için Allah’a dua ediyordu (Müslim, “Veśâyâ”, 5; ayrıca bk. HİCRET).

Resûl-i Ekrem’in Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Medine’de Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Benî Kaynukā‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç yahudi kabilesi bulunuyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinin sürekli bir çatışma içinde olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber, muâhât ile müslümanlar arasında birlik sağladıktan sonra yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Araplar’ın ve müslümanların barış ve güven içinde yaşaması için bir şehir devleti halinde teşkilâtlanmanın şartlarını bir metinle belirledi. Kaynaklarda “kitab” ve “sahîfe” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim adamlarınca yazılı ilk anayasa diye nitelendirilen bu antlaşmada şehrin iç huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların çözülmesi ve bazı ekonomik yükümlülüklerin tesbiti gibi hususlar yer alıyordu. Özellikle Medine’ye yönelik dış tehlikeler karşısında yahudilerden müslümanlarla iş birliği içinde olmaları ve Kureyşliler’le ittifak kurmamaları istenmiştir. Savaş masrafları, fidye ve diyet gibi malî hususların her grubun kendi imkânlarıyla karşılanması, yargı görevini kendi içinde bağımsız olarak yürütmesi, farklı gruplara mensup kişilerin anlaşmazlıklarında ise son yargı merciinin Hz. Peygamber olması karar altına alınmıştır. Yahudilerle müslümanların din ve vicdan hürriyetine sahip bulundukları da açıkça belirtilmiştir (İbn Hişâm, I, 501-504; bk. ANAYASA [İslâm Tarihinde Anayasa]). Bu arada Resûl-i Ekrem Medine’nin sınırlarını tesbit ettirmiş ve bundan sonraki siyasî ve askerî faaliyetler bu sınırlara göre yürütülmüştür. Ayrıca Medine’de müslümanlar için bir pazar yeri yaptırmış (İbn Şebbe, I, 305-306; Küçükaşcı, s. 236, 239), Bakī‘ mevkiini de mezarlık olarak kararlaştırmıştır.

Mekke döneminde Resûlullah kendisine ve müslümanlara karşı düşmanlık yapan Kureyşliler’e mukabelede bulunmamış, bu dönemde nâzil olan âyetlerde de sabır tavsiye edilmiştir. Medine’de başlayan yeni dönemin ilk yıllarında bazı sıkıntılar mevcuttu. Şehirdeki yerli halkın çoğunluğu müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehrin etrafında yaşayan yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlarda bulunuyorlardı.

Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef, Medineliler’e gönderdikleri mektupta Hz. Muhammed’e yardım etmenin utanılacak bir şey olduğunu, bundan vazgeçmedikleri takdirde aralarında savaş çıkabileceğini bildirdi (İbn Habîb, s. 271-274).


Bu arada Medine’ye karşı bazı iktisadî tedbirler almaya başladılar. Diğer taraftan hicret haberi Arap yarımadasının hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberi takip ediyor, hicret etme imkânı bulamayanlar da gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme mâruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmasına izin veren âyet nâzil olmuştu (el-Hac 22/39-40). Resûl-i Ekrem hicretten yedi ay sonra başlamak üzere bir yıla yaklaşan süre içinde müslümanların da bir güç olduğunu göstermek amacıyla sekiz kadar askerî harekât gerçekleştirdi. Çoğuna kendisinin kumanda ettiği bu müfrezeler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaştıysa da herhangi bir baskın düzenlenmedi. Bu harekâtlarla birlikte Medine ile Mekke arasında savaş hükümlerinin yürürlükte olduğu bir dönem başladı ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar devam etti. Hicretten on yedi ay sonra Batn-ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına baskın yaptı. Bazı rivayetlere göre asıl hedefi istihbarat olan bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermek istiyordu.

Kureyşliler, mallarının büyük bir kısmını bırakıp hicret eden müslümanların Mekke’de kalan mallarını da servetlerine katarak Arap yarımadasının güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyân’ın idaresinde bir ticaret kervanına Suriye’den dönerken Bedir’de baskın düzenlemek için harekete geçti. Ancak Ebû Süfyân baskın teşebbüsünü öğrenince yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de Bedir’den uzak kalıp sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e yürüdüler. Kur’ân-ı Kerîm’de Bedir karşılaşmasının iki tarafın planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanının ikisinden de uzak bir yerde bulunduğu haber verilir (el-Enfâl 8/7, 42). 2. yılın 17 Ramazanında (13 Mart 624) Cuma sabahı 305 kişilik müslüman kuvvetiyle müşrik ordusu arasında cereyan eden savaşta Ebû Cehil dahil yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı, müslümanlar da on dört şehid verdi. Kur’an’da elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir (el-Enfâl 8/8-12; krş. Âl-i İmrân 3/123-127). Bedir Gazvesi, İslâm cemaatine Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmış ve Resûlullah’a İslâmiyet’i tebliğ için geniş alanlar açmıştır.

Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiği sırada şehir halkının yarıya yakın nüfusunu yahudiler teşkil ediyordu. Resûlullah yahudilere karşı hoşgörülü davrandı, Medine sakinleriyle yaptığı antlaşmaya onları da dahil etti. Onun bu davranışı bazı yahudiler üzerinde olumlu etki yaptı ve Benî Kaynukā‘ kabilesinden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte müslüman oldu. Ancak yahudiler, yakın zamanda gelecek bir peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ediyordu. Bekledikleri peygamber yahudilerden gelmediği için Resûl-i Ekrem’in risâletini benimsemediler. Ayrıca müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere girişiyor, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’le alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasına çeşitli fitneler sokuyor ve münafıklara cesaret veriyorlardı. Benî Kaynukā‘ kabilesinin ileri gelenlerinden bazıları İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip münafıklar arasına katıldılar (İbn Hişâm, I, 519-572). Müslümanların Bedir Gazvesi’nden zaferle çıkması bir gerginliğin meydana gelmesine yol açtı. Benî Kaynukā‘ çarşısına giden müslüman bir kadının tâcize uğraması ve yardım için gelen sahâbînin tâcizi yapan yahudiyi öldürmesi, kendisinin de şehid edilmesi üzerine antlaşma bozuldu. Resûl-i Ekrem Şevval 2 (Nisan 624) tarihinde Benî Kaynukā‘ın üzerine yürüdü ve onları İslâm’a davet etti. Yahudiler bunu reddedip kalelerine çekilince kaleyi kuşatma altına aldı; sonunda yahudiler teslim oldu. Hz. Peygamber kabile mensuplarının üç


gün içinde Medine’yi terketmelerini istedi.

Resûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. Münafıkların başını çeken Abdullah b. Übey b. Selûl, Hazrecliler’in reisi olup Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle reisliği gerçekleşmemiş ve hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir.

Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması için baskı yapıyordu. İntikam hislerinin yanı sıra müslümanların Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskın düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler topladıkları 3000 kişilik bir ordu ile Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Resûl-i Ekrem onlarla Medine dışında savaşmak istemiyordu. Fakat ashaptan bazılarının ısrarı üzerine Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda Abdullah b. Übey 300 kadar adamıyla geri dönünce 700 sahâbî ile Uhud dağının eteklerine geldiler ve 7 Şevval 3 (23 Mart 625) tarihinde düşmanla karşılaştılar. Müslümanlar başlangıçta Kureyşliler’i çekilmeye mecbur ettiyse de Resûlullah’ın stratejik önem taşıyan bir tepeye yerleştirdiği okçuların tâlimata uymayarak burayı terketmeleri üzerine müşrikler arkadan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler. Başta Hz. Peygamber’in amcası Hamza olmak üzere yetmiş müslüman şehid oldu, Resûlullah’ın kendisi de yaralandı. Resûl-i Ekrem’in öldürüldüğüne dair bir haberin yayılması üzerine çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilirken müşrikler Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar, böylece iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi. Ardından Medine’ye dönen Hz. Peygamber, Kureyşliler’in Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Kureyş ordusunu takip etmek için Uhud’a katılanlardan 500 kişilik bir kuvvetle Medine’ye 8 mil mesafedeki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler Mekke’ye gittiler. Resûl-i Ekrem burada beş gün kalıp Medine’ye döndü.

Birkaç ay sonra Adal ve Kāre kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelerek Resûlullah’tan kendilerine İslâmiyet’i öğretecek sahâbîler göndermesini istedi. Hz. Peygamber’in yolladığı on kişilik heyet yolda Recî‘ suyu yanında konakladı. Bu sırada Lihyânoğulları’ndan 100 kişilik bir grup müslümanlara baskın düzenledi (Safer 4 / Temmuz 625); yedi sahâbî şehid edildi, kalan üç kişiden biri yolda öldürüldü, ikisi de köle olarak Kureyş’e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahâbîyi de şehid ettiler.

Safer 4 (Temmuz 625) tarihinde Âmir b. Sa‘saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Medine’de Hz. Peygamber’den İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve kendisi müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslâm’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Resûlullah, gönderilecek kimselerin can güvenliği konusunda ondan kesin söz aldıktan sonra Kur’an’ı iyi bilen, çoğu ensardan ve ehl-i Suffe’den bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında yolladı (Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadise göre ise bu heyet başka bir amaçla gönderilmişti, Buhârî, “Meġāzî”, 28). Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince Âmir b. Mâlik’in öldüğünü haber aldı ve orada bir süre bekledi. Fakat civardaki kabilelerden oluşan bir grup üç kişi hariç bütün heyet mensuplarını öldürdü. Bu hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen Resûlullah, hiçbir felâket karşısında duymadığı derecede elem duymuş ve bir süre sabah namazında faciaya yol açanlara beddua etmiştir (Taberî, CâmiǾu’l-beyân, IV, 118). Hz. Peygamber, Benî Âmir’in cezalandırılması için Şücâ‘ b. Vehb kumandasında yirmi dört kişilik bir kuvveti Rebîülevvel 8’de (Temmuz 629) onların üzerine gönderdi. Âni bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber kabilenin hayvanları da ele geçirildi. Ancak kadınlar ve onları istemeye gelen kabile mensupları İslâmiyet’i kabul ettikleri için serbest bırakıldı.

Nadîroğulları, Uhud Gazvesi esnasında müşriklerin karargâhına gidip onları müslümanlara karşı tahrik etmişti. Ayrıca zaman zaman müslümanlarla çatışmak istemiş ve bazı suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber antlaşmaya riayet etmelerini istediyse de olumlu bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile beraber onların yerleşim merkezine gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin üstünden taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu farkeden Hz. Peygamber şehre döndü ve onlardan on gün içinde şehri terketmelerini istedi. Nadîroğulları göç hazırlıklarına başlamışken Abdullah b. Übey yardımcı olacağını söyleyerek gitmelerini önledi. Resûlullah da onları muhasara edip antlaşmaya davet etti (18 Rebîülevvel 4 / 28 Ağustos 625). Bir süre direnen yahudiler on beş gün devam eden muhasaranın ardından Medine’den ayrıldılar.

Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan ve Kureyş’in yanında yer alan Mustaliķoğulları reisi Hâris b. Ebû Dırâr, Medine’ye saldırmak amacıyla asker toplamaya başlamıştı. Bunu öğrenen Resûl-i Ekrem, Şâban-Ramazan 5 (Ocak-Şubat 627) tarihinde Benî Mustaliķ (Müreysî‘) Gazvesi’ne karar verdi ve 700 kişiden oluşan bir kuvvetle sefere çıktı. Bunun üzerine Mustaliķoğulları’nın yanında toplanan kabileler dağılmaya başladı. Müreysî‘ suyunun yanına geldiklerinde kabile mensuplarını müslüman olmaya davet ettiler. Onların ok atmaya başlaması yüzünden çatışma çıktı ve müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Birçok esirle birlikte ganimetler ele geçti. Hz. Peygamber esir ve ganimetleri paylaştırdı. Bu esnada kabile reisinin kızı Cüveyriye müslüman oldu, Resûlullah da kendisini âzat edip onunla evlendi. Bunu gören müslümanlar ellerindeki esirleri serbest bırakınca Mustaliķoğulları İslâmiyet’i benimsedi.

Hz. Peygamber bu sefer için Medine’den ayrılırken Âişe’yi de yanına almıştı. Sefer dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket emri verildiğinde Âişe ihtiyaç için ordugâhtan uzaklaştı, dönüşte gerdanlığını düşürdüğünü farkederek aramaya koyuldu ve konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini görüp beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal Âişe’yi devesine bindirip kafileye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu olay, Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden önemli bir mesele halini aldı. Aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenen Âişe ile birlikte ailesi ve Resûl-i Ekrem çok sıkıntılı günler geçirdikten sonra nâzil olan âyetler dedikoduların çirkin bir iftiradan ibaret olduğunu haber verdi (bk. İFK HADİSESİ).

Kureyşliler’in Medine’ye karşı son saldırısı Hendek (Ahzâb) Gazvesi diye anılmıştır. Bu sefere, Kureyş’ten başka çeşitli Arap kabileleriyle Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza yahudilerinden oluşan kalabalık bir grup (ahzâb) katıldı. Hayber’e yerleşen Benî Nadîr yahudilerinin tahrikiyle meydana gelen müttefik güçlerin sayısı 10-12.000 civarındaydı ve kumandanları da Ebû Süfyân’dı. Resûlullah, Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin kuzey kısmında hendeklerin kazılmasına karar verdi, bu iş 3000 kişilik İslâm ordusu tarafından kısa süre içinde


tamamlandı. Yirmi gün kadar devam eden muhasara esnasında bazı çatışmalar olmuşsa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Şiddetli bir fırtınanın ardından kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye döndüler (Zilkade 5 / Nisan 627).

Medine’de kalan son yahudi kabilesi Benî Kurayza, antlaşmaya göre şehrin savunmasına katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi sırasında bu şartı ihlâl etti. Hendek Gazvesi’nin arkasından Benî Kurayza kendi topraklarına gitti. Resûlullah onları önce Müslümanlığa çağırdı, reddetmeleri üzerine teslim olmalarını istedi. Bu teklif de kabul edilmeyince kuşatma başlatıldı. On beş veya yirmi beş gün devam eden kuşatmadan sonra eski müttefikleri Evs kabilesinden Sa‘d b. Muâz’ın vereceği hükme razı oldular. Sa‘d savaşacak gücü bulunanların öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilmesine ve mallarının ganimet olarak alınmasına karar verdi. Resûl-i Ekrem, ihanetin cezasının ölüm olduğunu bildiren yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a uygun düşen (Tesniye, XX/10-15) bu kararı uyguladı.

Hz. Peygamber ve Mekkeli müslümanlar eski vatanlarını özlüyor ve Kâbe’yi ziyaret etmeyi arzu ediyordu. Resûl-i Ekrem rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke’ye gidip umre yapmaya karar verdi, ashabına da hazırlanmalarını söyledi. 1400-1500 kişiyle birlikte Zilkade 6 (Mart 628) tarihinde Medine’den hareket etti ve Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Kureyşliler, kendilerine engel olmak için Hâlid b. Velîd kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de amaçlarını anlatmak üzere Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyşliler müslümanların Mekke’ye girmesine izin vermeyeceklerini, ancak Osman’ın Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hz. Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler. Bu gelişme müslümanlara Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştığından Resûl-i Ekrem, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashabından biat aldı (Bey‘atürrıdvân). Bunu öğrenen Kureyşliler telâşa kapıldılar ve Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Ardından Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet yolladılar. Yapılan müzakerelerden sonra bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi. Bir Mekkeli Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den biri Mekke’ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan bir kabile ile savaşa girerse diğeri karışmayacaktı. Diğer Arap kabileleri istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı (İbn Hişâm, II, 317-318; İbn Sa‘d, II, 101-102). Antlaşma ilk bakışta müslümanların aleyhine gibi görünse de o güne kadar müslümanları muhatap saymayan Kureyşliler bununla müslümanları kendileriyle denk kabul etmiş oldular. Ardından İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya devam etti; Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki müslümanların sayısını aştı. Bu münasebetle nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’in 48. sûresi Feth adını almış ve antlaşma “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” (el-Feth 48/1, 3) olarak nitelendirilmiştir. Resûl-i Ekrem bir yıl sonra Mekke’ye gidip ashabıyla birlikte umresini kazâ etti (umretü’l-kazâ).

Resûl-i Ekrem, Hudeybiye’den döndükten sonra bazı devlet başkanlarına davet mektupları gönderdi (Muharrem 7 / Mayıs 628). “Muhammed Resûlullah” mührünü taşıyan mektuplardan biri Abdullah b. Huzâfe tarafından Sâsânî Hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e götürüldü. Kendi adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına öfkelenen Kisrâ mektubu yırttı ve San‘a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed hakkında kendisine bilgi vermesini istedi. Mektubunun yırtıldığını haber alan Resûlullah bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir (İbn Sa‘d, I, 260). Kısa bir süre sonra Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye yolladı. Hz. Peygamber, Hüsrev Pervîz’in kendi oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere söyledi ve Bâzân’a müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını bildirdi. Ardından Bâzân ile birlikte Yemen halkı da İslâmiyet’i kabul etti. Böylece Yemen’in ilk müslüman valisi Bâzân ile İslâmiyet bölgede yayılmaya başladı (Fayda, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, s. 66-76). İkinci mektup Amr b. Ümeyye ile Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Ashame, İslâmiyet’i benimsedikten başka Habeşistan’da kalmış olan son muhacirleri gelen elçiyle beraber Medine’ye yolladı. Üçüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Mısır Meliki Mukavkıs’a götürüldü. Mukavkıs müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’e bazı hediyeler yolladı. Dördüncü mektup Şücâ‘ b. Vehb ile Gassânî Kralı Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris, kendisine böyle bir mektubun yollanmasına sinirlenip onu yere attı ve Medine’ye hücum tehdidinde bulundu. Beşinci mektup Selît b. Amr tarafından Benî Hanîfe kabilesinin reisi Hevze b. Ali’ye götürüldü, hıristiyan olan Hevze müslüman olmayı kabul etmedi. Altıncı mektup Dihye b. Halîfe ile Bizans İmparatoru Herakleios’a gönderildi. İmparator Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye’ye iyi davranmakla yetindi (davet mektupları için bk. İbn Sa‘d, I, 258-291; Hamîdullah, Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, İndeks; DİA, XI, 3-4).

Hz. Peygamber’in davet mektupları Arap yarımadasında yaşayan birçok kabile reisine ve bazı şahıslara da gönderilmiştir. Mektuplarda kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, tehditkâr ifadelere yer verilmemiş, bir olan Allah’a ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanılması istenmiştir. Özellikle kabile reislerine götürülen mektuplarda müslüman olmaları halinde mal ve can güvenliklerinin sağlanacağı, bazı kabilelere toprak ve maden yerlerinin verileceği belirtilmiştir. İslâm’ı kabul edenlerin Allah’a ve resulüne boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği zikredilmiştir. Hicretin 9 (630) yılında nâzil olan cizye âyetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise müslüman olmayı kabul etmeyen yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’den cizye alınacağı bildirilmiştir.

Hayber’e yerleşen Nadîroğulları Hayber’deki yahudilerle birlikte Medine’ye karşı düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşmışlardı. Nihayet Resûlullah 1500 kişilik bir kuvvetle Hayber üzerine yürümek için Medine’den ayrıldı (Muharrem sonu 7 / Haziran 628). Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü


savaşla, üçü barış yoluyla ele geçirildi. Resûl-i Ekrem yahudileri Hayber’den çıkarmayı düşünüyordu. Ancak onların kendi yerlerinde yarıcı olarak kalmaları yolundaki tekliflerini kabul etti. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı.

Hz. Peygamber, 8. yılın başında (629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Medine’ye hicretinden itibaren Resûlullah’a düşmanlık gösteren Ebû Âmir er-Râhib’in telkinleri altında bulunan hıristiyan Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr kendi topraklarından geçen elçiyi öldürttü. Hâris b. Umeyr, Resûl-i Ekrem’in öldürülen tek elçisidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber, aynı yıl içinde on beş kişilik bir heyeti İslâm’a davet amacıyla Zâtülatlah’a yolladı. Ancak heyet üyeleri şehid edildi, içlerinden yalnız Kâ‘b b. Umeyr el-Gıfârî yaralı olarak Medine’ye dönebildi. Resûlullah, mukabelede bulunmak üzere Zeyd b. Hârise kumandasında 3000 kişilik bir orduyu bölgeye sevketti. İslâm ordusu Belkā’nın köylerinden olan Mûte’de, o sırada bölgede bulunan Bizans ordusu ile hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı Şürahbîl b. Amr kumandasındaki büyük bir orduyla (100.000 veya 200.000 kişi) karşılaştı (Cemâziyelevvel 8 / Eylül 629). Yapılan savaşta Zeyd b. Hârise ile ardından Hz. Peygamber’in tayin ettiği iki kumandan Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha şehid oldu. Bunun üzerine Hâlid b. Velîd kumandanlığa getirildi ve onun taktikleriyle müslümanlar en az zayiatla geri çekilerek Medine’ye döndü. Medine’de Resûlullah kumandanlarının arka arkaya şehid düştüğünü ağlayarak ashabına anlatmış, ardından sancağı Hâlid’in aldığını ve kendisine fethin müyesser olduğunu söylemiştir (Buhârî, “Cihâd”, 7, 183; Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid Bin Velid, s. 142-168).

Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir ile Huzâalılar arasında Câhiliye döneminden beri devam eden kan davası Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşliler’den destek alarak Huzâalılar’a bir gece baskın düzenlemiş ve kabile reisiyle bazı mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar, Medine’ye bir heyet gönderip yardım isteyince Resûl-i Ekrem, Kureyşliler’e bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlâl edilmesi sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler bu isteği reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ebû Süfyân Medine’deki teşebbüslerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.

Resûlullah sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkāt yeri Zülhuleyfe’de ihrama girerek yola çıktı ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. 10.000 kişilik İslâm ordusunun Mekke’ye yaklaştığını öğrenen Kureyşliler, Ebû Süfyân başkanlığındaki bir heyeti Hz. Peygamber’e gönderdiler; ancak heyet mensupları İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Ebû Süfyân, Kureyşliler’e kendisinin müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyledi. Öte yandan Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralıları ve esirleri öldürmemelerini bildirdikten sonra hareket emri verdi. Merkezî birliğin başında bulunan Resûlullah, Mekke’nin yukarı kısmından Mescid-i Harâm’a girdi, Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630). Hz. Peygamber, toplanan Mekkeliler’e Kâbe kapısının önünde yaptığı konuşmada umumi af ilân etti. Askerî harekâtın sonunda sadece direniş gösteren yirmi civarında müşrik öldürülmüş, iki veya üç müslüman şehid olmuştu. Kâbe’nin içi ve civarı putlardan temizlendikten sonra Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek müslüman oldular ve kendisine biat ettiler. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.

Hz. Peygamber, Mekke çevresindeki kabilelere ait bazı putların ortadan kaldırılmasını sağladı. Ardından şehre yakın kabileleri İslâmiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 (Şubat 630) tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik birlikle Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onların silâhlarını bırakıp müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silâhlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinimizi değiştirdik” (sabe’nâ) dediler. Ancak Hâlid, bu sözleriyle açık bir tavır ortaya koymadıklarını düşünerek kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Sonuçta otuz kadar esir öldürüldü. Resûlullah durumdan haberdar olunca çok üzüldü. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddî zararı tazmin ettirdi.

Resûl-i Ekrem, Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlâl eden Hevâzin kabilesinin çeşitli kolları üzerine 6 (627-28), 7 (628-29) ve 8 (629) yıllarında seriyyeler gönderdi (İbn Sa‘d, II, 89-90, 117, 127). Hevâzin kabilesiyle Kureyş arasında Câhiliye döneminden beri süregelen düşmanlık Resûlullah’a ve İslâmiyet’e de yönelmişti. Hevâzinliler, Hz. Peygamber’in büyük bir orduyla yola çıktığını öğrenince bu hareketin kendilerine karşı olabileceğini düşünerek savaş hazırlıklarına başladılar. Resûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinliler’in topyekün bir savaşa girişmek üzere olduklarını öğrendi. Diğer taraftan kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakīfliler de Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinliler’e katıldılar. Hz. Peygamber, 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde 12.000 kişilik bir orduyla yola çıktı. 11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe günü Evtâs’a yönelen müslümanların Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğini Huneyn vadisinde pusu kuran Hevâzinliler’in oka tutmasıyla savaş başladı. Düşmanın yerini tesbit etmenin imkânsızlığının yanı sıra ürken hayvanların yol açtığı karışıklık ve panik öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Resûl-i Ekrem’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi, müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam gerçekleşmemesine bağlanmış, fakat acı tecrübeden sonra Allah’ın mânevî desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu Resûlullah’ın uyarısı ile kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaşın ardından müslümanlar galip geldi.

Huneyn Gazvesi’nden sonra kaçanlar İslâm karşıtı kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike oluşturmuştu. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı, nübüvvetin 10. yılından itibaren İslâm’a karşı olan tavrını ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve müslümanları hicveden şairler, İslâm aleyhine tertip kurmaya çalışanlar Tâif’e kaçıp sığınıyordu. Resûlullah, Huneyn Gazvesi’nin ardından Tâif üzerine


yürümeye karar verdi. Bu arada kaçan düşman kuvvetlerinin takibi için Evtâs’a gönderilen birlik Hevâzinliler’le yaptığı savaşı kazandı, burada ele geçirilen ganimetler ve esirler Ci‘râne’ye götürüldü. Resûl-i Ekrem, Tâif kalelerine sığınan Sakīfliler’i ve Hevâzinliler’i bir ay kadar muhasara etti. Haram ayların yaklaşmasıyla muhasarayı kaldırarak Ci‘râne’ye döndü ve ganimetleri paylaştırdı. Bu sırada Hevâzinliler’den gelen bir heyet müslüman olduklarını söyleyip esirlerin ve mallarının iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını söyleyince esirlerini geri aldılar. Resûlullah Ci‘râne’de ihrama girip Mekke’ye gitti ve umreden sonra Medine’ye döndü.

Hicretin 9. yılı Receb ayında (Ekim 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un müslümanlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler gelince Hz. Peygamber 30.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Medine’ye 700 km. uzaklıktaki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu. On beşyirmi gün kalındığı halde Bizans ordusuna rastlanmadı. Bu sırada Resûl-i Ekrem İslâmiyet’e davet amacıyla Cerbâ, Eyle Limanı, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâmiyet’i kabul etmeyeceklerini, ancak cizye ödeyeceklerini bildirdiler ve İslâm devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Bu arada Hâlid b. Velîd kumandasındaki askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesini sağladı.

Hicretin 9. (630-31) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) diye meşhur olmuştur. Mekke’nin fethedilmesi, ardından Hevâzinliler’in İslâmiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra Sakīfliler’in Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyetinin altına girmesi üzerine Arap kabileleri Medine’ye heyetler yollayıp müslüman olduklarını bildiriyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Heyetler arasında Sakīf ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi kabul edilmeyecek şartlar ileri sürenler de bulunuyordu. Bu arada Necranlı bazı kabilelerle Tağlib’e bağlı hıristiyanlarda görüldüğü gibi cizye vermek suretiyle İslâm hâkimiyeti altına girenler de vardı. Resûlullah heyet üyelerine iyi davranıyor, kendilerine Kur’an öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken onlara hediyeler ve dikkat etmeleri gereken hususlara dair bilgiler veriliyordu. Elçiheyetlerin gelişi, Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin müslüman olduğunu ve Medine’nin yarımadanın başşehri haline geldiğini göstermektedir. İbn Sa‘d, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’dan gelen yetmiş bir heyeti zikretmiş, bunlar hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir (eŧ-Ŧabaķāt, I, 291-359; ayrıca bk. İbn Hişâm, II, 559-600; Necran, Yemen, Hadramut ve Uman gibi bölgelerden gelen heyetler için bk. Fayda, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, tür.yer.).

Çok sayıda Arap kabilesinin müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ile Hanîfe ve Esed olmak üzere bazı bedevî kabileleri arasında İslâmiyet’in yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e ve müslümanlara düşman olan bedevîler eleştirilmiş, onların takındığı olumsuz tavırlara daha çok “a‘râb” kelimesi etrafında temas edilmiştir (et-Tevbe 9/90, 93-99, 101-102, 107-110, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11-17; el-Hucurât 49/14-18). Bedevîler Hendek Gazvesi’nden itibaren İslâmiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Resûlullah umreye giderken Medine çevresindeki bedevîlere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş, fakat onlar iştirak etmemekle birlikte umreden sonra özür dilemişlerdi (el-Feth 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da olmuştur (et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120).

Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi’nden sonra müslümanların güç kaybettiğini düşünerek Medine’ye âni bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. Kabile mensupları 9 (630) yılında Medine’ye gelerek müslüman görünmek zorunda kaldılar ve malî yardım talebinde bulundular. Onların bu görüşmeler sırasında ortaya koydukları kaba tutum ve davranışları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Resûl-i Ekrem’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât sûresindeki âyetler nâzil oldu (49/14-18).

Mekke fethedildikten sonra şehrin ve Kâbe’nin idaresi müslümanların eline geçmekle birlikte putperest inançlarını devam ettirenler vardı. Bunların bir kısmı müslümanların müttefikiydi. Resûlullah hicretin 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarda kimseye dokunulmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşrikler yaşadığından bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeyip Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahâbî ile Mekke’ye gönderdi. Ardından müşriklerin konumu ve onlarla yapılan antlaşmalar hakkında Tevbe sûresinin ilk yirmi sekiz âyeti nâzil oldu. Resûl-i Ekrem bu âyetlerin hükümlerini tebliğ için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz. Ali, bayramın birinci günü Mina’da toplanan insanlara Tevbe sûresinin ilk âyetlerini okudu, ardından şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir. Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır”. Bu tebligat etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından hemen hepsi müslüman olmuştur. Aynı sûrenin 29. âyetiyle başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvenliği sağlanmıştır.

Resûl-i Ekrem’in ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nâzil olan âyetleri okuduğu bilinmektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil’in kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilâvet ettirdiği ve Resûlullah’ın bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 5; “Menâķıb”, 25). Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kalmıştır (İbn Sa‘d, II, 194-196).

Bu yıl içinde Resûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkade 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma olduğu halde müslümanlarla beraber Medine’den hareket etti, Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Mekke’ye ulaştı, umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce günü Mekke’den ayrılıp Mina’ya gitti. Ertesi gün güneş doğduktan sonra Müzdelife yoluyla Arafat’a yöneldi. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Vedâ hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.


Hz. Peygamber, aynı anne ve babadan türeyen bütün insanların eşit olduğunu söyleyerek başladığı hutbesinde genellikle insan hakları üzerinde durdu. Vedâ hutbesinin ardından dinin kemale erip tamamlandığını ve Hakk’ın rızâsına uygun düşen dinin İslâm olduğunu bildiren âyet nâzil oldu (el-Mâide 5/3). Resûlullah haccını tamamlayıp Medine’ye döndü (bk. VEDÂ HACCI).

Vedâ haccından sonra Resûl-i Ekrem’in sağlığı bozuldu. Aynı günlerde Yemen’de Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk müslüman valisinin oğlu Şehr b. Bâzân’ı öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber, bölgenin valileriyle ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11 / 3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet yollayan Müseylimetülkezzâb heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulundu. Resûlullah bir mektupla onu yeniden İslâm’a davet ettiyse de Müseylime kendisine ortaklık teklif etti. Resûl-i Ekrem tarafından verilen cevapta yeryüzünün Allah’a ait olduğu ve kullarından dilediğini ona vâris kılacağı bildirildi. Gelişmeler bu safhada iken Hz. Peygamber’in vefatıyla Müseylime Hz. Ebû Bekir döneminde ortadan kaldırıldı.

Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Bizans’a karşı Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Resûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Resûl-i Ekrem hastalığı sırasında Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını emretti ve son günlerini Âişe’nin yanında geçirdi. Kendisini iyi hissettiği bir gün mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı


kendisine bırakmak istediyse de devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaz kıldı. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine döndü. Ancak Hz. Peygamber’in hastalığı ağırlaştı. Kaynakların belirttiğine göre Resûl-i Ekrem’in son nefeslerinde vurguladığı bazı hususlar şöyledir: “Peygamberlerinin kabirlerini secde yeri edinen kişileri Allah kahretsin!” (Buhârî, “Cenâǿiz”, 62; İbn Sa‘d, II, 254); “Allah hakkında hüsnüzan sahibi olun, hiçbiriniz Cenâb-ı Hakk’a hüsnüzan beslemeden ölmemelidir” (İbn Sa’d, II, 255). Resûlullah vefat etmeden önce, “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve Hz. Âişe’nin kolları arasında “maa’r-refîkı’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11 / 8 Haziran 632 Pazartesi).

Hz. Peygamber’in vefatı bütün müslümanları derinden üzdü; hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Ebû Bekir evinden gelip cenazenin yanına girdi, ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür, Allah’a tapanlar ise O’nun ölümsüz olduğunu unutmasınlar. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144; bk. İbn Hişâm, II, 655-656). Resûlullah’ın cenazesi Abbas’ın oğulları Fazl ile Kusem ve Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar gruplar halinde içeri girip münferiden cenaze namazını kıldılar. Naaşı, Ebû Bekir’in Resûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi. Son peygamberin nesli kızı Fâtıma ile damadı Ali’den olan torunları Hasan ve Hüseyin’le devam etmiştir.

Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddî imkânları Allah yolunda harcayan Resûl-i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi, “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız; bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” (Buhârî, “Ħumus”, 1, “Nafaķāt”, 3; Müslim, “Cihâd”, 49, 56; İbn Sa‘d, II, 314) demiştir. Vefatında mülkiyetinde sadece beyaz bir katır, silâhları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7 dirhemin, bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırhı da borcu karşılığında bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu (İbn Sa‘d, II, 316-317; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1100-1101).

Hz. Peygamber’in mânevî mirası gerek ümmeti gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerliydi. O, Vedâ hutbesinde de belirttiği gibi Kur’an ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “Ǿarb” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “sry”, “ġzv” md.leri; VIII, 243-246; Müsned, I, 176, 190, 262, 263, 276, 304; III, 169, 181, 223, 425; IV, 127-128, 138, 395; V, 85; VI, 409; a.e. (Arnaût), III, 193-194; XXVIII, 379-382, 395-396; Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 3, 5, 6, “Cihâd”, 7, 9, 19, 33-34, 93, 101, 102, 110, 183, “Tefsîr”, 96/1, “Meġāzî”, 2-17, 26, 28, 29, 34, 53, 70, 71, 83, “Veśâyâ”, 1, “Ħumus”, 1, “Nafaķāt”, 3, “Menâķıb”, 25, “Menâķıbü’l-enśâr”, 1, 27, “İcâre”, 2, “BüyûǾ”, 53, “Şehâdât”, 15, “Aĥkâm”, 15, 43, 44, 46, 49, “Bedǿü’l-ħalķ”, 7, “Cenâǿiz”, 62; Müslim, “Îmân”, 160, 252, 302, “Birr”, 6, “Ĥac”, 85, “Cihâd”, 49, 56, 111, 125-130, “Feżâǿil”, 126, 161, “Tevbe”, 56-58, “Veśâyâ”, 5, “İmâre”, 44, 46, 58, 61; Tirmizî, “Siyer”, 33, 34, 36, “DaǾavât”, 118, “Menâķıb”, 18; İbn İshak, es-Sîre, tür.yer.; Vâkıdî, el-Meġāzî, I-III, tür.yer.; İbn Hişâm, es-Sîre, I-II, tür.yer.; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I-II, tür.yer.; IV, 241; İbn Habîb, el-Muĥabber, s. 271-274; İbn Şebbe, Târîħu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 305-306; Belâzürî, Ensâb, I, tür.yer.; Taberî,


Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, 239-657; III, 9-218; a.mlf., CâmiǾu’l-beyân (Bulak), IV, 118; V, 147-151; IX, 114-163; X, 3-41; XXI, 11-16; XXVI, 59-61; XXX, 163-166, 432-433; Mâtürîdî, Âyât ve süver min Teǿvîlâti’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu - Bekir Topaloğlu), İstanbul 2003, s. 83-84; Hâkim, el-Müstedrek, II, 604, 609; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, II, 253-254, 331-332; III, 170; IV, 214; Kurtubî, el-CâmiǾ, VIII, 61-77; XI, 110-111; XX, 122-129; Makrîzî, İmtâǾu’l-esmâǾ (nşr. M. Abdülhamîd en-Nümeysî), Beyrut 1420/1999, I, 6-7; ayrıca bk. tür.yer.; Tecrid Tercemesi, Mukaddime, I, 1-27; II, 756-767; VI, 13-52; VII, 28-30; Süyûtî, el-İtķān, I, 129-130; Muhammed b. Abdülbâkī ez-Zürkānî, Şerĥu’l-Mevâhib, Kahire 1329 → Beyrut 1393/1973, I, 97 vd.; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 230-231; Mahmûd Paşa el-Felekî, et-Taķvîmü’l-ǾArabî ķable’l-İslâm (trc. Mahmûd Sâlih el-Felekî), Kahire 1389/1969, s. 33-44; L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Câhid), İstanbul 1924-27, I-X, tür.yer.; W. M. Watt, Mahomet à la Mecque (trc. F. Dourveil), Paris 1958; a.mlf., Mahomet à Medine (trc. Guillemin-Vaudou), Paris 1959; a.mlf., Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed (trc. Ünal Çağlar), İstanbul 2001; Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1962; a.mlf., el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1389/1969; a.mlf., İslâm’ın Doğuşu (trc. Murat Çiftkaya), İstanbul 2002; a.mlf., İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1424/2003, I-II; a.mlf., “Hicret Takvimi ve Nesi Meseleleri ile Hicri ve Gregorien Takvimleri için Yeni bir Konkordans (Tekabül Cedveli) Denemesi”, a.e., II, 1171-1191; a.mlf., “Hz. Peygamber’in İslâm Öncesi Seyahatleri” (trc. Abdullah Aydınlı), İİFD, sy. 4 (1980), s. 327-342; Mustafa Fayda, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara 1982, s. 23-134; a.mlf., Allah’ın Kılıcı Halid Bin Velid, İstanbul 1992, s. 69, 99-239; a.mlf., “Hz. Peygamber’in Müşrik Araplara Karşı Siyasetinin Son Safhası”, Ebedî Risalet, İzmir 1993, I, 121-126; Köksal, İslâm Tarihi (Mekke), I-VII, tür.yer.; a.e. (Medine), I-XI, tür.yer.; Gülgûn Uyar, Hz. Muhammed’in Risâlet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivayet Farklarının Tesbiti (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Sezikli, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Ankara 1994, tür.yer.; Mehmet Apaydın, Resûlullah’ın Günlüğü, İstanbul 1995; Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı (trc. Nazife Şişman), İstanbul 1998; Serdar Özdemir, Hz. Peygamberin Seriyyeleri, İstanbul 2001; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I-II; İmadüddin Halil, Muhammed Aleyhisselam (trc. İsmail Hakkı Sezer), İstanbul 2003; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003; Kasım Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003; Mustafa S. Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul 2003, tür.yer.; Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları (doktora tezi, 2005), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Bünyamin Erul, “Hz. Peygamber’in Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım”, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)-Özel Sayı, Ankara 2000, s. 33-66; Mehmet İpşirli, “Elçi”, DİA, XI, 3-4.

Mustafa Fayda





II. ŞAHSİYETİ

A) İsimleri. Hz. Peygamber kendine has beş adının bulunduğunu, bunların Muhammed, Ahmed, Mâhî, Hâşir ve Âkıb olduğunu, bu isimlerin daha önce kullanılmadığını söylemiştir (Buhârî, “Menâķıb”, 17, “Tefsîr”, 61/1; Müslim, “Feżâǿil”, 124, 125, 126). Muhammed, Resûl-i Ekrem’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Muhammed ancak bir peygamberdir” (Âl-i İmrân 3/144); “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir” (el-Ahzâb 33/40); “Rableri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene inananların günahlarını Allah bağışlamıştır” (Muhammed 47/2); “Muhammed Allah’ın elçisidir” (el-Feth 48/29) meâlindeki âyetlerde geçen bu isim aynı zamanda kırk yedinci sûrenin adıdır. Hz. Peygamber’in en çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu isim de “hamd” kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” mânalarına gelmektedir. Ahmed ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde geçmekte ve burada, Hz. Îsâ’nın İsrâiloğulları’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir (es-Saf 61/6). Yuhanna İncili’ndeki Parakletos kelimesiyle de bu adın kastedildiği ifade edilmektedir (bk. FARAKLİT). Mâhî ismi küfrün onun eliyle yok edileceğini, Hâşir kıyamet gününde insanların onun ardından giderek haşrolacağını, Âkıb da kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini bildirmektedir. Resûlullah’ın yine kendi isimlerinden olduğunu söylediği diğer adlar arasında “nebiyyü’l-melhame” (kendisi için savaşın meşrû kılındığı peygamber) (Müsned, IV, 395, 404), Mukaffî (son peygamber), “nebiyyü’t-tevbe” ve “nebiyyü’r-rahme” (tövbe etmeyi ve merhametli olmayı insanlara öğreten) (Müslim, “Feżâǿil”, 126) bulunmaktadır. Hadislerde Resûl-i Ekrem’in daha başka adlarından bahsedilmesi, yukarıdaki beş ismin sadece ona has olduğunu (Tecrid Tercemesi, IX, 252), öteki isimlerinin diğer peygamberlere de verilebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in yaygın adlarından biri de Mustafâ olup “seçilmiş” anlamında bir sıfattır. Bir hadiste, “Allah Teâlâ, İbrâhim’in çocuklarından İsmâil’i seçti; İsmâil’in çocuklarından Kinâneoğulları’nı, Kinâneoğulları’ndan Kureyş’i, Kureyş’ten Hâşimoğulları’nı ve Hâşimoğulları’ndan da beni seçti” (Müslim, “Feżâǿil”, 1; Tirmizî, “Menâķıb”, 1); bir diğerinde, “Ben son peygamberim (âkıb), ben seçilmiş (mustafâ) nebîyim” (el-Müsned, VI, 25) denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Resûl-i Ekrem için “müzekkir” (el-Gāşiye 88/21), “beşîr” (el-İsrâ 17/105; Fâtır 35/24), “şâhid, mübeşşir, nezîr, dâî ilallah, sirâc” (el-Ahzâb 33/45, 46) ve “rahmet” (el-Enbiyâ 21/107) gibi isimler de zikredilmektedir. Abdullah b. Selâm, Tevrat’ta Allah’ın ona verdiği adlardan birinin “mütevekkil” olduğunu söylemektedir (Dârimî, “Muķaddime”, 2). Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmış olup Hz. Peygamber’in 300’ü aşkın adı ve sıfatı hakkında bilgi verilmiştir.

B) Şemâili ve Üstünlükleri (Hasâis). Resûl-i Ekrem’in ilk bakışta insana güven veren bir görünümü olduğu belirtilmektedir. Nitekim Medine’ye hicret ettiği


zaman onu ziyaret edip ilk defa gören yahudi âlimi Abdullah b. Selâm bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını söylemiştir (Tirmizî, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 42; İbn Mâce, “İķāme”, 174). Hz. Peygamber’in güzelliği kendisini görenleri etkilerdi. Onu tasvir etmek isteyen sahâbîler yüzünü aya, güneşe benzetmişler ve on dördüncü gecesindeki aydan daha güzel olduğunu ifade etmişlerdir (Dârimî, “Muķaddime”, 10; Müslim, “Feżâǿil”, 109).

Resûl-i Ekrem’in şemâilini onun en yakınında bulunanlardan Hz. Ali, Enes b. Mâlik, Berâ b. Âzib gibi sahâbîler tasvir etmiştir. Bunlar arasında Resûlullah’ın terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle’nin tasviri meşhurdur. Hind’in belirttiğine göre Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi” (İbn Sa‘d, I, 422; Taberânî, XXII, 155-156; Beyhakī, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL).

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde dünya ve âhirette sadece Hz. Peygamber’e ve onun ümmetine bazı meziyetlerin verileceği belirtilmektedir. Bu özel durum Resûl-i Ekrem’in diğer peygamberlerden, insanlardan ve hatta meleklerden üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlerden Resûl-i Ekrem’e inanmaları ve kendisine yardım etmeleri için söz alması (Âl-i İmrân 3/81), onu bütün varlıklara peygamber gönderip rahmet vesilesi kılması (el-Enbiyâ 21/107; Sebe’ 34/28), kendisini son peygamber olarak gönderip dini onunla tamamlaması (el-Ahzâb 33/40), varlığının sadece inananların değil inanmayanların da dünyada ilâhî azapla yok olup gitmesine engel olması (el-Enfâl 8/33, 34), Allah’ın insanlar içinde sadece onun adına yemin etmesi (el-Hicr 15/72), diğer peygamberlere adlarıyla hitapta bulunurken ona “nebî” ve “resûl” diye yüceltici bir üslûpla hitap etmesi (el-Mâide 5/41, 67; el-Enfâl 8/64, 65), sahâbîlerin ona birbirlerine seslenir gibi seslenmelerine izin vermemesi (en-Nûr 24/63), onun bütün günahlarını bağışlaması (el-Feth 48/2), kıyamete kadar değişmeyecek olan Kur’ân-ı Kerîm’i ona vermesi (el-Hicr 15/9), kendisini isrâ ve mi‘rac ile şereflendirmesi (el-İsrâ 17/1; en-Necm 53/3-18), âhirette en yüksek derece olan vesîle, fazîle ve makām-ı mahmûdu, ümmetini âhiret sıkıntılarından kurtaracak olan şefaati sadece ona lutfetmesi kendisine olan üstün muhabbetini ve ona verdiği şerefi göstermektedir.

Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’in ümmetini en hayırlı ümmet kabul etmiştir (Âl-i İmrân 3/110). Ümmetine ganimetler helâl, yeryüzü temiz ve mescid kılınmış (el-Enfâl 8/68, 69; Buhârî, “Teyemmüm”, 1; Müslim, “Mesâcid”, 3), din konusunda kendilerine zorluk ve güçlük yüklenmemiş (el-Hac 22/78), en hayırlı gün olan cuma özellikle onlara tahsis edilmiş (el-Cum‘a 62/9; Buhârî, “CumǾa”, 1; Müslim, “CumǾa”, 17-22), yaptıkları az işe çok sevap verilmiş (Buhârî, “İcâre”, 11; “Enbiyâǿ”, 50), gönüllerinden geçen kötü düşünceler bağışlanmış (Buhârî, “Eymân”, 15; Müslim, “Îmân”, 201), yeryüzünün şahitleri sayılmış (el-Bakara 2/143; Buhârî, “Şehâdât”, 6; Müslim, “Cenâǿiz”, 60) ve


namazda bağladıkları saflar meleklerin safları gibi değerli kabul edilmiştir (Müslim, “Mesâcid”, 4; ayrıca bk. HASÂİSÜ’n-NEBÎ).

C) Ahlâkı. Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için (el-Ahzâb 33/21) hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır (el-Kalem 68/4). Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. İlâhî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde rabbinin yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan bu tabii yaşama biçimi, ahlâkının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınabileceği inancını güçlendirmiştir.

Hz. Âişe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtmiş (Müslim, “Müsâfirîn”, 139), Hz. Peygamber de Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir (Münâvî, I, 429). Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş (el-Muvaŧŧaǿ, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, II, 381) ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş (Müsned, I, 403; VI, 68, 155), mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; Tirmizî, “RađâǾ”, 11). Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması (Buhârî, “Riķāķ”, 18) bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.

Hz. Peygamber’in insanları kendisine hayran bırakan özelliklerinden biri de herkese değer vermesi ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmemesidir. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi (Tirmizî, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 46). İnsanlara güzel söz söyler, güleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi (Buhârî, “Śulĥ”, 11, “Edeb”, 68; Tirmizî, “Birr”, 36). İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi (Buhârî, “Menâķıb”, 23; Müslim, “Feżâǿil”, 77). Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 127, 128; Nesâî, “İstiǾâźe”, 1). Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nâfile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 8; “Edeb”, 4). Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi (Buhârî, “Edeb”, 38). Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştır (Müslim, “Feżâǿil”, 79). On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştır (Müslim, “Feżâǿil”, 51). Son derece edepliydi ve hayânın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir (Buhârî, “Ĥayıż”, 13, 14, “Śalât”, 8, “Menâķıb”, 23, “Edeb”, 72, 77).

Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem’in ahlâkından söz ederken onun kötülüğe kötülükle karşılık vermediğini, insanları bağışlayıp kusurlarını görmezden geldiğini söyler (Tirmizî, “Birr”, 69). Görgüsüz bedevîlerin kaba davranışlarına rağmen bu davranışlar karşısında gülümsemekle yetinirdi (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 1; Nesâî, “Ķasâme”, 23, 24). Ganimet dağıtırken kendisine âdil davranılmadığını söyleyen bir kimsenin saygısızlığına kızmakla beraber Hz. Mûsâ’nın daha ağır hakaretlere sabrettiğini belirterek tahammül göstermiş (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 19; “Meġāzî”, 56), Huneyn Gazvesi’nden dönerken ganimetleri bir an önce taksim etmesini isteyen bedevî Araplar’a kendisinin cimri olmadığını, elinde sayılamayacak kadar çok mal bulunsa bile hepsini kendilerine paylaştıracağını ifade etmiştir (Buhârî, “Cihâd”, 24). Bir yolculukta mola verildiğinde Resûl-i Ekrem’in ağaca asılı kılıcını alarak, “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diyen bir bedeviye, “Allah kurtaracak” diye cevap vermiş, bu cevabın şaşkınlığıyla kılıcını elinden düşüren bu şahsa, “Ya şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye sorduktan sonra kendisini serbest bırakmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 84; Müslim, “Müsâfirîn”, 311). Kötü isim yapmış biri dahi ziyaretine geldiğinde onu huzuruna kabul eder, kendisine güleryüz gösterip ikramda bulunurdu (Buhârî, “Edeb”, 38, 48).

Resûlullah, şahsına yapılan kabalıkları ve kusurları anlayışla karşılamakla birlikte tavsiye ettiği ibadetlerle yetinmeyip daha fazla ibadet yapmaya kalkışanları veya yapılmasında sakınca görmediği davranışlardan sakınmaya çalışanları hoş görmezdi. Onların, “Biz senin gibi değiliz; Allah senin bütün günahlarını bağışlamıştır” demelerine öfkelenir ve Allah’tan en çok korkan ve O’nu en iyi bilenin kendisi olduğunu söylerdi (Buhârî, “Îmân”, 13; Müslim, “Feżâǿil”, 127, 128). Verdiği hükme itiraz edenlere, gereksiz soru soranlara ve âyetler üzerinde ihtilâfa düşenlere öfkelenirdi (Buhârî, “Müsâķāt”, 6-8; Müslim, “Feżâǿil”, 138, “Ǿİlim”, 2).

Resûl-i Ekrem müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nâfile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi (Buhârî, “Teheccüd”, 5). Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı (Buhârî, “Cenâǿiz”, 32). Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez (Buhârî, “Vuđûǿ”, 59), kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı (Buhârî, “Śalât”, 106). Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı (Buhârî, “Eźân”, 65). Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve


merhametinden söz edilmiş, müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir (et-Tevbe 9/128).

Hz. Peygamber son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedevîye bütün sürüyü vermişti (Buhârî, “Cenâǿiz”, 28; “Edeb”, 39). Bir hanımın kendisi için dokuduğu bir kumaşı onun üzerinde görerek isteyen sahâbîye hemen çıkarıp hediye etmişti (Buhârî, “Libâs”, 18). Sahâbîlerin belirttiğine göre özellikle ramazan aylarında “yağmur yüklü rüzgâr”dan daha cömert olurdu (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 5). Yardıma ihtiyacı bulunan herkesin yardımına koşar, yetimlerle ilgilenilmesini teşvik eder, dul kadınlara ve yoksullara yardım edenlerin Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap kazanacağını söylerdi. Kölelerin bir emanet olduğunu ifade ederek köle sahiplerinin yediklerinden onlara da yedirmesi, giydiklerinden giydirmesi gerektiğini belirtir ve güçlerinin yetmeyeceği işlerin onlara yaptırılmamasını isterdi (Buhârî, “Îmân”, 22, “BüyûǾ”, 34, “Nafaķāt”, 1, “Edeb”, 24; Müslim, “Zühd”, 41). İlk vahiy sırasında duyduğu bazı endişeleri gidermek isteyen Hz. Hatice kendisine “Sen akrabanı koruyup gözetirsin, konuştuğun zaman dosdoğru konuşursun, işini görmekten âciz olanlara yardım edersin, fakirlerin elinden tutarsın, misafiri ağırlarsın ve haksızlığa uğrayan kimselere arka çıkarsın” demişti (Müslim, “Îmân”, 252).

Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 7). Dürüstlüğüyle tanındığı için Kur’an’da da belirtildiği gibi İslâm karşıtları onu yalanlayamamış ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmeye yeltenmişlerdi (el-En‘âm 6/33). Hz. Peygamber, toplumun hakları söz konusu olduğunda suçlu kim olursa olsun onu bağışlamaz, bu hususta kimsenin aracılığını kabul etmez, suçlu kendi çocuğu dahi olsa onu cezalandıracağını söylerdi (Buhârî, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 18). İstemeden birinin canını yaktığında ona kısas yapma yetkisi tanırdı (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 14). Resûl-i Ekrem’e ödünç deve veren bir bedevî devesini kaba bir üslûpla geri isteyince sahâbîler ona haddini bildirmek için harekete geçmişler, fakat Hz. Peygamber, “Alacaklının konuşma hakkı vardır” diyerek onları teskin etmiş ve bedevîye daha iyi bir deve verilmesini söylemiştir (Buhârî, “Vekâlet”, 5, 6; Müslim, “Müsâķāt”, 120). İslâmiyet’e ve Resûlullah’ın şahsına karşı ağır hakarette bulunanlar onun huzuruna çıkıp müslüman olduklarında canları teminat altına alınırdı (el-Muvaŧŧaǿ, “Nikâĥ”, 20; Buhârî, “Meġāzî”, 23; Müslim, “Cihâd”, 98). Resûl-i Ekrem cesaretiyle de tanınmıştı. Bir gece Medine’de korkunç bir ses duyulmuş, birçok kimse baskına uğradıkları korkusuna kapılınca o kılıcını alıp bir ata binmiş, şehrin etrafını tek başına dolaşarak müslümanlara endişe edecek bir şey olmadığını haber vermişti (Buhârî, “Cihâd”, 24, 82).

D) Günlük Hayatı ve İbadeti. Hz. Peygamber Mekke’de önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet (el-Enfâl 8/41) Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîķ en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekkeliler’le gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı (Buhârî, “Meġāzî”, 14; “Nafaķāt”, 3). “Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.

Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlük yiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı (Buhârî, “Riķāķ”, 17; Tirmizî, “Zühd”, 34). Elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazan birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nâdir görür, çok defa arpa ekmeği yer, bununla bile iki gün arka arkaya karınlarını doyuramazlardı (Buhârî, “Hibe”, 1; Müslim, “Zühd”, 22, 34, 36; Tirmizî, “Zühd”, 38). Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpadan geriye pek az bir şey kalmış (Buhârî, “Cihâd”, 89; “Farżü’l-ħumus”, 3), tereke olarak da sadece bir katırla silâhı yanında sadaka olarak ayırdığı bir araziyi bırakmıştı (Buhârî, “Veśâyâ”, 1). Onun bu kadar sade yaşamasının sebebi dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermemesiydi. Uhud dağı kadar altını olsa borcunu ödeyeceği miktarı ayırıp geri kalanı üç gün içinde dağıtacağını söylerdi (Buhârî, “İstiǿźân”, 30; Müslim, “Zekât”, 31). Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi (Buhârî, “Riķāķ”, 17). Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı (Tirmizî, “Zühd”, 44). Oturması için kendisine minder verildiğinde minderi bir başkasına verip yere oturmayı tercih ederdi (Buhârî, “Śavm”, 59). Kendisini ashabından üstün görmez, onların yaptığı işi o da yapardı. Hendek Gazvesi’nde hendek kazılırken kendisi de çalışmış, Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevî inşa edilirken sırtında toprak ve kerpiç taşımıştı (Buhârî, “Cihâd”, 34, 161).

Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu (Müsned, VI, 256). Genç bir hanım olan Hz. Âişe’nin arkadaşlarıyla birlikte eğlenmesine, mescidde yapılan bazı gösterileri seyretmesine izin verirdi (Buhârî, “ǾÎdeyn”, 2; “Edeb”, 81). Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi (Buhârî, “EŧǾime”, 21). Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lutufkârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 20, “Nikâĥ”, 80, “Edeb”, 31; Müslim, “Îmân”, 71-75, “Birr”, 142; Tirmizî, “Birr”, 28).


Hz. Peygamber ibadet etmekten derin bir zevk alır, İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi (Buhârî, “Îmân”, 2). Bazan ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu (Buhârî, “Riķāķ”, 20). Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi (Buhârî, “Eźân”, 14, 16, “Teheccüd”, 27; Müslim, “Müsâfirîn”, 94, 96, 105, 304). Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak Âl-i İmrân sûresinin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek‘at namaz kılardı (Buhârî, “Teheccüd”, 10, 16, “Tefsîr”, 3/17-20; Müslim, “Müsâfirîn”, 105, 121). Yolculuk sırasında bineğinin üzerinde de nâfile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi (Buhârî, “İǾtikâf”, 1, “Taķśîr”, 7-10; Müslim, “Müsâfirîn”, 69, 74, 78, 79, 143).

Resûl-i Ekrem ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak şâban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi. Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visâl), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi (Buhârî, “Śavm”, 20, 48-50, 52, 53; Müslim, “Śıyâm”, 55-61, 172-180). Zekâta tâbi olacak kadar bir malı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Vedâ haccı diye bilinen ilk ve son haccını yaptı. Her yıl ramazan ayında Cebrâil ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 7). Resûl-i Ekrem her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer sûrelerini okurdu (Tirmizî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 9, 21). Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu (Müslim, “Selâm”, 50, 51).

Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in (Müslim, “Ĥayıż”, 117) günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, el-bisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve Bakī‘ Mezarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi (Buhârî, “Teheccüd”, 1, “DaǾavât”, 3; Müslim, “Źikir”, 42; Nesâî, “Cenâǿiz”, 103).

Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi (Buhârî, “Îmân”, 43, “Śavm”, 52; Müslim, “Müsâfirîn”, 215-221). Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu (Müslim, “Müsâfirîn”, 139; Nesâî, “Ķıyâmü’l-leyl”, 17). Hz. Peygamber’in ne kadar ibadet ettiğini onun eşlerinden sorup öğrenen üç sahâbî günahları bağışlandığı için onun ibadette aşırıya gitmediğini, kendilerinin ise daha çok ibadet etmeleri gerektiğini düşünmüş, biri hayatı boyunca bütün gece namaz kılacağını, diğeri her gün oruç tutacağını, bir diğeri de ibadetini kesintiye uğratmamak için evlenmeyeceğini söylemişti. Resûl-i Ekrem onlara Allah’tan en çok korkan ve O’na en üstün saygıyı besleyenin kendisi olduğunu, bununla beraber bazan oruç tutup bazan tutmadığını, hem namaz kıldığını hem uyuduğunu, kadınlarla da evlendiğini söyleyerek verdikleri kararın yanlış olduğunu bildirmişti (Buhârî, “Nikâĥ”, 1). Genç sahâbî Abdullah b. Amr b. Âs’ı eşini bile ihmal edecek derecede ibadete düşkünlüğünden dolayı uyarmış, ona vücudunun, gözünün, ailesinin ve misafirlerinin de kendisi üzerinde hakkı olduğunu hatırlatarak bazan oruç tutup bazan tutmamasını, bazan namaz kılıp bazan uyumasını tavsiye etmişti (Buhârî, “Teheccüd”, 20; “Śavm”, 54-59).

E) Eşleri ve Çocukları. Resûl-i Ekrem’in ikisi câriye (Mâriye ve Reyhâne) olmak üzere değişik zamanlarda on iki hanımı oldu. Hatice, Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hz. Hatice, Resûlullah’ın ilk eşi ve İbrâhim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Resûlullah’a ilk inanan kadın olması ve İslâmiyet uğrunda bütün servetini ortaya koyarak Allah’ın elçisini desteklemesi onun en önde gelen özellikleridir. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber ilk müslümanlardan beş çocuk annesi Sevde bint Zem‘a ile evlendi ve üç yıl boyunca sadece onunla evli kaldı. Sevde Resûl-i Ekrem’den beş hadis rivayet etmiştir. Resûlullah’ın bâkire olarak aldığı tek eşi hicretin 2. yılında evlendiği Hz. Âişe’dir. Âişe, ensâb ilmini ve Arap edebiyatını iyi bilen Hz. Ebû Bekir’in kızı olarak ilim ve kültür atmosferinde yetişti, müminlerin anneleri sayılan Peygamber eşleri arasında onun özel hayatının bilinmesine en büyük katkıyı sağladı ve en çok hadis rivayet eden yedi sahâbî arasında yer aldı. Resûl-i Ekrem, hicretin 3. yılında (625) Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa ile evlendi. Hafsa Resûl-i Ekrem’den altmış hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl Zeyneb bint Huzeyme ile evlendi. Üç (veya sekiz) ay sonra vefat eden Zeyneb hadis rivayet etmemiştir. Ertesi yıl Habeşistan muhacirlerinden yaşlıca bir hanım olan Ümmü Seleme’yi nikâhladı. İlim bakımından Hz. Âişe’den sonra gelen ve hanımlarından en son vefat eden Ümmü Seleme 378 hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem, hicretin 5. yılında (627) yapılan Benî Mustaliķ Gazvesi’nde esir düşen ve savaşta kocası ölen Cüveyriye bint Hâris’in fidyesini ödedikten sonra ona evlenme teklif etti ve kabilelerine mensup bir hanımın Resûlullah ile evlenmesi onların İslâmiyet’i benimsemesini sağladı. Cüveyriye yedi hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl, kocası Zeyd b. Hârise’den boşanan halasının kızı Zeyneb bint Cahş ile, “Onu sana nikâhladık” âyetinin (el-Ahzâb 33/37) işaretiyle evlendi. Zeyneb yirmi hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem’in, Benî Kureyza Gazvesi’nde (Zilhicce 5 / Mayıs 627) esir alınanlar arasında bulunan Reyhâne bint Şem‘ûn’u


câriye edindiği rivayeti yanında kendisini âzat edip nikâhladığı da kaydedilmektedir. Hicretin 7. yılında (628), ilk müslümanlardan olup kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret eden, kocası orada hıristiyan olunca gurbet elde kalan, Kureyş kabilesinin reisi Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evlendi. O da Hz. Peygamber’den altmış beş hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem, daha sonra Hayber Gazvesi’nde esir alınan ve ikinci eşi bu savaşta ölen Safiyye bint Huyeyy’i nikâhı altına aldı. Safiyye on hadis rivayet etmiştir. Aynı yıl, başından iki evlilik geçen Meymûne bint Hâris ile evlendi. Meymûne yetmiş altı hadis rivayet etmiştir. Resûlullah vefat ettiğinde geride dokuz eşi kalmıştır (Nevevî, s. 33). Onun nişanlanıp nikâh kıymaktan vazgeçtiği ve nikâhladığı halde bazı sebeplerle beraber olamadığı bazı hanımlarla ilgili rivayetler de nakledilmektedir (Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, s. 89-120; Zehebî, II, 253-261; ayrıca bk. ÜMMEHÂTÜ’l-MÜ’MİNÎN).

Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in bundan sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanmaktadır. Bunları başlıca dört noktada toplamak mümkündür. 1. Dine son derece bağlı bazı müslüman hanımları kocaları ölüp dul kalmaları üzerine himaye etmek. 2. Araplar arasında evlilik konusunda yerleşmiş yanlış bazı âdetleri fiilî örnekle değiştirmek. 3. Bir kabileden veya aileden kız alarak bu yolla İslâm toplumunun kaynaşıp bütünleşmesini sağlamak. 4. Kadınları ilgilendiren bazı özel bilgileri hanımları vasıtasıyla diğer müslüman hanımlara öğretmek (geniş bilgi için bk. ÇOK EVLİLİK).

Hz. Peygamber’in dördü erkek, dördü kız olmak üzere sekiz çocuğu olmuş, oğullarının sayısının üç olduğu da söylenmiştir. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kāsım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk ölen çocuğu Kāsım’ın ne kadar yaşadığı konusunda ihtilâf vardır (DİA, XXIV, 538). Onun ardından sırasıyla Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Oğulları Tayyib ile Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Tayyib ile Tâhir’in iki ayrı çocuk değil Abdullah adlı bir oğlunun lakapları olduğu da rivayet edilmiştir (Belâzürî, I, 405; İbn Abdülber, IV, 1819; Nevevî, s. 28; Mizzî, I, 191). Câriyesi Mâriye’den 8. yılda (630) doğan oğlu İbrâhim on sekiz ay yaşadıktan sonra öldü. Resûl-i Ekrem’in soyu, kendisinden altı ay kadar sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Nikâĥ”, 20, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, I, 403; II, 381; IV, 395, 404; VI, 25, 68, 155, 256; Dârimî, “Muķaddime”, 2, 10; Buhârî, “CumǾa”, 1, “Bedǿü’l-vaĥy”, 5, 7, “Îmân”, 2, 13, 22, 43, “Vuđûǿ”, 59, “Ĥayıż”, 13, 14, “Teyemmüm”, 1, “Śalât”, 8, 59, 106, “Eźân”, 14, 16, 65, “ǾÎdeyn”, 2, “Taķśîr”, 7-10, “Teheccüd”, 1, 5, 10, 16, 20, 27, “Cenâǿiz”, 28, 32, “İcâre”, 11, “Śavm”, 20, 48-50, 52, 53, 54-59, “İǾtikâf”, 1, “BüyûǾ”, 34, “Vekâlet”, 5, 6, “Müsâķāt”, 6-8, “Hibe”, 1, “Şehâdât”, 6, “Śulĥ”, 11, “Veśâyâ”, 1, “Cihâd”, 24, 34, 82, 84, 89, 161, “Farżü’l-ħumus”, 3, 5, 19, “Enbiyâǿ”, 50, “Menâķıb”, 17, 23, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 18, “Menâķıbü’l-enśâr”, 20, “Meġāzî”, 14, 23, 56, “Tefsîr”, 3/17-20, 61/1, 33/7, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 7, “Nikâĥ”, 1, 80, “Nafaķāt”, 1, 3, “EŧǾime”, 21, “Libâs”, 18, “Edeb”, 24, 29, 31, 38, 39, 48, 61, 68, 72, 77, 81, 90, 95, “İstiǿźân”, 30, “DaǾavât”, 3, “Riķāķ”, 17, 18, 20, “Eymân”, 15; Müslim, “Îmân”, 71-75, 201, 252, 299, “Ĥayıż”, 117, “Mesâcid”, 3, 4, “Müsâfirîn”, 69, 74, 78, 79, 94, 96, 105, 121, 139, 143, 215-221, 304, 311, “CumǾa”, 17-22, “Cenâǿiz”, 60, “Zekât”, 31, “Śıyâm”, 55-61, 172-180, “Müsâķāt”, 120, “Cihâd”, 98, “Selâm”, 50, 51, “Feżâǿil”, 1, 51, 77, 79, 109, 124, 125, 126, 127, 128, 138, “Birr”, 142, “Ǿİlim”, 2, “Źikir”, 42, “Zühd”, 22, 34, 36, 41; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 8, “Diyât”, 14, “Sünnet”, 15, “Edeb”, 1, 4, 127, 128; Tirmizî, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 42, 46, “Menâķıb”, 1, “RađâǾ”, 11, “Birr”, 28, 36, 69, “Zühd”, 34, 38, 44, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 9, 21; İbn Mâce, “İķāme”, 174; Nesâî, “Ķıyâmü’l-leyl”, 17, “Cenâǿiz”, 103, “Taĥrîm”, 9, “İstiǾâźe”, 1, “Ķasâme”, 23, 24; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 422; VIII, 52-140; Belâzürî, Ensâb, I, 405; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Musul 1404/1983, XXII, 155-156; İbn Fâris, Esmâǿü Resûlillâh ve meǾânîhâ (nşr. Mâcid ez-Zehebî), Küveyt 1409/1989; İbn Abdülber, el-İstîǾâb (Bicâvî), IV, 1819; Beyhakī, ŞuǾabü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 154-155; Nevevî, es-Sîretü’n-nebeviyye (nşr. Abdürraûf Ali - Bessâm Abdülvehhâb el-Câbî), Dımaşk 1400/1980, s. 28-30, 32-33; Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, Kitâbü Nisâǿi Resûlillâh śallallāhü Ǿaleyhi ve sellem ve evlâdühû ve men sâlefehû min Ķureyş ve ħulefâǿihim ve ġayrihim (nşr. Fehmî Sa‘d), Beyrut 1409/1989; Mizzî, Tehźîbü’l-Kemâl, I, 191; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, II, 109-223, 227-269; Heysemî, MecmaǾu’z-zevâǿid, Kahire 1407, VIII, 273-274; Süyûtî, er-Riyâżü’l-enîķa fî şerĥi esmâǿi ħayri’l-ħalîķa (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1405/1985; Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî, Ezvâcü’n-Nebî (nşr. M. Nizâmeddin el-Füteyyih), Dımaşk 1413/1992, s. 31-33; Münâvî, Feyżü’l-ķadîr, I, 429; Şiblî Nu‘mânî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza [Doğrul]), İstanbul 1347/1928, II, 842-1052; Tecrid Tercemesi, IX, 250-252; Ahmed eş-Şerebâsî, MaǾa esmâǿi’l-Muśŧafâ, Kahire, ts. (Dârü’ş-şa‘b); Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul 1997, s. 51-53, 65-67; Sâlih b. Abdullah b. Humeyd - Abdurrahman b. Muhammed b. Abdurrahman b. Mellûh, MevsûǾatü Nađrati’n-naǾîm, Cidde 1420/2000, I, 194, 415-519, 589-593; Celâl Yeniçeri, Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, s. 299-308; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I, 576-577, 586-587, 602, 630; II, 150, 154; Asri Çubukçu, “Kāsım”, DİA, XXIV, 538.

M. Yaşar Kandemir





F) Hitabet ve Fesahati.

İnsanları irşad etmek üzere ilâhî vahyin tercümanı olarak gönderilen bir peygamberin içinden çıktığı toplumun dilini iyi bilmesi, güzel ve etkili konuşma yeteneğine sahip bulunması (fesahat ve belâgat) peygamberliğin özelliklerinden sayılır. Nübüvvetle görevlendirilen ve Firavun’a tebliğde bulunması emredilen Hz. Mûsâ’nın, “Sözlerimi iyi anlamaları için dilimdeki tutukluğu çöz” şeklindeki duası da (Tâhâ 20/27-28) buna işaret eder. Peygamberlerin, hitap ettikleri toplumun önemsediği ilim ve sanatlarla desteklenmesi de etkili sayılmalarının bir gereği kabul edilmiştir. Nitekim büyünün revaçta olduğu bir topluma gönderilen Hz. Mûsâ’ya “asâ” ve “yed-i beyzâ” mûcizeleri, tıbba önem verilen bir dönemde görevlendirilen Îsâ’ya tıpla ilgili mûcizeler verilmiştir. Hz. Muhammed’in tebliğine ilk muhatap olan Arap toplumu şiir ve hitabette, belâgat ve fesahatte altın çağını yaşıyordu. Yılın belli mevsimlerinde kurulan panayırlarda şiir ve hitabet yarışmaları düzenleniyor, birinci gelen metinler ödüllendirilerek en kutsal mekân kabul edilen Kâbe’nin duvarına asılıyordu. Şairler ve hatipler toplumda kabile reislerinin arkasından yüksek bir mevkiye sahipti. Bu sebeple Hz. Muhammed’in böyle bir topluma


peygamber olarak gönderilmesi, Arap dilini mükemmel kullanmasını ve etkili hitabet yeteneğine sahip bulunmasını gerektiriyordu. Bazı âyet ve hadisler, Resûl-i Ekrem’in üstün hitabet yeteneğinin ona Allah tarafından verildiğine işaret etmektedir. Necm sûresinde (53/3-6) Peygamber’in kendi arzusuna göre konuşmadığı, bütün tebliğlerinin ilâhî vahye dayandığı, bu konuda kendisini Cebrâil’in eğittiği belirtilir. İslâm âlimlerinin örfünde Kur’an’a namazda okunduğu için “vahy-i metlüv”, hadislere de “vahy-i gayr-i metlüv” denilmiştir. Resûlullah’ın sözlerinin edebî niteliği hakkında, “lafız azlığı ile anlatım güzelliğini, mehâbetle halâveti, harf sayısı azlığı ile anlam zenginliğini birleştirmiş, nâdir kullanılan kelimelerle sokak tabirlerinden ve yapmacıklıktan arınmış tabii bir kelâm” değerlendirmesi yapılmıştır (Câhiz, II, 16-17). Hz. Peygamber hitabetinin mükemmel olmasına karşılık şiirle ilgilenmemiştir. Tebliğ görevi sırasında okuduğu âyetlerin edebî üstünlüğünden etkilenen müşriklerin onun bir şair olabileceğini söylemeleri üzerine Kur’ân-ı Kerîm bu iddiayı reddetmiş (el-Hâkka 69/41-43), kendisine şiirin öğretilmediği ve esasen bunun gerekli olmadığı ifade edilmiştir (Yâsîn 36/69; İbn Kesîr, V, 626-630).

Resûl-i Ekrem’in Arapça’nın farklı lehçelerini de anladığı, zaman zaman bu lehçelerle sorulan sorulara cevap verdiği bilinmektedir. Genellikle onun örnek ahlâkıyla ilişkilendirilen “Beni rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” meâlindeki hadis (Süyûtî, I, 14-15, 35, 51; Aclûnî, I, 72), Hz. Peygamber’in Arapça’nın çeşitli lehçelerine dair bilgisine sahâbenin hayret etmeleri üzerine buna cevap bağlamında söylendiğinden, ayrıca “dili düzgün ve güzel konuşma âdâbının öğretilmesi” anlamına da gelen “te’dîb” kelimesinin kullanılmasından dolayı Resûlullah’ın Arapça’yı mükemmel bir şekilde konuşmasının ilâhî bir eğitimden kaynaklandığını vurgulamış olması bağlama daha uygun görünmektedir.

Nübüvvetle görevlendirilince kendisine özdeyişler ve nihaî gerçekleri ifade etme yeteneği (cevâmiu’l-kelim ve faslü’l-hitâb) verildiğini belirtmesi (Buhârî, “İǾtiśâm”, 1, “Cihâd”, 122; Müslim, “Mesâcid”, 5-8) üstün hitabetin onun nübüvvetinin bir gereği olduğunu göstermektedir. Bilhassa “cevâmiu’l-kelim” türü hadislerdeki güzelliğin ve tesirin temel sebebi az sözle zengin mâna ifade etmektir. Uzun hadislerde de cümleler i‘câz vasfını taşımakta olup gereksiz kelime ve ifadelerden arındırılmıştır. İslâmî hayatı kısaca özetleyen, “İnandım de, sonra dürüstlükten ayrılma” (Müsned, III, 413; Müslim, “Îmân”, 62); “Utanmıyorsan dilediğini yapabilirsin” (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 54, “Edeb”, 78; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6); “Anlatımın öylesi vardır ki büyü tesirine sahiptir” (Buhârî, “Ŧıb”, 51; Müslim, “CumǾa”, 47) meâlindeki hadisler bu konudaki örneklerden bazılarıdır. Cevâmiu’l-kelim türü hadislerin birçoğu kısa, özlü ve çarpıcı sözler olduğundan müslümanlar arasında yayılarak mesel halini almıştır. Bunlar literatürde “emsâlü’l-hadîs” adı verilen hadislerin ikinci grubunu oluşturur. Abdullah b. Amr b. Âs’ın Resûlullah’tan öğrenip ezberlediğini söylediği 1000 kadar meselin (Müsned, IV, 203) çoğunu bu tür hadisler teşkil eder. Allah Teâlâ’nın Peygamber’i vasıtasıyla gönderdiği ilim ve hidayeti toprağa düşen bol yağmurla, bundan yararlanan ve yararlanmayan insanları da verimli ve killi, kaygan toprakla temsil eden hadis de (Buhârî, “Ǿİlim”, 20; Müslim, “Feżâǿil”, 15) hadis mesellerinin birinci grubuna ait en güzel örneklerdendir (bk. MESEL).

Hz. Peygamber, kendisi Arap dilini güzel konuştuğu gibi ashabını da düzgün konuşmaya teşvik eder, ifade hatalarını düzeltir, insanın güzelliğinin dil ve ifadesinde olduğunu söylerdi. Doğru bulmadığı kelimeleri ve özel isimleri değiştirdiği gibi bazı kelimelerin anlamını da değiştirmiştir (Hattâbî, I, 67; Hâkim, IV, 323). Birçok tabiri Arapça’ya ilk kazandıran odur (Müsned, I, 207; Câhiz, II, 15; Müslim, “Cihâd”, 76). Resûl-i Ekrem hitap ettiği kişilerin akıl ve kültür düzeyine uygun ifadeler kullanır, ashabının da böyle yapmasını isterdi. Genellikle az ve öz konuşur, bunu dinleyicilerin istekli olduğu zamanlarda ve namaz gibi ibadetlerden önce veya sonra yapardı (Buhârî, “Ǿİlim”, 11). Gereksiz veya abartılı konuşmaları, kâhin secileri gibi yapmacık sözleri eleştirirdi (Müsned, III, 117, 176; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 94). Ayrıca mânayı boğan, anlatılmak isteneni muğlak hale getiren, kafiye ve seci adına az bilinen kelimeleri kullanan, içi boş kelimelerle insanları etkilemeye çalışan kâhinleri tenkit etmiştir (Kinde Kralı Hucr b. Hâris’in katledileceği kehanetine dair Câhiliye dönemi secili ifadeleri için bk. Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, IX, 84). Böylece Resûlullah, nesri sanat simgesi kabul edilegelen secinin tekellüfünden kurtarmak, seciyi tabii sınırlarına çekmek suretiyle Arap edebiyatında önemli bir değişiklik yapmıştır. Söz sanatının temel özelliklerinden biri de hatibin edebî zevke, hassas bir kulağa sahip oluşunun belirtisi sayılan üslûptaki âhenktir. Âhenk kelime, cümle veya kelâmda olabilir. Hz. Peygamber’in hadislerinde bu türden birçok örnek bulunmaktadır.

Samimi bir eda ile konuşan Resûl-i Ekrem harfleri ve kelimeleri tane tane ve sükûnetle telaffuz eder (Buhârî, “Menâķıb”, 23; Ebû Dâvûd, “Ǿİlim”, 7, “Edeb”, 18), bazan anlaşılmadığını farkettiği veya önemini vurgulamak istediği yerleri üç defa tekrarlar (Buhârî, “Ǿİlim”, 30; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 18), duruma ve ihtiyaca elverişli kelimeleri özenle seçerdi. Eleştirilerinde belli kişileri hedef almadan genel ifadeler kullanırdı. Konuşmalarını sevgi, şefkat ve merhamet dolu bir gönül (Âl-i İmrân 3/159), sevecen ve mütebessim bir çehre ile yapardı. Ses tonunu dinleyicilerin durumuna göre ayarlar ve konuşmasını hareketleriyle etkileyici hale getirirdi (Müsned, IV, 223; İbn Sa‘d, I, 250).

Hitabelerde soru-cevap tarzının ilk defa Hz. Peygamber tarafından uygulandığı kaydedilmektedir. Önemli ya da anlaşılması zor meselelerde konuşmalarına soru sorarak başlardı; bu aynı zamanda diyaloga zemin hazırlayan bir yöntemdi. Rivayete göre Resûl-i Ekrem bir gün, “Müflis kimdir, bilir misiniz?” diye sormuş, ashap, “Bize göre müflis parası ve malı tükenen kimsedir” şeklinde cevap vermiş, bunun üzerine Resûlullah şöyle demiştir: “Ümmetimin müflisi kıyamet gününde namazı, orucu ve zekâtı ile gelen, fakat buna sövmüş, şuna iftira etmiş, onun malını yemiş, öbürünün


kanını dökmüş, diğerini dövmüş olan kimsedir. Sonunda sevaplarından şuna buna dağıtılır. Eğer sevapları borcunu ödemeden tükenirse alacaklılarının günahlarından alınıp ona yüklenir ve neticede ateşe atılır” (Müsned, II, 303, 334, 372; Müslim, “Birr”, 59). Onun sözlerinde çeşitli diyalog şekilleri görülmektedir. İlk anda garipsenebilecek bir fikir ortaya atarak söze başlamasının örneklerinden biri şudur: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” Birinin, “Yâ Resûlellah, mazlum olduğunda ona yardım edeyim, ancak zalim ise nasıl yardım edebilirim?” demesi üzerine şu cevabı vermiştir: “Zulmetmesini engellersin, bu da ona bir yardım sayılır” (Müsned, III, 99, 201; Buhârî, “İkrâh”, 7).

Resûlullah’ın Necran’dan gelen bir heyetle Hz. Îsâ hakkında yaptığı tartışma gibi bazı konuşmaları münazara şeklinde olmuştur (Taberî, III, 162-163). Hitabelerini zaman zaman âyet, Arap şairlerinin beyitleri, temsil ve edebî sanatlarla süslemiştir (Buhârî, “Śavm”, 2; Aclûnî, I, 272). Hakka davet, iyiye teşvik, kötülüğü engelleme, hidayet, ilim, tövbe, sevgi, şefkat ve toplumsal sorumluluk bilinci gibi soyut kavramlar Hz. Peygamber’in hadislerinde temsilî teşbih formunda işlenmiştir.

Şiiri besleyen kaynak ve güzelliğini sağlayan unsur hayaldir. Şiir vasfından uzak bulunan hadislerin üslûbunda ise gerçekçilik, kapsayıcılık ve incelik hâkimdir. Bununla birlikte hadisler teşbih, temsil ve tasvirle ilişkili bulunan hususlarda hayale de yer verir; bu tür hadislerde insan, hayvan ve ayrıca soyut değerlerle ilgili somut tasvirler bulunur. Tasvirin en önemli aracı teşbih ve temsildir. Aşağıdaki hadis buna örnek teşkil eder: “Cimri ile cömerdin hali şu iki adamın durumuna benzer: İkisinin de üzerinde göğüslerinden köprücük kemiklerine kadar uzanan çelik zırh vardır. Cömert olan kişi her sadaka verişinde zırhı genişleyerek vücudunu kaplar, parmaklarını örter, hatta yerde sürünen zırh ayak izlerini siler. Cimri de sadaka vermeye niyetlendikçe zırhının halkaları bedenini sıkar, adam bunları genişletmeye çalışsa da halkalar genişlemez” (Buhârî, “Zekât”, 28, “Cihâd”, 89; Müslim, “Zekât”, 76, 77). Hadislerdeki temsilî teşbihlerin birçoğunda soyut değerler hikâye, anekdot ve kıssalarla temsil edilerek anlatım daha canlı hale getirilir. Allah’ın, kulunun tövbesi karşısında duyduğu sevinç şu şekilde tasvir edilmektedir: “Allah, kendisine dönüş yapan kulunun tövbesine içinizden birinizin en üst düzeydeki sevincinden daha çok sevinir. Bir kişi çölde giderken üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan bineği elinden kurtulup kaçar. Fakat ümidini keserek bir ağacın gölgesinde yattığı sırada birden onu baş ucunda dikilmiş bulur. Hemen yularından yapışır ve aşırı sevincinden dolayı yanılarak, ‘Allahım! Sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim’ der” (Buhârî, “DaǾavât”, 4).

Hz. Peygamber’in kısa teşbihleri de özgün olup daha önce hiçbir Arap şairi ve hatibi tarafından dile getirilmemiştir: “Mümin müminin aynasıdır”; “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir”; “Hayra vesile olan onu yapan gibidir.” Resûlullah’ın bazı benzetmeleri Kur’an’dan mülhem olup oradaki teşbihlerin tefsiri konumundadır: “Sevgi, şefkat ve merhametle kaynaşma ve dayanışmada müminlerin durumu taşları birbirine kenetlenip kaynaşmış olan bir bina gibidir” temsili Saf sûresindeki âyetten (61/4) mülhemdir (Müslim, “Birr”, 65-67). Hadislerde, Kur’an’da olduğu gibi cinsel meselelerin edep ve nezahet dahilinde anlatımında kullanılan kinaye üslûbuyla irad edilmiş tasvir örnekleri de mevcuttur: “Bir kadının peçesini açan erkeğe onun mehrini ödemesi vâcip olur” meâlindeki hadiste (Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, II, 284) cinsel ilişki peçe açma kinayesiyle anlatılmıştır. Bir sahabi hakkında söylediği, “Sopayı omuzundan bırakmaz” sözünde (Müslim, “Ŧalâķ”, 36), sıkça yolculuk yapmanın veya daha kuvvetli rivayete göre çok dayak atmanın (Müslim, “Ŧalâķ”, 43; Nevevî, X, 97) kinaye üslûbu ile anlatımıdır.

Resûl-i Ekrem dinleyicilerini bıktırmamaya âzami özen gösterir, ashabından da aynı şekilde davranmalarını isterdi. Bu sebeple konuşma ve hutbelerinin çoğu kısa ve özlü cümlelerden teşekkül ederdi. Onun bir kısım konuşmaları bazı âyetlerle kısa sûreleri okumaktan ibaretti; özellikle bayram ve cuma hutbelerinde bazan sadece Kāf ve Kamer sûrelerini okurdu (İbn Kesîr, VI, 394, 467).

Hitabelerde yüksekçe bir yere çıkma, konuşma esnasında elde asâ, yay ve kılıç bulundurma gibi âdetler Câhiliye döneminden kalmıştır. Hz. Peygamber, Mekke’de Safâ tepesindeki ilk konuşmasını bir kayanın üstünde yapmış, Medine döneminin ilk yıllarında hitabelerini Mescid-i Nebevî’de bir hurma kütüğü, daha sonra üç basamaklı bir minber üzerinde irad etmiştir (İbn Sa‘d, I, 250-251). Medine dışındaki konuşmalarını ise uygun bir yüksekliğe, deve üzerine (a.g.e., II, 185; Hâkim, I, 389), Kâbe’nin basamaklarına çıkarak (İbn Hişâm, IV, 40), savaş esnasındaki cuma hutbelerinde elinde yay (Heysemî, II, 187), barış zamanlarında da asâ (İbn Sa‘d, I, 377) tutarak icra ederdi.

Hz. Peygamber’in hitabeleri, Câhiliye dönemindeki benzer konuşmalardan muhteva bakımından olduğu gibi şekil bakımından da farklıdır. Câhiliye hitabelerinde başlangıç ve sonuç kısımları bulunmazken onun hutbeleri Allah’a hamd ve senâ ile başlar, selâm, istiğfar veya konuya uygun bir dua ile sona ererdi (Ömer el-Kutaytî, s. 63-64). Câhiliye hatiplerinin savaş konuşmalarında intikam ve savaşa teşvik teması hâkimken Resûlullah’ın hitabelerinde tevhidi yayma ve sevaba nâil olma teması vurgulanmıştır. Câhiliye devri tâziye konuşmalarında dünyanın gaddarlığı, verdiğini geri aldığı, göçenin geri dönmeyeceği gibi konular işlenirken Hz. Peygamber’in bu tür konuşmalarında ölümün fâni hayattan bâki hayata geçişi sağlayan bir ümit kapısı olduğu belirtilmiştir (a.g.e., s. 47-52).

Resûl-i Ekrem’in insanları dine davet esnasında muhataplarını etkileyip ikna etmek için başvurduğu en önemli yöntem hitabetti. Nübüvvetin ilk yıllarında, “En yakın akrabanı uyar!” meâlindeki âyet (eş-Şuarâ 26/214) gelince Safâ tepesinde yaptığı İslâm’a çağrı konuşması İslâm hitabetinin bilinen ilk örneğidir (Ahmed Zekî Safvet, I, 147; Abdülhamîd Şâkir, s. 21-23). Onun Mekke dönemindeki konuşmalarında yalnız İslâm’a davet teması yer alırken Medine devrinde ibadetleri yerine getirme çağrısından başka fetih, savaş, barış, iç ve dış siyaset, ahlâk vb. konularda çok sayıda hutbe irad etmiştir (Ahmed Zekî Safvet, I, 163-170; Şevkī Dayf, s. 106-107). İnsan hayatının her alanıyla ilgili hitabeleri bulunan Hz. Peygamber’in içtimaî hutbelerinde insanların eşitliği, kardeşliği, bâtıl inanç ve hurafelerden kurtulma, toplumun ıslahı, aile sorunları, eşlerin hak ve sorumlulukları, eğitim öğretim meseleleri, yoksulluk, sadaka, zekât ve sosyal dayanışma, dargınları barıştırma gibi konular ele alınmıştır. Vaaz ve nasihatlerinde mükâfat ve cezaları hatırlatma, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, yalnız dünyaya bağlanıp âhireti unutmama, takvâ, dua ve tövbe, doğruluğa teşvik, ölüm, haşir ve hesap gibi meseleler işlenmiştir. Vedâ haccı esnasında büyük bir kalabalığa hitaben yaptığı konuşma Allah’a iman, insan haklarına saygı, özellikle kadın haklarının


gözetilmesi, dinî bağların güçlendirilerek din kardeşliğinin korunması, Kur’an’a ve Sünnet’e sarılmanın önemi gibi temel konuları içermektedir (bk. VEDÂ HUTBESİ).

Hz. Peygamber’in yalnız Medine’de irad ettiği cuma hutbeleri 500 civarındadır. Bunlara sabah namazlarından sonra yaptığı sohbet konuşmaları da eklenirse hutbe ve hitabe sayısı 1000’i geçer (Kazancı, s. 11). Hadis, siyer, megāzî, tarih, edebiyat ve muhâdarât kitaplarında dağınık halde bulunan hutbe ve hitabelerini derleyen başlıca eserler şunlardır: Ali b. Muhammed el-Medâinî, Ħuŧabü’n-nebî (İbnü’n-Nedîm, s. 114); Abdülazîz b. Yahyâ el-Celûdî, Ħuŧabü’n-nebî (Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 571); Muhammed b. Ca‘fer el-İsfahânî, Ħuŧabü’n-nebî; Ca‘fer b. Muhammed el-Müstağfirî, Ħuŧabü’n-nebî (Keşfü’ž-žunûn, I, 715); M. Ali Ekrem el-Arvî, el-Ħuŧabü’l-Muśŧafaviyye (Kalküta 1313); Halîl el-Hatîb, İtĥâfü’l-enâm bi-ħuŧabi Resûli’l-İslâm (Tanta 1954) ve Ħuŧabü’l-Muśŧafâ (Kahire 1983); Nasr b. Hızır el-Erbîlî, Ħuŧbetü’l-vedâǾ (Keşfü’ž-žunûn, I, 715); Ömer el-Kutaytî, Ħuŧabü’r-Resûl (Tunus 1990); Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü ħuŧabi’l-ǾArab (Kahire 1962); Abdülhamîd Şâkir, Ħuŧabü’r-Resûl (Trablus 1415/1995); Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitabeti (İstanbul 1980). M. Şefik Arvâsî’nin, Hutab-ı Nebeviyye (Câmiu’l-hutab) adlı eseri, Musul hâkimi Ubeydullah b. Ved‘ân’ın derlediği Hz. Peygamber’e ait kırk hutbenin tercümesini kapsar (İstanbul 1965).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 207; II, 244, 303, 312, 334, 372; III, 99, 117, 176, 201, 413, 425; IV, 203, 223, 404; a.e. (Arnaût), XXIV, 256-258; Buhârî, “Ķader”, 13, “Tevĥîd”, 34, “Vuđûǿ”, 75, “DaǾavât”, 4, 6, 7, 9, “İkrâh”, 7, “Şehâdât”, 10, “Edeb”, 6, 78, “İstiǿźân”, 35, “ǾItķ”, 2, “Keffârât”, 6, “Şeriket”, 6, “Riķāķ”, 6, “Zekât”, 28, “Ŧalâķ”, 24, “Libâs”, 9, “Şirb”, 9, “Mežâlim”, 23, “İǾtiśâm”, 1, “Cihâd”, 89, 122, “TaǾbîr”, 22, “Ǿİlim”, 11, 20, 30, “Enbiyâǿ”, 40, 54, “Edeb”, 78, “Menâķıb”, 23, “Selâm”, 153, “Ŧıb”, 51, “Śavm”, 2; Müslim, “Îmân”, 62, 136, “Mesâcid”, 5-8, “Tevbe”, 7, 31, “Feżâǿil”, 15, 17-19, “Cihâd”, 76, “Zekât”, 35, 76, 77, “CumǾa”, 47, “Ŧalâķ”, 36, 43, “Birr”, 59, 65-67; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6, 18, 94, “Ǿİlim”, 6, 7, “CumǾa”, 23; Tirmizî, “EŧǾime”, 45, “Edeb”, 76-82; İbn Mâce, “Edeb”, 11, “Zühd”, 30; İbn Hişâm, es-Sîre, Beyrut, ts. (Dârü’l-cîl), I, 152, 237; II, 147, 212; IV, 40-41, 153, 187, 219; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, Beyrut 1978, I, 200, 216, 250-251, 377, 451; II, 185; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1395/1975, II, 15-17; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), III, 162-163; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, IX, 84; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 114; İbn Cinnî, el-Ħaśâǿiś (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), II, 8; Hattâbî, Ġarîbü’l-ĥadîŝ (nşr. Abdülkerîm İbrâhim el-Azbâvî), Dımaşk 1402/1982, I, 64-70; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), I, 389; IV, 323; Şerîf er-Radî, el-Mecâzâtü’n-nebeviyye (nşr. Tâhâ M. ez-Zeynî), Beyrut 1406/1986, tür.yer.; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, et-Taĥķīķ fî eĥâdîŝi’l-ħilâf (nşr. Mes‘ad Abdülhamîd M. es-Sa‘denî - Muhammed Fâris), Beyrut 1415/1994, II, 284; Nevevî, Şerĥu Müslim, X, 97; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, Beyrut 1385/1966, V, 626-630; VI, 394, 467; Heysemî, MecmaǾu’z-zevâǿid, Beyrut 1982, II, 187, 190; VII, 266; X, 298; Süyûtî, el-CâmiǾu’ś-śaġīr, Kahire 1402/1982, I, 14-15, 35, 51, 107, 109, 145; Keşfü’ž-žunûn, I, 715; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 72, 272, 399; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 571; İliyyâ el-Hâvî, Fennü’l-ħaŧâbe, Beyrut 1961, s. 77-98; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü ħuŧabi’l-ǾArab fî Ǿuśûri’l-ǾArabiyyeti’z-zâhire, Kahire 1962, I, 147, 163-170; Kehhâle, el-Edebü’l-ǾArabî fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Dımaşk 1392/1972, s. 178-180, 185-189; M. Abdülmün‘im el-Hafâcî, el-Ĥayâtü’l-edebî fî Ǿaśri śadri’l-İslâm, Beyrut 1973, s. 117-151; İzzeddin Ali es-Seyyid, el-Ĥadîŝü’n-nebevî mine’l-vicheti’l-belâġıyye, Kahire 1392/1973, tür.yer.; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târîħu âdâbi’l-ǾArab, Beyrut 1394/1974, II, 281-307; Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul 1980; Muhammed b. Lutfî es-Sabbâğ, el-Ĥadîŝü’n-nebevî, Beyrut 1407/1986, s. 43-113; Nâyif Ma‘rûf, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990, s. 31-44, 51-56; Ömer el-Kutaytî, Ĥuŧabü’r-Resûl, Tunus 1990, s. 47-52, 63-64; Abdülkādir Hüseyin, Min Belâġāti’n-nübüvve, Kahire 1412/1993, tür.yer.; Abdülhamîd Şâkir, Ħuŧabü’r-Resûl, Trablus 1415/1995, s. 21-23; Şevkī Dayf, el-ǾAśrü’l-İslâmî, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 106-107; Ahmed Hasan ez-Zeyyât, Târîħu’l-edebi’l-Arabî, Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), s. 19-27; M. Ebû Zehre, el-Ħaŧâbe, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 225-228; M. Yaşar Kandemir, “Cevâmiu’l-kelim”, DİA, VII, 440; Hüseyin Elmalı, “Hitâbet”, a.e., XVIII, 158-159.

İsmail Durmuş





G) Siyasî ve Askerî Kişiliği.

Resûlullah’ın peygamberlik misyonu, ferdî ve mânevî hayat kadar maddî ve içtimaî hayatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı ve her iki alanda insanlara kılavuzluk yapmayı kapsamaktadır. Müslümanlar bu inanca sahip olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet’in ilkeleri ışığında mânevî olgunluğu, erdemli bir ferdî hayat kadar düzenli ve huzurlu bir sosyal hayat için de ulaşılması gereken bir amaç olarak gördüklerinden teorik plandaki ilgileri daha çok onun ferdî ve mânevî hayata kılavuzluğu üzerinde yoğunlaşmış ve sîretiyle ilgili literatür de bu yönde gelişmiştir. Batı dünyasında ise din ile hayatın maddî alanlarını birbirinden ayıran yaygın telakki çerçevesinde peygamberliğin yalnızca ferdî ve mânevî hayata kılavuzluk şeklinde kabul edilmesi, Resûl-i Ekrem’in sosyal misyonu ve tarihî rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmekte ve dolayısıyla Resûlullah sosyal ve siyasal hayata fazlaca yönelmiş görülmektedir. Bir diğer problem de Batı’nın yüzyıllar boyunca karşı karşıya kaldığı ve savaştığı rakip bir uygarlığın kurucusu olarak Hz. Peygamber hakkında Ortaçağ boyunca teşekkül eden ön yargılardan ve menfi tasavvurdan hâlâ kurtulamamış olmasıdır.

Resûl-i Ekrem’in olağan üstü başarısı iki farklı bakış açısına göre izah edilmeye çalışılmıştır. Birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu, ikincisi başarısının tarihî ve diğer tecrübî sebeplere dayandığı, özellikle dikkat çekici liderlik vasıflarının ve karizmatik şahsiyetinin bu konuda etkisinin bulunduğu şeklindedir. İlki genelde din âlimleriyle diğer inananların, ikincisi Batılı araştırmacılarla tarihçilerin takip ettiği yoldur. Onun Kur’an’da vurgulanan örnek kişiliğiyle tarihî kişiliğini yansıtan bu iki yönü birbiriyle çelişmeyip her biri kendi araştırma yolunu ve analiz yöntemini izleyen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Allah’ın elçisine yardım ve desteği bir mümin için açık ve tartışılmaz olmakla birlikte Resûlullah’ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları gözardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilâhî mesajı nakleden önemsiz bir vasıta seviyesine düşürme tehlikesini taşır (EI2 [İng.], VII, 360). Bu durumda getirdiği mesajı bizzat anlayıp yaşayarak insanlara gösterme ve toplumu dönüştürme misyonunu, sosyal hayattaki kılavuzluk rolünü kavramada da zorlukla karşılaşılır.

Hz. Peygamber çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere diğer insanlar gibi bir insandır (el-İsrâ 17/93; el-Kehf 18/110; Fussılet 41/6). Fakat insanlara örnek olduğuna (el-Ahzâb 33/21), yüksek bir ahlâk üzere bulunduğuna (el-Kalem 68/4), Allah’ın lutuf ve esirgemesine nâil olduğuna, kendisine hikmet bahşedildiğine (en-Nisâ 4/113; el-İsrâ 17/39, 87), ilim verildiğine (el-Bakara 2/145; Âl-i İmrân 3/61; er-Ra‘d 13/37), kaba ve katı yürekli olmadığına (Âl-i İmrân 3/159), insanlardan korunduğuna (el-Mâide 5/67), ilâhî yardımla desteklendiğine (el-Enfâl 8/62; et-Tevbe 9/40; el-Feth 48/3), ilâhî gözetim ve koruma altında bulunduğuna (et-Tûr 52/48), hidayete, dosdoğru yola erdirildiğine (el-En‘âm 6/161; Yâsîn 36/4; ez-Zuhruf 43/43; el-Feth 48/2; el-Hac 22/67; ed-Duhâ 93/7), hak ile gönderildiğine (el-Bakara 2/119; en-Nisâ 4/170;


Fâtır 35/24), kendisine huzur ve güven duygusu verildiğine (et-Tevbe 9/26, 40; el-Feth 48/26), göğsünün açılıp genişletildiğine (el-İnşirâh 94/1), Allah’ın ve meleklerin ona salât okuduğuna (el-Ahzâb 33/56), müminlere karşı çok şefkatli ve merhametli olduğuna (et-Tevbe 9/128) dair âyetler yanında hadis ve siyer kaynaklarında da belirtildiği gibi diğer insanlardan farklı bir kişilik ve birikime sahip bulunduğu, üstün vasıflarla donatıldığı, başarısının temelinde vahyin bulunduğu ve toplumu bunun kılavuzluğunda yönettiği şüphesizdir. Bu çerçevede güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hâfıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, hayâ, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti.

Resûlullah’ın bu vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiat üstü özelliği bulunmayan bir şahsiyet gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi takdirde onun yaşayış biçimi insanlık için mükemmel bir örnek teşkil edemezdi (Afzal Ur Rahman, s. 11-13). Karakteri, ahlâkı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhî ve fikrî olgunlukla donatılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Resûl-i Ekrem’in, insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu kılavuzluk ve önderlik misyonunun bir gereğidir.

İlk dönemlerden itibaren müslüman müellifler Resûlullah’ın başarısını onun peygamberlik misyonuyla, Allah’ın yardımına mazhar olmasıyla izaha çalışırken Batılı araştırmacılar genellikle şahsî kabiliyet ve becerilerini öne çıkarmışlardır. Meselâ W. Montgomery Watt’a göre onun yaşadığı bölgedeki siyasal, sosyal, ekonomik ve dinî şartlar başarısını kolaylaştırmada etkili olsa da sahip bulunduğu üstün vasıflar olmasaydı bu sonucu elde edemezdi. Bu vasıfların başında mânevî keşif istidadı -müslümanlara göre vahiy-, devrin sosyal rahatsızlığının asıl sebeplerini keşfe imkân veren sezgi gücü (ferâset) gelir. İkinci vasfı, bir devlet adamı sıfatıyla izlediği siyasî strateji ve sosyal reformlarındaki bilgeliği, üçüncüsü de bir yönetici olarak sahip bulunduğu dirayet ve maharetle idarî işleri havale ettiği insanları seçmedeki isabetidir. Eğer onun bu yetenekleri ve bunların ötesinde Allah’a güveni olmasaydı insanlık tarihinin önemli bir bölümü hiçbir zaman yazılmamış olacaktı (Muhammad, s. 236-237). Diğer bazı araştırmacılar da Resûl-i Ekrem’in hayatındaki güçlü faktörün ve olağan üstü başarısının temel anahtarının Allah’ın hitabına mazhar bulunduğuna dair sarsılmaz inancı olduğuna, böyle bir kanaatin diğer insanları da derin bir şekilde etkilediğine, ilâhî iradenin icracısı sıfatıyla ortaya çıkışındaki kesinliğin kendisini, söz ve emirlerine nihaî olarak boyun eğmeyi sağlayan bir otorite sahibi kıldığına dikkat çekerler (EI2 [İng.], VII, 375).

Hz. Peygamber’in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğden ibaret değildi. Bunun yanında insanları tebliğ ettiği dine çağırmak, dinin ilke ve esaslarını açıklayarak bizzat yaşamak (el-Bakara 2/151; Âl-i İmrân 3/164; el-Cum‘a 62/2), gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek (en-Nisâ 4/105) ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındadır (Görmez, s. 275). Zira peygamberliğin amacı sadece belli ilke ve esasları insanlara bildirmek değil ferdî ve içtimaî planda bir dönüşümü de sağlamaktır. Bu sebeple Resûlullah’ın bizzat dini yaşayarak insanlara göstermesi gerekiyordu (el-Bakara 2/143; en-Nahl 16/89; el-Hac 22/78; el-Ahzâb 33/45; el-Feth 48/8; el-Müzzemmil 73/15). Müminler de ona uyup (Âl-i İmrân 3/32; en-Nisâ 4/64, 80; el-Mâide 5/92; en-Nûr 24/54) emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğunu taşıdıkları gibi (Müsned, IV, 126; İbn Mâce, “Muķaddime”, 6) örnek davranışlarına tâbi olmak (Âl-i İmrân 3/31; el-A‘râf 7/157) ve onu örnek almakla (el-Ahzâb 33/21) emrolunmuştur (Görmez, s. 275).

Âlimler, Hz. Peygamber’in bir söz veya fiilinden hüküm çıkarırken onu hangi sıfatla söylediğine veya işlediğine dikkat edilmesi gerektiğini belirterek onun hem ferdî ve mânevî hem içtimaî hayattaki kılavuzluk vasıflarına atıfta bulunurlar. Karâfî, Resûl-i Ekrem’in tasarruflarının bir kısmının müftülük, bir kısmının kadılık ve bir kısmının imâmet (devlet başkanlığı) niteliğine dayandığını, bir kısmında bu niteliklerin birleştiğini, çoğunda ise risâlet vasfının daha baskın olduğunu belirtir. Buna göre Hz. Peygamber’in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri genel hüküm ifade edip her müslümanı bağlarken devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasarruflar devlet başkanının iznine, hâkim olarak verdiği kararlar da hâkim kararına bağlı şekilde uygulanabilir (el-Furûķ, I, 249; Şehâbeddin el-Hafâcî, IV, 264; M. Tâhir b. Âşûr, s. 28-39; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 53, 410). Peygamberlik görevi (tebliğ, risâlet, davet, beyan, tâlim, tezkiye) yanında devlet başkanlığı, kumandanlık, kadılık gibi işleri de uhdesinde bulunduran Resûl-i Ekrem’in bu görevleri, peygamberlikten farklı olarak ebedî ve evrensel ilkelere dayanmakla birlikte mahallî ve tarihseldir, yani çağının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olmak, zaman ve mekânla sınırlı bulunmak gibi bir özelliğe sahiptir. Resûlullah, bütün çağlar için sabit ve geçerli olma iddiası taşıyan katı bir yönetim yapısı ortaya koymamış, ashabına değişen şartlara göre dinamik bir yönetim kurmalarını sağlayacak bir rehberliğin ana hatlarını vermiştir (Görmez, s. 214, 294).

Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı mânevî şahsiyet onu başkalarından ayırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan Resûl-i Ekrem’in beşerî tabiatına vurgu yaparken bir taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini belirtir. Resûl-i Ekrem’in örnek bir İslâm toplumu kurması ancak etkili bir otorite sayesinde mümkün olabilirdi. Ümmetin lideri sıfatıyla onun müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur’an’da “hükm” kavramı ile ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/60, 65). Bu âyetler, Resûlullah’a itaatin somut ifadesini onu hâkim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli


olurken Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır (en-Nisâ 4/80). Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî nasihatle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından kendisine itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusudur (Oda, XXII [1986], s. 64-65). Allah’ın kendisine itaatle beraber ona itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah’a ve elçisine götürmelerini istemesi (en-Nisâ 4/59), onun otoritesini kabul etmenin imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından hikmet ve hükümranlık (mülk) bahşedildiğinin belirtilmesi (el-Bakara 2/251; en-Nisâ 4/54; Sâd 38/20) bunların onun için de söz konusu olduğunu ima etmektedir. Ancak Kur’an’da Hz. Peygamber için mülk yerine “hükm” kullanılmıştır (a.g.e., XXII [1986], s. 63). Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir rivayete göre Allah Teâlâ, Resûlullah’ı hükümdarpeygamber ile kulpeygamber olma arasında serbest bırakmış, o da Cebrâil’in Allah’a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine kul-peygamber olmayı tercih etmiştir (Müsned, II, 231). Resûl-i Ekrem, huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine, “Sakin ol, ben hükümdar değilim” demişti (İbn Mâce, “EŧǾime”, 30; Müttakī el-Hindî, VI, 88). Ebû Süfyân’ın, Mekke fethi sırasında İslâm ordusunun haşmeti karşısında Abbas’a, “Kardeşinin oğlunun mülkü büyümüş” demesi üzerine Abbas, bunun nübüvvet olduğunu söyleyerek Resûlullah’ın liderliğinin peygamberlikten ayrı anılmasını hoş karşılamamıştır (İbn Hişâm, II, 404; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1626-1627; Süheylî, VII, 93; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 52, 387). Kur’ân-ı Kerîm’de mülk kelimesinin Resûl-i Ekrem için kullanılmaması ve bu ifadenin gerek kendisi gerek amcası tarafından hoş karşılanmaması onun yöneticilik misyonunun farklılığına bir işaret olarak değerlendirilebileceği gibi kelimenin o dönemde taşıdığı olumsuz anlamı red şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim melik ve halife kavramları arasındaki fark üzerine Hz. Ömer ile Selmân-ı Fârisî -veya bir başka sahâbî- arasında geçen bir konuşma o devirde hilâfetin hak ve hukuka bağlılık, hükümdarlığın ise keyfî yönetim şeklinde algılandığını göstermektedir (İbn Sa‘d, III, 306-307; Süyûtî, II, 125; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 143). Mâlikî âlimlerinden Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Makkarî de Kur’ân-ı Kerîm’de daha önceki ümmetlerden söz edilirken mülk teriminin kullanılmasına karşılık (el-Bakara 2/247; el-Mâide 5/20; Sâd 38/35) müslümanlar için hilâfet kavramına yer verildiğini (en-Nûr 24/55) belirterek mülkün babadan oğula geçen yöneticilik olduğuna, hilâfetin ise seçime dayandığına, Muâviye ile birlikte hilâfetin de hükümdarlığa dönüştüğüne dikkat çeker (Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî, s. 252-253; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 146). Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak rolünü Batılı okuyucuların kavrayabilmesi amacıyla Hz. Mûsâ ve Dâvûd’unkine benzetirse de (Zafar Ali Qureshi, II, 884-888) onların yöneticilik vasıflarının peygamberlikleri gibi kendi şahıslarıyla sınırlı olduğu, Resûl-i Ekrem’in örnekliğinin ise son peygamber olması sebebiyle kendisinden sonra ümmeti vasıtasıyla devam edeceği göz önüne alınırsa yönetim tarzı bakımından Makkarî tarafından işaret edilen önemli fark dikkat çekmekte ve İslâm’da siyasî liderliğin -Hz. Peygamber’den sonra- ilâhî tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil toplumun ortak tercih ve onayı ile gerçekleşeceğini göstermektedir.

Batı dünyasında yeni ön yargılarla birleşerek kısmen varlığını sürdüren Hz. Peygamber’in şahsına yönelik geleneksel olumsuz imaj çerçevesinde onun Mekke döneminde müsamahalı bir tebliğci iken Medine döneminde elde ettiği güçle siyasî bir şahsiyet haline geldiğine ve şiddete meylettiğine, asıl amacının da siyasî olduğuna dair iddialar ileri sürülmüştür (Smith, s. 137; Almond, s. 28-31; Zafar Ali Qureshi, II, 710-713). Resûl-i Ekrem’in, Batı’daki yaygın Hz. Îsâ imajından farklı şekilde daha önceki bazı peygamberler gibi yeni bir sosyal düzen kurma misyonunu da yüklenmiş olmasının kavranamamasından ve o günkü şartların tarafsız olarak değerlendirilememesinden kaynaklanan bu iddialar diğer bazı araştırmacılar tarafından temelsiz bulunarak eleştirilmiştir. Rudi Paret tarihçilerin, Hz. Muhammed’i, kendi hükümranlığının bu dünyaya ait olmadığını söyleyen Hz. Îsâ’nın ortaya koyduğu modeli ve hıristiyan bakışını esas alarak değerlendirme hatasına düşmemeleri gerektiğini belirtir. Ona göre Medine döneminde Arap-İslâm ümmetinin gerçekleşmesi sürecinde Resûlullah asla kuvvet sâikiyle hareket etmemiş, aksine, derin bir tevazu ile en büyük askerî ve siyasî başarılarını da Allah sayesinde elde ettiğini söylemiştir. Hareket tarzında hiçbir değişiklik olmamış, görev anlayışı eskisi gibi kalmıştır (Mohammed und der Koran, s. 138). Diğer bazı müellifler, Medine dönemindeki şartlar ve zaruretlerin Hz. Peygamber’in kuvvet kullanmasını gerekli kıldığını (Smith, s. 156, 201; Almond, s. 39-40), onun barışçı bir misyonu icra ederken kendi hemşehrilerinin haksızlığına mâruz kaldığı için bağımsız bir toplum kurmayı tercih ettiğini ve kendini savunma durumunda kaldığını belirtirler (Gibbon, V, 255). Birçok Batılı yazar da Hz. Muhammed’in peygamber olma özelliğinin her zaman beşerî faaliyetlerine baskın geldiğini, devlet adamlığı vasfının ikinci planda kaldığını söylemekte, onu bu rolünden soyutlayarak sadece başarılı bir devlet adamı olarak gösteren veya Mekke ve Medine dönemlerinde iki farklı şahsiyet portresi çizdiğini ileri süren bakış açısının yanlış olduğunu belirtmektedir (bu konuda bk. Zafar Ali Qureshi, I, 94-112; II, 713-728, 878-883).

Yönetim. Mekke dönemi tecrübesiyle, gerek İslâm’ın evrensel boyutta tebliği gerekse müslümanların barış ve güvenlik içinde yaşama imkânına kavuşması için siyasî hâkimiyetin büyük önem taşıdığı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hicret öncesinde Akabe mevkiinde tamamen dinî etkenlerle Resûl-i Ekrem’e biat eden Medineli Evs ve Hazrec kabileleri mensuplarının, merkezî otoriteden mahrum olan Medine’de düzen ve barışın sağlanması için Hz. Peygamber’in hicretinden çok şey umdukları bilinmektedir. Resûlullah, İkinci Akabe Biatı’nda göç edeceği şehirde şahsî otoritesinin tanınmasını kesin şekilde istemiş ve bu kabul edilmişti. Medine’ye hicretin bu sosyopolitik hedefi şu âyette de farkedilmektedir: “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver” (el-İsrâ 17/80).

Medine’de Arap kabileleri arasında sürüp giden düşmanlık ortamı geleneksel kabile kurallarıyla değil ancak üstün bir otorite ile bertaraf edilebilirdi. Nitekim iki Arap kabilesinin (Evs ve Hazrec) İslâmiyet’i ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in otoritesini kabulüyle bu konuda ilk olumlu adım atılmış oldu. Buna karşılık Benî Kaynukā‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi kabilelerden meydana gelen yahudi zümresi ve münafıkların temsil ettiği pasif direniş yeni siyasî oluşumun önünde önemli bir engeldi. Medine vesikasıyla (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 188-210)


yeni siyasî birliğe katılacakları umulan yahudi toplulukları buna yanaşmayıp müslümanların dinî birliği için bir tehlike oluşturdukları kısa zamanda anlaşılınca Medine’den uzaklaştırıldı. Münafıklar ise görünüşte Hz. Peygamber’in otoritesini benimseyip toplum için hayatî bir tehlike arzetmediklerinden varlıklarını sürdürdüler.

Hicretle birlikte teşekkül eden şartlar çerçevesinde Hz. Peygamber’in kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî rehberliği yanında siyasî liderliği önem kazanmaya başladı. Medine vesikasında müslümanlar sadece diğerlerinden ayrı bir grup olarak anılmakla birlikte belgenin Resûl-i Ekrem tarafından düzenlendiğinin belirtilmesi, sözleşmenin asıl taraflarının müslümanlar olması, kendisinin peygamber sıfatıyla anılması ve anlaşmazlıkların kendisine getirilmesinin hükme bağlanması onun daha baştan itibaren yönetimde inisiyatifi ele aldığını, vesikada statüsü üzerinde ayrıntılı biçimde durulmasa da Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak öne çıktığını göstermektedir. Daha sonraki gelişmelerle de kendisinin siyasî önderliği tartışmasız hale gelmiş, vefatına bir iki yıl kala Arabistan’daki kabilelerin büyük kısmı İslâmiyet’i kabul etmiş, çevredeki bazı Arap, yahudi ve hıristiyan toplulukları ile antlaşmalar yapılmış ve onun yönetiminde geniş bir siyasî birlik oluşmuştur. Resûl-i Ekrem’in liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Hz. Peygamber’in asırlarca yaşayan büyük bir devletin temelini attığını söyleyen Gustave Edmund von Grunebaum, Araplar’ın dünya tarihinde olumlu bir inisiyatif sahibi olabilmelerinin ancak onun misyonu sayesinde gerçekleşebildiğine işaret eder (Classical Islam, s. 27).

Resûlullah, ahlâk ve adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan Arap toplumunda hâkim dinî ve içtimaî telakki ve kurumlara karşı büyük bir mücadele başlattı, yeni bir ahlâkî ve sosyal düzen kurmaya çalıştı. Kabile düşmanlıklarını, sosyal adaletsizlikleri ve doğuştan var olduğu kabul edilen üstünlük kavramını ortadan kaldırdı; fertleri birbirinden ayıran engelleri yıkıp kardeşlik, dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meydana getirdi. Kız çocuklarının öldürülmesini ve kadınlara kötü muamele yapılmasını önledi. Kadına karşılıklı hak ve sorumluluklar çerçevesinde hayatı erkekle paylaşan bir konum kazandırdı. Köleliğin tedrîcî bir şekilde ortadan kalkması için gerekli tedbirleri aldı.

Hicretin 10. yılında (631) bütün Arabistan’ın İslâm hâkimiyetine girmesi üzerine Hz. Peygamber çeşitli bölgelerin yönetimi için genellikle kendi kabilelerinden seçkin kimseleri görevlendirdi. Kettânî yönetim, yargı ve vergi tahsili vazifelerine tayin edilen kırk altı kişinin adını zikretmektedir (Hz. Peygamber’in Yönetimi, I, 397-405). Muhammed Yâsîn Mazhar Sıddîkī vali olarak otuz iki kişi, merkezî âmil (vergi toplayan) sıfatıyla otuz dokuz ve mahallî âmil olarak yirmi sekiz kişiyi ve görev yerlerini yazmaktadır (Organisation, s. 480-488, 498-512). Resûlullah, Medine dışına çıktığında yerine bir sahâbîyi vekil bırakırdı. Kaynaklarda onun on yedi vekilinin adı zikredilir (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 484-486).

Hz. Peygamber’in görev verdiği kimseler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ehliyetti. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri çağırır ve daha liyakatlisini gönderirdi. Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’ın bir görev talebini, sorumluluğunu taşıyamayacaklarını belirterek geri çevirdiği kaydedilmektedir (Müslim, “İmâre”, 16-17; Müttakī el-Hindî, VI, 41). Esasen ashabı bizzat görev istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara görev vermeyeceğini ifade etmişti (Buhârî, “İcâre”, 1; Müslim, “İmâre”, 13-15). Yönetimde soyluluk ve zenginlik gibi hususları değil ehliyeti esas almış, herkese kabiliyeti çerçevesinde fırsat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahâbîlerin önemli görevlere getirildiği görülür. Rivayete göre Amr b. Hazm, Necran’a vali tayin edildiğinde on yedi yaşında idi (İbnü’l-Esîr, IV, 214; Nevevî, I/2, s. 26; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 318, 401-402). Mekke’nin fethi sırasında müslüman olan Attâb b. Esîd’in bu şehrin valiliğine getirildiğinde yirmi yaşlarında olduğu kaydedilir (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 126; İbn Hacer, II, 541; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 256, 397). Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderdiği zaman Ali daha genç yaşta olduğunu ve tecrübesi bulunmadığını söyleyince Resûlullah ona dua ederek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başarılı olacağını bildirmişti (Müsned, I, 149-150; Ebû Dâvûd, “Aķżiye”, 6; Hâkim, IV, 88). İbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in vefatından az önce göndereceği, içinde büyük sahâbîlerin de yer aldığı orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in o sırada yirmi yaşında olduğunu (Śıfatü’ś-śafve, I, 521-522), İbnü’l-Esîr de onun âmil (vali, vergi tahsildarı) sıfatıyla görevlendirildiğinde on sekiz yaşında bulunduğunu (Üsdü’l-ġābe, I, 80) kaydeder. Yemen’e yönetici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönderilen Muâz b. Cebel de yirmi üç yaşındaydı (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 421). Ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alâmeti diye görmesi yanında (Buhârî, “Ǿİlim”, 2), şu hadisler de Resûlullah’ın bu konudaki hassasiyetini gösterir: “Bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu bir kişi bulunduğu halde bir başkasını göreve getiren kimse Allah’a, resulüne ve müminlere ihanet etmiş demektir”; “Kim müslümanların bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi sebebiyle birini onların başına getirirse Allah’ın lâneti onun üzerine olsun; Allah ondan ne bir tövbe ne bir fidye kabul eder” (Hâkim, IV, 92, 93).

Resûl-i Ekrem’in yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri de meşveretti. Birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud Gazvesi’nde olduğu gibi bazan kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu ortaya çıkan kararı uygulardı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in yardımcıları olduğunu belirten Resûlullah (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1642), hayır ve sevap umarak iyi niyetle görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi bir yardımcı nasip edeceğini, kötü niyetli yöneticiler için aksi durumun söz konusu olacağını bildirmiştir (Buhârî, “Aĥkâm”, 42; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 4; Nesâî, “BeyǾa”, 33). Bazı rivayetlere göre Resûlullah daha önceki peygamberlerin her birine yedişer yardımcı verildiğini, kendisinin yardımcılarının ise on dört olduğunu belirterek dört halife ile diğer bazı sahâbîlerin adlarını saymıştır (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 150).

Resûlullah, yönetenlerle yönetilenlerin arasındaki engellerin kaldırılması hususunda çok hassastı. “Kim insanların bir işini üzerine alır da zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet gününde Allah da onun önüne engel çıkarır” (Müsned, V, 239); “Kim müslümanların işini üstlenir de yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır” (a.g.e., III, 441, 480); “İhtiyacını bildiremeyen kimsenin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir yöneticiye bildirirse Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar” (Taberânî,


XXII, 157; Beyhakī, II, 156; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 53) meâlindeki hadisler bu konudaki uygulamalarına işaret eder. Resûl-i Ekrem bu amaçla halkın arasına girer, çarşıyı pazarı dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde olan bitene müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” tavsiyesinde bulunurdu (Müslim, “Cihâd”, 6). Devlet işleriyle vazifeli kimselerin bu vesile ile maddî menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkar ve onları sıkı bir şekilde kontrol ederdi (Buhârî, “Aĥkâm”, 24, 41; Müslim, “İmâre”, 7; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 390-391). “Kim bize âmil olmuşsa bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi alsın, evi yoksa bir ev edinsin” (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 10) diyen Hz. Peygamber, âmillerin kendilerine bağlanan maaş dışında menfaat teminini haksız kazanç ve hırsızlık olarak nitelemiştir (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 10; Hâkim, I, 406).

Dış İlişkiler. Batılı araştırmacılar, Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemeyecek olan dış siyasetteki hareket tarzı ve başarısını da şahsî kabiliyetine bağlama eğilimindedir. Onun Medine döneminde görülen politik hüneri modern tarihçilerce sıkça dile getirilmektedir. Bedir Gazvesi’nin kumandanının veya Hudeybiye Antlaşması’nı gerçekleştiren şahsiyetin entelektüel üstünlüğe ve fevkalâde diplomatik beceriye sahip bulunduğundan kimsenin şüphe duyamayacağına, onun dehasıyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bilgiler yanında satır arasındaki esaslı noktaların da dikkatten kaçırılmaması gerektiğine işaret edilmektedir (EI2 [İng.], VII, 375).

Resûlullah’ın Medine’ye gelmesinden bir süre sonra buradaki Arap kabileleri İslâmiyet’i benimsemişti. Yahudiler ise Hz. Peygamber’in kendilerine karşı bir ön yargı taşımadığını göstermesine ve Medine vesikasına göre sivil bir eşitlik statüsüne sahip bulunmalarına rağmen kendilerinden olmayan bir peygamberin hâkimiyeti altında karma bir toplum içinde eriyecekleri endişesiyle, Kureyş’le açık bir ittifak görüntüsü vermeden ve fakat Kureyş’le yapılan savaşın konjoktürüne göre dozu değişen bir muhalefet grubu teşkil ettiler. Bu olumsuz tavrın giderek şiddetini arttırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Resûl-i Ekrem’in de onlara karşı tavrı değişti ve kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik sebeplerle yahudi kabileleri bölgeden uzaklaştırıldı (Rabbath, s. 135-136). Bazı Batılı yazarların, Hz. Muhammed’in yahudileri sırf yahudi oldukları için temizleme siyaseti takip ettiği yolundaki iddiaları tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı gibi böyle bir politikanın onun kişiliğine uygun olmadığı da açıktır. Nitekim Watt, yahudilere karşı izlenen siyasetin onların Kur’an vahyini tenkit yoluyla İslâm toplumunun temelini çürütmeye yönelik gayretleri yanında müslümanların düşmanlarına siyasî destek vermelerinden kaynaklandığına, düşmanca tavırlarını terkettikleri ölçüde Resûlullah’ın da kendilerine hoşgörülü davrandığına dikkat çekmektedir (Muhammad, s. 175). Hz. Peygamber’in gerek antlaşmalarını bozan yahudilere gerek Arap kabilelerine karşı sert tedbirler almasının amacı, Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere (el-Enfâl 8/56-57; el-Haşr 59/2-4) barışı bozmaya yönelik teşebbüslere müsamaha edilmeyeceğini göstermekti.

Medine’deki müslüman varlığının Kureyş’in en önemli ticaret yolu üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, dolayısıyla müslümanların kendi hallerine bırakılmayacağı gayet açıktı. Nitekim hicretten hemen sonra Kureyşliler, Medineli müslümanlardan ve onlara karşı olan Araplar’dan Hz. Peygamber’i himayeden vazgeçmelerini istemişlerdi (Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 65; İslâm Peygamberi, I, 217-218; Özdemir, s. 18). Fakat Mekke müşriklerinin bütün çabalarına rağmen Resûl-i Ekrem’in hicretten itibaren aldığı askerî tedbirler ve bölgedeki kabilelerle yaptığı antlaşmalar sayesinde Hudeybiye Antlaşması öncesinde Suriye ve Irak’a giden kervan yolları kontrol altına alınmış, Kureyşliler büyük ölçüde çevrelerinden tecrit edilmişti. Böylece ekonomik yönden zayıflatılarak dirençlerinin kırılması, Medine’yi tehdit etmelerinin engellenmesi ve onlara karşı kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı. Hz. Peygamber’in bazı ağır şartlar taşıyan Hudeybiye Antlaşması’nı üstün bir ön seziyle imzalaması, gerek fedakârlık ve temkin gerekse attığı adımları geleceğe yönelik bilinçli bir plana dayandırması bakımından önemli bir örnek teşkil eder. Bu sayede Kureyş onu siyasî anlamda tanıdığı gibi müslümanların Kâbe ve hac konusundaki iddialarını da kabul etmiş oluyordu (bk. HUDEYBİYE ANTLAŞMASI).

Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap putperestliğinin dinî merkezi hem Kureyş’in Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Kureyş liderlerinin diğer inananların seviyesine inmiş olması, asırlardan beri Kâbe’nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabileler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açarken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâmiyet kısa sürede Arap yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu (Rabbath, s. 181, 201-202). Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler (İbn Hişâm, II, 559-560). Bu heyetlerin ashaba ait bazı evlerde ağırlandıkları (İbn Sa‘d, I, 315, 316, 332, 357-358; İbn Hacer, I, 286, 307-308; II, 421; III, 682; IV, 465), bu amaçla yapılan bir evde (Semhûdî, I, 525) veya Mescid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda (İbn Hişâm, II, 540; İbn Hacer, II, 45-46, 502) konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği (İbn Sa‘d, I, 313) kaydedilir. Hz. Peygamber bu heyetlere Allah inancını ve İslâm’ın erdemlerini anlatıyordu. Bu kabileler içinde rakip gruplar bulunduğundan onları çatıştırmadan karşılayıp göndermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bilgisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür (Watt, Muhammad, s. 213; görüşmelerdeki bazı ilginç ayrıntılar için bk. Rabbath, s. 418-419; M. Abdülhay el-Kettânî, II, 26, 49).


Resûl-i Ekrem, daha sonra Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditlere karşı da tedbir alma gereğini duydu. Tebük Seferi bu amaçla düzenlenmiştir. Bizans, Sâsânîler’e karşı başarı elde ederken Suriye, Filistin ve Mısır monofizitlerine karşı uyguladığı baskı sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybediyordu. Böyle bir ortamda Bizans’ın sınırı olan Tebük’e yapılan seferde Bizanslılar’la karşılaşılmadıysa da bölgedeki Eyle hıristiyanları ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi toplulukları, ayrıca Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altına alındı. Tebük Seferi, müslümanların kendi sınırlarını düşmanlardan koruma hususundaki irade ve azimlerini ortaya koyması yanında, Bizans’a ve Arap yarımadası çevresindeki diğer devletlere Medine’de güçlü bir yönetim bulunduğunu ve içeride kabile reislerine güvenliği ihlâl edecek davranışlardan sakınmalarını ihtar etme-yi hedefleyen önemli bir harekât niteliği taşıyordu (Afzal Ur Rahman, s. 51-52).

Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyetleri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kalmamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşme-yi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybolmakla birlikte bazıları kaynaklarda yer almaktadır (Rabbath, s. 419). Muhammed Hamîdullah bunları el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye adıyla bir kitapta toplamıştır. Resûlullah imparatorlar dahil birçok yöneticiye İslâm’a davet mektupları göndermiştir (Buhârî, “Cihâd”, 102; İbn Sa‘d, I, 258-291; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, s. 99-109, 135-139; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 295, 307-317, 345-346). Bunların arasında o dönemin iki büyük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük tehlike arzetmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanlara ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke topraklarının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır (çevredeki imparatorlara mektup gönderilmesine dair rivayetleri güvenilir bulmayan bazı Batılı araştırmacıların yorumları ve bunlara verilen cevaplar için bk. Watt, Muhammad, s. 177, 194; Grunebaum, s. 42; Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 305-426; İzzeddin İbrâhim, XXIII, 245 vd.).

Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı gerekse meramını ifade bakımından büyük bir diplomatik incelik taşıdığı gibi elçilerinin de diplomatik maharete sahip oldukları, hükümdarların huzurunda yaptıkları konuşmalardan anlaşılmaktadır (Süheylî, VII, 516-524; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 334-338). İbn Hudeyde, Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Miśbâĥu’l-muđî adlı eserinde (Beyrut 1405/1985) kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendilerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır (meselâ bk. İbn Sa‘d, IV, 346; Heysemî, X, 304; Müttakī el-Hindî, X, 612; Muhammed b. Abdülbâkī ez-Zürkānî, IV, 37; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 95-97, 353, 506, 511).

Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini samimiyetle uygulaması onun dış ilişkiler konusundaki başarısının anahtarlarındandır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere Ebû Süfyân’a mal göndermiş, o da kendi düşmanlıklarına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti (İbn Hacer, II, 505; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 571). Mekke’nin fethi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süfyân’ın evine sığınanların güven içinde olacağını duyurması hem onu memnun etmiş hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensarın sancağını taşıyan Sa‘d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’ın, bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu görevden alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmesi (Vâkıdî, II, 821-822) ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlicenaplık göstermesi şehirdeki olumsuz havayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.

Hz. Peygamber fetihten sonra Mekke’de kalmayıp Medine’ye dönmekle hem zor zamanında kendisine yardım eden en-sara vefa borcunu ödemiş, hem de bu şehrin İslâm devletinin merkezi olma özelliğini dikkate alarak ümmetin birliğini koruma yönünde siyasî bir basîret göstermişti (Rabbath, s. 180). Ensarın fethin ardından Resûlullah’ın kendi memleketinde kalacağından endişe ettiğini öğrenince böyle bir davranışın “hamd” kökünden türeyen adıyla (Muhammed) çelişeceğine işaretle onları asla terketmeyeceğini belirtmiştir (Müsned, II, 538; Müslim, “Cihâd”, 84-86).

Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve devamı için diğer toplumların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini (İbn Mâce, “Edeb”, 19) ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtirler (Münâvî, I, 241; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 166, 568-570). Nitekim onun mütevazi, nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabileleri de onları takip etmiştir (bazı örnekler için bk. İbn Hişâm, II, 580; İbn Sa‘d, I, 322; İbn Manzûr, XVI, 294, 296; İbn Hacer, I, 16).

Savaş ve Ordu. Hz. Peygamber, başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askerî bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerîm haksız saldırıya uğramaları sebebiyle müslümanlara savaşma izni veriyor (el-Hac 22/39) ve onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını istiyordu (el-Enfâl 8/60). Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Medine dönemindeki hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir.

Resûlullah’ın bizzat kumanda ettiği gazvelerin sayısı Vâkıdî, İbn Hişâm ve İbn Sa‘d’ın tesbitlerine göre yirmi yedidir (el-Meġāzî, I, 7; es-Sîre, II, 608-609; eŧ-Ŧabaķāt, II, 5-6). Mahmûd Şît Hattâb umretü’l-kazâyı da ekleyerek bu sayıyı yirmi sekize çıkarır ki bunlardan yalnız dokuzunda savaş meydana gelmiştir. Gazvelerin ilki 2. yılın Safer ayında (Ağustos 623) vuku bulan Veddan Gazvesi, sonuncusu da 9. yılın Receb ayındaki (Ekim 630) Tebük Gazvesi’dir. Seriyye denilen ve bir sahâbî tarafından kumanda edilen askerî birliklerin sayısıyla ilgili olarak otuz beşelli altı arasında değişen rakamlar verilmekte, hatta bazıları bu sayıyı yetmişin üstüne çıkarmaktadır (Şâmî, VI, 9-12; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 483-484, 568). Seriyyeler Kureyş kervanlarını tâciz etme, güvenlik, istihbarat ve keşif, İslâm’a davet, bir saldırıya karşılık verme, hedef şaşırtma, destek, özel görev gibi çeşitli amaçlarla yapılmıştır. Bu sayede düşman güçleri ve planları, niyet ve hareketleri hakkında bilgi edinilmiş, insan ve madde kaynakları değerlendirilmiş,


saklanma, levazım kaynakları, düşmanla karşılaşma ve düşmanı pusuya düşürme imkânları bakımından çevredeki arazi tanınmıştır. Seriyyelerin ilki, Hz. Hamza kumandasında hicretin 1. yılı Ramazan ayında (Mart 623) Îs mevkiine (Sîfülbahr Seriyyesi), sonuncusu, Hz. Ali kumandasında 10. yılın Ramazanında (Aralık 631) Mezhic’e gönderilmiştir (Mahmûd Şît Hattâb, Ķādetü’n-nebî, s. 9-10; gazve ve seriyyelerle ilgili çeşitli bilgileri içeren cetveller için bk. a.g.e., s. 646-656).

Başarılı bir savaş stratejisi için gerekli olan organizasyon, moral, sürpriz, hücuma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, merkezî kumanda, bölge coğrafyasının etkin kullanımı, gizliliğin korunması, sağlam ve sistemli istihbarat gibi temel yöntem ve prensiplerin Hz. Peygamber tarafından büyük bir maharetle uygulandığı görülmektedir. Resûl-i Ekrem uyguladığı savaş stratejisiyle düşmana hemen her zaman sürpriz yapmış, büyük harekâtların altısında, küçüklerin dokuzunda düşmanı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Bu sayede askerî seferlerinin yalnız üçte birinde savaş meydana gelmiştir. Gönderdiği seriyyelerin de otuz ikisinde düşman tamamen sürprizle karşılaşıp direnememiştir. Yalnız dokuzunda küçük çaplı çatışmalar, Mûte’de ise savaş meydana gelmiştir (Afzal Ur Rahman, s. 48-50). Hz. Peygamber’in savaş stratejisinde insan ve mal kaybının asgaride tutulması önemli bir ilkeydi. Bu sebeple harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapılmadan halli için büyük gayret gösterirdi. Arap yarımadasında İslâm hâkimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Resûl-i Ekrem’in katıldığı dokuz savaşta müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en çok 147, düşmanın kaybı ise 288’dir. Seriyyeler için farklı rakamlar verilse de savaşlarla birlikte her iki tarafın toplam kaybı 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır. Benî Kurayza’nın 600-700 olduğu rivayet edilen kaybı bunların dışındadır (Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 21; Afzal Ur Rahman, s. 50; Zafar Ali Qureshi, I, 155). Resûlullah, meşruiyet gerekçesi bulunmayan bir savaşa rıza göstermediği gibi savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve temel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Fiilen çatışmaya katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış (örnekler için bk. Vâkıdî, II, 554, 757-758, 778; III, 1117; İbn Hişâm, II, 344-345; Şâmî, VI, 83-84; Özdemir, s. 36, 97, 99), düşmanın öldürülmesi sırasında kin ve nefreti arttıracak davranışlardan sakınılmasını, iyilik ve güzelliğin şiar edinilmesini (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 110, “Eđâĥî”, 11), esir ve rehinelere iyi davranılmasını emretmiş, diğer milletlerin uyguladığı işkence vb. uygulamalardan askeri menetmiş, hukuka aykırı bir uygulama gördüğünde onu düzeltmiş veya tazminle telâfi yoluna gitmiştir (örnekler için bk. Vâkıdî, II, 559; İbn Hişâm, II, 428-431; İbn Seyyidünnâs, II, 141; Özdemir, s. 65). Birçok durumda kötülüğe karşı iyilikle muamele ederek insanların saygı ve sevgisini kazanmıştır (Mekke fethi ve Hevâzin örnekleri için bk. Şehâbeddin el-Hafâcî, II, 38; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 368-370; II, 152).

Hz. Peygamber savaş hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde tutar ve fiilen savaş alanına ulaşıncaya kadar niyetinin düşman tarafından, hatta bazan kendi emrinde bulunan kişilerce öğrenilmesine imkân vermezdi. Düşmanı yanlış hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterirdi. Hicretin 17. ayında Abdullah b. Cahş kumandasında Nahle’ye bir seriyye gönderdiğinde yapacakları göreve dair tâlimatın yer aldığı mektubun iki gün sonra açılmasını emretmesi, Mekke fethinin hazırlıkları sırasında Suriye yönünde Batn-ı İdam’a bir askerî birlik göndermesi bu amacı taşıyordu. 10.000 kişilik büyük bir orduyla girişilen Mekke’nin fethi esnasında Medine’de giriş ve çıkışlar kontrol altına alınmış, Hz. Ebû Bekir ve Âişe gibi yakınları bile hazırlığın hangi amaçla yapıldığı hususunda bilgilendirilmemiş, dışarıdan orduya katılacakların iltihakı yol boyunca sağlanmış, düşman ancak İslâm ordusu Mekke’ye yakın bir yere geldiğinde işin farkına varabilmişti. Benî Lihyân Gazvesi sırasında orduyu önce kuzeye, Şam’a doğru yola çıkarıp daha sonra bu kabile üzerine yürümüş, Hayber Gazvesi esnasında Hayber yahudilerine yardıma giden Gatafân kabilesi toprağındaki Recî‘e yönelip Gatafân ve Fezâre’nin kendi yurtlarını savunmak için dönmelerini sağlamış, ardından Hayber’e doğru giderek ittifak kurmalarını önlemişti.

Savaşta düşmanı yanıltıcı strateji ve taktiklerin önemine dikkat çeken Resûlullah (Buhârî, “Cihâd”, 157; Müslim, “Cihâd”, 17-18), Hendek Gazvesi sırasında Gatafân ve Fezâre liderleriyle anlaşma yolları arayarak mevcut ittifakı bozmaya çalışmış, yeni müslüman olan Gatafânlı Nuaym b. Mes‘ûd’u bu durumdan habersiz olan yahudiler ve Kureyş ile Gatafân kabilelerinin arasını açmak için görevlendirmiştir (Vâkıdî, II, 480 vd.; İbn Hişâm, II, 229-231; İbn Sa‘d, IV, 277; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 544-545). Mekke’nin fethi sırasında şehre yakın bir yerde konaklayan orduda her askerin ateş yakmasını emretmesi ve amcası Abbas’tan Ebû Süfyân’ı ordunun geçişini göreceği bir yerde alıkoymasını istemesi Mekke halkının direncini kırarak karşı koymalarını önleme amacını taşıyordu (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 387-388). Resûlullah, savaş


stratejisinin bütün unsurlarını başarıyla uygularken düşmanın aynı şekilde karşılık vermesine fırsat tanımamış, bizzat katıldığı on bir büyük harekâtın sekizinde ve on yedi küçük harekâtın hepsinde taarruzda bulunarak inisiyatifi elinde tutmuştur. Bedir, Uhud ve Hendek’te düşman müslümanların üzerine gelmişse de inisiyatif yine Resûl-i Ekrem’in elinde olmuş, yüksek taktik hareketleriyle düşmanı şaşırtıp bozguna uğratmıştır (Afzal Ur Rahman, s. 49).

Savaşlarda en sıkıntılı durumlar karşısında bile paniğe kapılmayan ve acziyet göstermeyen Hz. Peygamber bir kumandanda bulunması gereken güçlü irade ve cesaret, sabır ve tahammül, tereddütsüz sorumluluk üstlenme, emri altındakileri iyi tanıma, onlara karşı âdil davranma, zorluklara birlikte göğüs germe, güven ve saygı telkin etme, süratle doğru ve tereddütsüz karar verme, yardımcılarına danışma, sır saklama, zaferle şımarmama ve yenilgiden yılmama gibi vasıflara sahipti. Mümkün olduğu ölçüde kendi zamanında mevcut askerî alet ve araçları kullanmaya önem verirken askerlerinin moralini yüksekte tutma hususunda büyük başarı göstermiş, maddî ve manevî güçler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. İnsan psikolojisine ve sosyal ilişkilere önem vermiş, karşılıklı sevgi ve saygıyı, yönetici ve kumandanlara itaati, çekişme ve ayrılığa düşmemeyi tavsiye etmiş, askerî harekâtlar sırasında bile ashabın özel meseleleriyle ilgilenmekten geri durmamıştır.

Düzenli orduların bulunmadığı Arap kabile toplumunda insanlar maddî güçlerine göre kendilerini koruyacak silâhlara sahip olup savaşlarda silâhıyla orduya katılıyordu. Hz. Peygamber savaş durumuyla sınırlı olsa da orduyu belli bir düzen içinde oluşturmak, silâhı bulunmayanlara silâh temin etmek, yeni silâhlar ve savaş teknikleri konusunda onları yetiştirmek için tedbirler almıştır. Orduya katılacak kimselerin her yıl tesbitini bizzat yapıyor (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 384-385) ve isimlerini yazdırıyordu (Buhârî, “Cihâd”, 181; Müslim, “Ĥac”, 74; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 373; II, 321). Kadınları da gerektiğinde savaşta yiyecek ve silâh taşıma, hastaları tedavi etme gibi hizmetlerde istihdam ediyordu (Buhârî, “Cihâd”, 62-68; İbn Hişâm, II, 239; M. Abdülhay el-Kettânî, II, 179-183).

Resûl-i Ekrem genç ve yetenekli kumandanların yetişmesine büyük önem vermiş, bizzat bulunduğu askerî harekâtlardaki önderliği yanında bu savaşlarda ve özellikle seriyyelerde şahsî inisiyatif tanıyıp onları eğitmiştir. İlk yıllarda bizzat kendisi kumandanlık yaparken daha sonra bu görevin yeni yetişen kumandanlara verildiği dikkat çekmektedir (Afzal Ur Rahman, s. 109-110). Hz. Peygamber, bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendirmiş ve Tâif kuşatmasında mancınık kullanmıştır (Vâkıdî, III, 924; İbn Hişâm, II, 483; Şâmî, V, 560-561). Hendek Gazvesi sırasında Medine’nin çevresine hendek kazılması da Araplar arasında bilinen bir şey olmayıp Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle yapılan bir uygulamadır (İbn Hişâm, II, 216, 224; Süheylî, VI, 206-207). Resûlullah’ın o dönemde bilinen her türlü silâhı temin etmeye çalıştığı, kılıç, mızrak, ok gibi silâhlar yanında zırh, miğfer, kalkan gibi aletleri de bizzat kullandığı bilinmektedir (M. Abdülhay el-Kettânî, I, 518-520). Sefer ve savaş sırasında parola ve üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler veya belli işaretler kullanılmasını istemiş (a.g.e., I, 499-501), ayrıca ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi teşvik etmiş, bu hususta yarışlar düzenleyerek eğitime önem vermiştir (a.g.e., II, 158-160, 385-386). Silâhlar devletin imkânları yanında büyük ölçüde bağışlarla sağlanıyor, Hz. Ömer’in naklettiğine göre Resûlullah, fey gelirlerinden ailesinin bir yıllık nafakasını ayırdıktan sonra kalan miktarla at ve silâh aldırıyordu (Müslim, “Cihâd”, 48; Tirmizî, “Cihâd”, 39; ayrıca bk. İbn Hişâm, II, 245; sahâbîlerin bağış konusundaki özveri örnekleri için bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, III, 483; Nûreddin el-Halebî, III, 100; M. Abdülhay el-Kettânî, II, 473, 475, 496, 499).

Hz. Peygamber ayrıca disiplinli ve başarılı bir haber alma teşkilâtı oluşturmuştu. Bir sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek gerekse yol güvenliğini sağlamak için keşif kolları çıkarır, kılavuz ve casuslar kullanır (a.g.e., I, 526, 538-541; Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 227-251), gerektiğinde henüz müslüman olmayan kimselerden de yararlanırdı (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45; İbn Hacer, I, 187, 332; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 524-525).

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “CâmiǾ”, 4; Müsned, I, 149-150; II, 231, 538; III, 441, 480; IV, 126; V, 26, 239; Dârimî, “Muķaddime”, 2; Buhârî, “Ǿİlim”, 2, “Aĥkâm”, 24, 41-42, “Libâs”, 52, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45, “Cihâd”, 62-68, 102, 157, 181, “İcâre”, 1; Müslim, “Ĥac”, 74, “İmâre”, 7, 13-17, “Cihâd”, 3, 6, 17-18, 48, 84-86; İbn Mâce, “Muķaddime”, 6, “Edeb”, 19, “EŧǾime”, 30, “Ticârât”, 6; Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 6, “İmâre”, 4, 10, “Cihâd”, 110, “Eđâĥî”, 11; Tirmizî, “Cihâd”, 39, “Menâķıb”, 18; Nesâî, “BeyǾa”, 33; Vâkıdî, el-Meġāzî, I, 7, 197; II, 480 vd., 554, 559, 757-758, 778, 821-822; III, 924, 927, 1117; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 216, 224, 229-231, 239, 245, 344-345, 404, 428-431, 483, 518, 540, 559-560, 580, 608-609, 639; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 258-291, 312, 313, 315, 316, 322, 332, 357-358; II, 5-6; III, 109-110, 136, 221-222, 306-307; IV, 277, 346; İbn Kuteybe, el-MaǾârif (Ukkâşe), s. 231; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), II, 342-343; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Kahire 1405/1984, XXII, 157; Hâkim, el-Müstedrek, I, 406; III, 577; IV, 88, 92, 93; Beyhakī, ŞuǾabü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 156; İbn Abdülber, el-İstîǾâb, I, 583; II, 396; III, 72-73; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 25; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bîcâvî), Kahire 1394/1974, IV, 1626-1627, 1642; Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, VI, 206-207; VII, 93, 426-427, 516-524; İbnü’l-Cevzî, Śıfatü’ś-śafve, Beyrut 1399/1979, I, 521-522; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, I, 80; II, 356; III, 483-485; IV, 214; Nevevî, Tehźîb, I/2, s. 26; Karâfî, el-Furûķ, Tunus 1302, I, 249; İbn Manzûr, Muħtaśaru Târîħi Dımaşķ, XVI, 248, 294, 296; İbn Seyyidünnâs, ǾUyûnü’l-eŝer, Beyrut 1402/1982, II, 141; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, I, 125-126; Heysemî, MecmaǾu’z-zevâǿid, X, 304; İbn Hacer, el-İśâbe, I, 16, 187, 286, 307-308, 332, 546; II, 30, 45-46, 421, 502, 505, 541; III, 682; IV, 465, 505; Semhûdî, Vefâǿü’l-vefâǿ bi-aħbâri dâri’l-Muśŧafâ, Kahire 1326, I, 525; Süyûtî, Ĥüsnü’l-muĥâđara, II, 125; Şâmî, Sübülü’l-hüdâ, V, 560-561; VI, 9-12, 83-84; Müttakī el-Hindî, Kenzü’l-Ǿummâl, VI, 41, 88; X, 612; Münâvî, Feyżü’l-ķadîr, I, 241; Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî, Neylü’l-ibtihâc (İbn Ferhûn, ed-Dîbâcü’l-müźheb içinde), Kahire 1329-30, s. 252-253; Nûreddin el-Halebî, İnsânü’l-Ǿuyûn, Beyrut, ts.


(Dârü’l-ma‘rife), III, 100; Şehâbeddin el-Hafâcî, Nesîmü’r-riyâż, Kahire 1327, I, 328; II, 38; IV, 264; Muhammed b. Abdülbâkī ez-Zürkānî, Şerĥu’l-Mevâhib, Kahire 1329, IV, 37; R. B. Smith, Mohammed and Mohammedanism, London 1876, s. 137, 156, 201; Mahmûd Şît Hattâb, er-Resûlü’l-ķāǿid, Bağdad 1960; a.mlf., Ķādetü’n-nebî, Dımaşk 1415/1995; a.mlf., “es-Sefârât ve’r-resâǿilü’n-nebeviyye: Küttâbü’n-nebî ve mevâddühüm el-kitâbiyye”, el-Mevrid, XVI/1, Bağdad 1987, s. 29-50; W. Montgomery Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, Oxford 1961; a.mlf., “Muĥammad”, ER, X,137-146; E. Gibbon, The Decline and Fall of the Roman Empire, London 1962, V, 255; G. E. von Grunebaum, Classical Islam: A History 600-1258 (trc. K. Watson), London 1970, s. 27, 42; R. Paret, Mohammed und der Koran, Stuttgart 1976, s. 138; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I-II, tür.yer.; a.mlf., Hz. Peygamber’in Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1982; a.mlf., el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985; M. Tâhir b. Âşûr, Maķāśıdü’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Tunus 1985, s. 28-39; M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İstanbul 1987; M. Yasin Mazhar Siddiqui, Organisation of Government under the Prophet, Delhi 1987, tür.yer.; Philip C. Almond, Heretic and Hero: Muhammad and the Victorians, Wiesbaden 1989, s. 28-31, 39-40; E. Rabbath, Mahomet: Prophète arabe et fondateur d’état, Beyrouth 1989; Afzal Ur Rahman, Muhammad as a Military Leader, Delhi 1990; Muhammad Siddique Qureshi, Foreign Policy of Hadrat Muhammad, New Delhi 1991; Zafar Ali Qureshi, Prophet Muhammad and his Western Critics, Lahore 1992, I-II; Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara 1997, s. 204, 205, 208, 212, 214, 215, 275, 294; M. Reeves, Muhammad in Europe: A Thousand Years of Western Myth-Making, Reading 2000; Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul 2001; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I-II, tür.yer.; İzzeddin İbrâhim, “ed-Dirâsâtü’l-müteǾalliķa bi-resâǿili’n-nebî ile’l-mülûk fî Ǿaśrih”, el-Müǿerriħu’l-ǾArabî, XXIII, Bağdad 1983, s. 237-262; Yoshiko Oda, “Muhammad as the Judge: An Examination of the Specific Quality of Muhammad’s Charismatic Authority”, Orient, XXII, Tokyo 1986, s. 58-72; F. Buhl - [A. T. Welch], “Muĥammad”, EI² (İng.), VII, 360, 375.

Ahmet Özel





III. DİNDEKİ YERİ

A) Kur’an ve Sünnet’e Göre Hz. Muhammed. İslâm’da imanın üç temel esasından birini nübüvvet konularının (diğerleri ulûhiyyet ve âhirettir) teşkil ettiği bilinmektedir. Kur’an’da Resûl-i Ekrem’in nebîlik konumuna temas eden âyetlerin bir kısmında onun peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturduğu (el-Ahzâb 33/40), peygamberlere gelen ilâhî emir ve yasakları tebliğ edip fert ve toplumları mânevî arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma görevinin Hz. Muhammed’e de verildiği ifade edilmektedir (eş-Şûrâ 42/13; el-Cum‘a 62/2-3). Bütün semavî din mensuplarının hürmetle anıp sahiplendiği Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe’yi inşa ederken sonraki toplulukların içinden bu görevleri ifa edecek bir elçi göndermesini Allah’tan dilemiştir (el-Bakara 2/129). Nübüvvetinin geçmişle bağlantısının ne olduğu hususunda sorulan bir soruya Hz. Peygamber’in verdiği cevap ilgili âyetlerin bir açıklaması mahiyetindedir: “Nübüvvetimin tarihî kaynağı atam İbrâhim’in duası ve Îsâ’nın benim peygamber olarak gönderileceğimi müjdelemesidir” (Müsned, IV, 127, 128; V, 262). Yine Resûl-i Ekrem, kendisinin diğer peygamberlerle olan münasebetini mükemmel inşa edilen, fakat bir tuğlası eksik bırakılan binaya benzetir (Buhârî, “Menâķıb”, 18; Müslim, “Feżâǿil”, 21-23). Sâffât sûresinde Hz. Nûh’tan itibaren bazı peygamberlere ismen selâm okunduktan sonra Allah’ın bütün elçilerine selâm gönderilmiş, buna bağlı olarak Hz. Peygamber de, “Bana selâm okuduğunuzda Allah’ın diğer elçilerine de selâm okuyun, zira ben de onlardan biriyim” demiştir (Taberî, XXIII, 139; İbn Kesîr, VI, 43). Bu âyet ve hadisler bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed’e de iman etmenin gereğini ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Muhammed’in nübüvvetle görevlendirilip gönülleri gerçeklere açık olan topluluklara gönderilmesi ilâhî bir lutuf diye nitelendirilmekte (Âl-i İmrân 3/164), onun tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlendirilmektedir (el-Enbiyâ 21/107).

Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ın muhtevasında çok önemli bir yer tuttuğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul sîgasıyla gelip Hz. Muhammed’i de kapsayan 170 civarındaki âyette “resûl” ve “nebî” kelimeleri geçmekte, ayrıca Peygamber’in kendisi kastedilmek üzere resul 171, nebî de otuz dokuz defa tekrarlanmakta, yirmi beş kadar âyette de “irsâl” kalıbından fiillerle risâlet görevi ona nisbet edilmektedir. On üç âyette “yâ eyyühe’n-nebî”, iki âyette “yâ eyyühe’r-resûl” hitabı yer almaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nbǿe”, “rsl” md.leri). Mâtürîdî, Allah’ın bütün peygamberlere kendi isimleriyle hitap ederken Muhammed aleyhisselâma “ey resul, ey nebî” diye hitap etmesini onun diğerlerine üstünlüğünün işareti olarak kabul etmiş (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 183b), onun bu görüşü talebesi Ebü’l-Leys es-Semerkandî vasıtasıyla Kādî İyâz’a da intikal etmiştir (eş-Şifâǿ, I, 62). Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette Muhammed ismi yer almaktadır. Bunların ikisinde “resûlullah” tabiri geçmekte (el-Ahzâb 33/40; el-Feth 48/29), birinde resul olduğu ifade edilmekte (Âl-i İmrân 3/144), birinde de dünya ve âhiret mutluluğuna erişmek için Muhammed’e inanmak şart koşulmaktadır (Muhammed 47/2). Diğer bir âyette, Hz. Îsâ’nın kendisinden sonra gelecek resulü müjdelerken onun adının Ahmed olacağını söylediği bildirilmektedir (es-Saf 61/6). Seksen altı âyette Allah ve Muhammed kastedilerek resul kelimesi vav edatı ile bir arada zikredilmiş, on yedi âyette de “bizim resulümüz”, “O’nun resulü” anlamındaki terkipler yer almıştır. Kur’an’da ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Peygamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı binleri bulmakta, ona yönelik “ķul” (de ki) hitaplarının sayısı 300’ü aşmaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ķvl” md.). Ezan içinde yer alan Muhammed ismi yirmi dört saatin her anında Allah adıyla birlikte anılmaktadır. Buna çeşitli münasebetlerle tekrarlanan kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti, farz namazlardan önceki ikāmette, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Salli ve Bârik dualarında nebî ve Muhammed isminin tekrar edilişini eklemek gerekir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki konumunu göstermektedir.

İnsan sadece maddî sıkıntılarının giderilmesiyle huzur bulamamakta, mânevî desteğe de ihtiyaç duymaktadır. Tarih dinin bu desteklerin başında yer aldığını ortaya koymaktadır. Resûl-i Ekrem de yakın ve uzak muhataplarının bu ihtiyacını derinden hissetmiştir. “Tebliğ ettiğin ilâhî mesaja inanmayacaklar diye neredeyse kendini helâk edeceksin” (el-Kehf 18/6; eş-Şuarâ 26/3); “Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil kalpleri etkilenip ürperecek kimseler için bir uyarıcı olarak indirdik” (Tâhâ 20/2-3) meâlindeki âyetler bu gerçeğe işaret etmektedir. Müfessirler, Hicr sûresinde görülen (15/72) “hayatın hakkı için ...” anlamındaki hitabın Resûl-i Ekrem’e Allah’ın bir iltifatı sayıldığını, böyle bir mazhariyetin başka hiçbir peygambere nasip olmadığını ifade eder (Şevkânî, III, 132). Eski peygamberlerin hitap ettiği kavimler çoğunlukla iman etmedikleri için helâk edildiği halde Hz. Muhammed’e, kendisi kavminin içinde bulunduğu sürece onların dünyevî bir cezaya mâruz bırakılmayacağı bildirilmiştir


(el-Enfâl 8/33). Mi‘rac dolayısıyla İsrâ ve Necm sûrelerinde Resûlullah’ı yüceltici ifadeler kullanılmış, Kevser sûresinde birçok iyilik ve güzelliğin ona verildiği zikredilmiştir. Bu sûrede yer alan Kevser ile İsrâ sûresinde (17/79) Resûl-i Ekrem’e vaad edilen makām-ı mahmûd bir arada düşünüldüğünde Peygamber’in getirdiği mesajın dünya var oldukça etkinliğini sürdüreceği yolunda bir sonuca ulaşmak mümkündür (bk. MAKĀM-ı MAHMÛD).

Bütün peygamberler hitap ettikleri toplumları eğitime tâbi tutmakla görevlendirilmiştir. Çeşitli âyetlerde Resûl-i Ekrem’e muhataplarını mânevî kirlerden temizleyip arındırması yolunda faaliyet göstermesi, huzur ve sükûnete kavuşmaları yönünde kendilerinin de şahit olacağı şekilde dua ve niyazda bulunması emredilmiş (et-Tevbe 9/103), şahsına karşı işleyebilecekleri kusurları affetmesi, ayrıca günahlarının bağışlanması için Allah’tan mağfiret dilemesi istenmiştir (Âl-i İmrân 3/159; en-Nûr 24/62; Muhammed 47/19; el-Mümtehine 60/12). Âyetlerde Peygamber ile münasebetleri konusunda topluma da sorumluluklar yüklenmiş, fertlere Allah tarafından görevlendirilen bir elçinin mutlak itaatle karşılanması gerektiği hatırlatılmış, günah işlediklerinde Peygamber’e başvurup af dilemeleri, Peygamber’in de kendileri için bağışlanma talebinde bulunması halinde Cenâb-ı Hakk’ı fazlasıyla bağışlayıcı ve merhametli bulacakları bildirilmiş (en-Nisâ 4/64), ayrıca müminlerin resulün duasını istemeleri tavsiye edilmiştir (et-Tevbe 9/99).

Çeşitli âyetlerden hareketle bir müslümanın Resûl-i Ekrem’e karşı görevlerini, dolayısıyla gerçek bir mümin olmasının şartlarını ona inanmak, itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü selâmla anmak şeklinde beş kategori halinde sıralamak mümkündür. Kur’an’da Hz. Peygamber’in risâletinin bütün insanları kapsadığını belirten âyetin devamında Allah ile birlikte resulüne de iman edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/158), bu emir başka âyetlerde iman ve itaat şeklinde tekrarlanmıştır (Âl-i İmrân 3/32; en-Nisâ 4/136). Kur’ân-ı Kerîm’in on iki yerinde emir şeklinde, beş âyette fiil kalıplarıyla Allah’a itaatle resulüne itaat beraber zikredilmiş (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ŧvǾa” md.), resule itaat edenin Allah’a itaat etmiş sayılacağı belirtilmiş, Allah ile birlikte resulüne itaatin kadın ve erkek müminlerin şiarı olduğu bildirilmiştir (et-Tevbe 9/71). Kādî İyâz, Cenâb-ı Hakk’ın bu tür âyetlerde kendi ismiyle resulünün ismini, kendisine itaatle resulüne itaati iştirak ifade eden atıf “vâv”ı ile yanyana getirdiğini, böyle bir bağlantının Hz. Muhammed’den başkası için mümkün olmadığını kaydetmiştir (eş-Şifâǿ, I, 24).

Kur’an’da her şeyi kuşatan ilâhî rahmetten faydalanacak kimselerin nitelikleri belirtilirken Tevrat’ta ve İncil’de kendisine atıfta bulunulan ve ümmî bir nebî olan resule tâbi olmalarından söz edilir (el-A‘râf 7/157); böylece yahudilerle hıristiyanların da ona inanmaları gerektiğine işaret edilir. “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” meâlindeki âyet (Âl-i İmrân 3/31) Hz. Peygamber’in Asr-ı saâdet’teki muhatapları yanında bütün insanlığa bir çağrıdır. Ayrıca meşakkatli Tebük Seferi’ne katılan muhacir ve ensar gruplarının “zor gününde nebîye uyma” sınavını başardıkları için ilâhî rahmet ve yakınlığa lâyık görüldüğü bildirilmektedir. Bu olayla ilgili âyetlerin sonuncusunda, “Medine halkına ve onların çevresindeki bedevî Araplar’a Resûlullah’tan geri kalmaları ve onun hayatından önce kendi hayatlarını düşünmeleri yakışmaz” denilmek suretiyle Hz. Peygamber’e gösterilmesi gereken saygı ve bağlılık vurgulanmıştır (et-Tevbe 9/117-120).

Diğer nebîlerin yanında Hz. Muhammed’in de muhataplarının hak dini benimseyip ebedî mutluluğa erişmelerini gönülden arzu etmesi ve bunun gerçekleşmemesinden derin üzüntü duyması onun insan sevgisinin bir göstergesidir. Resûl-i Ekrem insanların Allah’ı tanımalarına ve sevmelerine aracı olduğuna göre (Âl-i İmrân 3/31) hem yaratanı hem yaratılmışı seven bir insandır. Kendisi “habîbullah” olduğunu, fakat bunu övünme vesilesi kılmadığını söylemiş (Müsned, I, 395, 410, 462; Dârimî, “Muķaddime”, 8; Tirmizî, “Menâķıb”, 1), habîbullah nitelemesi müslümanların “resûlullah”tan sonra en çok tekrar ettikleri vasıf olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in müminlere kendi canlarından daha yakın olduğu (el-Ahzâb 33/6), sıkıntıya düşmeleri halinde üzülüp üzerlerine titreyen, şefkat ve merhamet gösteren bir duyarlılığa sahip bulunduğu (et-Tevbe 9/128-129) ifade edilmektedir. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem muhatapları karşısındaki konumunu, ateşe düşmekte ısrar edenleri bellerinden yakalayıp kurtarmaya çalışan kimsenin durumuna benzetmiştir (Müslim, “Feżâǿil”, 17-18; Tirmizî, “Edeb”, 82).

Ebû Abdullah el-Halîmî, Resûlullah’ın özelliklerini bilen aklıselim sahibi bir kişinin onu babasından ve hocasından daha çok sevmesi gerektiğini söylemiş, bu arada bazan sevginin sevilenden beklenebilecek menfaatlerden kaynaklandığına işaret etmiş, ancak Peygamber sevgisinin bu merhaleyi aşarak tâzim ve hürmet derecesine yükselmesinin lüzumunu belirtmiştir (el-Minhâc, II, 45, 124). Resûl-i Ekrem, muhtemelen övünç vesilesi olarak algılanmaması ve sonraki dönemlerde Hıristiyanlık’ta görüldüğü gibi aşırı telakkilere yol açmaması için kendisinin üstünlüğünü dile getiren beyanlara fazla yer vermemişse de birçok hadis mecmuasında Peygamber sevgisine dair bazı ifadeleri mevcuttur. “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” meâlindeki hadis (Buhârî, “Îmân”, 8; Müslim, “Îmân”, 69) bunlardan biridir.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberlere, seçkin kullara ve cennet ehline Allah’ın selâmı ifade edildiği gibi (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “slm” md.), Allah’ın ve meleklerinin Peygamber’e salât ettikleri bildirilerek müminlerden de ona salâtü selâm getirmeleri istenmiştir (el-Ahzâb 33/56). Allah’ın birine salâtı “rahmet, günahlardan arındırma, mânevî makamını yüceltme” mânasına kabul edilmiş, meleklerin ve müminlerin salâtı da o kimsenin bağışlanıp yüceltilmesi şeklinde yorumlanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “sly” md.; Kādî İyâz, II, 625-627). Namazlarda tekrar edilen Tahiyyat duasında Allah’a, Peygamber’e, namaz kılanların kendilerine ve Allah’ın bütün sâlih kullarına salâtü selâm okunur, ardından Resûl-i Ekrem’e ve Hz. İbrâhim’e özel salât ve bereket dualarında bulunulur. Bu tür metinler Hz. Muhammed’in kitap, sünnet, İslâm inancı ve dolayısıyla ibadetteki konumunu göstermektedir (bk. SALÂTÜ SELÂM).

Müminlerin Hz. Peygamber’e karşı görevleri sıralandıktan sonra belirtilmesi gereken bir husus da ona karşı saygısızlık gösterilmesine izin verilmemesidir. Bütün peygamberler, inkârcıların kaba kuvvete dayanan reaksiyonlarının yanı sıra psikolojik eziyetlerine de mâruz kalmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “nebîye veya Allah’a ve resulüne eziyet” diye ifade edilen, dünyada ve âhirette lânete ve elem verici cezaya sürükleyeceği haber verilen bu davranış (et-Tevbe 9/61; el-Ahzâb 33/57) II. (VIII.) yüzyıldan itibaren gündeme getirilmiş, muhtemelen ilk defa Kādî İyâz


tarafından derli toplu olarak ele alınmıştır (eş-Şifâǿ, II, 932-1046). Peygamber’e eziyet alay, küçümseme, çekiştirme, ayıplama, iftira, aile hayatını karalama vb. şekillerde olabilir. “Seb” ve “şetm” (dil uzatma, ta‘n etme, şahsiyetini zedeleyici asılsız eleştiriler yapma) kelimeleriyle ifade edilen bu tür eziyetler dinî ve ahlâkî hayata maddî eziyetlerden daha büyük zararlar getirebilir. Âlimler Hz. Peygamber’e dil uzatan müşrik, münafık, inkârcı ve bozguncuların zararlarını ortadan kaldırmak için bazı maddî müeyyideler belirlemiştir (Topaloğlu, s. 433-442).

Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın, resulü Muhammed’i bütün dinlere hâkim olacak hak dinin nebîsi olarak gönderdiği (el-Feth 48/28-29), onu peygamberlerin sonuncusu yaptığı (el-Ahzâb 33/40), Kur’an’ı bozulmak ve yok olmaktan koruyup kendi muhafazası altına aldığı (el-Hicr 15/9), hak dinin son halkasını teşkil eden İslâmiyet’i nihaî şekline erdirdiği (el-Mâide 5/3) ve ondan başka din arayışına kalkışanın bu davranışının asla kabul görmeyeceği (Âl-i İmrân 3/85) ifade edilmiş, bu suretle Resûlullah’ın son peygamber olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca bunu belirten birçok rivayet hadis kitaplarında yer almıştır (DİA, XVI, 479-480). Hz. Muhammed’e verilen risâletin evrenselliği çeşitli âyetlerde belirtilmektedir (el-A‘râf 7/158; el-Enbiyâ 21/107; Sebe’ 34/28). Son peygamberin nübüvvetinden günümüze kadar geçen on dört asırlık zaman içinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar olmuşsa da bu hareketler sapkınlık olarak değerlendirilmiş ve iddia sahipleri kitleleri etkileyememiştir. Bu sosyolojik realite sözü edilen faaliyetlerin ilâhî irade ve planla da bağdaşmadığını göstermektedir (bk. HATM-i NÜBÜVVET).

Allah nezdinde makbul ve seçkin insanlar olan peygamberlerin arasında üstünlük farkının bulunduğu Kur’an’da bildirilmiştir (el-Bakara 2/253; el-İsrâ 17/55). Resûl-i Ekrem, övünç vesilesi yapmadan kendisinin insan türünün ve kıyamet gününün efendisi olduğunu söylemekle birlikte (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 3, “Tefsîr”, 17/5; Müslim, “Îmân”, 337-338; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 13; Tirmizî, “Menâķıb”, 1) peygamberler arasında üstünlük tartışmasına girilmesini ve kendisinin diğer nebîlerden üstün olduğu iddiasının sürdürülmesini yasaklamıştır (Buhârî, “Ħuśûmât”, 1, “Enbiyâǿ”, 24, 35; Müslim, “Feżâǿil”, 160-163, 166-167). Yine, “Meryem oğlu Îsâ aşırı bir şekilde övüldüğü gibi beni de övmeye kalkışmayın” demiş (Müsned, I, 23-24; III, 249; Buhârî, “Ĥudûd”, 31) ve konuşması sırasında onu överken aşırılığa kaçan bir sahâbîyi uyarmıştır (Müsned, IV, 256, 379; Müslim, “CumǾa”, 48). Kādî İyâz, Hz. Peygamber’in beyanları arasındaki farklılığı tevazu gösterme, diğer peygamberlere bir nâkısa getirmeme ve esasen nübüvvetle risâletin kendisinde bir üstünlük tercihinin bulunmaması gibi sebeplerle açıklamıştır (eş-Şifâǿ, I, 307-309).

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberler için “abd” ve “beşer” kelimeleri kullanılmış, on âyette Resûlullah’tan abd olarak söz edilmiş, ayrıca beşer olduğunu söylemesi emredilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “Ǿabd”, “bşr” md.leri). Bu husus birçok hadiste de yer almıştır (Wensinck, el-MuǾcem, I, 183; IV, 108, 109). Resûl-i Ekrem kendisine hürmette aşırıya kaçılmasını menetmiş (Müsned, IV, 381; V, 227; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 40; Tirmizî, “RađâǾ”, 10), ölüm döşeğinde iken, peygamberlerinin kabrini mâbed edinenleri ağır bir dille yermiş, müslümanları böyle bir davranıştan sakındırmıştır (Buhârî, “Śalât”, 55; Müslim, “Mesâcid”, 19-23).

İslâm dininde Peygamber sevgisine büyük önem verilmekle birlikte bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisinin bulunduğu özellikle belirtilmiştir (el-Bakara 2/165). “Bir şeyi aşırı derecede sevmen gözünü kör, kulağını sağır edebilir” meâlindeki hadisin de işaret ettiği gibi (Müsned, V, 194; VI, 450; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 116; Aclûnî, I, 343-344) Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Ehl-i kitap, aslında tek tanrı inancına sahip olduğu halde peygamberlerine beşer üstü bir konum biçmiş, böylece tevhid ilkesini zedelemiştir (et-Tevbe 9/30). İslâm tarihinde Hz. Peygamber’i tanrılaştırmaya kadar giden inanç grupları ortaya çıkmamışsa da onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve konumuyla bağdaşmayan bazı aşırı telakkiler bilhassa halk kitleleri arasında etkili olmuştur. Zaman zaman yabancılar tarafından Resûl-i Ekrem’in şahsiyetiyle ilgili yakıştırmalar ileri sürülmüş, bunun yanında Peygamber’i yüceltme amacıyla asılsız rivayetler ve hayal ürünü malzemeler de üretilmiştir. Aklî ve naklî ilimler alanında uzman olan bir kısım âlimler dahi Resûlullah’a dair haber ve rivayetlerde bazı yanlışlıklara düşmüştür. Nitekim Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân adlı eserinin Peygamber sevgisine ayırdığı bölümlerinde (II, 45-178) sahih olmayan birçok rivayeti toplamıştır. Aynı şey, Kādî İyâz’ın eş-Şifâǿ ve Süyûtî’nin el-Ħaśâǿiśü’l-kübrâ adlı eserleri için de söz konusudur. Süyûtî, el-Leǿâli’l-maśnûǾa’sında mevzû olduğuna hükmettiği rivayetlerle ilk dönem muhaddislerinin zayıf veya mevzû kabul ettiği nakillerine bile bu eserinde yer vermiştir. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek her müslümanın önemli görevlerinden biridir. Zira Muhammed aleyhisselâmın Kur’an ve Sünnet ile sahih siyer kitaplarında yer alan gerçek şahsiyeti taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿazr”, “sly” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nbǿe”, “rsl”, “ķvl”, “ŧvǾa”, “slm”, “Ǿabd”, “bşr” md.leri; Wensinck, el-MuǾcem, I, 183 (“bşr” md.); IV, 108, 109 (“Ǿabd” md.); Müsned, I, 23-24, 395, 410, 429-430, 462; II, 241, 428, 460; III, 249; IV, 127, 128, 194, 256, 379, 381; V, 194, 227, 262; VI, 450; Dârimî, “Muķaddime”, 8; Buhârî, “Menâķıb”, 18, “Îmân”, 8, “Enbiyâǿ”, 3, 24, 35, “Tefsîr”, 17/5, “Ħuśûmât”, 1, “Ĥudûd”, 31, “Śalât”, 55, “Eźân”, 95; Müslim, “Feżâǿil”, 17-18, 21-23, 160-163, 166-167, “Îmân”, 69, 337-338, “CumǾa”, 48, “Mesâcid”, 19-23, “Śalât”, 35-38; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 13, “Nikâĥ”, 40, “Edeb”, 116; Tirmizî, “Menâķıb”, 1, “Edeb”, 82, “RađâǾ”, 10; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXIII, 139; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Süleymaniye Ktp., Mihrişah, nr. 176, vr. 183b; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân (nşr. Hilmî M. Fûde), Beyrut 1399/1979, II, 45-178; Kādî İyâz, eş-Şifâǿ, I, 24, 62, 307-309; II, 625-627, 932-1046; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, Beyrut 1385/1966, VI, 43; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, Kahire 1351, I, 343-344; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Kahire 1349-51, III, 132; Muhammed Abduh, Risâletü’t-tevĥîd (nşr. M. Reşîd Rızâ), [baskı yeri ve tarihi yok] (Dâru İbn Hazm), s. 160-161; Bekir Topaloğlu, “Peygamber’e Saygısızlığın Dinî Hükmü”, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı (haz. İ. Lütfi Çakan - İsmail Kurt), İstanbul, ts. (İlmî Neşriyat), s. 429-445.

Bekir Topaloğlu





B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.

Hz. Peygamber’in, içinde yetiştiği toplumun dinî telakkilerinin merkezinde yer alan çok tanrı inancından ve putlara tapma gibi ritüellerden baştan beri uzak durduğu, peygamberlik öncesinde Kâbe’yi tâzim gibi İslâm’daki ibadet anlayışına paralel dinî davranışlarda bulunduğu bilinmektedir. Onun vahiy almadan önceki dönemde geçmiş peygamberlerden birinin dinine göre amel etmekle yükümlü olup olmadığı meselesi İslâm âlimlerince geniş biçimde tartışılmıştır. Hz. Muhammed’in tâbi değil metbû sayıldığı gerekçesiyle buna olumsuz bakanlara karşılık bazı delillerden hareketle ve Âdem, Nûh, İbrâhim,


Mûsâ, Îsâ isimlerini tasrih ederek belirli bir peygamberin dinine uyduğunu ileri sürenler yahut izlediği yolun bütün peygamberlerin dinine uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Birçok usulcü ise aklen mümkün görünse de böyle bir mükellefiyetin fiilen varlığı konusunda delil bulunmadığı için bir hüküm belirtmenin doğru olmayacağı kanaatindedir. Resûlullah’ın hayatını inceleme ve değerlendirme açısından önem taşıması bir yana, muayyen bir naklî bilgiye değil değişik naslardaki ifadelerin yorumuna dayanan bu görüş ve tartışmaların bizzat Resûl-i Ekrem’in yükümlülüğü açısından pratik sonucunun bulunmadığı genellikle kabul edilir. Bu konunun fıkıh usulündeki asıl önemi ise Kitap ve Sünnet’te anılan, fakat yürürlükte bırakıldığı veya kaldırıldığı bildirilmeyen önceki ilâhî dinlere ait hükümlerin müslümanlar bakımından da kaynak değeri taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir (bk. ŞER‘U MEN KABLENÂ).

Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine itaatin Allah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhammed’in (en-Nisâ 4/80; en-Nahl 16/44) teşrî‘ içerikli söz, fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kaynak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî ilişkiler alanına ait meselelerin hükümlerini delillerden çıkarma işini üstlenen fıkıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamberlik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelenmiştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili meseleler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamber’in fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konumu etrafında gelişen metodolojik tartışmalar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada Resûlullah’ın teşrî‘ içerikli tasarruflarının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlenmiş olması da bunlara bağlanacak sonuçlar açısından önemlidir. Doğrudan peygamberlikle ilgisi bulunmayan ordu düzeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmekle birlikte onun şer‘î hüküm kapsamına giren meselelerde ictihad yoluyla -vahiy almadan- açıklama yapmasının mümkün olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Şer‘î hüküm ve re’y kavramlarının tanım ve kapsamıyla ilgili görüş farklılıklarının etkisi altında cereyan eden bu tartışmalarda iki temel yaklaşımdan biri Hz. Peygamber’in ictihad yoluyla bir şey söylemediği, diğeri de bunun mümkün olduğu yönündedir. Hatta ikinci grupta yer alan Hanefî usulcülerine göre Resûl-i Ekrem gerektiğinde ictihad etmekle görevlidir ve bu konuda ümmetine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun ictihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalarınınkinden ayrılır; diğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı sonuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetinde tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hükümler gibi hüccet kabul edilir (bk. İCTİHAD).

Hz. Muhammed’in sîreti, ibadet kavramının “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası içinde olma ve bu maksatla yapılan iradî davranışlar” şeklindeki geniş anlamı esas alınarak incelendiğinde onun bütün yaşantısının bu amaca yönelik olduğu görülür. İbadetin “yaratana saygı, sevgi ve itaatin simgesi olan belirli davranış biçimleri” mânası esas alındığında ise onun başta namaz, oruç, zekât ve hac olmak üzere bu kapsama giren ibadetlerle ilgili söz, uygulama ve davranışlarının özünü ve amacını Allah’a tam bir teslimiyetle, içtenlikle, sırf O’nun rızasını gözeterek, vahiyle bildirilenlere sadık kalarak kulluk yapma ve ruhu arındırma çabası içinde olma şeklinde ifade etmek mümkündür. İbadetin şekli konusunda Resûlullah’ın kendisinin örnek alınmasını istemesi (Dârimî, “Śalât”, 42; Nesâî, “Menâsik”, 220), dar anlamıyla ibadetin vahyin sınırları içinde kalması gerektiği hususunda bir uyarıdır. Resûl-i Ekrem cemaatle namazı teşvik etmiş ve ashabına bizzat imamlık yaparak bu konudaki örneklik misyonunu hayatı boyunca sürdürmüştür. Birçok hadisinde genel olarak temizliğin ve mânevî arınmanın önemini vurguladığı gibi bazı ibadet şekillerinde beden, elbise ve ibadet mahallinin maddî temizliğinin, ayrıca bir çeşit ibadet temizliğinin (hükmî temizlik) şart olduğunu bildirmiştir (Müsned, V, 396; Buhârî, “Ĥayıż”, 1, 7; Müslim, “Ŧahâret”, 1, 2; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 73; Tirmizî, “Ŧahâret”, 3, “Edeb”, 41; Nesâî, “İstiǾâźe”, 13, 65). Hz. Peygamber’in günlük yaşayışını inceleyen eserlerde ibadetlere ilişkin uygulamalarına da geniş yer verilmiş olup bunların müslümanlar açısından ne anlam ifade ettiğini belirlerken onun ibadet hayatını bir yandan peygamberlik görevinin, öte yandan şükreden bir kul olabilmenin (Buhârî, “Tefsîr”, 48/2) icapları arasında dengeleyerek düzenlediği göz ardı edilmemelidir. Nitekim Hz. Muhammed’in bu alandaki bazı uygulamalarının ümmeti için bir ölçü sayılmadığı veya aynı hükmü taşımadığı naslarda ifade edilmiştir. Meselâ visâl orucu ümmeti için câiz değildir ve ona farz olan teheccüd namazı ümmeti bakımından nâfile ibadetlerdendir. Diğer taraftan Resûlullah’ın ibadetlere ve günlük yaşantıya ilişkin uygulamalarından bunların dinî bildirim içermekle birlikte vücûb düzeyinde bağlayıcı olmadığı sonucuna ulaşılanlar teklifî hüküm terminolojisinde mendup kavramıyla, Hz. Peygamber’in verdiği önem derecesine göre de sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, mendup, müstehap gibi kavramlarla ifade edilir. Fakat hacdaki bir kısım uygulamalarında görüldüğü gibi bir ibadetle ilişkili olan bazı fiilleri bir kısım âlimlerce ibadet amaçlı sayılırken bazıları tarafından başka gerekçelerle açıklanmıştır. Bu arada Resûl-i Ekrem’in teşrîî otoritesi ibadetler kapsamında mütalaa edilen helâl-haram meseleleri açısından değerlendirilirken kendisinin dünya nimetlerinden haz alan ve buna bağlı tercihlerde bulunan bir beşer olduğu da (Şâtıbî, I, 118) göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple usul âlimlerince, onun sırf beşer olarak işlediği fiillerin yükümlülük ifade eden şer‘î hükümlere dayanak kılınamayacağına, ancak mubahlık hakkında özel delil sayılabileceğine, bütün terklerinden de haramlık sonucunun çıkarılamayacağına dikkat çekilir. Hz. Peygamber’in, sofradaki yemeğin kızarmış bir keler olduğunun açıklanması üzerine yemekten vazgeçtiğini farkeden ve onun haram mı olduğunu soran sahâbîye, “Hayır, bizim yörede bulunmaz, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermesi (Buhârî, “Źebâǿiĥ ve’ś-śayd”, 33) bu hususu desteklemektedir. Resûlullah’ın bu alandaki bildirimlerinden ve ümmetine örnek olmak üzere yaptığı uygulamalardan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İbadet hükümlerinde insana gücünün üstünde bir görev yüklenmemesi, kolaylık ve kolaylaştırma temel ilke olmakla birlikte kişinin de belirtilen çerçevede kalan yükümlülüklerin aşkın bir kaynaktan geldiği, yüksek hakikat ve hikmetler içerdiği inancını koruyarak tam bir teslimiyet içinde bulunması ve bunların meşakkatini bir külfet değil yüce varlığa kul olma hazzını tattıran görevlerin tabii uzantısı şeklinde telakki etmesi gerekir. Nitekim


Hz. Peygamber, bazı dinî yükümlülükleri ağır bulan ve İslâmiyet’e şartlı olarak girmek isteyen kişilere ve gruplara tâviz vermemiş, sadece onların içinde bulunduğu şartlara göre geçici kolaylıklar sağlamıştır (bazı örnekler için bk. Yeniçeri, s. 366-374).

Diğer taraftan müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı vecîbeleri kapsamında bazı özel hükümler vardır ki bunların bir kısmı onun hayatından sonrası için de yürürlüktedir. Meselâ Peygamber’e itaat ve sevgi ilkesi sahâbîleriyle sınırlı olmayıp bütün müminler için geçerli ve önemlidir. Salavat getirerek onun için dua edilmesi ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi emir ve tavsiye edildiği gibi (el-Ahzâb 33/56; Tirmizî, “Vitir”, 21, “DaǾavât”, 100) -fıkhî hükmü hakkında mezhepler arasında farklılıklar olsa da- namazların her oturuşunda diğer sâlih kullarla birlikte Peygamber’in özel olarak selâmlanmasını içeren Tahiyyat duasının okunması (Buhârî, “Eźân”, 148, 150; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 178-179) ve bazı namazların ilk oturuşuyla bütün son oturuşlarda Resûlullah’ın yanı sıra İslâmiyet’in tebliğinde seçkin bir yere sahip olan ailesine salât okuyarak (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 10, “DaǾavât”, 32) minnetle anılması namazın tâli unsuru sayılmıştır. Bu kapsamdaki hükümlerin bir kısmı ise sadece belirli bir süre uygulanmış veya onun yakın çevresindeki müminleri muhatap almıştır; ancak bunlardan çıkan sonuçlar da bütün müslümanlar için önem taşır. Meselâ Hz. Peygamber’le özel görüşme yapmak isteyenlerden hali vakti yerinde olanların fakirlere bağışta bulunması emrinin (el-Mücâdile 58/12-13) asıl hedefi gerçekleşince tasadduk hükmünün bir kural halinde işletilmesine gerek kalmamıştır. Fakat müslümanların böyle bir tecrübe yaşamaları, geride bir yandan Resûl-i Ekrem’in nezaketine ve insanları incitmemek için gösterdiği hassasiyete dikkat çeken, öte yandan imkânı olanların ihtiyaç sahiplerini sürekli gözetme vecîbesine vurgu yapan özel bir mesaj bırakmıştır. Resûlullah’ı ziyaret ederken, onun huzurundayken ve ona hitap ederken âdâb-ı muâşerete uyma hususunda daha özenli davranılmasını emreden, onu üzecek hareketleri yasaklayan ve onu incitmeyi Allah’ı incitme gibi niteleyen âyetler de (et-Tevbe 9/61; en-Nûr 24/62-63; el-Ahzâb 33/53, 57; el-Hucurât 49/1-5) şeklen onun hayatıyla sınırlı hükümler içermekle birlikte, bunların bütün müminler için peygamberlik makamına ve Resûl-i Ekrem’in hâtırasına gösterilmesi gereken saygı hususunda dikkatli olunması mesajı taşıdığı açıktır.

İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedrîcîlik uyarınca hukukî ilişkiler alanındaki bozuk yapının ıslahı için önce inanç ve ahlâk temellerinin hazırlanmasına ağırlık verilmiş, bu alanda toplu bir düzenleme yapma cihetine gidilmemiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleşirken oradaki yetkililerin katılımıyla oluşturduğu esas teşkilât içerikli metin, bir yandan dışa karşı tek bir yönetici tarafından temsil edilecek siyasî birliği tescil ederken öte yandan müslümanların kendi içinde bağımsız bir sosyal yapı teşkil ettiklerini, dolayısıyla Mekke dönemindekinden farklı olarak hukukî yaptırımları olan kurallar döneminin başladığını gösteriyordu. Günümüze ulaşan bu yazılı belgeden Hz. Muhammed’in, yeni kurulan siyasî birliğin başkanı ve içeride farklı gruplar arasında çıkabilecek ihtilâfların nihaî yargı mercii olduğu anlaşılmaktadır ve uygulama da bu yönde gerçekleşmiştir. Müslümanlar bakımından yapılacak yeni hukukî düzenlemelerin vahye dayanması esas olduğundan teşrî‘ erkinin merkezinde Resûlullah’ın yer alması tabii idi. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in ve onun sağlığında sahâbenin ictihad ettiğini kabul edenlere göre de, Resûl-i Ekrem’in bu içerikteki ictihadî görüşleri doğrudan ilâhî vahiyle ve Peygamber’in muttali olduğu sahâbeye ait ictihadlar onun tarafından düzeltilmemişse neticede vahiy kapsamında sayılmaktadır. Yargı ve yürütme erklerinin işletilmesi ise Resûlullah’ın bizzat yetki kullanması veya başkalarını yetkilendirmesi yoluyla gerçekleşmekteydi.

Hz. Peygamber’in hukukî ilişkiler alanında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle ortaya koyduğu örnek uygulamaların ortak hedefi daha çok belli kişi ve grupların menfaatlerini korumaya yarayan, bilgisizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet inkılâbı gerçekleştirmek; ilâhî iradeye aykırılık taşımamak şartıyla adalet ve maslahatın dengelenmesine dayalı bir meşruiyet anlayışı tesis etmek; insanın insan olmaktan kaynaklanan değerlerini korumak; yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde hukuku hâkim kılıp keyfîliği önlemek; barışı, zulüm ve zorbalığa karşı tavır koymayı esas alan bir milletlerarası ilişkiler düzeni kurmak şeklinde özetlenebilir. Eskiye ait her şeyin sökülüp atılması amaçlanmadığından Resûlullah’ın getirdikleriyle İslâm öncesi döneme ait olanlar arasındaki ilişki hep ilga yönünde olmamış, İslâm teşrîinin ilkeleriyle çatışmayan, toplumda köklü yer tutmuş kural ve kurumların önemli bir kısmına dokunulmamış veya değişiklikler yapılarak korunmuştur. Bazı kavâid müelliflerinin ibadetler ve hukukî ilişkiler alanındaki bütün sonuçları kuşatıcı nitelikte kabul ettiği beş temel prensip, kitabın yanı sıra Hz. Peygamber’in birçok söz ve uygulamasından destek alır. Bunlardan Mecelle’de, “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir” (md. 2); “Zarar izâle olunur” (md. 20) şeklinde ifade edilenler özellikle Resûlullah’ın cevâmiu’l-kelimden (veciz sözler) sayılan, “Ameller ancak niyetlere göredir” (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 1); “Zarar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur” (İbn Mâce, “Aĥkâm”, 17) meâlindeki hadislerine dayandırılır. Hakkında özel düzenleme bulunmayan durumlarda örf ve âdetin hakem rolü üstleneceğini belirten, “Âdet muhakkemdir” kaidesi de (Mecelle, md. 36) yukarıda temas edilen sosyal gerçekliklerin dikkate alınması yönündeki teşrî‘ siyasetinin özlü bir ifadesidir (ayrıca bk. KAİDE). Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği hükümlerin ve gerçekleştirmeyi hedeflediği zihniyet inkılâbının doğru anlaşılabilmesi açısından onun olumsuz bulduğu davranışlar hakkındaki sözlerini bizzat kendisinin onları yapmama şeklindeki uygulamalarıyla pekiştirmesinin ayrı bir önemi vardır. Meselâ kölelik bir hamlede ve kesin biçimde kaldırılmamakla birlikte Kitap ve Sünnet’te bu kurumun tedrîcen kalkmasını sağlayacak düzenlemelere yer verilmiş, Resûl-i Ekrem de kölelere iyi muamele edilmesini, hatta onlara ailenin bir ferdi gibi davranılmasını ısrarla istemiştir (Buhârî, “Îmân”, 22; İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 64). Bizzat kendisinin peygamberlik öncesinde hediye edilen köleyi âzat etmesi ve daha sonra bu tavrına sahip çıkması, Medine döneminde köle edinme imkânları varken bu yola tevessül etmediği gibi hukukî yollarla mülkiyetine geçen köle ve câriyelerini de uzun süre bu statüde tutmayıp tamamını hayatta iken âzat etmesi (Yeniçeri, s. 507-508) onun insanın özgürlüğüne verdiği değer hakkında önemli mesajlar içerir. Yine, evlilikte karşılıklı hak ve ödevlere riayetin önemini belirtmekle birlikte sosyal gerçeklik olarak kadının mağduriyetini dikkate alan Resûl-i Ekrem erkekler hakkında en iyi olmanın ölçütünü eşine iyi davranma şeklinde belirlemiş, kendisi de birçok evlilik yapmış olmasına rağmen hiçbir eşine nezaket sınırlarını aşan bir muamelede bulunmamış


(İbn Mâce, “Nikâĥ”, 51; Tirmizî, “RađâǾ”, 11; İbn Sa‘d, VIII, 204-205), aile kurumunun kadına değer verilmesi esasına dayalı olması gerektiği hususunda kesin bir tavır ortaya koymuştur. Aynı şekilde öç almanın tutku haline geldiği bir toplumda yetişmesine, kendisini intikam almaya yöneltecek şartların bulunmasına rağmen hayatı boyunca kişisel bir öç alma yoluna girmemiş, intikam konusundaki olumsuz bakışını (Müsned, V, 73; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 5) bu şekilde desteklemiştir (Buhârî, “Menâķıb”, 23, “Edeb”, 80).

İbadetlerde olduğu gibi hukuk alanında da Hz. Peygamber’e özgü birtakım hükümler bulunduğu ve naslarda onun konumuna özel atıflar yapıldığı görülür. Kendisine bir imtiyaz tanınmasının söz konusu olmadığı bu hüküm ve atıflarla onun peygamber veya devlet başkanı sıfatına, dolayısıyla görevinin yüklediği ağır sorumluluğa yahut bu konumunun müminler tarafından iyi algılanması gereğine dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim torununun zekât hurmalarından bir tane almasına bile müsaade etmeyip zekât gelirlerinin kendisine ve ailesine helâl olmadığını belirtirken (Müsned, I, 200, 201) aynı zamanda yönetimi kendisine verilen kamu mallarının şahsî serveti olmadığını da anlatmış oluyordu. Yine zekât dışındaki devlet gelirlerinden pay alma konusunda yetkisini kullanırken asgari geçim şartlarını esas almış (bk. FEY; GANİMET), diğer peygamberler gibi o da ailesine zikre değer maddî bir miras bırakmamıştır. Buna karşılık kamu malına göz dikenlerin yüklendiği ağır vebale dikkat çektiği, aldatma yoluyla kazanç sağlayanları şiddetle kınadığı (Müsned, V, 424; Müslim, “Îmân”, 43; İbn Mâce, “Cihâd”, 34), bilhassa malî konularda keyfîliği önleyip şeffaf yönetim ilkesini titizlikle uyguladığı halde bunu idrak edemeyen ve Resûlullah’ı üzecek tavırlar ortaya koyan kişiler uyarılmış, onun konumuna ve görevinin bir parçası olan takdir yetkisine saygı gösterilmesi istenmiştir (Âl-i İmrân 3/161; et-Tevbe 9/58-59). Dörtten fazla hanımla evlenmesine izin verilmesi ve daha sonra eşlerini boşayıp yeni evlilikler yapmasının yasaklanması da (el-Ahzâb 33/50-52; bu konuda farklı yorumlar için bk. İbn Sa‘d, VIII, 194-198) Hz. Peygamber’e has olup evlilik hayatının büyük bölümünü tek eşli geçirdiği dikkate alındığında bunların bazı hikmetlere dayalı istisnaî hükümler olduğu anlaşılır.

Resûlullah’ın asıl görevi ilâhî mesajı tebliğ etme ve açıklama olmakla beraber konumu ve içinde bulunduğu şartlar onun topluma liderlik yapması, dolayısıyla sadece kendisinin değil ailesinin de ilgi odağı olması sonucunu beraberinde getirmişti. Bu konumun aslî görevin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi açısından taşıdığı önemi ve ilgililerin bu husustaki ağır sorumluluğunu hatırlatmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber ailesi hakkında toplumsal refahtan pay alma arzusunu sınırlamaktan aile üyeleri dışında kalanlarla görüşme usulüne varıncaya kadar bir dizi özel hüküm ve uyarıya yer verilmiştir. Resûlullah’ın eşlerinden, ya peygamber hanımı olarak kalma yahut dünya nimetlerinden yararlanan sıradan bir fert olma arasında seçim yapmalarının istenmesi onları bilinçli bir statü tercihine yöneltirken bunun şeref yönü ve külfetiyle birlikte çok özel bir statü olduğu ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/28-34, 53). Resûl-i Ekrem’in müminlere kendilerinden daha yakın ve eşlerinin de onların anneleri olduğunu, vefatından sonra Peygamber eş-leriyle evlenmenin ebedî olarak yasaklandığını, buna karşılık Hz. Muhammed’in eski evlâtlığı Zeyd’in veya -öz çocukları dışında- hiçbir erkeğin babası olmadığını bildiren âyetler (el-Ahzâb 33/4-6, 36-40, 53) beraber değerlendirildiğinde Resûlullah ile müslümanlar arasında hukukî sonuçları bulunan bir akrabalık bağının tesis edilmesinin değil onunla müminler arasındaki mânevî yakınlık bağının vurgulanması yanında eşlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiğini zihinlere yerleştirmenin hedeflendiği ve bu amaçla da somut bir yasaklık hükmünün konduğu anlaşılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Aķżıye”, 1; Müsned, I, 200, 201; V, 73, 396, 424; Dârimî, “Śalât”, 42; Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 1, “Îmân”, 22, “Ĥayıż”, 1, 7, “Źebâǿiĥ ve’ś-śayd”, 33, “Tefsîr”, 48/2, “Eźân”, 148, 150, “Enbiyâǿ”, 10, “DaǾavât”, 32, “Menâķıb”, 23, “Edeb”, 80; Müslim, “Ŧahâret”, 1, 2, “Îmân”, 43; İbn Mâce, “Aĥkâm”, 17, “Cenâǿiz”, 64, “Nikâĥ”, 51, “Cihâd”, 34; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 73, 178-179, “BüyûǾ”, 5; Tirmizî, “Ŧahâret”, 3, “Edeb”, 41, “Vitir”, 21, “DaǾavât”, 100, “RađâǾ”, 11; Nesâî, “Menâsik”, 220, “İstiǾâźe”, 13, 65; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķātü’l-kübrâ, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VIII, 52-150, 164-205; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, III, 35-244; IV, 289-291; İbnü’t-Tallâ‘, Aķżıyetü Resûlillâh (nşr. M. Nizâr Temîm - Heysem Nizâr Temîm), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Bulak 1324, I, 129-173; II, 212-227; Ebû Şâme el-Makdisî, el-Muĥaķķaķ min Ǿilmi’l-uśûl (nşr. Ahmed el-Küveytî), Amman 1409/1989, tür.yer.; Karâfî, el-Furûķ, Kahire 1347 → Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), I, 205-209; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, II, 359-404; III, 2-104, 199-217; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, I-V, tür.yer.; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, I, 118; III, 308-345; IV, 3-86; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ĥüccetullāhi’l-bâliġa (nşr. Seyyid Sâbık), Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-hadîse), I, 262-416; II, tür.yer.; Mecelle, md. 2, 20, 36; R. Blachère, Le problème de Mahomet, Paris 1952, tür.yer.; W. Montgomery Watt, Muhammad at Madina, Karachi 1981, s. 221-302; Muhammed el-Arûsî Abdülkādir, EfǾâlü’r-Resûl ve delâletühâ Ǿale’l-aĥkâm, Cidde 1404/1984, tür.yer.; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdü’r-Resûl, Beyrut 1405/1985, tür.yer.; M. Süleyman el-Eşkar, EfǾâlü’r-Resûl ve delâletühâ Ǿale’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye, Beyrut 1408/1988, I-II, tür.yer.; E. Rabbath, Mahomet: Prophète arabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989, s. 243-337; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I-II, tür.yer.; Abdurrahman b. Abdullah ed-Dervîş, eş-ŞerâǿiǾu’s-sâbıķa ve medâ ĥücciyyetihâ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, [baskı yeri yok] 1410, s. 239-251; İbrahim Kâfi Dönmez, “Hz. Peygamber’in Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri”, Ebedî Risalet, İzmir 1993, I, 161-181; Celâl Yeniçeri, Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, tür.yer.; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I-II, tür.yer.

İbrahim Kâfi Dönmez





C) Örnek Oluşu.

Peygamberlerin gönderilişinin başlıca amacı, gönderildikleri toplumları veya bütün insanları Allah’ın iradesi doğrultusunda zihnî ve amelî planda değiştirme ve dönüştürmedir. Peygamberleri eğitimci, düşünür vb. kişilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri onların vahiy yoluyla kendilerine bildirilen inanç, ibadet, ahlâk ilkelerini tebliğ etme yanında bunların anlaşılması ve uygulanması hususunda insanlara model


olma sorumluluğu taşımalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün peygamberlerin kendilerine uyulması, dolayısıyla model alınmaları için gönderildiği belirtilir (en-Nisâ 4/64). Yeni bir kitap getirmemiş, sadece Allah’tan aldığı emirle dönemindeki veya kendisinden önceki bir kitabın hükmünü yaşatmakla sorumlu kılınmış peygamberin bulunmasına karşılık bir peygamberin aracılığı olmaksızın insanlara doğrudan indirilmiş hiçbir ilâhî kitabın olmaması, dinlerde kutsal kitaplar kadar bu kitapların hayata geçirilmesinde rehberlik ve örneklik edecek peygamberlerin büyük önem taşıdığını göstermektedir. Nitekim Kur’an’da belirtildiğine göre Mekke putperestlerinin arada peygamber olmadan vahyin bir melek vasıtasıyla indirilmesi yolundaki istekleri reddedilmiştir (el-Furkān 25/21-22). İnsanlara belli inanç ve değerlerin benimsetilmesinde soyut anlatımdan çok somut örneklerin etkili olduğu bilinmektedir. Bu sebeple ilâhî kitaplardaki emir ve yasakların hayata nasıl geçirileceğini göstermek için mutlaka bir uygulayıcıya ihtiyaç vardır. Bu uygulayıcı peygamberdir; diğer uygulamaların ilâhî kitaplardaki hükümlere uygunluğunun ölçüsü de peygamber tatbikatıdır. Zira Allah peygamberleri doğru yolun rehberleri kılmış, onları örnek alıp izlemeyi emretmiştir (el-En‘âm 6/90). Esasen önceki peygamberler de sonrakiler için birer örnektir; nitekim Hz. İbrâhim ve onun yolundan gidenler Hz. Muhammed’e model olarak gösterilmiştir (el-Mümtehine 60/4). Geçmiş peygamberlerin tebliğ mücadelelerine dair Kur’an’da verilen bilgilerin asıl amacı da bunların Resûl-i Ekrem için örnek oluşturmasıdır.

Pek çok âyet ve hadiste Resûlullah’ın bildirdiği ve hayatında uyguladığı hükümlere uyulması ve onun izinden gidilmesi emredilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber din konusunda kendiliğinden bir şey ortaya koymamış, yalnız kendisine vahyedilenleri bildirmiş (en-Necm 53/3-5), yaşayışında da sadece kendisine vahyedilenlere uymuştur (el-En‘âm 6/50). Birçok âyette emir ve yasakların doğrudan Resûl-i Ekrem’e yöneltilmesi de onun davranışlarında ümmetine örnek olmakla yükümlü kılındığına ve muhataplarına model olarak gösterildiğine delâlet etmektedir. Bu sebeple ona itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir (meselâ bk. en-Nisâ 4/80; Müsned, II, 93; Buhârî, “Cihâd”, 109, “Aĥkâm”, 1; Müslim, “İmâre”, 32).

Öte yandan çok sayıda âyette Hz. Peygamber inancındaki sebatı, Allah’a bağlılığı, ibadete düşkünlüğü, tövbe ve istiğfar konusundaki titizliği, Allah yolunda kararlı davranışları ve fedakârlıkları, düşmanları karşısındaki sabır ve sebatı, savaşlardaki kahramanlığı; insanlara, diğer canlılara ve özellikle müminlere karşı duyduğu sevgi ve şefkati, affediciliği, tevazuu, dürüstlük ve adaleti, nihayet üstün ahlâkını ve kişiliğini oluşturan pek çok meziyet ve erdemiyle anılmakta ve insanlara bir örnek olarak gösterilmektedir. “Beni rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti” (M. Abdürraûf el-Münâvî, I, 429); “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim” meâlindeki hadislerde (el-Muvaŧŧaǿ, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8) bunun gerekçesi ve amacı ortaya konmuştur. Bu husus, “Hiç şüphe yok ki sizin için, aranızdan Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe inananlar ve Allah’ı çokça ananlar için Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır” meâlindeki âyette (el-Ahzâb 33/21) özlü bir ifadeyle dile getirilmiştir. Bu âyet, müminlerin Hendek Savaşı’nda yaşadıkları güçlükler karşısında Hz. Peygamber’in kararlılığını örnek almaları gerektiğini bildirmek üzere inmiş olmakla beraber İslâm âlimleri, âyetin müslümanlara dini ilgilendiren her konuda Resûl-i Ekrem’i model almaları hususunda mutlak bir emir olduğunu söyler (Şevkânî, IV, 311).

Bu âyet ve hadisler yanında, Resûlullah’ı tanıyanlar da onun hayatı boyunca davranışlarıyla örnek alınmaya değer olduğunu görmüşler, inkârcılar bile zaman zaman bunu ifade etmek zorunda kalmışlardır. Müslümanlar ise onun gibi olmayı, onun gibi yaşamayı bir ilke edinmişlerdir. Müşriklerin baskıları yüzünden Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Ashame en-Necâşî’nin huzurunda müslüman olmalarının sebeplerini açıklarken Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu ilkeler hakkında söyledikleri (İbn Hişâm, I, 336), yine Ebû Süfyân’ın henüz müslüman olmadan Bizans İmparatoru Herakleios’un yanında Resûlullah’ın kişiliği hakkındaki itirafları (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 6) onun örnek bir kişiliğe sahip bulunduğunu göstermektedir. Pek çok hadiste ashabın kendi tutum ve davranışlarının gerekçesini, “Resûlullah’tan böyle gördük, böyle duyduk, Resûlullah şöyle şöyle yapardı ...” şeklinde ifade etmeleri de bunu teyit etmektedir (ilgili hadisler için bk. Wensinck, el-MuǾcem, “reǿy”, “smǾa” md.leri).

Ashap döneminden başlamak üzere müslümanlar, bir davranışın veya uygulamanın doğruluğunun ya da yanlışlığının gerekçesini Hz. Peygamber’in uygulamasından göstermeye büyük önem vermişlerdir (bazı örnekler için bk. Buhârî, “İǾtiśâm”, 2). Kaynaklarda Resûlullah’ın izinden gitmenin hükmü hakkında başlıca üç görüş ileri sürülmüştür. 1. Müstehap oluşuna dair delil bulunmadıkça onu örnek almak vâciptir (farz). 2. Vâcip oluşuna dair delil bulunmadıkça örnek alınması müstehaptır. 3. Dinî konularda örnekliği vâcip, dünya işlerinde müstehaptır (Kurtubî, XIV, 156). Hâkim görüşe göre Resûl-i Ekrem’in bütün yaptıkları ve söyledikleri tek bir hüküm çerçevesine sokulamaz; başta Kur’an olmak üzere diğer deliller ve karîneler de göz önüne alınarak onun her fiili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilmek suretiyle bağlayıcı olup olmadığı belirlenir (bk. SÜNNET). Tartışmalar konuya teorik bir çerçeve çizme amacına yönelik olup Resûlullah’ın hayatının örnek alınması müslümanlar tarafından dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için kutsal bir görev kabul edilmiştir. İbn Hazm âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, ahlâk güzelliklerini kazanmak ve erdemlerle donanmak isteyenlerin Hz. Muhammed’i örnek almaları gerektiğini belirtmekte ve bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Resûlullah her türlü iyilikte örnek ve önderdir. Allah onun ahlâkını övmüş (el-Kalem 68/4), çeşitli faziletleri kâmil şekliyle onda toplamış ve onu bütün kusurlardan uzak tutmuştur” (el-Aħlâķ ve’s-siyer, s. 24, 56-57). Gazzâlî İĥyâǿü Ǿulûmi’d-dîn’de (II, 358-387) Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirten hadisi (Müslim, “Müsâfirîn”, 139) ve bu ahlâkın özelliklerine dair bazı âyetleri zikrettikten sonra, “Resûlullah Kur’an ile terbiye edilmiş, insanlar da Resûlullah ile terbiye edilmiştir” demektedir.

Müslümanlar, Asr-ı saâdet’ten itibaren Resûl-i Ekrem’in örnek teşkil edecek tutum ve davranışları hakkında bilgi eksikliklerini gidermeye çalışmışlardır. Emevî Halifesi Muâviye’nin bu yöndeki talebine Mugīre b. Şu‘be’nin verdiği yazılı cevap bunun güzel bir örneğini teşkil etmektedir. Mektupta Mugīre, Hz. Peygamber’in her namazın sonunda okuduğu duayı kaydetmiş ve onun bazı ahlâk ilkeleri hakkında bilgi aktarmıştır (Buhârî, “İǾtiśâm”, 2). Ayrıca hadis ve siyer literatürü yanında Ebû Îsâ et-Tirmizî’nin Şemâǿilü’n-nebî, Nesâî’nin ǾAmelü’l-yevm ve’l-leyle, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin ed-DaǾavâtü’l-kebîre, Nevevî’nin el-Eźkâr


adlı eserlerinin yazılışındaki başlıca amaç da Hz. Peygamber’in kişiliğini ortaya koyup ümmetin onu örnek almasını sağlamaktır.

Resûl-i Ekrem’in davranışlarının örnek alınması sadece dinî etkenlere bağlı olmayıp bunun önemli bir sebebi de Peygamber hâtırasına duyulan derin saygı ve ona karşı beslenen vefa duygusudur. Sünnetin canlılığını korumasında bu saygı ve vefanın önemli bir payı vardır. Bununla ilgili olarak Medine’ye hayli geç bir tarihte hicret eden Ebû Bürde şunu anlatmaktadır: “Medine’ye girdiğimde beni Abdullah b. Selâm karşıladı ve, ‘Gel seni evime götüreyim, Hz. Peygamber’in içtiği kâse ile sana su ikram edeyim, ardından Resûlullah’ın namaz kıldığı mescidde sen de kılarsın’ dedi. Bana sevik içirdi, hurma ikram etti, daha sonra Peygamber’in mescidinde namaz kıldım” (Buhârî, “İǾtiśâm”, 16). Ashaptan Ebû Berze’nin, müslümanların ulaştığı mânevî zenginlik ve yükselişin İslâm ve Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştiğini belirten sözü de (Buhârî, “İǾtiśâm”, giriş) bu vefanın güzel ifadelerinden biridir.

Hz. Peygamber’in şahsiyeti, bilim ve düşünce adamlarının çeşitli konulardaki görüşleri için de örnek teşkil etmiştir. İslâm âlimleri arasında daha çok hadisçi ve fıkıhçıların ahlâk anlayışı ve dünya görüşleri üzerinde Resûl-i Ekrem’in ahlâk ve yaşayışının formel yanı etkili olmuştur. Nitekim bunların yazdığı ahlâk kitapları çoğunlukla “âdâb” tarzında eserlerdir. Bunlarda hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranışların âdâb ve erkânı Peygamber’in davranış tarzı örnek alınarak işlenir. Hadis mecmualarının “edeb”, “birr”, “iǾtişâm” gibi başlıklar taşıyan bölümleriyle Buhârî’nin el-Edebü’l-müfred’i, Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî’nin Aħlâķu’n-nebî ve âdâbüh adlı eseri, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin el-Âdâb’ı sayısı yüzlere varan bu tür eserlerden bazılarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Wensinck, el-MuǾcem, “reǿy”, “smǾa” md.leri; el-Muvaŧŧaǿ, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, II, 93; Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 6, “Cihâd”, 109, “Aĥkâm”, 1, “İǾtiśâm”, giriş, 1, 2, 16; Müslim, “Müsâfirîn”, 139, “İmâre”, 32; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 336; Fârâbî, Kitâbü’l-Mille (nşr. Muhsin Mehdî), Beyrut 1986, s. 64-65; İbn Sînâ, eş-Şifâǿ el-İlâhiyyât (2), s. 451-455; a.mlf., en-Necât (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1364 hş./1985, s. 710, 712; İbn Hazm, el-Aħlâķ ve’s-siyer, Beyrut 1405/1985, s. 24, 56-57; Gazzâlî, İĥyâǿ, II, 358-387; Kurtubî, el-CâmiǾ, XIV, 154-156; M. Abdürraûf el-Münâvî, Feyżü’l-ķadîr (nşr. Hamdî ed-Demürtâş Muhammed), Mekke-Riyad 1418/1998, I, 429; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut 1412/1991, IV, 311; W. Montgomery Watt, Hz. Muhammed (trc. Hayrullah Örs), İstanbul 1963, s. 246; a.mlf., İslâm Nedir (trc. Elif Rıza), İstanbul 1993, s. 292-294; De Boer, Târîħu’l-felsefe fi’l-İslâm (trc. M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Beyrut 1981, s. 222; A. Neher, l’Essence du prophétisme, Paris 1983, s. 10-12; Mehmed Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara 1993, s. 209-214; Raşit Küçük, “Hz. Peygamber ve Örnekliğinin Mahiyeti”, İslâm’ın Anlaşılmasında Sünnet’in Yeri ve Değeri, Ankara 2003, s. 281-301.

Mustafa Çağrıcı





D) Mûcizeleri.

Sözlükte “benzeri başkalarınca gerçekleştirilemeyen hârikulâde olay” anlamına gelen mûcize peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan yegâne delildir. Ahd-i Atîk’te Hz. Mûsâ’ya, Yeşû, İlya ve Elişa’ya, Ahd-i Cedîd’de Hz. Îsâ’ya, Kur’an’da Hz. Nûh, İbrâhim, Sâlih, Mûsâ, Ya‘kūb, Süleyman’a ve Îsâ’ya mûcizeler nisbet edilmiştir. Hz. Muhammed dünyaya gelmeden önce Zend Avesta, Hint Veda ve Puranalar’ı, Eski Ahid ve Yeni Ahid gibi kutsal metinlerde âhir zamanda bir peygamberin geleceğine ilişkin müjdeler yer almıştır (bk. BEŞÂİRU’n-NÜBÜVVE). Kur’ân-ı Kerîm’de de (el-Bakara 2/146; el-A‘râf 7/157; es-Saf 61/6) Tevrat ve İncil’de onun peygamber olarak gönderileceğinin yazılı olduğu bildirilmektedir. Kutsal metinlerin etkilerinin görüldüğü Ortadoğu bölgesinde yaşayanlar arasında yeni bir peygamber beklentisinin mevcut olduğu (Hamîdullah, I, 24), zaman ilerledikçe beklentilerin daha da arttığı (Mâverdî, s. 222-242) bilinmektedir.

Hz. Muhammed’le ilgili olarak nübüvvet öncesinde birtakım hârikulâde olayların meydana geldiği rivayet edilmektedir. Bunların bazıları şunlardır: Âmine’nin ona hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi (İbn İshak, s. 22), babasının alnında bulunan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi (Nûreddin el-Halebî, I, 46), doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması (Ebû Nuaym el-İsfahânî, I, 535-537), sütannesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâdeliklerin görülmesi, Ehl-i kitap âlimlerinin ve kâhinlerin onun son peygamber olacağını keşfetmesi (Tirmizî, “Menâķıb”, 3; İbn İshak, s. 53-57; İbn Hişâm, I, 180-183). Ayrıca Duhâ ve İnşirâh sûrelerinin muhtevasından (93/6-8; 94/1-4) Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’e gençliğinde bazı olağan üstü lutuf ve yardımlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.

Resûl-i Ekrem’e peygamberliği döneminde verilen mûcizeler farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mûcizeler mahiyetleri bakımından aklî (mânevî), hissî (maddî) ve haberî mûcizeler, muhatapları yönünden helâk ve hidayet mûcizeleri, kaynakları açısından Kur’an’la ve sahih rivayetlerle sabit olanlar ve zayıf senedlerle rivayet edilenler şeklinde ele alınabilir (Mâtürîdî, s. 314-332; Nesefî, I, 487-502; Süleyman Nedvî, III, 1306, 1364, 1394).

Aklî Mûcizeler. Resûlullah’ın en büyük mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mûcizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde en çok itibar gören dil, üslûp, hitabet ve edebî sanatlar alanında olağan üstü bir özelliğe sahip Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. Kur’an’da kendisinin mûcize oluşu, benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî) âyetleriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur’an’ın tamamının (el-İsrâ 17/88; et-Tûr 52/34), on sûresinin (Hûd 11/13-14) veya bir sûresinin (Yûnus 10/38) benzerinin meydana getirilmesi hususunda inkârcılara çağrıda bulunma şeklinde ifade edilmiştir. Tehaddî Medine döneminde de sürmüştür (el-Bakara 2/23-24). İslâm tarihinde Kur’an’ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Ahmed Cevdet Paşa, I, 75-80). Kur’an üslûbu, edebî tasvirleri, iç kompozisyonu, muhteva bütünlüğü, farklı seviyedeki insanlara hitabı, gönüllere etkisi, i‘câzı ve gayba ilişkin haberleriyle erişilmesi mümkün olmayan bir eserdir.

Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatına yer veren âlimler onun risâletle


görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dikkat çekmişlerdir. Milâdî VII. yüzyılın başlarında hemen bütün insanlar o dönemde mevcut dinlerden birine mensup bulunuyordu. Hz. Muhammed, atalarından intikal eden herhangi bir hâkimiyet mirasına sahip olmadığı gibi kırk yaşına kadar bu alanda bir iddia da ileri sürmüş değildi. Nübüvvetini izhar ettiği coğrafya o günkü dünya şartlarında dikkat çekmeyen önemsiz bir yerdi. Mensup bulunduğu kabilenin ileri gelenleri kendisini destekleyecek yerde ona karşı direnmişlerdi. Bu engellere rağmen onun tebliğ ettiği dinin kısa zamanda dünya dinleri içinde yerini alması ve günümüzde müslüman sayısının dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmesi olağan üstü sayılması gereken bir durumdur. Bazı müellifler, Hz. Peygamber’in hayatının her safhasında her türlü şartta üstün ahlâkın canlı örneğini ortaya koymasını da bir tür aklî mûcize olarak değerlendirmiştir (Fahreddin er-Râzî, II, 88-89; Yavuz v.dğr., s. 203-204).

Hissî Mûcizeler. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında da mûcizeler verildiği ve bunların başında hissî mûcizelerin geldiği kanaatindedir (bk. MÛCİZE). Bazılarına Kur’an’da temas edilen, çoğu hadis literatüründeki rivayetlere dayandırılan bu tür mûcizelerin sayısı Kütüb-i Sitte’de fazla olmamakla birlikte a‘lâmü’n-nübüvve, delâilü’n-nübüvve ve hasâisü’n-nebî türü eserlerde büyük bir yekün tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden âyetle (el-Kamer 54/1) bazı hadis rivayetlerine dayanan âlimler ekserisi Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber’den hissî mûcize istediğini, bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder (Buhârî, “Menâķıb”, 27; Müslim, “Śıfâtü’l-münâfiķīn”, 43-48; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, XXVII, 111-116). Bazı âlimler ise böyle bir mûcizenin meydana gelmediğini, âyette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak vuku bulacağını söylemektedir (bk. İNŞİKĀKU’l-KAMER). İsrâ ve mi‘rac hadisesinin âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî) gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber’in yaşadığı ruhî tecrübe olarak görmektedir (bk. Mİ‘RAC). Kur’an’da bildirilen hissî mûcizelerden biri de Bedir Gazvesi’nde müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır (Âl-i İmrân 3/123-125; el-Enfâl 8/9-12, 17). Savaşa katılan meleklerin müminlere mânevî destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir (el-Enfâl 8/12). Bu destek çerçevesinde savaşa iştirak eden müminlerle müşriklerin sayısı birbirine farklı gösterilmiş (el-Enfâl 8/43-44), müminlerin kalbine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır (el-Enfâl 8/11). Ayrıca Kur’an’da Hendek ve Huneyn savaşlarında Cenâb-ı Hakk’ın düşmanlarına karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildirilmektedir (et-Tevbe 9/25-26; el-Ahzâb 33/9). Âyetlerde yer alan “destekleme” ve “hezimet verme” kavramlarını maddî veya mânevî olarak anlamak mümkündür. Hatta “müjde ve iyimserlik”, “gönül rahatlığı” ifadeleri (Âl-i İmrân 3/126; el-Enfâl 8/10) göz önüne alındığı takdirde mânevî destekleme biçimindeki yorumun güç kazanacağı söylenebilir. Bununla birlikte hadis ve siyer kitaplarında Kur’an’ın beyanlarını somutlaştıran bazı rivayetler yer almaktadır (Buhârî, “Menâķıb”, 27, “Tefsîr”, 54/1, “Cihâd”, 89, “Meġāzî”, 4; Müslim, “Cihâd”, 58; İbn Hişâm, II, 672-673).

Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde kendisine daha çok mânevî destek verildiği görülür. Nitekim Mekke’de müşriklerin baskısının arttığı, boykot ve öldürme dahil her türlü şiddete başvurulduğu dönemde müslümanların bir kısmı Habeşistan’a göç etmiş, İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla gittiği Tâif’te çeşitli eziyetlere uğrayan Resûlullah’a mi‘rac gibi hidayet ve nusret mûcizeleri verilmiştir. İnşikāku’l-kamer dışındaki mûcizelerin iddia ve talep üzerine değil, Resûl-i Ekrem’in ve müminlerin çaresiz duruma düştüğü zamanlarda desteklenmeleri için vuku bulduğu görülür. Mûcizede iddia ve meydan okuma nitelikleri arandığı halde Kur’an’da sözü edilen olaylarda bu nitelikler mevcut değildir.

Hadis ve siyer literatüründe Hz. Peygamber’e ait çeşitli hissî mûcizelere yer verilmiş, bunun için listeler düzenlenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ağacın hareket ederek Resûlullah’ın yanına gelmesi, çakıl taşlarının kendisine selâm vermesi, devenin halinden şikâyette bulunması, kızartılmış koyun etinin, zehirli olduğunu Resûl-i Ekrem’e haber vermesi, nübüvvet öncesinde bir bulutun onu devamlı gölgelendirmesi, omuzları arasında nübüvvet mührünün bulunması, karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma durumunda olan bir sahâbîye verdiği asânın yolunu aydınlatması, az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanın doyurulması (Buhârî, “Menâķıb”, 25; İbn İshak, s. 257-264; Kādî İyâz, I, 341-533; Süleyman Nedvî, IV, 1655-1671; Hamîdullah, I, 135-138). Bazı kimseler, Hz. Peygamber’e ne kadar çok mûcize nisbet edilirse nübüvvetinin o derecede ispat edilmiş olacağı kanaatini taşımaktadır (Meclisî, XVII, 342-362; Seffârînî, II, 278-279; Hasan Ziyâeddin Itr, s. 236). Ancak bu yaklaşım Kur’an’ın ifadeleriyle uyuşmadığı gibi hadis ilmi açısından da sağlıklı görünmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm inkârcıların Resûl-i Ekrem’den kaynak fışkırtması, içinden sular akan hurma ve üzüm bağları icat etmesi, altından bir eve (el-İsrâ 17/90-91, 93) veya hazinelere (Hûd 11/12; el-Furkān 25/8; ez-Zuhruf 43/53) sahip olması, semaya yükselip oradan okuyacakları bir kitap getirmesi, Allah’ı ve melekleri kendilerine göstermesi (el-İsrâ 17/92-93), haber verdiği azabın bir an önce gelmesi (el-Enfâl 8/32; ez-Zâriyât 51/12-14) şeklinde mûcizeler talep ettiklerini, fakat Resûlullah’ın onlara mûcizelerin Allah katında bulunduğunu, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu (el-Ankebût 29/50), yanında Allah’ın hazinelerinin bulunmadığını, gaybı bilmediğini ve melek olmadığını (el-En‘âm 6/50) söylediğini haber vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca peygamberlerden cahil ve inkârcıların mûcize istediği (el-Bakara 2/118; Tâhâ 20/133), onların mûcizeleri gördüklerinde yüzlerini çevirip bunun eskiden beri devam edegelen bir büyü olduğunu söyledikleri (el-Kamer 54/2), önceki kavimlerden, istedikleri mûcizeler verildiği halde iman etmeyen birçok topluluğun helâk edildiği (el-Enbiyâ 21/6), bu sebeple müşriklere bekledikleri mûcizelerin gösterilmeyeceği (el-İsrâ 17/59) bildirilmektedir. Resûlullah, önceki peygamberlere muhataplarının iman etmesine yardımcı olacak mûcizelerin verildiğini bildirmiş, kendisine verilen mûcizenin ise ilâhî vahiyden ibaret bulunduğunu, bu sebeple kıyamet gününde tâbilerinin çok olacağını umduğunu ifade etmiştir (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 1, “İǾtiśâm”, 1; Müslim, “Îmân”, 239). Âhâd yolla sabit olan bu haberler, Resûl-i Ekrem’den hissî mûcizelerin zuhur ettiği konusunda bir kanaat meydana getirirse de (tevâtür-i ma‘nevî) bunlar kesinlik derecesine ulaşmadıkları için tek tek iman konuları arasında düşünülmemiştir.

Haberî Mûcizeler. Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana veya


geleceğe ilişkin bazı hususları haber vermesi ve bunların bildirdiği şekilde gerçekleşmesidir. Resûlullah okuma yazma bilmediği, tahsil görmediği ve kimseden özel bilgi almadığı halde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası gibi tarihî olayları haber vermiş, başta Ehl-i kitap olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır. Aynı şekilde Bizanslılar’ın İranlılar’ı yeneceğini (er-Rûm 30/2-4), müşriklerin ileride bozguna uğrayacağını (el-Kamer 54/44-45), Mekke’nin fethedileceğini ve müslümanların geleceğinin parlak olacağını (en-Nûr 24/55; el-Ahzâb 33/22; el-Feth 48/11, 15-16, 27) bildirmiştir. Hz. Peygamber’in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları (Buhârî, “Ŧıb”, 47, 49, 50, 55), bazı şehir ve ülkelerin fethedileceğini (Buhârî, “Menâķıb”, 25; Müslim, “Fiten”, 75-78) önceden haber vermiştir. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı (Buhârî, “Menâķıb”, 25, “Fiten”, 2-8; Müslim, “Fiten”, 9-13), kıyametin kopmasına doğru bazı alâmetlerin zuhur edeceği (Buhârî, “Fiten”, 24-25; Müslim, “Fiten”, 39-84) gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur (Çelebi, İslâm İnancında Gayp Problemi, s. 103-109, 123-142).

Resûl-i Ekrem’in mûcizeleri kelâm literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın yaklaşımını esas alan kelâmcılar hissî mûcizelerden çok aklî mûcizeler üzerinde durmuştur. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Hz. Peygamber’den sâdır olan olağan üstü hadiseleri onun erdemli şahsiyeti, hissî ve aklî mûcizeleri ve ona duyulan ihtiyaçtan doğan sosyolojik realitelerden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 314-332). Eş‘arî, Resûlullah’ın mûcizelerini Kur’ân-ı Kerîm ve hissî mûcizeler şeklinde ele almış, Kur’an’ın i‘câzına dair bilgilere yer verirken bazı hissî mûcizelere de temas etmiştir (el-LümaǾ, s. 196-197). Kādî Abdülcebbâr, hissî mûcizeleri reddeden Nazzâm gibi âlimlere karşı çıkarak mûcizeleri zarurî (hissî) ve istidlâlî şeklinde ikiye ayırdıktan sonra birincisine çok sayıda insanın az miktarda yemekle doyması, elindeki taşların Allah’ı tesbih etmesi, çağrısı üzerine ağacın hareket etmesi, üzerinde hutbe okuduğu kütüğün inlemesi gibi hadisleri örnek göstermiş, ikincisi için de Kur’an’ın muhtevasını zikretmiştir (Teŝbîtü delâǿili’n-nübüvve, I, 46-59; II, 403-405, 509-510; Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 585-597; el-Muħtaśar, s. 239). Ebü’l-Muîn en-Nesefî de mûcizeleri hissî ve aklî diye ele almakta, birincisini Peygamber’in zatının dışında olanlar, zatıyla ilgili bulunanlar ve güzel ahlâkı olmak üzere üçe, ikincisini de onun hali, nesebi, duaları, haberleri, yaşadığı yer ve zaman, getirdiği kitap ve şeriata dair olmak üzere sekize ayırmaktadır (Tebśıratü’l-edille, I, 487-502). Kelâm âlimleri genelde bu çerçeveyi korumakla birlikte son dönemlerde kaleme alınan bazı eserlerde Resûlullah’ın şahsında ve çevresinde gerçekleşen bütün olaylar mûcize olarak takdim edilmiştir. Halbuki Resûl-i Ekrem’in sîreti incelendiğinde kendisinin fiil ve davranışlarında sebep-sonuç ilişkisine titizlikle riayet ettiği görülür. Meselâ Bedir Gazvesi’nde düşman hakkında bilgi toplamak üzere keşif kolları çıkarmış, ordusunu savaş bölgesinin coğrafî şartlarına göre yerleştirmiş, ihtiyaç anında kullanılmak üzere yedek kuvvetler ayırmıştır. Bu hazırlıklardan sonra dua ederek Allah’tan dinine ve müminlere zafer vermesini istemiştir. Hz. Peygamber, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederken öncelikle aklî ve mantıkî delillere başvurmuş, basîret sahibi, ön yargısız insanlar bu öğretilerinden hareketle onun doğru sözlü olduğunu kabul etmiştir. Bazı kişiler de aklî ve mantıkî delillerle yetinmeyerek mûcize talebinde bulunmuş, bu sebeple ona hidayet mûcizeleri verilmiştir. Art niyetli bir üçüncü grup ise ondan hissî mûcize istemiş, ancak Kur’an’da özellikle bu kategoriye giren talepler reddedilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 128, 185; V, 89, 95, 105, 139; a.e. (Arnaût), XXVIII, 395; XXIX, 196; XXXV, 182; XXXVI, 596; Buhârî, “Menâķıb”, 25, 27, “Tefsîr”, 54/1, “Cihâd”, 58, 89, “Ŧıb”, 47-55, “Meġāzî”, 4, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 1, “İǾtiśâm”, 1, “Fiten”, 2-8, 24-25; Müslim, “Îmân”, 239, “Fiten”, 9-13, 39-84, “Śıfâtü’l-münâfiķīn”, 43-48, “Cihâd”, 58; Tirmizî, “Menâķıb”, 3; İbn İshak, es-Sîre, s. 22, 53-57, 257-264; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, Kahire, ts. (Dârü’l-fikr), I, 180-183; II, 672-673; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķātü’l-kübrâ, Beyrut 1960, I, 152; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, 166-167; a.mlf., CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXVII, 111-116; Eş‘arî, el-LümaǾ, s. 196-197; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Bekir Topaloğlu - Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 294-296, 314-332; Kādî Abdülcebbâr, Teŝbîtü delâǿili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1386/1966, I, 46-59; II, 403-405, 509-510; a.mlf., Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse (nşr. Abdülkerîm Osman), Kahire 1988, s. 585-597; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, s. 239; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâǿilü’n-nübüvve, Halep 1397/1977, I, 46-48, 96, 535-537; Mâverdî, AǾlâmü’n-nübüvve (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1407/1987, s. 222-242; Beyhakī, Delâǿilü’n-nübüvve (nşr. Abdurrahman Muhammed Osman), Kahire 1389/1969, I, 103-107; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), I, 487-502; Kādî İyâz, eş-Şifâǿ, I, 341-533; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-ErbaǾîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, II, 76-101; Zehebî, Târîħu’l-İslâm: es-Sîretü’n-nebeviyye, s. 57-59; İbn Kesîr, es-Sîre, I, 247; Süyûtî, el-Ħaśâǿiśü’l-kübrâ, Beyrut 1405/1985, I, 78-100, 141-146; Ali el-Kārî, MevżûǾât, İstanbul 1289, s. 109; Nûreddin el-Halebî, İnsânü’l-Ǿuyûn, Kahire 1308, I, 46; Meclisî, Biĥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, XVII, 342-362; Seffârînî, Levâǿiĥu’l-envâr, Riyad 1994, II, 278-279; Muhammed el-Hût, Esne’l-meŧâlib fî eĥâdîŝi muħtelifeti’l-merâtib (nşr. Halîl el-Meys), Beyrut 1403/1983, s. 375; Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, Ĥüccetullāh Ǿale’l-Ǿâlemîn, Diyarbakır, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), s. 254-260; Şiblî Nu‘mânî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza [Doğrul]), İstanbul 1346/1928, I, 188-189, 199-202; Süleyman Nedvî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza [Doğrul]), İstanbul 1347/1928, III, 1306, 1317-1318, 1364, 1394; IV, 1557-1558, 1605, 1655-1677, 1772-1777; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, IV, 113; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1386/1966, I, 75-80; Seyyid Kutub, Fî Žılâli’l-Ķurǿân, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), IV, 2237; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 24, 51, 135-138; Hasan Ziyâeddin Itr, Nübüvvetü Muĥammed fi’l-Ķurǿân, Halep 1393/1973, s. 236; Abdülazîz es-Seâlibî, MuǾcizü Muĥammed Resûlillâh, Beyrut 1986, s. 114-116; Muhammed Abduh, Risâletü’t-Tevĥîd, Beyrut 1986, s. 88-129; Muhammed Ahmed el-Gamrâvî, el-İslâm fî Ǿaśri’l-Ǿilm, Kahire 1987, s. 122-132; Gülgûn Uyar, Hz. Muhammed’in Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivayet Farklarının Tesbiti (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 65-66; İlyas Çelebi, İslam İnancında Gayp Problemi, İstanbul 1996, s. 103-109, 123-142; a.mlf., İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdülcebbar, İstanbul 2002, s. 318-322; Yusuf Şevki Yavuz v.dğr., İslâm’da İnanç Esasları, İstanbul 1998, s. 195-206.

İlyas Çelebi





IV. İSLÂM KÜLTÜRÜNDE HZ. MUHAMMED

A) Tasavvuf. I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıllarda âbid ve zâhidlerin Resûl-i Ekrem’i algılayış tarzı, diğer müslümanlara nisbetle kendilerini daha fazla ibadete verme ve daha çok âhirete yönelme şeklinde ortaya çıkıyordu; bu da teorik olmaktan ziyade pratik bir farklılıktı. Bu tür anlayışlar Hz. Peygamber döneminde Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. Âs, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Maz‘ûn gibi ibadet ve zühd hayatı ile tanınan sahâbîler arasında da mevcuttu. Hz. Osman’ın son döneminde başlayan ve Emevîler devrinde devam eden karışıklıklar ve iç savaşlar bazı müslümanları kendilerini ibadete vermeye, dünyadan el etek çekmeye sevketmiş, bu da söz konusu farkların belirgin hale gelmesine sebep olmuştur.


İlk zâhid ve sûfîler gerek dünyaya karşı mesafeli durup âhirete yönelme, gerekse daha çok ve daha nitelikli ibadet etme bakımından Resûlullah’ı örnek alıyor ve bu tutumlarını ahlâkî davranışlarında da sürdürüyorlardı. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takvâ sahibi bir mümin olmak (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1) onların gayeleriydi. Zühd ve fakrı tercih edip Allah’a çok şükreden bir kul olmak için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Hz. Peygamber’i (Buhârî, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Münâfiķīn”, 79) örnek alıyor, onun izinden giderek kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı. Bundan dolayı farzların yanı sıra nâfile ibadetleri de yerine getirmeye çalışıyor, ayrıca hak hukuk gözetmede hassasiyet gösteriyorlardı.

Kur’an’da Allah’ı sevmek ve O’nun tarafından sevilmek için Peygamber’e itaat şart koşulduğundan (Âl-i İmrân 3/31) ilk sûfîler Resûl-i Ekrem’in daha çok Allah’ın sevgili kulu (habîbullah) olma (Tirmizî, “Menâķıb”, 1) niteliği üzerinde durmuştur. Allah’ı, resulünü ve Allah yolunda mücâhedeyi her şeye tercih etme konusunda Kur’an’da yer alan uyarılar (et-Tevbe 9/24) ve iyi bir müminin Peygamber’i kendisinden daha çok sevmesi gerektiğini belirten hadisler (Wensinck, el-MuǾcem, “ĥbb” md.) onlar üzerinde etkili olmuştur. II. (VIII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Basra’da Râbia el-Adeviyye’nin öncülük ettiği bir grup sûfî daha çok ilâhî sevgi üzerinde durmaya ve sevgi unsurunu öne çıkarmaya başladı. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed’e yönelik ezelî sevgisi olmasaydı hiçbir şeyin var olmayacağına inanan sûfîler için kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” ifadesi (Aclûnî, II, 164) büyük bir önem taşır.

Sûfîler arasında sıkça görüldüğü nakledilen kerametler Resûl-i Ekrem’in yolundan gitmenin bir semeresi olarak kabul edilmiş, her ne kadar onun vefatıyla vahiy sona ermişse de rüya, ilham ve firâset yoluyla bazı bilgilere sahip olmak mümkün görülmüştür. Sûfîlerin kendilerini Peygamber’in vârisi saymalarının sebebi, onun yaşadığı mânevî ve ruhanî hayatı devam ettirdiklerine dair inançlarından kaynaklanmaktadır.

III. (IX.) yüzyılda Ebû Saîd el-Harrâz ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî tarafından Resûl-i Ekrem Kur’an gibi bir nur olarak (el-Mâide 5/15) algılanmaya başlanmış, onların ardından Hallâc-ı Mansûr Kitâbü’ŧ-Ŧavâsîn’de bu anlamda nur üzerinde genişçe durarak nûr-ı Muhammedî teorisini geliştirmiştir. Buna göre Allah ilk önce Hz. Muhammed’in nurunu, bu nurdan da diğer varlıkları yaratmıştır. Bu görüşle ilgili olarak, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir” (Tirmizî, “Tefsîr”, 68/1); “Âdem ruhla beden arasında iken ben peygamber idim” (Müsned, IV, 66); “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” (Aclûnî, I, 148, 263) gibi hadisler rivayet edilmiştir. Burada akıl ve kalemden maksat Hz. Peygamber’in nuru olup onun mânevî hüviyeti anlamına gelen bu nura hakîkat-i Muhammediyye de denilmiştir. Hz. Âdem’den başlayıp bütün peygamberlerde tecelli eden bu nurun en son Resûlullah’ta gerçek sahibiyle buluştuğu kabul edilmiştir (bk. HAKÎKAT-i MUHAMMEDİYYE).

Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak bilinmeyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber’in nuru ve sevgisi olarak tecelli etmiş, ardından diğer varlıkların hepsini bu nurdan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun (el-Enbiyâ 21/107) anlamı budur (Aynülkudât el-Hemedânî, s. 254; Necmeddîn-i Dâye, s. 21, 30). Buna göre evrenin var oluş sebebi Allah’ın Hz. Muhammed’e duyduğu sevgidir. Süleyman Çelebi, “Gel habîbim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam”; “Ben sana âşık olunca ey şerîf / Senin olmaz mı dü âlem ey latîf” gibi beyitlerde bu muhabbeti aşk olarak niteler.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hakk’ın Resûl-i Ekrem’in nurunu ve bu nurdan halkı yaratmasını ayna misaliyle anlatır. Ona göre âlem Hakk’a nazaran bir aynadır; Hak isim, fiil ve sıfatlarıyla bu aynada tecelli eder. Fakat insan yaratılmadan önce bu ayna cilâlı olmadığından ilâhî tecellileri net olarak yansıtmıyordu. Âdem (insan) bu aynanın cilâsı olmuş, her şeyde tecelli eden Hak en mükemmel şekilde insanda tecelli ettiğinden ona halife adı verilmiştir. Âleme göre insan yüzüğün kaşı, göze göre ise göz bebeği gibidir (Fuśûś, s. 48). Şeyh Galib, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beytinde bunu anlatır. Hak, diğer insanlara nazaran Hz. Muhammed’de en mükemmel şekilde tecelli ettiğinden mutlak anlamda insân-ı kâmil odur. Onun vârisleri olmaları sebebiyle velîlere de insân-ı kâmil denir. Aziz Mahmud Hüdâyî, “Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kāim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” derken Hz. Peygamber’in bu özelliğini dile getirmiştir.

Hakîm et-Tirmizî, Kur’an’da geçen “hâtemü’n-nebiyyîn” (son peygamber) ifadesinden (el-Ahzâb 33/40) hareketle “hâtemü’l-evliyâ” teorisinin temelini atmış, daha sonra bu görüşü İbnü’l-Arabî geliştirmiştir (Fuśûś, s. 63; el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, II, 9). Bu telakki daha çok İbnü’l-Arabî’nin izleyicileri veya onun etkisinde kalan mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir. Hz. Muhammed’in son peygamber olması sûfîlere son velî telakkisini, onun mi‘racı da ruhanî mi‘rac fikrini ilham etmiştir. Ruhanî mi‘rac yaptığını ilk defa söyleyen ve bunu uzunca anlatan Bâyezîd-i Bistâmî’dir. İbnü’l-Arabî,


el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye ve Kitâbü’l-İsrâǿda mânevî mi‘raclarını anlatır.

Sûfîler, kendilerine doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki yoldan feyiz ve ilham geldiğini söylerler. Allah’tan vasıtasız aldıkları bilginin yanı sıra tarikat silsilesine dahil bulunan meşâyih aracılığı ile de Hz. Peygamber’e ulaştıklarını, ondan bilgi aldıklarını ve her iki bilginin de kendilerine has olduğunu ifade ederler. Telkin yoluyla Allah’tan Cebrâil’e, ondan Hz. Muhammed’e, ondan Hz. Ali’ye (Nakşibendiyye’de Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’e) intikal eden özel bilgi ve mânevî mirasın tarikatın silsilesinde yer alan velîler aracılığıyla şeyhlere ulaştığını kabul ederler. Bundan dolayı sûfîler nezdinde Hz. Peygamber özel anlamda mârifet ve ilham kaynağıdır.

Tasavvufta Resûl-i Ekrem’in şefaati, ona sığınma ve ondan yardım talebinde bulunma önemlidir. Mutasavvıflar “dahîlek yâ Resûlellah” (sana sığındım ey Allah’ın elçisi), “şefâat yâ Resûlellah” deyip onun ruhundan yardım ve şefaat umarlar. Aynı şekilde mutasavvıflar, fıkıh âlimleri mekruh saydıkları halde dua esnasında “bi-hakki resûlike” (peygamberin yüzü suyu hürmetine) demekte bir sakınca görmezler ve bu tarzda dua etmeye önem verirler. “Fenâ” kelimesi tasavvufta Allah’la ilgili olarak kullanıldığı gibi (fenâ fillâh “Allah’ta fâni olmak”) Hz. Peygamber için de (fenâ fi’r-resûl) kullanılması âdettir. Onlara göre Peygamber’de fâni olmak Hak’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sûfî şairler mahbûb-i hudâ olması itibariyle Resûl-i Ekrem’i güle benzetir, hilye-i şerifleri gül şeklinde yaparlar; buna “gül-i Muhammedî” denir.

“Rüyada beni gören gerçekten görmüş olur, çünkü şeytan benim sûretime giremez” meâlindeki hadise (Buhârî, “TaǾbîr”, 10; Müslim, “Rüǿyâ”, 11) dayanan bazı mutasavvıflar Hz. Peygamber’i rüyada gördüklerini söylemiş ve onun gördükleri tavrından çeşitli mânalar çıkarıp hayatlarını buna göre düzenlemişlerdir (İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, I, 260). Bu konuda birçok menkıbe anlatılır. Felç olan İmam Bûsîrî’nin rüyasında Resûl-i Ekrem’i gördüğü, hastalığının iyileşmesi için ondan öğüt aldığı, Peygamber sevgisini terennüm eden Ķaśîdetü’l-bürde’sini bunun üzerine yazdığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin de Resûlullah’ın kabrini ziyaret ettiğinde böyle bir hal yaşadığı kaydedilmektedir.

Dinî bilginin kaynağına ulaşma konusunda zâhir ulemâsından farklı bir yol takip eden mutasavvıfların hadis âlimlerince sahih kabul edilen bazı rivayetleri sahih saymadıkları, zaman zaman da hadis kitaplarında yer almayan bazı ifadeleri, “Hz. Peygamber’in sözü olduğu keşfen sabittir” gerekçesiyle sahih kabul ettikleri, hatta bu nitelikteki metinlere büyük önem verdikleri görülmektedir. Ahmed b. Mübârek es-Sicilmâsî’nin el-İbrîz’inde İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’sinde hadislerin keşf açısından değerlendirilmesine ve yorumlanmasına sıkça rastlanır. Bununla beraber hadis âlimlerinin usulünü esas alıp hadis öğrenen ve rivayet eden mutasavvıflar da vardır.

Sûfîler, insân-ı kâmil olarak gördükleri ve Allah’a giden yolda rehber edindikleri Hz. Peygamber’in sîretine, sünnetine, her türlü tutum ve davranışına büyük önem vermiş, her vesile ile ona olan bağlılıklarının mutlak ve tam olduğunu ifade etmişlerdir. Şâtıbî, el-İǾtiśâm’da (I, 88-99) sûfîlerin her hususta Resûl-i Ekrem’i örnek aldıklarını, sünnetine bağlı kaldıklarını ve hadislere önem verdiklerini vurgulamak için onların bu konuda söyledikleri sözleri nakletmiştir. Sûfîler sahih hadislerdeki salavat örneklerini esas alıp salavatlar düzenlemişlerdir. Çoğu nesir, bir kısmı manzum olan bu salavatların günlük vird şeklinde okunması tarikat âdâbı olarak uygulanagelmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Wensinck, el-MuǾcem, “ĥbb” md.; Müsned, IV, 66; Buhârî, “Teheccüd”, 6, “Münafiķīn”, 79, “Îmân”, 37, “TaǾbîr”, 10; Müslim, “Îmân”, 1, “Rüǿyâ”, 11, 87, “Münâfiķīn”, 79; Tirmizî, “Menâķıb”, 1, “Tefsîr”, 68/1; Serrâc, el-LümaǾ, s. 130-146; Muhammed b. Ali es-Sehlegî, en-Nûr min kelimâti Ebi’ŧ-Ŧayfûr (nşr. Abdurrahman Bedevî, Şaŧaĥâtü’ś-śûfiyye içinde), Kahire 1949, s. 111, 123, 164; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, II, 351-388; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 254; İbnü’l-Cevzî, Śıfatü’ś-śafve, I, 46-234; İbnü’l-Arabî, Fuśûś (Afîfî), s. 48, 63-64, 184; a.mlf., el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 151, 244; II, 9; IV, 442; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd (nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1352 hş., s. 2, 21, 30; Takıyyüddin İbn Teymiyye, MecmûǾatü’r-resâǿili’l-kübrâ, Beyrut 1392/1972, II, 353-362; İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İǾtiśâm (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332, I, 88-99, 260; Teftazânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, İstanbul 1307, II, 187; Münâvî, el-Kevâkib, I, 14-27; Ahmed b. Mübârek es-Sicilmâsî, el-İbrîz, Kahire 1961, s. 64; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 148, 263; II, 164; İsmail Fenni, Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî, İstanbul 1928, s. 16, 21; R. A. Nicholson, Fi’t-Taśavvufi’l-İslâmî ve târîħih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 108-120; Ebü’l-Alâ Afîfî, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 83; A. Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları (trc. Ergun Kocabıyık), İstanbul 2001, s. 212-225.

Süleyman Uludağ





B) Arap Edebiyatı.

Asr-ı saâdet’ten itibaren günümüze kadar Hz. Peygamber hakkında kaside, mersiye, mevlid, hilye, şemâil vb. türlerde pek çok yazı kaleme alınmıştır. Bunlarda, “Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı derecede övdüğü gibi beni de övmeye kalkışmayın” meâlindeki hadise (Müsned, I, 23, 24, 47; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 48) genelde riayet edilmiş, aşırılıklar ulemâ tarafından eleştirilmiştir. Şiirlerin giriş bölümünde mecazi aşk ve kadın tasviri edebe uygun bulunmamış, bunun yerine hayalî sevgilinin özlem ve hicranı dile getirilmiş ve Resûlullah’ın anılarını barındıran yerlere duyulan hasret ifade edilmiştir. Çok sayıda şair Bânet SüǾâd ve Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’ye ait Ķaśîdetü’l-bürde ve el-Ķaśîdetü’l-hemziyye’si gibi kasidelere taştîr ve tahmîs yoluyla bir nevi ilâveli nazîreler ortaya koymuştur. Hz. Peygamber için söylenen şiirlerin ilki muhtemelen amcası Ebû Tâlib’in “Lâmiyye”sidir. Ebû Tâlib yeğenini darda kalanların sığındığı, güvenilen, mâsum, halim, reşîd, âdil nitelikleriyle övmüştür (Sadreddin el-Basrî, s. 119). Onun


peygamberliğini müjdeleyen kâhin şiirleriyle cinlerden ve hâtiften geldiği kabul edilen şiirler de zamanımıza ulaşmıştır (Mahmûd Sâlim Muhammed, s. 63-65). Resûl-i Ekrem’in amcası Hamza müslüman olduğunda söylediği dizelerde onu seçkin ve saygın vasıflarıyla övmüş, kendisini savunacağını vaad etmiştir (İbn Seyyidünnâs, s. 72-75). Hz. Peygamber ve gazveleriyle ilgili şiirleri bulunan veya kendisine nisbet edilen Ebû Bekir’in hicret sırasında sığındıkları Sevr mağarasını ve Sürâka olayını anlattığı “Râiyye”, Hz. Ömer’in İslâmiyet’i benimsemesinden sonra söylediği “Râiyye”, Ebû Süfyân’ın İslâm’a girişi esnasında Resûl-i Ekrem’i övdüğü “Dâliyye” zikredilecek diğer şiirlerden bazılarıdır (a.g.e., s. 145-148, 183, 305). Câhiliye dönemi kâhinlerinden sahâbî Sevâd b. Kārib el-Ezdî, “Bâiyye”sinde Hz. Peygamber’i verdiği gaybî haberlerin doğruluğuna güvenilen kimse, nebîlerin en yücesi ve Allah’a götüren vesile diye övmüştür (İbn Hacer, III, 148; Safedî, I, 33). Resûlullah’ın amcası Abbas’a nisbet edilen “Kâfiyye”de gayb haberlerinden ve peygamberin mahlûkatın ilki olduğundan söz edilmektedir (Safedî, I, 275). Bu fikir sonraki asırlarda geniş ölçüde işlenmiş, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Bûsîrî ile doruk noktasına ulaşmıştır. Küleyb b. Esed el-Hadramî, methiyesinde eskilerin ve önceki peygamberlerin Hz. Muhammed’den haber verdiğini söylemiş, o da şairin başını okşamıştır (İbn Hacer, III, 306).

Kâ‘b b. Mâlik, Mekke’nin fethinden önce İslâm’a ve Hz. Peygamber’e yöneltilen hicivlere cevap vermiş ve Resûlullah’ın takdirini kazanmıştır (Abdülazîz er-Rifâî, s. 54-55). Ayrıca “Fâiyye”sinde Resûl-i Ekrem’i ahlâkî erdemleriyle övmüş olup “Hemziyye” ve “Mîmiyye”si Bedir, “Ayniyye”si Uhud Gazvesi’yle ilgilidir (İbn Seyyidünnâs, s. 271-273). Abdullah b. Revâha da müşrik şairlere karşı İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i müdafaa etmiştir. Onun “Râiyye”si abartı, haşiv ve tekrarlardan uzak olan övgü türünün ve hüsn-i tehallus sanatının güzel örneklerindendir (Muhammed b. Sa‘d eş-Şüvey‘ir, s. 153-155, 157-158). Bu anlayış diğer İslâm şairlerinin de temel niteliği sayılır.

Hassân b. Sâbit, İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i savunmak için çok sayıda şiir kaleme almıştır. Onun, Kâ‘b b. Züheyr’in hicviyelerinden sonra bu türde şiirler söylemeye başladığı sanılmaktadır. Hassân coşkulu bir üslûpla Peygamber’in fizikî ve ruhî portresini anlatmıştır. Temîm heyeti şairi Zibrikān b. Bedr’in “Ayniyye”sine mukabele olan “Ayniyye” bu konuda en güzel kasidelerden biridir (Zekî Mübârek, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye, s. 30-32). Mekke’nin fethinden önce Resûl-i Ekrem’i hicvetmiş olan Ebû Süfyân’a cevap olarak yazdığı “Hemziyye” ile (Abdurrahman el-Berkūkī, s. 57-66) Peygamber ve ashabının övgüsüne dair üç “Dâliyye”si de (a.g.e., s. 134-138) önemli şiirlerindendir. Abbas b. Mirdâs, Hz. Peygamber için nazmettiği kasidelerinde medihle fahrı bir arada kullanmıştır. Mukaddimesiznesîbsiz övgüye başlayan şiirlerinden “Kâfiyye”, “Râiyye” ve “Mîmiyye”siyle bir kıtası zamanımıza ulaşmıştır (Dîvân, s. 56-57; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XIV, 305). 9 (630) yılında Resûl-i Ekrem’in huzuruna birçok elçi heyeti gelmiştir; bunlar Resûlullah’ı yüce sıfatlarla övmüştür. Ünlü muallaka şairi Meymûn b. Kays el-A‘şâ’ya ait olan veya ona nisbet edilen yirmi dört beyitlik “Dâliyye” de Hz. Peygamber ve daveti hakkında kaleme alınmış ilk seçkin şiirlerdendir.

Resûl-i Ekrem’e hayattayken takdim edilmiş en mükemmel övgü şiiri Kâ‘b b. Züheyr’in kasidesidir. Kâ‘b, kardeşi Büceyr’in müslüman olması üzerine onu ve Hz. Peygamber’i hicveden bir şiir yazmış (Dîvân, s. 25; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XVII, 41-42), bu sebeple Resûlullah onun cezalandırılmasını istemiştir. Ancak daha sonra Peygamber’den özür dileyerek müslüman olmuş ve kasidesini okumuştur. Kasideyi çok beğenen Resûlullah, Yemen’den gelen hırkasını (bürde) çıkarıp Kâ‘b’ın omuzlarına koyarak onu ödüllendirmiş, bundan dolayı şiir Ķaśîdetü’l-bürde adıyla meşhur olmuştur.

Hz. Peygamber’e dair methiyelerin ilk mensur örneği Ümmü Ma‘bed’e ait metindir (Muhammed b. Sa‘d b. Hüseyin, s. 37). Hicret sırasında Resûl-i Ekrem’i çadırında misafir eden bu kadın Peygamber’i o esnada çadırda bulunmayan kocasına anlatmış (Hâkim, IV, 3) ve o anda hâtiften onu öven bir şiir işitilmiş, Hassân b. Sâbit bu şiire nazîre yazmıştır (Dîvân, s. 376; Zekî Mübârek, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye, s. 38-40). Hz. Ali’nin bazı hutbelerinde Resûlullah’la ilgili sözleri de ilk mensur övgü örneklerindendir. Bir hutbesinde onun peygamberliğinin kadîm olduğunu, nesilden nesile geçerek kendisine intikal ettiğini söylemiş (Nehcü’l-belâġa, I, 201-202), bu fikir nûr-ı Muhammedî nazariyesi olarak bazı mutasavvıfların şiirlerinde geniş ölçüde işlenmiştir.

Emevîler devrinde bazı şairler Resûl-i Ekrem’le nesep ilgisi olmadığı halde ona mensup olmakla iftihar etmiştir. Hz. Ömer’in neslinden gelen Osman b. Utbe ile Osman b. Vâkıd bunlardandır (Merzübânî, s. 90, 93). Bu dönemde Hâşimî (Alevî) şairlerinin Resûlullah ve Ehl-i beyt’i ile iftihar etmesi ileri boyutlara ulaşmıştır. Yine bu devirde fetihler sebebiyle uzak bölgelere dağılmış bulunan şairler tarafından Hicaz, Medine, Peygamber ve Ravza-i Mutahhara özlemi dile getirilmiş, sonraki devirlerde bunlara duyulan özlem bir şiir teması haline gelmiştir.

Hz. Ali’ye nisbet edilen bazı hutbelerde Resûl-i Ekrem’in methinden Âl-i beyt’in methine intikal edilmesi sebebiyle (Zekî Mübârek, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye, s. 53) Şiî şairlerinde Peygamber’in övülmesi yanında Ehl-i beyt’in övülmesi de gelenek halini almıştır. Ali’nin hakkı olarak görülen hilâfetin ona verilmemesi, kendisiyle oğlu Hüseyin’in şehid edilmesi Ehl-i beyt’e dair methiye ve mersiyelerin gelişmesini hızlandırmış, neticede Resûlullah’ın methi ailenin atası olması dolayısıyla sözü edilen bir konu haline gelmiştir. Böylece Ehl-i beyt taraftarı şairler akımı ortaya çıkmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bilinen en eski Ehl-i beyt övgüsü Ferezdak’ın “Mîmiyye”sidir (Dîvân, II, 178-179; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XXI, 376-377). Hac münasebetiyle Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn’le


görüşen şair Hz. Peygamber’i ve Ehl-i beyt’i öven kasidesini yazmıştır (Zekî Mübârek, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye, s. 53-55). Kümeyt el-Esedî, “Hâşimiyyât” adını verdiği kasideleriyle Ehl-i beyt sevgisini derinleştirmiştir. Hâşimiyyât içinde iki “Bâiyye” ve bir “Lâmiyye” ile “Mîmiyye” en önemli kasidelerdir (el-Ĥâşimiyyât, s. 1-26, 27-29, 32-33). Resûl-i Ekrem’e övgü vesilesiyle Ehl-i beyt’i de öven, kendilerine yapılan zulümleri dile getiren şairler oldukça fazladır. Bunların arasında Ebü’l-Atâhiye, Di‘bil el-Huzâî (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XVIII, 38-39), Şerîf er-Radî ve Mihyâr ed-Deylemî’yi zikretmek mümkündür. Fâtımî ve Eyyûbî devirlerinde halifeler ve Ehl-i beyt için yazılan övgülerde genellikle Hz. Peygamber bilvesile söz konusu edilmiş, kutsal yerlere özlem şiirleri gelişmiştir. Melikü’n-nühât Ebû Nizâr Hasan b. Sâfî’nin birkaç kasidesi, Bahâeddin İbnü’s-Sââtî’nin Bânet SüǾâd’a nazîresi, İbnü’d-Dehhân’ın Resûlullah’ın kabrini ziyaret özlemini dile getirdiği kasidesi, Ebü’l-Haccâc el-Belevî’nin Hz. Peygamber’i bütün sevgilerin ve varlıkların hulâsası olarak vasfettiği “Sîniyye”si (Kitâbü Elif bâǿ, II, 457), Zemahşerî ve Ebû Verdî’nin Bânet SüǾâd nazîreleri (Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, III, 33) bu döneme ait eserlerdendir. Ayrıca Zemahşerî’nin elli üç beyitlik bir “Râiyye”si vardır (a.g.e., II, 131-136).

Endülüs ve Mağrib şairlerinin eserlerinde Şîa ve Ehl-i beyt izlerine pek rastlanmaz, ancak tasavvufî izler görülür. Başta Medine ve Ravza-i Mutahhara olmak üzere kutsal makamlara duyulan hasret, Hz. Peygamber’in sıfat ve menkıbelerinin anlatılması ortak konuların başında yer alır. İbn Habîb es-Sülemî (Makkarî, I, 46) ve Muhammed b. Abdullah İbn Lübb’ün (a.g.e., VI, 227) şiirleri, İbnü’l-Arîf’in “el-Kasîdetü’l-Hâiyye”si (a.g.e., IV, 331) bunlardan bazılarıdır. Mağribli Mâlikî fakihi ve şair Ebû Muhammed Abdullah b. Ebû Zekeriyyâ eş-Şukrâtısî et-Tevzerî, el-İǾlâm bi-muǾcizâti’n-nebiyyi Ǿaleyhi’s-selâm adını verdiği eserini Hz. Peygamber’in kabrinin karşısında yazdığı bir “Lâmiyye” ile bitirmiştir. Şukrâtısî bu manzumesiyle sonraki asırlarda sîreti nazım halinde anlatanlara öncülük etmiştir.

Her kasidesi yirmi beyitten oluşan, beyitleri alfabe sırasına göre ayrı harflerle başlayan (yirmi dokuz kaside) ve kafiyeleri farklı olan “işrîniyyât” türü Peygamber övgülerine de uygulanmıştır. Ebû Zeyd Abdurrahman b. Yahleften b. Ahmed el-Fâzâzî bu türün öncülerindendir (Dîvânü’l-vesâǿili’l-müteķabbele, s. 8 vd.; Makkarî, IV, 468). Berberî asıllı Mâlekalı şair İbnü’l-Murahhal, el-MuǾaşşerâtü’l-lüzûmiyye’sinde lüzûm-ı mâ lâ yelzem sanatını icra etmiştir. Muhammed Şerrâf el-Endelüsî’nin Bânet SüǾâd nazîresi, Lisânüddin İbnü’l-Hatîb’in altı kasidesi ile bir kıtası, Ahmed b. Muhammed el-Makkarî’nin na’l-i şerifi konu alan manzumesi, iki kaside ve tahmîsi, Ebû Hayyân el-Endelüsî’nin Bânet SüǾâd nazîresi, Endülüs ve Mağrib’de Resûl-i Ekrem’in methine dair yazılmış başlıca eserlerdendir.

VII. (XIII.) yüzyılda Peygamber kasideleri, Ebû Zekeriyyâ Cemâleddin Yahyâ b. Yûsuf es-Sarsarî ve Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin eserleriyle doruk noktasına ulaşırken bu hususta tasavvufî akım da açık biçimde ortaya konulmuştur. Şiirlerinde nûr-ı Muhammedî’nin bütün mahlûkattan önce yaratıldığı, onun nurunun peygamberden peygambere intikal ederek kendisine ulaştığı düşüncesi geniş olarak yer almıştır. Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali sırasında katledilen Yahyâ b. Yûsuf es-Sarsarî Arap edebiyatında peygamber methi konusunda tanınmış üç büyük şairin ilkidir (diğerleri Bûsîrî ve Abdürrahîm b. Ahmed el-Buraî). İbn Kesîr onun şiirlerinin tamamının peygamberlerin methine dair olduğunu, Resûl-i Ekrem için nazmettiği kasidelerin yirmi cilde ulaştığını kaydeder (el-Bidâye, XVII, 377-378). Sarsarî, Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî’nin antolojisinde 3068 beytiyle en fazla kasidesi olan şair konumundadır.

Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin Peygamber methine dair en tanınmış eseri Ķaśîdetü’l-bürde’dir. Onun, eserini hayatının sonlarına doğru felç geçirdiği sırada yazdığı ve kasidenin bereketiyle şifa bulduğu kaydedilir. Bu sebeple kaside, Kâ‘b b. Züheyr’in Ķaśîdetü’l-bürde’sinden ayrılması için Osmanlı kültüründe Ķaśîdetü’l-bürǿe (şifa kasidesi) adıyla da tanınır. Bunun kadar meşhur olmamakla birlikte Bûsîrî’nin en büyük eseri el-Ķaśîdetü’l-hemziyye’sidir. 455 beyitlik kaside bir siyer mahiyetindedir. Bunların dışında Kâ‘b b. Züheyr’in kasidesine nazîre olarak yazdığı “Zuhrü’l-meâd fî vezni Bânet Süâd” ile (Dîvân, s. 220-233) üç “Bâiyye”si (a.g.e., s. 77-99), “Hâiyye”siyle iki “Dâliyye”si ve “el-Lâmiyye fi’l-medâihi’n-nebeviyye, el-Lâmiyyetü’l-ûlâ” (a.g.e., s. 103-117, 233-234), “el-Kasîdetü’l-Mudariyye fi’s-salâti alâ hayri’l-beriyye” (a.g.e., s. 274-275) ve “el-Kasîdetü’l-hâiyye” (a.g.e., s. 275-276) adıyla evrâd olarak okunmak için nazmedilmiş kasideleri mevcuttur.

Abdürrahîm b. Ahmed el-Buraî el-Yemenî’nin el-Ķaśîdetü’l-mîmiyye’si ile Bûsîrî’nin Ķaśîdetü’l-bürde’si arasında benzerlikler vardır. Yalın bir üslûpla yazılan kasidede nûr-ı Muhammedî fikri işlenmiştir. Zamanımıza ulaşabilen şiirlerinin çoğu Peygamber methine dair olan Buraî’nin bir mevlidi de bulunmaktadır. Şair bazı dizelerinde Resûl-i Ekrem’i beşer üstü sıfatlarla övmesi yüzünden eleştirilmiştir. Nebhânî antolojisinde onun 1029 beyte ulaşan çok sayıda kasidesine yer vermiştir. Bu devirde sûfî şair Emînüddin Ali b. Osman el-Erbîlî de el-Ķaśîdetü’l-fâħire’siyle sûfî akımın önemli temsilcilerindendir.

Peygamber övgüsü konusunda VII. (XIII.) yüzyılın önemli temsilcilerinden biri de Ebû Abdullah Mecdüddin Muhammed b. Ebû Bekir el-Vitrî el-Bağdâdî olup 661 (1263) yılında tamamladığı el-Ķaśâǿidü’l-vitriyyât’ı ile (vitriyye) yeni bir edebî türün öncülerinden sayılmıştır. Onun her kasidesi tekli sayı (vitr) olarak yirmi bir beyitten oluşmuş ve yirmi dokuz kasideden teşekkül etmiştir. Eser Beyrut (1910), Kahire (1324, 1344), Fas (1310, 1321) ve Bombay’da (1857, 1884, 1311, 1314, 1316) basılmış, üzerine birçok tahmîs ve şerh yazılmıştır (Brockelmann, GAL Suppl., I, 444). İbn Ebü’l-Hadîd de es-SebǾu’l-Ǿaleviyyât’ı ile (nşr. Yûsuf el-Bikāî - Kabîsî Mustafa, Dımaşk 1406/1986) bu sahanın önemli temsilcilerindendir. 611’de (1214) Medâin’de nazmedilen ve yedi uzun kasideden oluşan bu eserde Hz. Peygamber ve Ehl-i beyt’i ile Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh övülmüş, ayrıca Hz. Ali’ye insan üstü nitelikler atfedilmiştir. Eser üzerine birçok şerh yazılmıştır (Brockelmann, GAL Suppl., I, 497).


VIII. (XIV.) yüzyılın en büyük temsilcilerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî, Ehne’l-menâǿiĥ fî esne’l-medâǿiĥ (Kahire 1916) ve Menâzilü’l-aĥbâb ve menâzihü’l-elbâb (nşr. Abdürrahîm Muhammed Abdürrahîm, Kahire 1989) adıyla iki divan hazırlamış olup Nebhânî’nin antolojisinde en fazla kasidesi bulunanlar arasında Sarsarî’den sonra gelir. İbn Seyyidünnâs’ın Bânet SüǾâd nazîresiyle “Tâiyye” ve el-Ķaśîdetü’l-Ǿayniyye’si vardır (Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, I, 558-560; II, 338-340; III, 60-75). Ayrıca Mineĥu’l-midaĥ’ında (bk. bibl.) sahâbenin Hz. Peygamber’e dair şiirlerini derlemiştir. Büşra’l-lebîb bi-źikra’l-ĥabîb adını verdiği eseri (yazmaları için bk. Brockelmann, GAL Suppl., II, 77) Resûlullah için yazılan kasidelerle şerhlerine dairdir. Peygamber’le ilgili birçok kaside yazmış olan İbn Nübâte el-Mısrî’nin altı kasidesi önemlidir (Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, I, 126-132; II, 199-206, 340-348; III, 83-89). Yoğun edebî sanatlara yer verilen kasidelerin nesîblerinde nübüvvet kavramıyla bağdaşmayan bazı ifadeler görülür. Burhâneddin el-Kīrâtî de el-Ķaśîdetü’l-hemziyye’si (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4880, vr. 63-68), Bânet SüǾâd’a nazîre olan “Lâmiyye”si (a.g.e., III, 98-113) ve Ķaśîde fî medĥi’n-nebî’siyle (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1980, vr. 73-83) bu alanda önemli bir şairdir.

VIII. (XIV.) yüzyılda Peygamber methiyeleri konusunda tekellüflü eserlerin verildiği bir devreye girilmiştir. Bûsîrî’nin Ķaśîdetü’l-bürde’sinden ilham alınmakla birlikte onun tekellüflü sakīm bir taklidi olarak ortaya konan ve “bedîiyye” adı verilen bu medih türü çeşitli şartlarla kayıtlıdır. Ķaśîdetü’l-bürde ise her beyitte en az bir bedîî sanat icrası şartını taşımadığı için bedîiyye türünden sayılmaz. Bu şartların tamamını, el-Ķāfiyetü’l-bedîǾiyye adını verdiği ve 151 bedîî sanat icra ettiği 145 beyitlik bedîiyyesiyle Safiyyüddin el-Hillî gerçekleştirdiğinden türün gerçek anlamda öncüsü kabul edilmiştir. XIV. (XX.) yüzyılın başlarına kadar 100’ün üzerinde bedîiyye yazılmış, daha sonra şiir sanatında meydana gelen anlayış değişikliği sebebiyle terkedilmiştir (bk. BEDÎİYYÂT). İbn Hicce’nin kendi bedîiyyesine şerh olarak hazırladığı Ħizânetü’l-edeb’i türle ilgili zengin örnekler içeren bir edebiyat hazinesidir. Bedîiyye müelliflerinden Şa‘bân el-Âsârî, en büyüğü 400 beyit olan ve 240 edebî sanat içeren üç manzume kaleme almıştır. İslâm edebiyatından etkilenen hıristiyan nâzımlar da XII. (XVIII.) yüzyıldan itibaren Hz. Îsâ için bedîiyyeler yazmışlardır.

IX. (XV.) yüzyılda Resûl-i Ekrem’le ilgili şiir yazanların başında Şemseddin Muhammed b. Hasan en-Nevâcî, Abdülkerîm b. Dırgām et-Tarâifî ve İbn Hacer el-Askalânî gelir. Nebhânî, antolojisinde İbn Hacer’in yedi kasidesine yer vermiştir. İbnü’l-Cezerî, Źâtü’ş-şifâǿ fî sîreti’n-nebiyyi’l-Muśŧafâ adlı eserinde halifeleriyle birlikte Hz. Peygamber’in sîretini nazma çekmiştir. X. (XVI.) yüzyılda “Hemziyye”si (Nuruosmaniye Ktp., nr. 4961, vr. 174-184) ve Fetĥu’l-mübîn fî medĥi şefîǾi’l-müźnibîn’i ile (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1890) Abdülazîz b. Ali el-Mekkî ez-Zemzemî; “Dâliyye, Tâiyye, Ayniyye, Kâfiyye, Lâmiyye” (Bânet SüǾâd nazîresi) ve “Mîmiyye” kasideleriyle Alâeddin b. Melik el-Hamevî; “Bâiyye, Dâliyye, Râiyye, Fâiyye, Lâmiyye, Mîmiyye” gibi kasideleriyle Ebü’l-Mekârim (Muhammed b. Ebü’l-Hasan) el-Bekrî peygamber methine dair eser verenlerin başlıcalarıdır (kasideler için bk. Nebhânî, tür.yer.). XI. (XVII.) yüzyılda, Râǿiķu’l-âdâb fî medĥi seyyidi’l-ǾArab adlı müstakil divanı (TSMK, III. Ahmed, nr. 2470), “Mîmiyye”si ve “Nûniyye”si ile (Dîvân, s. 6-16) Şehâbeddin İbn Ma‘tûk el-Mûsevî; “Tâiyye, Ĥâiyye, Ħâiyye, Râiyye”, iki “Zâiyye” ve “Nûniyye” kasideleriyle Muhammed es-Sâlihî el-Hilâlî ed-Dımaşkī; tanınmış “Dâliyye”siyle Abdullah el-Hicâzî el-Halebî; “Maksûre”si ve “Kâfiyye”siyle Şehâbeddin el-Hafâcî ve Ķaśîde fî medĥi’n-nebî (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1890, vr. 36-38), “Hâiyye” ve “Ayniyye” kasideleriyle İbnü’n-Nehhâs el-Medenî sayılabilir (Nebhânî, tür.yer.).

XII (XVIII) ve XIII. (XIX.) yüzyıllarda eser verenler arasında Bânet SüǾâd nazîresi, Buraî’nin kasidesine ve İbnü’l-Arîf’in şiirine tahmîsleri, İbnü’l-Fârız’ın kasidesine taştîri, bazı müveşşahları ve birçok şiiriyle Abdülganî en-Nablusî ve özellikle Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî anılmalıdır. Nebhânî’nin bu alanda telif ve derleme olarak meydana getirdiği başlıca eserleri şunlardır: en-Nažmü’l-bedîǾ fî mevlidi’ş-şefîǾ (İstanbul 1312), eŧ-Ŧaybetü’l-ġarrâǿ fî medĥi seyyidi’l-enbiyâǿ (Beyrut 1314), SaǾâdetü’l-meǾâd fî muvâzeneti Bânet SüǾâd (Beyrut 1315), Ķaśîdetü’l-ķavli’l-ĥaķ fî medĥi seyyidi’l-ħalķ (Beyrut 1317), Ķaśâǿidü’s-sâbiķati’l-ciyâd fî medĥi seyyidi’l-Ǿibâd (Beyrut 1318), el-MecmûǾatü’n-nebhâniyye fi’l-medâǿiĥi’n-nebeviyye (I-IV, Beyrut 1320), el-ǾUķūdü’l-lüǿlüǿiyye fi’l-medâǿiĥi’l-Muĥammediyye (Beyrut 1329), Dîvânü’l-Medâǿiĥi’n-nebeviyye (Beyrut 1329). Nebhânî, el-MecmûǾatü’n-Nebhâniyye fi’l-medâǿiĥi’n-nebeviyye adlı dört ciltlik eserinde başlangıçtan XIV. (XX.) yüzyıla kadar kaleme alınan peygamber övgülerinden yaptığı seçmeleri toplamıştır. Bu antolojide otuz dokuz sahâbîye ait 461 beyitle 213 şaire ait 25.066 beyit bulunmaktadır. İbn Seyyidünnâs, Minaĥu’l-midaĥ adlı antolojisinde on ikisi kadın olmak üzere 198 sahâbînin övgü ve mersiyesine yer vermiştir.

Mevlid türü manzumelerin de Peygamber methiyeleri arasında önemli bir yeri vardır. Bu manzumeler Resûlullah’ın güzel ahlâk, sıfat ve erdemleriyle övülmesi açısından bir medih çeşidi olduğu gibi onun hayatını, vefatını, mûcizelerini anlatmaları sebebiyle birer muhtasar siyer mahiyetindedir. Vefat edenin arkasından ağlamayı yasaklayan hadislerin tesiriyle olmalıdır ki Resûl-i Ekrem için nazmedilmiş mersiyeler genellikle kısa ve beklenenin aksine azdır. Ancak onun vefatından sonra kaleme alınan methiyelerin birçoğunda mersiye özellikleri de bulunur. Bilhassa Hz. Peygamber’le birlikte Ehl-i beyt’in de övüldüğü Kümeyt el-Esedî, Di‘bil el-Huzâî, Şerîf er-Radî, Mihyâr ed-Deylemî gibi şairlerin Şîa’yı hatırlatan övgülerinde bu husus açık biçimde görülür. Resûl-i Ekrem’e dair en çok mersiye yazan şair Hassân b. Sâbit’tir. Onun dört “Dâliyye”siyle bir “Râiyye”si ve “râ” kafiyeli iki beyti bu konuya dairdir (Dîvân, s. 54-59, 63, 64). Hassân b. Sâbit, Hz. Peygamber’in vefatından duyduğu derin üzüntüyü etkili bir üslûpla dile getirdiği gibi onun anılarını barındıran yerleri de zikretmiş, ahlâkî erdemlerini ve fizikî özelliklerini tasvir etmiştir. Hz. Ömer hüznünü dile


getirdiği sekiz beyitlik “Ayniyye”yi yazmıştır (İbn Seyyidünnâs, s. 183). Hz. Fâtıma da derin acısını toplam dokuz beyitlik üç kıtasında dile getirmiştir (a.g.e., s. 358). Lebîd b. Rebîa “Lâmiyye”sinde Hz. Peygamber’i yüce sıfat ve erdemlerle överken hüznünü de ifade etmiştir (a.g.e., s. 280-281). Bunlardan başka Resûlullah’ın halaları Safiyye, Ervâ ve Âtike ile amcasının kızı Hind bint Hâris b. Abdülmuttalib ve Hind bint Üsâse, Âtike bint Zeyd, âzatlısı Ümmü Eymen’e ait bazı beyit ve kıtalar verilmekte (İbn Sa‘d, II/2, s. 94-98), Hz. Ebû Bekir, Osman, Ali, Kâ‘b b. Mâlik, Abdullah b. Üneys, Ebû Züeyb el-Hüzelî, Mücfiye b. Nu‘mân el-Atekî’ye de bazı kıta ve beyitler nisbet edilmektedir (Ahmed Kûtî, LXIII/2 [1988], s. 229-236).

Modern ve çağdaş Arap edebiyatı dönemlerinde Hz. Peygamber’le ilgili lirik, sembolik, serbest ve mensur şiir, senfoni şiiri, marş, tiyatro ve temsil şiiri, destan vb. türlerde birçok eser kaleme alınmıştır. Muhafazakâr akıma mensup şairler Resûlullah’ın fizikî ve mânevî nitelikleriyle ahlâkî erdemleri üzerinde durmuş, ayrıca şarkiyatçıların kendisine ve İslâm’a yönelik iftiralarına cevap vermiştir. Bu akıma mensup şairlerin başlıcaları Mahmud Sâmi Paşa el-Bârûdî, Ahmed Şevkī, Yûsuf en-Nebhânî, Ahmed Muharrem, Abdüllatîf es-Sayrafî, Muhammed Abdülmuttalib, Ma‘rûf er-Rusâfî, Azîz Abaza, Kâmil Emîn, Abdullah Tayyib, Sâvî Şa‘lân’dır.

Yenilikçi şairler ise eserlerinde daha çok Resûl-i Ekrem’i vesile edinerek çağdaş sorunları dile getirmişlerdir. Bunlar Mahmûd Hasan İsmâil, Âmir Buhayrî, Mahmûd Guneyyim, Muhammed Abdülganî Hasan ve Apollo grubu şairleri, Abdurrahman Şükrî ve Abbas Mahmûd el-Akkād’ın öncülük ettiği Divan grubu (Medresetü’t-tecdîd / el-Mezhebü’l-cedîd) şairleri, sembolistler, serbest şiir, mensur şiir ve tef‘ile şiiri mensuplarıdır. Cezayir’in Fransızlar, Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi, Osmanlı Devleti’nin dağılması ve hilâfetin kaldırılması, 1967 hezimetiyle yahudilerin Filistin topraklarına girmesi, Arap ve İslâm ülkelerinde emperyalizmin tahribatı neticesinde Arap ve İslâm dünyasının parçalanmış, ezilmiş hali yenilikçi şairleri eski şanlı tarihî devirleri tekrar yaşatmaya vesile olacak bir kurtarıcı model ve millî kahraman tasvirine yöneltmiştir. Özellikle Arap milliyetçisi şairlerle hıristiyan Arap şairleri, Hz. Muhammed’i temel vasfı olan nübüvvetinden önce millî kurtarıcı, millî kahraman ve sosyal reformcu yönleriyle ele almışlardır. Gerçekleştirdiği sosyal adalet ve reform sebebiyle Ahmed Şevkī (Dîvân, I, 34-35), Yemenli Abdülazîz el-Mukālih (Dîvân, s. 141-144) ve Zeyneb Azb (Bürdetü’r-Resûl, s. 58-59) gibi şairler Resûl-i Ekrem’i “sosyalistlerin önderi ve babası” olarak nitelemişlerdir.

Modern dönemde Resûlullah’ın methi konusunda tasavvufî şiirler bir dereceye kadar zayıflamış, nûr-ı Muhammedî ve kutub nazariyeleri daha mâkul ve tutarlı ifadelere kavuşmuştur. Yine de tasavvufî akımın geleneksel görüşleri Abdullah Tayyib’in “Su‘dâ” kasidesinde (Bânet Râme, s. 293-296), Mısırlı şair Mahmûd Hasan İsmâil’in “Maa’n-nûri’l-a‘zam” adlı serbest şiirinde (Nehrü’l-ĥaķīķa, s. 190-195) ve yine Mısırlı şair Ahmed el-Muhaymir’in 1947’de ödül alan “Muhammed Mu‘cizetü’l-vücûd” kasidesinde ele alınmıştır. Ancak tasavvufî akımın en büyük temsilcisi olan Bûsîrî’nin Ķaśîdetü’l-bürde’sinin tesiri bu devrede de devam etmiş, ona modern bir anlayışla nazîre ve taştîr yazanlar olmuştur. Mahmud Sâmi Paşa el-Bârûdî’nin Keşfü’l-ġumme fî medĥi seyyidi’l-ümme’si, Ahmed Şevkī’nin Nehcü’l-Bürde’si, Ahmed el-Hamlâvî’nin Minhâcü’l-Bürde’si, Zeyneb Azb’in Bürdetü’r-Resûl’ü ve Abdülazîz Muhammed Bey’in Taşŧîrü’l-Bürde’si bunlardan bazılarıdır.

Şîa şairlerinin de modern çağda daha mâkul bir çizgi izledikleri söylenebilir. Bu özellik Batı kültürünün etkisinde kalan Lübnan Şîası’nda daha belirgindir. İbrâhim el-Berrî’nin Li’n-nebiyyi ve âlihî adlı divanı ile “Hükûmetü’n-nebî” adlı kasidesinde bu değişimi görmek mümkündür. Kendini Ehl-i beyt şairi olarak tanıtan Mahmûd Cebr’in “el-Likāü’l-evvel” kasidesinde (Dîvânü şâǾiri Âli’l-beyt, s. 25 vd.) olduğu gibi kadîm Şîa görüşünü sürdürenler de vardır.

Modern dönemde birçok şair Resûl-i Ekrem’i sevilen, yüksek ahlâkî erdemlere sahip bir peygamber ve en üstün sıfatları kendinde toplayan kâmil insan olarak tasvir etmiştir. Emîr Şekîb Arslan, Ma‘rûf er-Rusâfî, Cezayir’in işgali sebebiyle Emîr Abdülkādir el-Cezâirî, Mısır’ın işgali sebebiyle Hifnî Nâsıf, Ahmed Şevkī, Hâfız İbrâhim, Ahmed Muharrem, Ahmed el-Kâşif, Abdülmuhsin el-Kâzımî, Resûlullah’ı millî kahraman ve millî kurtarıcı gibi niteliklerle anmakta bir sakınca görmemişlerdir. Özellikle Mahmûd Dervîş, Ali Hâşim Reşîd gibi Filistinli şairlerin çoğu Hz. Peygamber’in yalnız bu yönünü ele almıştır.

Arap kökenli hıristiyan edip ve şairler Hz. Peygamber için, birbiriyle boğuşan ve çağın gerisinde kalan Araplar’ı barıştırıp birleştiren, yüksek bir millet ve devlet haline getiren sosyal reformcu portresi çizmiş, bu konuda Batılı edip ve şairlerle aynı görüşü paylaşmıştır. Mısırlı Nazmî Lûkā’nın “Vâ Muhammedâh”, “Muhammed: er-Risâle ve’r-resûl”, “Ene ve’l-İslâm”; Lebîb er-Riyâşî’nin “Nefsiyyetü’r-Resûli’l-Arabî”; Halîl İskender el-Kıbrîsî’nin “Da‘vetü nasâra’l-Arab li’l-İslâm”; Halîl Cum‘a et-Tuvâl’in “Tahte râyeti’l-İslâm”; Nasrî Selheb’in “Fî Hutâ Muhammed”; Arap Sosyalist Ba‘s Partisi genel sekreteri Mîşîl (Mîşâl) Aflak’ın “en-Nebiyyü’l-Arabî” ve eş-Şâirü’l-karavî Reşîd Selîm el-Hûrî’nin “el-Mevlidü’n-nebevî” kasideleri buna örnek olarak zikredilebilir (Dîvânü’l-Ķaravî, s. 225-226, 258). Bazıları da Hz. Peygamber’e karşı övgülerini Kur’an’a ve Arap diline olan hayranlıkları şeklinde dile getirmiştir. Cûrc Selestî’nin “Necve’r-resûli’l-a‘zam” (XIX [1951], s. 18), Cûrc Saydah’ın “el-Mevlidü’n-nebevî” (Dîvân, s. 332-335), Riyâz Ma‘lûf’un “Yâ nebiyye’l-Arab” (Ġamâǿimü’l-ħarîf, s. 109-111), Ahmed eş-Şârif’in “Hubbü Muhammed” (Dîvân, s. 275-276), Muhammed Abdülmuttalib’in “Zıllü’l-Bürde” (Dîvân, s. 259) adlı kasideleri bunlardan bazılarıdır. Âişe İsmet Teymûr, Bârûdî, Mustafa Sâdık er-Râfiî, Sâbire Mahmûd el-İzzî ve Ömer Bahâeddin el-Emîrî gibi şairler ise Resûl-i Ekrem’e şikâyet ve isteklerini arzetmiş, ondan şefaat dilemişlerdir.

Resûlullah’ın hayatı bu dönemde, ya Mısırlı Azîz Abaza’nın İşrâķātü’s-sîreti’z-zekiyye’sinde yaptığı gibi tasvir ve beyan yoluyla ya da İslâm âleminin sorunları ile bağıntılı olarak dile getirilmiştir. Bunların bir kısmı belli olayları konu edinirken bir kısmı Yûsuf en-Nebhânî’nin el-ǾUķūdü’l-lüǿlüǿiyye’sinde görüldüğü gibi sîreti özetlemiştir. Bu tür teliflerin bazılarında anlatım Hz. Peygamber’in dilinden sunulmuştur. Zekî Mübârek’in “Tevdîu Mekke” kasidesi (Dîvânü elĥâni’l-ħulûd, s. 169-178), M. Abdülganî Hasan’ın “İle’t-Tâif” adlı tiyatro eseri (XVIII [1950], s. 9 vd.), Abduh Bedevî’nin “en-Nebî ve’l-vatan” kasidesi (Bâķatü’n-nûr, s. 14-15) ve Salâh Abdüssabûr’un “Hurûc” kasidesi (Dîvân, I, 235-237) bunların örneklerindendir. Mekke ve Medine ile diğer mekânlara duyulan özlem de şiirlerde geniş ölçüde yer almıştır. Sudanlı İbrâhim Dâvûd Abdülkādir Fetânî’nin “Taybetü’t-Tayyibe”,


Sâvî Şa‘lân’ın “el-Hac ve’l-huccâc”, Hüseyin Mahmûd Nûreddin’in “Yâ râhilîn ile’l-Hicâz” kasideleri bu türdendir.

Hz. Peygamber’in sîreti ve gazveleriyle ilgili olarak özellikle Homeros’un İlyada (İliadea) ve Odessea adlı destanlarından ilham alınıp bazı destanlar da ortaya konulmuştur. Bu faaliyet, Süleyman el-Bustânî’nin İlyada’yı 1887’de Arapça’ya tercüme etmesiyle başlamıştır. “Melhame” ve “mutavvele” adı verilen bu manzumelerin ilki, Ahmed Şevkī’nin 1894 Eylülünde Cenevre’de düzenlenen Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’nde okuduğu “Kibârü’l-ĥavâdiŝ fî vâdi’n-Nîl” adlı mutavvelesidir. Onun Düvelü’l-ǾArab ve Ǿužamâǿü’l-İslâm adlı manzum piyesinde Resûlullah’ın ve İslâm’ın tarihi destanımsı bir üslûpla anlatılmıştır. Ahmed Muharrem’in el-İlyâdetü’l-İslâmiyye / Dîvânü mecdi’l-İslâm’ı, Âmir el-Buhayrî’nin Emîrü’l-enbiyâǿı, Kâmil Emîn’in el-Melĥametü’l-Muĥammediyye’si, Mahmûd Halîl Hatîb’in Büşra’l-Ǿâşıķīn bi-bulûġi seyyidi’l-mürselîn’i de bu tür eserlerdendir. Bu dönemde tiyatro ve temsil olarak manzumeler de yazılmıştır. Muhammed Mahmûd Zeytûn’un Mîlâdü’n-nebî’si (Kahire 1367/1948), 1948’de Mısır Maarif Bakanlığı tiyatro eseri altın madalya ödülünü kazanmıştır. Mahmûd Hasan İsmâil’in “Sürâka b. Mâlik”i de bu nevidendir. Ayrıca Abduh Bedevî Muĥammed ķaśîd sinfoni adıyla bir eser yazmıştır.

Resûl-i Ekrem’le ilgili eski şairlerin teliflerini toplayan ve inceleyen birçok eser kaleme alınmıştır. Yukarıda sözü edilen ve bibliyografyada geçenlerin dışında kalan çalışmaların bir kısmı şunlardır: Yûsuf en-Nebhânî, Efđalü’ś-śalavât Ǿalâ seyyidi’s-sâdât (Beyrut 1309); Selâhaddin es-Sibâî, Ġurretü’l-medâǿiĥi’n-nebeviyye (Kahire 1991); Muhammed Sâlim Mahmûd, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye (Beyrut 1417/1986); Muhammed b. Sa‘d b. Hüseyin, el-Medâǿiĥü’n-nebeviyye beyne’l-muǾtedilîn ve’l-ġulâŧ (Riyad 1406/1986); Salâh Îd, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye min fetreti’t-tekvîn ilâ merĥaleti’n-nuzc; Enver es-Senûsî, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye fi’l-Endelüs (doktora tezi, 1996, İskenderiye Üniversitesi).

1883-1980 yılları arasında Resûl-i Ekrem hakkında çeşitli münasebetlerle yazılan kitap, makale ve şiirlerin sayısı 800’ün üzerindedir. Bu sahada en çok telifi kaydedilenlerin başında Sâvî Şa‘lân, Âmir el-Buhayrî, Abdülganî Selâme, Abdullah Şemseddin, Muhammed Hârûn el-Hulv, Muhammed Nâsır Saddâm, Mahmûd Cebr, Mahmûd Hasan İsmâil, Velîd el-A‘zamî gelmektedir (Hilmî Muhammed Kāûd, s. 559-636).

Resûl-i Ekrem’le ilgili modern dönem şiirlerini bir araya getirip inceleyen başlıca eserler şunlardır: Hilmî Muhammed el-Kāûd, Muĥammed fi’ş-şiǾri’l-ĥadîŝ (bk. bibl.); Sa‘deddin el-Cîzâvî, Aśdâǿü’d-dîn fi’ş-şiǾri’l-Mıśriyyi’l-ĥadîŝ (Kahire, ts. [Mektebetü nehdati Mısr]), el-Âmilü’d-dînî fi’ş-şiǾri’l-Mıśriyyi’l-ĥadîŝ (Kahire 1384/1964); Fârûk Hurşîd, Muĥammed fi’l-edebi’l-ĥadîŝ (muǾâśır) (Kahire 1378/1959); Ahmed Kemâl Zekî, Muĥammed fi’l-edebi’l-ĥadîŝ; Ali Uşrî Zâyid, İstidǾâǿü’ş-şaħśiyyeti’t-türâŝiyye fi’ş-şiǾri’l-muǾâśır (Trablus 1978); Mâhir Hasan Fehmî, er-Resûl fi’l-edebi’l-ǾArabiyyi’l-ĥadîŝ (Katar 1402/1982).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 23, 24, 47; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 48; Meymûn b. Kays el-A‘şâ, Dîvân (nşr. Fevzî Atavî), Beyrut 1968, s. 105; Abdullah b. Revâha, Dîvân (nşr. Velîd el-Kassâb), Beyrut 1982, s. 138, 144; Kâ‘b b. Züheyr, Dîvân (nşr. Hannâ Nasr el-Hıttî), Beyrut 1414/1994, s. 25; Abbas b. Mirdâs, Dîvân (nşr. Yahyâ el-Cübûrî), Bağdad 1388/1968, s. 56-57; Ali b. Ebû Tâlib, Nehcü’l-belâġa (der. Şerîf er-Radî), Beyrut 1932, I, 31-32, 201-202, 221, 232; Kâ‘b b. Mâlik, Dîvân (nşr. Sâmî Mekkî el-Ânî), Bağdad 1386/1966, s. 173, 198, 281; Hassân b. Sâbit, Dîvân, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 54-59, 63, 64, 376; Humeyd b. Sevr, Dîvân (nşr. Abdülazîz el-Meymenî), Kahire 1384/1965, s. 77-78; ŞiǾru’n-Nâbiġa el-CaǾdî (nşr. Abdülazîz Rebâh), Dımaşk 1964, s. 101, 210; ŞiǾru İbni’z-ZibaǾrâ (nşr. Yahyâ el-Cübûrî), Beyrut 1981, s. 36; Ferezdak, Dîvân (nşr. Kerem el-Bustânî), Beyrut 1400/1980, II, 178-179; Kümeyt el-Esedî, el-Ĥâşimiyyât, Kahire, ts. (Matbaatü’l-mevsûât), s. 1-35, ayrıca bk. tür.yer.; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II/2, s. 94-98; Di‘bil, Dîvân (nşr. Abdüssâhib İmrân ed-Düceylî), Beyrut 1972, s. 131-140; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, IX, 125-126; XIV, 305; XVII, 41-43, 86-88; XVIII, 38-39; XXI, 376-377; Merzübânî, el-Müveşşaĥ (nşr. Abdüssettâr Ferrâc), Dımaşk, ts. (Mektebetü’n-Nûrî), s. 90, 93; Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut 1986, IV, 3; Şerîf er-Radî, Dîvân (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1368/1949, s. 215-216; Ebü’l-Haccâc el-Belevî, Kitâbü Elif bâǿ, Kahire 1287, II, 457; Bûsîrî, Dîvân (nşr. M. Seyyid Kîlânî), Kahire 1393/1973, s. 49-117, 220-234, 238-249, 272-276; Sadreddin el-Basrî, el-Ĥamâsetü’l-Baśriyye (nşr. Abdülmüeyyed Hân), Haydarâbâd 1964, s. 119; İbn Seyyidünnâs, Mineĥu’l-midaĥ (nşr. İffet Visâl Hamza), Dımaşk 1407/1987, s. 72-75, 145-148, 183, 271-273, 280-281, 305, 358; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, II, 134; Safedî, el-Ġayŝü’l-müseccem, Beyrut 1395/1975, I, 33, 275; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1419/1998, XVII, 377-378; Abdürrahîm el-Buraî, Dîvân (nşr. Hâfız Hasan es-Suûdî), Kahire 1369/1950, s. 43-44, 51-52, 67-70, 193; Abdülazîz er-Rifâî, KâǾb b. Mâlik, Riyad 1402/1982, s. 54-55; İbn Hicce, Dîvân, Dımaşk 1929, s. 211-216; İbn Hacer, el-İśâbe, I, 255; III, 148, 306, 430; V, 312; VI, 31; Makkarî, Nefĥu’ŧ-ŧîb, I, 46; IV, 331, 468; VI, 227; İbn Ma‘tûk el-Mısrî, Dîvân, Beyrut 1885, s. 6-16; Abdülkādir el-Cezâirî, Dîvân (nşr. Memdûh Hakkı), Beyrut 1964, s. 13-14, 24, 131; Âişe İsmet Teymur, Dîvân: Ĥilyetü’ŧ-ŧırâz, Kahire 1303, s. 269-270; Ebû Zeyd el-Fâzâzî, Dîvânü’l-vesâǿili’l-müteķabbele, Beyrut 1319, s. 2, 8 vd.; Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, el-MecmûǾatü’n-Nebhâniyye fi’l-medâǿiĥi’n-nebeviyye, Beyrut 1320, I-IV, tür.yer.; Mahmud Sâmi el-Bârûdî, Keşfü’l-ġumme fî medĥi seyyidi’l-ümme (nşr. Muhammed Sâdık), Kahire 1978, s. 45; Ahmed el-Kâşif, Dîvân, Kahire 1332/1914, I, 1-2; Hifnî Nâsıf, Dîvân, Kahire 1957, s. 42-43, 56; Hâfız İbrâhim, Dîvân, Kahire 1980, II, 38-42, 58-62, 144 vd.; Emîr Şekîb Arslan, Dîvân (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1354/1935, s. 146; Brockelmann, GAL Suppl., I, 443-444, 497; II, 77; Zekî Mübârek, Dîvânü elĥâni’l-ħulûd, Kahire 1366/1947, s. 169-178; a.mlf., el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye fi’l-edebi’l-ǾArabiyye, Sayda-Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-asriyye), tür.yer.; Abdülmuhsin el-Kâzımî, Dîvân, Kahire 1367/1948, I, 37, 269; Reşîd Selîm el-Hûrî, Dîvânü’l-Ķaravî, San Paolo 1953, s. 225-226, 258; Âmir M. Buhayrî, Emîrü’l-enbiyâǿ, Kahire 1373/1954, tür.yer.; Mahmûd Cebr, Dîvânü şâǾiri Âli’l-beyt, Kahire 1959, s. 25 vd.; Abduh Bedevî, Bâķatü’n-nûr, Kahire 1960, s. 14-15, 25-28; C. Saydah, Ĥikâyetü’l-muġteribîn, Beyrut 1960, s. 332-335; a.mlf., Dîvân, Beyrut 1973, s. 105-109, 332-335; Ahmed eş-Şârif, Dîvân, Beyrut 1963, s. 275-276; Mahmûd Hasan İsmâil, eş-ŞiǾr fi’l-maǾreke, Kahire 1967, s. 52; a.mlf., Nehrü’l-ĥaķīķa, Kahire 1972, s. 190-195; a.mlf., “Yâ Muĥammed”, er-Risâle, XIX, Kahire 1951, s. 10; Abdullah Tayyib, Bânet Râme, Hartum 1970, s. 293-296; Mahmûd Dervîş, el-AǾmâlü’l-kâmile, Beyrut 1971, s. 256 vd.; Azîz Abaza, İşrâķātü’s-sîreti’z-zekiyye, Kahire 1971, s. 65-75; Salâh Abdüssabûr, Dîvân, Beyrut 1972, I, 235-237; Ma‘rûf er-Rusâfî, Dîvan, Beyrut-Bağdad 1972, s. 490-491; Riyâz Ma‘lûf, Ġamâǿimü’l-ħarîf, Beyrut 1974, s. 109-111; Şevkī Dayf, el-ǾAśrü’l-Câhilî, Kahire 1976, s. 341-342; Mîşâl el-Mağribî, Emvâc ve śuħûr, San Paolo 1977, s. 264, 333-340; Abdülazîz el-Mukālih, Dîvân, Beyrut 1977, s. 141-144; Hikmet Sâlih, Naĥve âfâķı şiǾr İslâmî, Beyrut 1399/1979, s. 21-38; Kâmil Emîn, el-Melĥametü’l-Muĥammediyye, Kahire 1399/1979, tür.yer.; Abdurrahman el-Berkūkī, Şerĥu Dîvâni Ĥassân b. Ŝâbit, Beyrut 1983, s. 57-66, 134-139, 145-150, 220; Zeyneb Azb, Bürdetü’r-Resûl, Kahire 1984, s. 58-59; Muhammed b. Sa‘d b. Hüseyin, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye, Riyad 1406/1986, tür.yer.; Muhammed b. Sa‘d eş-Şüvey‘ir, ǾAbdullāh b. Revâĥa: Ĥayatühû ve dirâse fî şiǾrih, Riyad 1406/1986, s. 153-163; Hilmî Muhammed el-Kāûd, Muĥammed śallallāhu Ǿaleyhi ve sellem fi’ş-şiǾri’l-ĥadîŝ, Mansûre 1408/1987, tür.yer.; Ahmed Şevkī, Dîvân (eş-Şevķıyyât), Beyrut 1415/1995, I, 34-35; III, 41 vd.; IV, 55; Mahmûd Sâlim Muhammed, el-Medâǿiĥu’n-nebeviyye ĥattâ nihâyeti’l-Ǿâśri’l-Memlûkî, Beyrut 1417/1996, tür.yer.; Muhammed Abdülmuttalib, Dîvân, Kahire, ts. (Matbaatü’l-i‘timâd), s. 257-259, 261-263, 309-314; M. Abdülmün‘im Hafâcî, Ķıśśatü’l-edebi’l-mehcerî, Kahire, ts. (Dârü’t-tıbâati’l-Muhammediyye), s. 264-267;


M. Abdülganî Hasan, “el-Hicre”, er-Risâle, XII (1944), s. 78; a.mlf., “İle’ŧ-Ŧâǿif”, a.e., XVIII (1950), s. 9 vd.; C. Selestî, “Necve’r-Resûli’l-AǾžam”, a.e., XIX (1951), s. 18; M. A. Muid Han, “Life of the Prophet at Macca as Reflected in Contemporary Poetry”, IC, XLIII (1968), s. 75-91; Ahmed Kûtî, “Merâşi’ş-şuǾarâǿ li-Resûlillâh”, MMLADm., LXIII/2 (1988), s. 215-236.

İsmail Durmuş





C) Fars Edebiyatı.

İslâm sonrası Derî Farsçası’nın ortaya çıkması ve olgunlaşması İran halkının İslâm’a girmesiyle paralellik arzeder. İranlılar, baştan itibaren dinî düşüncelerini Arapça’nın yanında millî dilleri olan Farsça ile ifade etmeye çalışmışlar, bu alanda kaleme aldıkları hemen her eserde Hz. Muhammed’in hayatına atıfta bulunmuşlardır. Böylece onun hayat hikâyesi, yaşadığı olaylar birçok telmihin ve mazmunun kaynağını oluşturmuştur. Farsça yazan müellif ve şairler, Arapça siyer ve tarih kitaplarını Farsça’ya tercüme etmenin yanında Resûl-i Ekrem’in hayatını müstakil olarak veya halife ve imamların hayat hikâyeleriyle birlikte kaleme almışlardır. Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin Târîħu’l-ümem ve’l-mülûk’ü, İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil’i gibi genel tarih kitaplarından başka İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’si, Vâkıdî’nin el-Meġāzi’si, İbn Sa‘d’ın eŧ-Ŧabaķātü’l-kübrâ’sı, Tirmizî’nin Şemâǿilü’n-nebî’si, Kādî İyâz’ın eş-Şifâǿı, Tabersî’nin Mekârimü’l-aħlâķ’ı, İbn Seyyidünnâs’ın ǾUyûnü’l-eŝer’i tamamen veya kısmen Farsça’ya çevrilmiştir. Hatta aslı Sanskritçe olan Kelîle ve Dimne ile Pehlevîce olan Vîs ü Râmîn gibi eserler Farsça’ya aktarıldığında hamdeleden sonra Hz. Peygamber’i öven cümleler ilâve edilmiştir. Doğrudan Resûl-i Ekrem’den söz eden veya geniş ölçüde onu anlatan mensur ve manzum birçok eser kaleme alınmıştır (aş. bk. [Fars Edebiyatı bölümü]).

Farsça şiirlerde Hz. Muhammed’in övgüyle anılması bir gelenektir. Ancak ilk dönem şairlerinin eserlerinde na‘t pek görülmez. Bu husus, şairlerin hediye beklentisiyle daha çok zamanın hükümdarlarını ve idarecilerini methetmelerinden kaynaklanmış olmalıdır. Evhadüddîn-i Enverî, Ferruhî-i Sistânî, Unsûrî, Menûçihrî ve Ascedî gibi şairlerin divanlarında na‘t vb. şiirler yer almazken Senâî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa‘dî-i Şîrâzî, Molla Câmî gibi mutasavvıf şairlerle Moğollar döneminde ve sonraki asırlarda yaşayan şairler Resûl-i Ekrem’in vasıflarını ve mûcizelerini anlatan şiirler yazmışlardır. Şairler Kur’an’a, siyer ve tarih kitaplarına dayanarak Hz. Peygamber’in güzel ahlâkını anlatmışlar, ona karşı olan sevgilerini coşkulu kasidelerle ifade etmişlerdir. Ayrıca Farsça manzum eserlerin çoğunda Resûlullah’ın na‘tları yer alır. Na‘tlarda çok defa “der na’t-ı Peygamber”, “der na’t-ı seyyidü’l-mürselîn”, “der na’t-ı Hazret-i Seyyid-i kâinât”, “der na’t-ı Hazret-i Peygamber-i ekrem”, “ender na’t-ı Peygamber-i mâ Muhammed-i Mustafâ”, “Der sıfât-ı mi‘râceş”, “Der na’t-ı Resûl-i Ekrem”, “Der menkıbet-i Hazret-i Risâletpenâh”, “Ender sıfât-ı Peygamber”, “Sıfât-ı ba‘s ve irsâl-i vey”, “Fî fazîletihî alâ Cebrâîl ve sâiri’l-enbiyâ’”, “Der medh-i Hazret-i Resûl-i Ekrem”, “Fî na’t-ı Resûlillâh” gibi başlıklar bulunur.

Destan edebiyatının en önemli şairlerinden Firdevsî, Şâhnâme’sine tevhidle başladıktan sonra iki cihanda kötülükten arınıp Allah katında iyi bir adla anılmanın Peygamber’in sözlerine giden yolu bulmakla mümkün olabileceğini dile getiren na‘tını yazar. Esedî-i Tûsî, Gerşâsbnâme adlı eserinin başında dünyanın Hz. Muhammed’in yüzüsuyu hürmetine yaratıldığını, isminin Allah’ın ismiyle beraber anıldığını belirtir ve onun bazı mûcizelerini aktarır. Nâsır-ı Hüsrev’in divanında da Resûlullah’ı öven şiirleri yer alır.

Tasavvuf şiirinin önemli temsilcilerinden Senâî’nin divanında, Ĥadîķatü’l-ĥaķīķa’sında ve diğer mesnevilerinde Resûl-i Ekrem çeşitli vasıflarıyla övülür. Cemâleddîn-i İsfahânî’nin Hz. Peygamber’i methettiği terkibibendi Fars edebiyatının şaheserlerdendir. En önemli kaside şairlerinden sayılan Hākânî-i Şirvânî de gerek divanında gerekse hac dönüşü mesnevi tarzında kaleme aldığı Tuĥfetü’l-ǾIrâķeyn adlı eserinde Resûl-i Ekrem’i methetmiştir. Divanının başında dünyadan şikâyet edip Resûlullah’ı övdüğü na‘tta onun övgüsünden bahsetmeyen hikâyenin hikâye değil kâhinlerin efsaneleri olabileceğini belirtir. Ferîdüddin Attâr’ın divanında, İlâhînâme’sinde, Manŧıķu’ŧ-ŧayr’ında ve Muśîbetnâme’sinde Hz. Muhammed’i öven şiirler yer alır. Nizâmî-i Gencevî’nin Ħamse’sini oluşturan mesnevilerin her birinde en az bir na‘t bulunur. Kemâleddîn-i İsfahânî de babası Cemâleddîn-i İsfahânî gibi önde gelen kaside şairlerinden olup Resûlullah’ı övdüğü terkibibendi Fars edebiyatındaki en güzel na‘tlara örnek olarak gösterilir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Meŝnevî’sinin birçok yerinde Peygamber sevgisinden söz edilir. Daha çok Gülistân ve Bostân gibi eserleriyle tanınan Sa‘dî-i Şîrâzî’nin âşıkane gazellerinde, hikmetli kasidelerinde ve Bostân’ında Resûl-i Ekrem’i öven manzumeleri vardır. Abdurrahman-ı Câmî’nin gerek divanında gerekse Heft Evreng mesnevisinde na‘tlar, ayrıca mûcizelerini ve peygamberlik alâmetlerini anlatan birçok şiiri yer alır. Bunlardan başka Hz. Muhammed’i metheden şairler arasında Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Şeyh Fahreddîn-i Irâkī, Evhadüddîn-i Merâgī, Hâcû-yi Kirmânî, İbn Yemîn-i Tuğrâî, Selmân-ı Sâvecî, İbn Hüsâm, Hilâlî-i Çağatâyî, Ehlî-i Şîrâzî, Vahşî-i Bâfkī, Sâib-i Tebrîzî, Âşık-ı İsfahânî, Visâl-i Şîrâzî, Dâverî-i Şîrâzî, Sürûş-i İsfahânî, Yağmâ-i Cendekī, Meliküşşuarâ Sabûrî, son dönem şairlerinden Edîbü’l-Memâlik Ferâhânî, Muhammed İkbal, Meliküşşuarâ Bahâr, Emîrî Fîrûzkûhî, Kāsım-ı Resâ, Abbâs-ı Şehrî, Muhammed Rızâ Hazâilî, Abdülhüseyn-i Ferzîn, Bânû Nûrî Gîlânî sayılabilir.

Fars edebiyatında Hz. Peygamber’in mûcizeleri ve başından geçen olaylar birçok telmihin ve mazmunun kaynağını oluşturmuştur. Hadislerin birçoğu Farsça’ya çevrilmiş veya şerhedilmiş ya da bazı şiirlerde anlamı pekiştirici unsur olarak kullanılmıştır. Ayrıca Kur’an’da Resûl-i Ekrem’den bahseden âyetlere ve onunla ilgili kutsî hadislere sıkça atıfta bulunulmuştur: Peygamber’in nur saçmasına ve feyiz bahşetmesine işaret eden ve ona mahsus olan çerağ, ümmî olması, Sevr mağarasında Ebû Bekir ile gizlenmesi, örümceğin mağaranın kapısını örmesi ve güvercinin oraya yumurta bırakması (bu hikâyeden gar, yâr-ı gar, târ-ı ankebût, kebûter gibi telmihler Fars şiirinde çokça kullanılmıştır), keçi yavrusu ve timsah / kertenkelenin peygamberliğine şehâdet etmesi (Ferîdüddin Attâr, beyit 304), müslümanların önce yenilip ardından zafer elde ettikleri Huneyn Gazvesi, ayın yarılması (a.g.e., beyit 332), taşın konuşması ve kumun / çakıl taşının tesbih etmesi (a.g.e., beyit 306; Mevlânâ, I, beyit 2154-2160; Sa‘dî-i Şîrâzî, s. 702), mi‘rac, Hannâne sütununun ağlaması (Attâr, beyit 370; Mevlânâ, I, beyit 2113-2119; III, beyit 1017), cin gecesi (Ferîdüddin Attâr, beyit 302), Hz. Ali’nin namazını kılması için güneşi geri döndürmesi (a.g.e., beyit 332), yahudilerin taşla Peygamber’in dişini kırmaları (Hâkānî-i Şirvânî, s. 239, 247), siyah saçlarını taraması ve iki tarafa ayırması (a.g.e., s. 9, 311; Ferîdüddin Attâr, beyit 1509), sırtında bulunan nübüvvet mührü (Enverî, s. 474) gibi.


BİBLİYOGRAFYA:

Enverî, Dîvân (nşr. M. Takī Müderris-i Razavî), Tahran 1364, s. 474; Hâkānî-i Şirvânî, Dîvân (nşr. Ziyâeddîn-i Seccâdî), Tahran, ts., s. 9, 239, 247, 311; Ferîdüddin Attâr, Manŧıķu’ŧ-ŧayr (nşr. M. Rızâ Şefîî Kedkenî), Tahran 1383, beyit 302, 304, 306, 332, 370, 1509; Mevlânâ, Mesnevî (nşr. R. A. Nicholson), [baskı yeri ve tarihi yok] I, beyit 2113-2119, 2154-2160; III, beyit 1017; Sa‘dî-i Şîrâzî, Külliyyât-ı SaǾdî (nşr. M. Ali Fürûgī), Tahran 1367, s. 702; Seyyid Ziyâeddîn-i Dehşîrî, NaǾt-i Ĥażret-i Resûl-i Ekrem der ŞiǾr-i Fârsî, [baskı yeri yok], 1348; Münzevî, Fihrist, VI, tür.yer.; Storey, Persian Literature, I/1, s. 172-207; Zebîhullâh-ı Safâ, Ĥamâseserâyî der Îrân, Tahran 1363, tür.yer.; Mansûr Restgâr-ı Fesâî, EnvâǾ-ı ŞiǾr-i Fârsî, Şîraz 1373, s. 428-476; Sîrûs-i Şemîsâ, Ferheng-i Telmîhât, Tahran 1378, s. 106-107, 232, 344, 364, 433, 465, 507, 514, 516-517, 520-536, 547; Ahmed Ahmedî-yi Bîrcendî, Medâyiĥ-i Muĥammedî der ŞiǾr-i Fârsî, Meşhed 1379; Berzger Vehhâbî, “Muĥammed”, Dânişnâme-i Edeb-i Fârsî der Âsyâ-yı Merkezî (nşr. Hasan Enûşe), Tahran 1375/1995, s. 776-780; M. Ca‘fer-i Mahcûb, Sebk-i Ħorâsânî der ŞiǾr-i Fârsî, Tahran, ts., s. 425-430, 602-603, 617, 651-653; Mehveş Safâyî, “Sîre ve Sîrenivîsî”, DMT, IX, 480-483.

Mehmet Kanar





D) Türk Edebiyatı.

Hz. Peygamber’le ilgili çeşitli bilgiler, Türkler’in müslüman olmasından itibaren ortaya koydukları edebiyat eserlerinde büyük bir zenginlikle yer almıştır. Bunda Kur’an’ın, hadislerin ve peygamber kıssalarının başından beri Türk edebiyatının muhtevasını belirleyen kaynakları arasında bulunmasının yanında Türkler’in Müslümanlığı samimiyetle benimsemelerinin de payı vardır. Ayrıca millî unsurlarla örtüşen İslâm kültürünün Türk kültürü ve yaşayışı üzerindeki kuvvetli etkisiyle bu iki kültürün zamanla birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde kaynaşması da rol oynamıştır. Bu kaynaşmanın kökleri Satuk Buğra Han destanına (Satuk Buğra Han Tezkiresi) kadar inmektedir. Destan, Hz. Peygamber’in mi‘racda Satuk Buğra Han’ın ruhuyla karşılaşıp dünyaya dönmesinin ardından, üç asır sonra gelecek ve Müslümanlığı Orta Asya’da yayacak olan bu yiğide dua edişinin tasviriyle başlar ve sahâbîlerin bu zatı görmek istemeleri üzerine Satuk Buğra Han’ın kırk atlısıyla huzurda görünmesinin anlatılmasıyla gelişir. Böylece Resûlullah’ın mi‘racı sözlü edebiyatın en eski ürünlerinden birine girmiş olmaktadır. Bu ve benzeri efsaneler daha sonra “seçkin ümmet: Türkler” kavramının teşekkülünü etkilemiştir.

Türk edebiyatının kitap halindeki en eski eserlerinden olan Kutadgu Bilig’de bir na’t-ı peygamberî yer almış, Atebetü’l-hakāyık’ta ise kırk hadis türünü temellendirecek surette hadis tercümeleri edebiyata girmiştir. Bu ilk dönemdeki diğer bir eser, Ahmed Yesevî’nin Hz. Peygamber’e dair unsurların zenginliğiyle dikkat çeken Dîvân-ı Hikmet’idir. Ahmed Yesevî, hikmetleriyle geniş halk kitlelerini etkileyerek Türk toplumunda peygamber sevgisinin temellerini atmıştır. Yesevî’nin Anadolu’daki takipçisi Yûnus Emre, Resûl-i Ekrem’le ilgili değerleri, oluşum halinde bulunan Anadolu Türk şiirine aktarmakla kalmamış, daha da geliştirip zenginleştirerek Türk tasavvuf edebiyatına ciddi biçimde tesir etmiştir. Onun, “Cânım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed” matla‘lı şiiri, Türk dilinin en lirik ifadeleriyle peygamber sevgisini ortaya koyan manzumelerinden biridir. Yine Anadolu Türk edebiyatının ilk temsilcilerinden Şeyyad Hamza’nın, “Senin aşkın kamu derde devâdır yâ Resûlellah / Senin katında hâcetler revâdır yâ Resûlellah” beytiyle başlayan na‘tı mevlid törenlerinde de okunan diğer bir örnektir.

Osmanlı coğrafyasında Türk-İslâm edebiyatı adı altında Hz. Peygamber ağırlıklı bir edebiyat ortaya konulmuştur. Kur’an’da Resûl-i Ekrem’e dair âyetlerin iktibas ve telmih yoluyla intikal ettiği edebî eserlerde Resûlullah’ın isim ve sıfatları, fizikî, ruhî ve ahlâkî vasıfları, aile hayatı, mûcizeleri vb. konularda verilen bilgiler Türk edebiyatının bu hususta ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Na’t-larda yer alan Resûl-i Ekrem’le ilgili âyetlerin sayısı bir tesbite göre yetmiş beş ise de (Yeniterzi, s. 140-142) diğer edebî metinler göz önüne alındığında bu sayının birkaç misli artacağı muhakkaktır. Hadisler de edebî metinlere girerek değişik mazmun ve remizlerde kullanılmıştır. Bunların na‘tlarda en çok kullanılanlarının yirmi beş civarında olduğu belirtilmektedir; ancak (a.g.e., s. 143-161) öbür türlere ait metinlerde yer alan hadislerin sayısı çok daha fazladır. Hz. Peygamber etrafında gelişmiş edebiyat türleri yanında kısas-ı enbiyâlarda kendisi hakkında yazılmış geniş bölümler bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem’le ilgili kaside ve gazeller de zengin bir alan teşkil eder. Ayrıca Hz. Peygamber’in ayak bastığı yerler hakkında Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı mesâcidi’ş-şerîfe’sinden itibaren geniş bir literatür oluşmuştur.

Resûlullah’a dair edebî eserlerle çeşitli şiirler kaleme alınmıştır. Bunların arasında tevhid, münâcât, ramazâniyye, bayramiyye (ıydiyye), mersiye, maktel, muharremiyye, menâkıbnâme, velâyetnâme, menâsik-i hac, deve, güvercin, geyik hikâyeleri, pendnâme, nasihatnâme, fütüvvetnâme, tâcnâme, devriyye ve nutuklar sayılabilir. Ahmed Bîcan’ın Envârü’l-âşıkīn’in ikinci kısmında olduğu gibi dinî-tasavvufî eserlerin bazı bölümlerinde Hz. Peygamber’e dair konulara yer verilmiştir. Ayrıca din dışı kitaplarda aşk, âşık-mâşuk ilişkisi gibi hususlar işlenirken sevgilinin güzelliğine ait vasıfların pek çoğu ideal ölçüleri itibariyle Resûlullah’ın şahsında toplandığından onunla beraber ele alınarak teşbih, tevriye, tenâsüp gibi edebî sanatlar içinde değişik mazmunlarla anlatılmıştır. Eski Türk edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili çeşitli olaylar, mekânlar, Ehl-i beyt’i ve ashabı birer remiz ve mazmun halinde beyitlere girmiştir. Resûl-i Ekrem’in özel isimleri yanında gül, bülbül, âyîne, servi, nihal, şems, kamer, mâh, çerağ, nur, kimya, muallim, imam, fahr-i kâinat, ekmel-i âdem, şefî-i ümmet, sultân-ı kevneyn gibi kelime ve terkipler de remiz veya mazmun şeklinde kullanılmıştır. Çeşitli şairlerin divanları üzerinde yapılmış incelemelerde yer alan zengin malzeme bu konuda bir fikir vermektedir (Tarlan, s. 292-293; Çavuşoğlu, s. 37-38; Tolasa, s. 30-32; Sefercioğlu, s. 28-29).

Gül Hz. Peygamber’i ifade etmekte en çok rağbet edilen çiçek olmuştur. Resûl-i Ekrem’in yüzü, yüzünün ve teninin rengi, kokusu, peygamberler arasındaki yeri ve değerinin gonca, gül-i ra‘nâ, gül-cemâl, gül-gûn, gül-i hoş-bûy, gül-i gül-zâr-ı nübüvvet


gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Fuzûlî’nin “Gül” redifli kasidesi bu anlayışın en güzel örneğidir. Dinî-tasavvufî eserlerde ele alınan aşk, aşk-ı Muhammedî, akl-ı evvel, nûr-ı evvel, nûr-ı Muhammedî, hakîkat-i Muhammediyye, sırr-ı Muhammedî, cevher-i Muhammedî, taayyün-i evvel, velâyet-i mutlaka, levh-i mahfûz, rûh-ı a‘zam vb. kavramlar pek çok örnekte yer almıştır (bk. HAKÎKAT-i MUHAMMEDİYYE).

Türk edebiyatında Hz. Peygamber’le doğrudan ilgili belli başlı türler şunlardır: 1. Na‘t. Özellikle kaside tarzında yazılan ve divanlarda tevhid ve münâcâttan sonra gelen şiirler olup hemen her şair çok defa birden fazla na‘t kaleme almıştır. Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sindeki gibi bazı mensur örneklerin dışında dinî ve tasavvufî olmak üzere iki grupta toplanabilecek bu manzumeler Türk edebiyatında bir kişi hakkında yazılmış en zengin türü teşkil eder (bk. NA‘T). 2. Siyer. Resûl-i Ekrem’in hayatını kronolojik olarak anlatan manzum veya mensur eserlerdir. Türkçe’deki en eski örnekleri daha çok tercümeye dayanan bu teliflerin ilki, Darîr’in 790’da (1388) Ebü’l-Hasan el-Bekrî el-Kasasî’nin kitabından hareketle yazdığı Sîretü’n-nebî’dir. Türkçe siyer ve mevlid literatürü üzerinde derin izler bırakan bu eserden sonra birçok telif-tercüme kitap kaleme alınmıştır. Niyâzî, Lâmiî Çelebi, Bâkî, Karaçelebizâde Abdülaziz, Abdülbâki Ârif Efendi, Veysî, Nâbî, Nev‘îzâde Atâî, Altıparmak Mehmed Efendi ve Eyüp Sabri Paşa bu hususta en tanınmış kişilerdir. Peygamber sevgisini ön planda tutmaları, manzum olmaları ve değişik meclislerde okunmaları dolayısıyla mevlidlere yakın özellikler gösteren manzum siyerler “siyer mevlid” adıyla tanınmıştır; Hafî’nin Zâdü’l-meâd’ı ile Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’sini bu gruba dahil etmek mümkündür. 3. Mevlid. Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-necât’tan itibaren yazılan mevlidler Türk edebiyatının Hz. Peygamber’le ilgili en zengin türlerinden birini oluşturur. Resûl-i Ekrem’in doğumu, mi‘racı ve bazı ahlâkî özelliklerinin anlatıldığı bu manzumelerin bir kısmı bestelenmiş olup dinî toplantılarda okunmaktadır (bk. MEVLİD). 4. Mu‘cizâtü’n-nebî. Hz. Muhammed’in doğumundan itibaren müşahede edilen olağan üstü hallerle mûcizelerinin anlatıldığı manzum veya mensur eserlerdir. Edirneli Abdurrahman Ubeydî’nin Evsâf ve Mu‘cizât-ı Nebî’si bu türün en tanınmış örneğidir (İstanbul 1313). Bostanzâde ve Taşlıcalı Yahyâ’nın Gül-i Sadberk adlı eserlerinde 100 mûcize ele alınmaktadır. Bunların manzumları lirik, mûcizeleri kelâm noktasından ele alan mensurları ise didaktik ağırlıktadır. 5. Esmâü’n-nebî. Hz. Peygamber’in Kur’an’da, diğer mukaddes kitaplarda ve hadislerde geçen isimlerinin yanında ashabının onun için kullandığı, dinî ve edebî eserlerde onu vasfetmek için zikredilmiş isim ve sıfatlarından derlenmiş, doksan dokuzdan 2000’e kadar varan isimlerini açıklayan manzumelerle konuyu hadis veya kelâm açısından inceleyen mensur eserlerdir. Abdullah Salâhî Uşşâkī’nin, “Gül-i Sadberg-i Evrâd Berâ-yı Tuhfe-i Ubbâd” adıyla bir bölümünü es-mâ-i nebîye ayırdığı eseri türün tanınmış örneğidir (DTCF Ktp., Muzaffer Ozak, nr. II/7, vr. 87a-95a). Hasib Efendi’nin Delâilü’l-hayrat’tan faydalanarak yazdığı Dürretü’l-esmâ (Nuruosmaniye Ktp., nr. 4953, vr. 86-121) 1000 beyit kadardır. Ayrıca muammaların bir kısmı da Hz. Peygamber’in isimleri üzerine düzenlenmiştir. Abdülmü’min Efendi’nin Muammeyât fî es-mâi’n-nebî aleyhi’s-selâm adlı eseri (Nuruosmaniye Ktp., nr. 4254) buna örnek gösterilebilir. Hâfız İbrâhim buna Şerhu esmâi’n-nebî adıyla bir şerh yazmıştır (Millî Ktp., nr. A 4714/2, müellif hattı). 6. Evsâfü’n-nebî. Resûl-i Ekrem’in çeşitli özelliklerini anlatan bu kitaplara, Afîfüddin Saîd b. Muhammed b. Mes‘ûd el-Kâzerûnî’nin el-Münteķā fî evśâfi’n-nebiyyi’l-Muśŧafâ’sı gibi (Süleymaniye Ktp., Hacı Beşir Ağa, nr. 174) Arapça eserler kaynaklık etmiştir. Ebû Ahmed Ubeydullah b. Abdullah b. Tâhir el-Huzâî’ye nisbet edilen Risâle fî evsâfi’n-nebî ve mu‘cizâtihî adlı manzum eserde görüldüğü gibi (Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 209) bunların bazıları mu‘cizât-ı nebîlerle birlikte ele alınmıştır. 7. Şemâil. Hz. Peygamber’in maddî ve mânevî özelliklerini anlatan Arapça rivayetlerin toplandığı Tirmizî’nin eş-Şemâǿilü’n-nebeviyye ve’l-ħaśâǿiśü’l-Muśŧafaviyye’sinin tercümesiyle şerhine dayanan ve daha çok mensur olarak kaleme alınan bu türün Türk edebiyatında bilinen en eski örneği Hoca Sâdeddin Efendi’ye nisbet edilen Risâletü’ş-şemâiliyye’dir. Tirmizî’nin eseri, Hasan Hüsâmeddin Nakşibendî tarafından Hazret-i Muhammed’in Şemâil-i Şerîfesi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1974). 8. Hilye. Başlangıçta şemâillerin içinde bir bölüm iken sonraları Resûl-i Ekrem’in sadece fizikî özelliklerini aktaran rivayetlerin daha çok manzum olarak yapılmış tercümesidir. Bu eserler, ilk defa XVI. yüzyılda Hâkānî Mehmed Bey tarafından ortaya konulduktan sonra müstakil bir tür olarak gelişmiştir. 9. Mi‘râciyye. Mi‘racın çoğunlukla kaside ve mesnevi şeklindeki metinlerde ele alındığı bu zengin tür, XV. yüzyıldan itibaren mi‘rac kandillerinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş örneklerle daha da zenginleşmiştir (bk. Mİ‘RÂCİYYE). 10. Regāibiyye. Regaib kandili dolayısıyla kaleme alınan kaside ve mesnevilerdir. Receb ayının ilk cuma gecesinin Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü gece olduğuna inanıldığı için bu şiirler Hz. Peygamber, annesi


Âmine ve babası Abdullah’la ilgiliyse de daha çok Resûlullah’ın faziletleri, yetim ve öksüz oluşu gibi konular ele alınmıştır. Türk edebiyatında az rastlanan bu türün ilk örneği Salâhî Efendi’nin kaleme aldığı, La‘lîzâde tarafından bestelenmiş, Matlau’l-fecr adıyla da anılan 213 beyitlik Risâle-i Regāibiyye’sidir (Millet Ktp., Manzum, nr. 1395). 11. Gazavatnâme. Ünlü kumandanlarla efsanevî kahramanların savaşlarını anlatan eserlerin genel adı olmakla birlikte Hz. Peygamber’in gazvelerinin anlatıldığı manzum veya mensur eserler de bu ismi taşımaktadır. Türk edebiyatında bilinen ilk örnek Dursun Fakih’e nisbet edilen 640 beyitlik Gazavatnâme adlı mesnevidir (DİA, X, 7-8). Ahmed Refik’in (Altınay) Gazavât-ı Celîle-i Peygamberî’si de (İstanbul 1324) tanınmış bir örnektir. Bunların bir kısmı, Dursun Fakih’in telif ettiği Gazavatnâme’nin diğerlerinden biraz farklı bir nüshasında (İÜ Ktp., TY, nr. 311) olduğu gibi Gazavât-ı Kıssa-i Mukaffa‘ şeklinde gazânın adıyla anılır. 12. Hicretnâme. Hz Peygamber’in hicretine dair mesnevilerle diğer şiirlerden oluşur. Bu alanda bilinen en eski mesnevi Nahîfî’nin 788 beyitlik hicretnâmesidir. Konu siyer, mevlid ve mi‘râciyye gibi eserlerin içinde de ele alınmıştır. Tasavvufî kitaplarda Resûlullah ile Hz. Ebû Bekir’in yol arkadaşlığı ele alınıp maddî hicrete mânevî hicret eklenerek yeni bir tasavvufî kavram ortaya konulmuştur. Bu konuda Nesîmî, Bursalı İsmâil Hakkı, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Leskofçalı Galib gibi şairlerin eserlerinde pek çok örnek vardır (geniş bilgi için bk. Çelebioğlu, MÜTAD, sy. 2 [1987], s. 53-87). 13. Şefaatnâme. Resûl-i Ekrem’in şefaatini talep etmek için yazılan manzumelerdir. XIV. yüzyıl şairlerinden Ömeroğlu’na ait 125 beyitlik Şefaatnâme (TSMK, Yeni Yazmalar, nr. 520/2, vr. 30-34) bilinen tek müstakil örnektir. Ayrıca Hz. Peygamber’e dair manzum eserlerin çeşitli yerlerinde konuya temas edildiği görülür. Bazıları ilâhi ve tevşîh olarak bestelenen bu manzumelere Zekâî Dede’nin sûzinak makamındaki, “Yâ Resûlellah şefâat eyle Allah aşkına” ve, “Yâ Habîbellah meded eyle mürüvvet kânısın” mısralarıyla başlayan ilâhileri örnek gösterilebilir. 14. Faziletnâme. Resûl-i Ekrem’in faziletlerini ve diğer peygamberlerden üstün oluşunu anlatan eserlerdir. Hadis literatüründe “hasâis” bahsinin “fezâilü’n-nebî” koluna giren Türkçe eserler de bu adı taşımaktadır. Bu türe Kemalpaşazâde ile Âbirî’nin Efdaliyyetü nebiyyinâ alâ sâiri’l-enbiyâ başlıklı risâleleri (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 3698; Hacı Mahmud Efendi, nr. 4489) örnek verilebilir (ayrıca bk. HASÂİSÜ’n-NEBÎ). 15. Kırk Hadis. Bu türün ilk örnekleri Arapça’dan tercüme yoluyla mensur olarak Fars edebiyatında ortaya çıkmış, daha sonra bunlar nazma çekilmiştir. İlk Türkçe örnek olan Nehcü’l-ferâdîs’ten itibaren bu tarzda eser verilmesi rağbet bulunca Ali Şîr Nevâî’den Fuzûlî, Nâbî ve Âlî Efendi’ye kadar birçok Türk şairi tarafından değişik konularda kırkar hadis derlenerek Türkçe’ye çevrilmiştir. Çoğunlukla kıta şeklinde düzenlenen bu çeviriler zamanla bir mecmua çeşidi haline gelmiştir (bk. KIRK HADİS). Bazı müellifler 100 veya 101 hadis derlemeleri de yapmıştır. Bu konuda “gül-i sadberk” denilen eserler yanında Latîfî’nin Sübhatü’l-uşşâk’ı gibi farklı adlar taşıyan örnekler de yazılmıştır (nşr. Ahmet Sevgi, Konya 1993). Ayrıca 1000 yahut 1001 hadis çalışmaları da vardır. Bu türdeki eserlerin manzum olanına Vecîhî Paşazâde Kemal’in Bin Hadis’i (İstanbul 1284), mensur olanına ise Mehmed Ârif Bey’in Bin Bir Hadis’i (Kahire 1319) örnek gösterilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvân-ı lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 3-4; Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig I: Metin (nşr. Reşid Rahmeti Arat), Ankara 1979, s. 20-22; Edib Ahmed Yüknekî, Atebetü’l-hakāyık (nşr. Reşid Rahmeti Arat), İstanbul 1951, s. 42-43; Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye (nşr. Âmil Çelebioğlu), İstanbul 1996, II, 4-6; Ali Nihad Tarlan, Şeyhî Divanını Tetkik, İstanbul 1964, tür.yer.; Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 37-38; Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, İstanbul 1971, I, 236, 251-252; Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 30-32; Âmil Çelebioğlu, “Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler”, Şükrü Elçin Armağanı, Ankara 1983, s. 158-161; a.mlf., Türk Edebiyatında Mesnevi, İstanbul 1999, s. 43-44, 80, 379; a.mlf., “Süleyman Nahîfî’nin Hicretü’n-Nebî Adlı Mesnevîsi”, MÜTAD, sy. 2 (1987), s. 53-87; M. Nejat Sefercioğlu, Nev’î Dîvânı’nın Tahlili, Ankara 1990, s. 28-29; Ömer Demirbağ, Divân Şiirinde Hz. Muhammed (yüksek lisans tezi, 1991), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi; a.mlf., “Hz. Peygamber’in Divan Şiirindeki Yeri”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, III/3, Van 1992, s. 69-77; Bekir Oğuzbaşaran, Tanzimattan Günümüze Türk Şiirinde Hz. Muhammed (yüksek lisans tezi, 1992), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi; Necla Pekolcay, Mevlid, Ankara1993, s. 25-43; Emine Yeniterzi, Dîvan Şiirinde Na’t, Ankara 1993, s. 15-54, 140-203, ayrıca bk. tür.yer.; Mustafa Uzun, Mehmed Fevzi Efendi ve Dini Mesnevîleri, İstanbul 1996, s. 34-36,109-120; Vedat Ali Tok, Türk Şiirinde Hz. Muhammed (S.A.V.), Kayseri 1997; Ali Yardım, “Şemâil Nev’inin Doğuşu ve Tirmizî’nin Kitâbü’ş-Şemâil’i”, DÜİFD, I (1983), s. 349; Mehmet Akkuş, Abdullah Salâhaddîn-i Uşşakî (Salâhî)nin Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1998, s. 149-154, 167-170; a.mlf., “Edebiyatımızda Regâibiyye ve Salâhî’nin Matla’u’l-Fecr’i”, AÜİFD, XXXII (1992), s. 129-153; Selçuk Eraydın, “Hakîkat-ı Muhammediyye ve İlgili Beyitler”, Diyanet Dergisi, XXV/4, Ankara 1989, s. 131-143; “Muhammed”, TDEA, VI, 416-419; Hasan Aksoy, “Dursun Fakih”, DİA, X, 7-8; İ. Çetin Derdiyok, “Gül-i Sadberk”, a.e., XIV, 226; Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, a.e., XV, 179-180.

Mustafa Uzun





E) Urdu Edebiyatı.

Hint alt kıtasında Gazneliler devrindeki fetih hareketlerinin ardından oluşmaya başlayan Urdu dili daha teşekkül aşamasında İslâmî unsurları yoğun biçimde bünyesine almıştır. Özellikle mutasavvıfların İslâmiyet’i yaymak amacıyla halkın üzerinde etkisi bulunan şiiri tebliğ faaliyetlerinde kullanmaları Urdu edebiyatının ilk örneklerinden başlayarak dinî konuların yanında söz, davranış ve şahsiyetiyle Hz. Muhammed’i bu edebiyatın ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Resûl-i Ekrem’in üstün vasıflarının övüldüğü na‘tın Urdu edebiyatında da ağırlıklı bir yeri vardır. Allah’ın Kur’an’da adını yücelttiği, müminler için şefaat yetkisine sahip, dünya ve âhirette rehberliğine ihtiyaç duyulan bu büyük insana olan inanç, ürünlerini yeni vermeye başlayan Urdu edebiyatında na‘tın diğer konulardan önce şiirde yer almasına zemin hazırlamıştır.

Bazı araştırmacılar tarafından Urduca’nın ilk örneklerinden kabul edilen Gîsûdırâz’ın (ö. 825/1422) kaleme aldığı şiir parçaları, Urdu şiirinde Hz. Peygamber’e sevgi ve bağlılığın bu dilin erken dönemlerinde başladığını göstermesi bakımından önemlidir. Yine Urduca’nın erken devir eserlerinden Fahreddin Nizâmî’nin Ķadem Rao Padam Rao adlı mesnevisinde hamdeleden sonra Hz. Muhammed’in övgüsüne yer verilmiştir (Efser Sıddîkī Amrohavî, II, 478). IX (XV) ve X. (XVI.) yüzyıllarda Burhâneddin Kutb-i Âlem, Şeyh Sadreddin, Şah Mîrâncî Şemsülmeâlî, Şeyh Bahâeddin Bâcın, Kebîr, Şah Burhâneddin Cânım, Hûb Muhammed Çiştî gibi mutasavvıf şairlerin de Resûl-i Ekrem’e muhabbetlerini dile getirdikleri na‘tları bulunmaktadır.

Kutubşâhî Devleti’nin kurucusu Zıllullah mahlaslı Sultan Kulı Kutubşah ile haleflerinden olup Urdu edebiyatının ilk divan sahibi şairi kabul edilen Muhammed Kulı Kutubşah Resûlullah’ın methine yer vermişlerdir. Muhammed Kutubşah


gazellerinin makta‘ beyitlerinin çoğunu na‘t şeklinde kaleme almıştır. Ayrıca külliyatında bu muhtevada gazeller, manzumeler, rubâîler yanında müstakil bir na‘tıyye mesnevisi de yer almaktadır. Abdullah Kutubşah’ın gazellerinde de övgü beyitleri bulunmaktadır. Bu dönemde Nûrnâme, Mevlûdnâme, MiǾrâcnâme, Vefâtnâme gibi mesnevilerle manzum sîret yazıcılığı da gelişmiş ve Molla Vechî, Gavvâsî, Tabîî, Emîn Gucerâtî, San‘atî gibi şairler na‘t yazmışlardır. Molla Vechî’nin 1018’de (1609) kaleme aldığı Meŝnevî-i Ķuŧb-i Müşterî’nin dil ve muhteva bakımından Nizâmî’nin mesnevisini geride bıraktığı söylenir (a.g.e., II, 479). Âdilşâhîler’den Muhammed Âdilşah zamanında şair Mevlânâ Nusretî 130 beyitlik bir MiǾrâcnâme kaleme almıştır. Bu dönemde yeni yeni ortaya çıkan mürettep divanlarda yer alan Hz. Peygamber’e övgüler dışında onun hayatından kesitlerin aktarıldığı müstakil eserler de meydana getirilmiştir. XII. (XVIII.) yüzyılda yaşamış, Urduca’nın büyük şairlerinden Velî Dekkenî’nin gazel, kaside, rubâî, müseddes ve müstezat tarzındaki na‘tları, ayrıca çağdaşı mutasavvıf şair Kādî Mahmûd Bahrî ve Firâkī Bîcâpûrî’nin de na‘t ve menkıbeye dair şiirleri vardır.

Evrengzîb’in vefatının ardından Bâbürlü saltanatının çöküş dönemine girmesiyle başlayan karışıklıklar edebiyatta bir karamsarlık havasının hâkim olmasına yol açmış, bu durum şiirlere Allah’a ve Hz. Muhammed’e münâcâta yöneliş şeklinde yansımıştır. Devrin mutasavvıf şairlerinden Cânî ile Şeyh Fâzıl Batâlevî’nin na’t-ları bu açıdan dikkate değerdir. Sevdâ-yı Dihlevî’nin na‘t kasideleri dil ve sanat açısından türünün seçkin örnekleri kabul edilir. Hâce Mîr Derd ve Mîr Muhammed Takī de şiirlerinde Hz. Peygamber’in methine yer vermiştir. Ancak mutasavvıf şairlerin saray çevresine ve zenginlerin meclislerine girmesiyle şiirdeki dinî motifler azalmaya başlamış, aşk ve romantik konular şiire hâkim olmuştur. Leknev’de Şiî mezhebinin yaygınlığı, ayrıca eğlence ve sefahat düşkünlüğü şairleri dinî konularla Hz. Muhammed’i methetmekten alıkoymuştur. Bu arada şairler na‘tlara yer vermişlerse de ardından Hz. Ali’yi öne çıkaran beyitler yazmışlar veya Şîa imamları için methiyeler kaleme almışlardır. Bunun yanında Nevâziş Ali Şeydâ ile Muhammed Bâkır Âgâh manzum siyer yazıcılığının önemli temsilcileri olmuştur. Böylece XIII. (XIX.) yüzyılın ortalarına kadar Resûl-i Ekrem’in na‘tına önem veren fazla şair çıkmamıştır. Bu dönemden itibaren Mîr Muhammed Takī bir müseddes, İsmâil Şehîd Silk-i Nûr, Kerâmet Ali Şehîdî Ķaśîde-i Ġarrâ, Mü’min Ķaśîde-i Zemzemesencî-yi ŦabǾ, Meŝnevî-yi nâ-Tamâm, Meŝnevî be-Mažmûn-ı Cihâd ve Tażmîn ber NaǾt-i Ķuddûsî gibi dikkate değer şiirler yazmışlardır. Gālib Mirza Esedullah’ın da na‘t türü gazelleri vardır. Lutf Ali Han Lutf gibi bazı şairler ise hayatlarını tamamen na‘t yazmaya vakfetmiş, 1840’ta Şehîdî Birelvî, Medine’de Ravza-i Mutahhara’nın önünde onun şiirini okurken ölmüştür.

İngiliz sömürgeciliğine karşı 1857’de gerçekleştirilen ayaklanma sonrasında Urdu şiirinde na‘t yeni bir boyut kazanmıştır. Hint müslümanları arasında fikrî değişim hızlanmış, yeni bir ihsas tarzı ve toplumsal bilinç na‘ta ayrı bir ses getirmiştir. Bu dönem şairleri arasında Hâlî, Zafer Ali Han ve Muhammed İkbal gibi isimler önde yer almaktadır. Bunlar Resûlullah’a bağlılığı teşvik etmek, peygamber aşkını canlandırarak olumlu bir güce dönüştürmek, onun üstün özellikleri ve öğretilerinden hareketle hayatın yüce değerlerine dikkat çekmek, İslâmî esasları yayarak bâtıla karşı mücadele etmek, Hz. Peygamber’in söz ve hareketleri ışığında nefis muhasebesini özendirmek, kâinatın ve yaratıcısının tanınmasında Resûl-i Ekrem’in rehberliğine olan ihtiyacı dile getirmek yönünde çaba göstermişlerdir.

1857 ayaklanmasında İngilizler tarafından idam edilen ve bütün şiirlerini na‘t ve menkıbeye hasreden Muhammed Kifâyet Ali Kâfî’nin manzumeleriyle Gulâm İmam Şehîd İlâhâbâdî’nin Mevlûd-i Şerîf-i Bahâriyye’si peygamber aşkını en iyi yansıtan eserlerdendir. Hâfız Lutf Birelvî de na‘tı gazel türüyle sınırlandırmış ve gazel içerisinde na‘ta yeni bir tarz katarak bu türü en üst noktaya ulaştırmıştır. Müftî Gulâm Server Lâhûrî ile Meĥâmid-i Muĥammedî (Tavśîfât-ı Muśŧafavî) adlı bir na‘t divanı bulunan Gulâm Mustafa Işkī na‘thanlar arasında çok rağbet görmüştür. Böylece na‘t Emîr Mînâyî ve Muhsin Kâkûrevî dönemine kadar gelişim sürecini tamamlamıştır. Emîr Mînâyî, Hz. Peygamber’e olan sevgisini Meĥâmid-i Ħâtemü’n-nebiyyîn, Meŝnevî-yi Nûr u Tecellî-i Ebr-i Kerem, Śubĥ-i Ezel, Şâm-i Ebed, Leyletü’l-ķadr ve Şâh-i Enbiyâǿ gibi eserlerinde ortaya koymuştur. Hâlî, İslâm’ın yayılışını ve ardından gerilemesiyle müslümanların içine düştüğü sıkıntıları anlattığı Müseddes-i Medd ü Cezr-i İslâm (Müseddes-i Ĥâlî) adlı eserinde nebîler arasında “rahmet”in kendisine lakap olarak verildiği Hz. Muhammed’in rehberliğiyle Hint müslümanlarına yol göstermeye çalışmıştır.

Sîretü’n-nebî adlı hacimli bir eseri bulunan Şiblî Nu‘mânî, Hz. Peygamber’in hayatının bazı kesitlerini sade bir üslûpla nazmetmiş, Asr-ı saâdet günlerinden manzaraları şiirine aktarmıştır. Mevlânâ Zafer Ali Han na‘tlarında müslümanların çektiği sıkıntıları kendi şiir gücüyle birleştirip Resûl-i Ekrem’in hayatının amelî yönlerine ağırlık vererek onu sevenlerin gönüllerinde cesaret ve fedakârlık duygularını uyandırmaya çalışmıştır. Muhammed İkbal’in Hz. Muhammed’e bakış açısı diğer şairlerden biraz daha farklıdır. İkbal, Resûlullah’a duyduğu sevgi yanında yaşadığı dönemde İslâm dünyasının içine düştüğü siyasî ve fikrî buhranlarla çaresizliği onun mânevî huzurunda ifade etmiş, bu sıkıntıları dile getirirken sebeplerini ve çözüm yollarını sorgulayarak Resûl-i Ekrem’in rehberliğini istemiş, bazan da fikirlerini müminlerin sevinçlerine ortak olduğunu düşündüğü Resûlullah’a aktarmıştır. Şâd Azîmâbâdî, Mîlâdnâme ve Žuhûr-i Raĥmet adlı eserlerinde Hz. Peygamber’in doğumunu, peygamberliğinin şanını, İslâmî öğretileri ve peygamberin ahlâkını anlatır. Resûlullah’ın hayatına ve şahsiyetine ayrı bir yer veren Ahmed Rızâ Han Birelvî na‘t sahasında ayrı bir ekol oluşturmuş, akıcı bir üslûpla inancının gücünü şiirlerine yansıtmış ve sonrakilere örnek olmuştur. Hasan Rızâ Han Birelvî, Bîdem Vârisî, Mirza Muhammed Azîz, Dilû Râm Kevserî, Maharaca Kişan Parşâd, Nefîs Halîlî, Mevlânâ Muhammed Ali Cevher, İkbal Süheyl gibi birçok isim şiirlerinde Hz. Peygamber sevgisine yer vermiştir.

Pakistan’ın kurulmasıyla birlikte yeni devletin dinle olan bağlarını güçlendirmek amacıyla dinî değerlere verilen ağırlık, bu değerleri çöküşe uğrattığı düşünülen pozitivizme ve ilhâda karşı mücadele için Hz. Muhammed’e yönelme ve hayatından kesitlerle insanlara yol gösterme, zor hayat şartlarında onun temsil ettiği yüce değerlere sığınma, sahip olduğu üstün vasıfları överek bu vesile ile şefaatine nâil olma isteği na‘t yazımına hız kazandırmış, na‘tların muhtevası ve sanatsal güzelliği daha da zenginleşmiştir. Hâfız Câlenderî, Abdülazîz Hâlid, Ca‘fer Tâhir, Esed Mültânî, Bibzâd Leknevî, Gulâm Resûl Ezher, Hafîz Tâib, İhsan Dâniş, Mahşer Resûl Nagarî, Âsî Ziyâyî, Kerem Haydarî gibi şairler çeşitli nazım türlerinde


na‘t kaleme almışlardır. Urdu edebiyatında modern şiirin öncüleri de serbest şiir türünde na‘tlar yazmıştır. Raca Reşîd Mahmûd, Pakistan’da 1948-1992 yılları arasında 400 kadar na‘tnâmenin kaleme alındığını bildirmiş ve bunların bir listesini sunmuştur (Fikr u Nažar, s. 117-135).

Urdu edebiyatında na‘t ve manzum sîretler yanında mensur sîretler de yazılmıştır. Urduca nesrin gelişmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan bu süreçte eserler tarihî ve dinî bilgileri de kapsamaktadır (geniş bilgi için aş. bk. [Literatür: Urduca]). Hz. Muhammed’e duyulan sevginin yansıdığı diğer bir tür de hac seyahatnâmeleridir. Bu tür kitaplarda özellikle Haremeyn’le ilgili gözlemler aktarılırken Resûl-i Ekrem’in hayatına dair bilgiler de verilmektedir. Şevket Ali Şah’ın Pohonçey Terey Ĥużûr, Hacı Bahadır Şah’ın Refîķ-i Ĥac, Münşî Bereket Ali’nin Rehnümâ-i Ĥac, Şeyh Nûreddin’in Riyâżü’l-Ĥaremeyn, Muhammed Abdülvehhâb’ın Sefernâme-i SaǾâdet, Abdülganî Ensârî’nin Mekkî Medenî kâ Sefer, Raca Muhammed Şerîf’in Âyîne-i Ĥicâz, Mümtâz Müftî’nin Lebbeyk ve Nigâr Seccâd Zahîr’in Deşt-i İmkân adlı eserleri bunlara örnek gösterilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Keşşâf-ı Tenķīdî Iśŧılâĥât (haz. Ebü’l-İ’câz Hafîz Sıddîkī), İslâmâbâd 1985, s. 200-201; Mahmûd Birelvî, Muħtaśar Târîħ-i Edeb-i Urdû, Lahor 1985, s. 265-271; Enver Sedîd, Urdû Edeb ki Muħtaśar Târîħ, İslâmâbâd 1991, s. 268, 282, 286, 310-311, 342, 398-399, 419-421, 544, 607-608; Hakîm M. Saîd, “NaǾt-i Resûl ki Ehemmiyyet”, Seyyâre Dâcist (Resûl Number), Lahor 1992, II, 465-468; Şemîm Ahmed, “NaǾt-gûǿî aôr Us kâ Fen”, a.e., II, 469-475; Efser Sıddîkī Amrohavî, “Urdûǿey Ķadîm aôr NaǾt-gûǿî”, a.e., II, 477-486; Refîuddin Hâşimî, ǾAllâme İķbâl aôr Mîr-i Ĥicâz, Lahor 1994, s. 11-47; Şevket Ali Şah, Pohonçey Tere Ĥużûr Sefernâme-i Ĥicâz, Lahor 2002, tür.yer.; Eltâf Hüseyin Hâlî, Müseddes-i Ĥâlî: Medd ü Cezr-i İslâm (haz. Gulâm Hüseyin Zülfikar), Lahor 2003, s. 21-22; Nigâr Seccâd Zahîr, Deşt-i İmkân-Sefernâme-i Necd ü Ĥicâz, Karaçi 2003, tür.yer.; Raca Reşîd Mahmûd, “Pâkistân meyn Fenn-i NaǾt Târîħu İrtiķāǿ”, Fikr ü Nažar (Sîret Number), XXX/1-2, İslâmâbâd 1992, s. 117-135; İdâre, “Sîret”, UDMİ, XI, 505-509; Abdülcebbâr Han, “Ĥażret-i Muĥammed (Kütüb-i Sîret-i Urdû)”, a.e., XIX, 305-306; Hafîz Tâib, “NaǾt (Urdû)”, a.e., XXII, 403-409.

Halil Toker





F) Türk Hat Sanatı. &&&& Hz. Peygamber, insan yaratılışında mevcut güzellik duygusunu İslâm terbiyesiyle şekillendirerek yazının sanat seviyesine yükselmesinde etkili olmuştur. Bu sebeple bütün hat üstatları yazıya aktardıkları dinî heyecanlarını Hz. Muhammed’in adı, şahsiyeti ve hadisleri etrafında göstermiş, birbirinden güzel kitap, levha ve kitâbeler meydana getirmişlerdir.

İslâm medeniyetinin estetik değerlerinden biri Resûl-i Ekrem’in, “Allah güzeldir, güzeli sever” ifadesidir (Müslim, “Îmân”, 147). Böylece Hz. Peygamber, müslümanların her türlü çirkinlikten arınmış bir ruh ve fikir güzelliğine sahip olmalarını, iç temizliğinin hayatın bütün safhalarına estetik davranışlar ve sanat hareketleri şeklinde yansımasını hedeflemiştir. Sanat faaliyetlerini ve insan ruhunda tabii bir eğilim olan sanat gücünü dinî hayatın daha içten, feyizli yaşanması bakımından teşvik etmiş, insanların uzun bir tecrübe sonucu ulaştığı bilgi ve sanat birikimine vahyin ışığında istikamet vermiştir. Sanatla imanı birleştirerek ona ilâhî bir vasıf kazandıran Resûl-i Ekrem sanat adı altında toplumun düzenini bozucu, tevhidi ve ahlâkî değerleri yıkıcı hareketlere karşı çıkmıştır.

Hz. Peygamber’in sosyal gelişme ve yükselme için gerekliliğini önemle vurguladığı konulardan biri yazı olmuştur. Yirmi iki harften ibaret Câhiliye devri Arap yazısı yirmi sekiz sesten oluşan dilin kusursuz yazılması için yetersizdi (Hamîdullah, II, 761). Kısa sesli harfler, benzer harfleri birbirinden ayıran noktalama işaretlerinin bulunmayışı okuma ve yazmada güçlüklere ve hatalara sebep oluyordu. Öyle anlaşılıyor ki Câhiliye devrinde ve hicretten sonra bir asırlık dönem içinde yazı hâfızaya yardımcı durumdaydı (Çetin, s. 25). Şekil, harf ve imlâ eksikliklerine rağmen Resûl-i Ekrem yöre halkının bildiği bu yazıyı vahyin yazılması ve öğretilmesi için kullanmış, bir taraftan da harflerin belli kurallara uyularak okunaklı ve güzel yazılması, estetiği, noktalama ve harekeleme gibi konularda birtakım tavsiyelerde bulunmuştur. Nitekim, “Allah beni bir öğretmen olarak görevlendirmiştir” (İbn Mâce, “Muķaddime”, 229); “Çocuğun anne ve babası üzerindeki üç hakkı güzel yazmayı, yüzme ve ok atmayı öğretmesi ve ona helâl rızık yedirmesidir” (Münâvî, III, 393) buyurması konuya verdiği önemi göstermektedir.

Bütün işlerinde ince bir zevke ve estetik anlayışa sahip olan Hz. Peygamber kâtibine, “Hokkaya likā koy, kalemi eğri kes, besmelenin bâ’sını dik yaz, sîn harfinin dişlerini, mîm’in gözünü açık, ism-i celâli güzel yazmaya gayret et, ‘rahmân’da kalemin mürekkebini yenile, nûn’un çanağını uzat, ‘rahîm’i de güzel yaz” diyerek (Kādî İyâz, I, 506) besmelenin göze hoş gelecek biçimde yazılmasını tavsiye ederken estetik değerleri ortaya koymuş, böylece yazının sanat seviyesine yükselmesini hedef olarak göstermiştir. “Bilgiyi yazıyla bağlayın” (Dârimî, “Muķaddime”, 43); “Güzel yazı gerçeğe açıklık kazandırır” (M. Abdülhay el-Kettânî, II, 314) sözleriyle de bilginin kaybolmaması için güzel yazıyla kaydedilmesini istemiş, bunun insanın akıl ve his dünyasını zenginleştirip mutluluk vereceğini belirtmiştir. Onun bu sözleri yanında okuduğu âhenkli Kur’an âyetleri, mûsikiye ve şiire karşı hassas olan devrin insanlarının ruhundaki sanat duygusunu uyandırmıştır. Mescid-i Nebevî’nin Suffe denilen bölümünde ashabına bizzat ders vermiş, ayrıca burada


Kur’an’ı ve okuma yazmayı öğreten kişiler görevlendirilmiştir. Suffe’deki öğrenci sayısının 400’e yükselmesi üzerine Medine’nin diğer mahallelerindeki dokuz mescidde de yeni okullar açılarak okuma ve yazma yaygınlaştırılmıştır.

Daha sonra İslâm coğrafyasında görülen gelişmelere paralel olarak hat ve İslâm’a ait sanatlar Kur’an ve hadisler etrafında biçimlenmiş, asırlar içinde farklı üslûplar ve çok zengin formlar kazanmıştır. Bu mücerret çizgiler müzikal bir ifade gücüne ulaşmış, dinî bir tesir icra etmesinin yanında XIX. yüzyılda Paul Klee ve Vasily Kandinsky gibi Batılı modern ressamları da etkilemiştir.

İslâm’ın ilme ve kitaba verdiği önem sonucunda hat sanatının ilk güzel örnekleri kitap sanatları sahasında görülmüştür. Başta Kur’ân-ı Kerîm, Kütüb-i Sitte, hadis mecmuaları olmak üzere ilmî ve edebî eserler hat sanatının üstatları tarafından en güzel şekilde yazılmış, tezhip ve cilt sanatlarının farklı üslûplarıyla şaheserler ortaya konulmuştur. Nitekim dünya müze ve kütüphanelerinde usta hattatların yazdığı hadislerin fevkalâde güzel örnekleri zengin bir hazine oluşturur. Bunlar arasında eğitim, öğretim ve tesbit maksadıyla sadece okunaklı olmasına dikkat edilmiş hadis kitapları olduğu gibi peygamber sözüne lâyık, güzel hatlara bürünmüş sanat değeri taşıyan pek çok kitap, mecmua ve murakka‘ da mevcuttur. Sultan Reşad’ın, Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Saâdet Dairesi’nde okunmak üzere Muzıka-i Sultânî hat hocası Hasan Rızâ Efendi’ye yazdırarak vakfettiği sekiz ciltlik Śaĥîĥ-i Buħârî hat, tezhip ve cildiyle bir şaheserdir. Bütün ciltlerin yazımı nesih hatla 1913’te tamamlanmış, tezhip edilerek ciltlenmiştir (TSMK, Hırka-i Saâdet, nr. 39). Saray meşk hocası Abdullah Vefâî tarafından güzel bir nesihle yazılmış, Osman b. Îsâ es-Sıddîkī’nin Ġāyetü’t-tavżîĥ li’l-CâmiǾi’ś-śaĥîĥ adlı eseri serlevhası tezhipli, altın cetvelli, klasik tarzda ciltlenmiş bir eserdir (TSMK, III. Ahmed, nr. 384). Reîsülhattâtîn Muhsinzâde Abdullah Efendi’nin II. Abdülhamid’in emriyle nesih hatla yazdığı Şifâ-i Şerîf de hat sanatının güzel örnekleri arasında yer alır.

Osmanlı hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’ın 901’de (1495) nesihle yazdığı, tezhipli ve ciltli, Ferrâ el-Begavî’nin Meśâbîĥu’s-sünne’si seçme hadisleri içeren güzel bir eserdir (TSMK, III. Ahmed, nr. 278). Yine onun yazdığı, Buhârî ve Müslim’den seçme hadisleri ihtiva eden Radıyyüddin es-Sâgānî’nin Meşâriķu’l-envâri’n-nebeviyye’si hat sanatı tarihi bakımından önemli bir örnektir (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 898).

Hz. Peygamber’in kırk hadisini ezberleyenlerin kıyamet gününde ödüllendirileceğini belirten sözleri (Aclûnî, II, 246) erken devirlerden itibaren kırk hadis mecmualarının tertip edilmesine vesile olmuştur. Bu kırk hadislerin müze ve kütüphanelerde mevcut manzum ve mensur tercümeleri meşhur hat ustalarının elinden çıkmış sanat değeri taşıyan örneklerdir. Bunlar arasında, Eski Saray meşk hocası Hasan Üsküdârî tarafından 1112’de (1700) nesihle yazılmış, tezhipli, ciltli, Ali b. Ahmed el-Ensârî el-Karâfî’ye ait Kitâbü Nefeĥâti’l-Ǿabîri’s-sârî adlı eseriyle (TSMK, III. Ahmed, nr. 567) Ahmed b. Abdülazîz er-Remâdî’nin el-Mevâhibü’l-Ǿazîziyye adlı, 1280’de (1863) nesih hatla yazılmış, serlevhası tezhipli, zilbahar ciltli hadis mecmuası (TSMK, Medine, nr. 321) dikkat çekmektedir.

Resûl-i Ekrem’in müminlere en güzel örnek olan (el-Ahzâb 33/21) yaşama tarzını, davranışlarını konu alan şemâil kitapları da hattatlar tarafından büyük bir emekle yazılmış, İslâm kitap sanatlarının güzel örnekleri arasında yer almıştır. Kanûnî Sultan Süleyman için istinsah edilen serlevhası tezhipli, klasik ciltli Muslihuddîn-i Lârî’ye ait Şerĥ-i Şemâǿil-i Tirmiźî çok değerli eserlerdendir (TSMK, III. Ahmed, nr. 458). Türk hat sanatında şemâilin en yaygın ve feyizli bölümü hilye-i şerifelerdir. Hâfız Osman’dan beri hattatlar arasında hilye yazmak bir gelenek halini almış, büyük hat ustaları sanat hünerlerini Kur’ân-ı Kerîm kitâbetinden sonra hilye yazmakta göstermiştir. Hilye-i Hâkānî’den seçme beyitler Yesârî Mehmed Esad, Yesârîzâde Mustafa İzzet, Mehmed Nazif Bey, Ömer Vasfi ve Aziz efendiler tarafından ta‘lik kalemiyle yazılmıştır. Buhârî’nin naklettiği, Hz. Muhammed’in mûcizevî on özelliğinin kaydedildiği “Aşere-i mu‘cizât-ı nebî”nin Mehmed Şevki Efendi gibi hattatların kaleminden murakka‘ ve levha olarak hazırlanmış güzel örnekleri vardır.

Osmanlı hattatları arasında Hâfız Osman’ın 400’den fazla sülüsnesih hilye yazdığı bilinmektedir (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 331, 515, 521, 1227, 1248, 1430, 1438). Talebesi Yedikuleli Seyyid Abdullah (Sabancı koleksiyonu), Eğrikapılı Mehmed Râsim (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 706), Abdülkadir Şükrü (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye Fünûnü’l-cemîle, nr. 249), İsmâil Zühdü (Yeni) (Ekrem Hakkı Ayverdi hat koleksiyonu), çeşitli hatlarla ve farklı düzenlemelerle yazdığı hilyeleriyle meşhur Mustafa Râkım (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 390; TİEM, nr. 2732), Mahmud Celâleddin Efendi (Raif Yelkenci koleksiyonu), büyük boy hilye yazımını başlatarak 200’e yakın hilye yazan Kazasker Mustafa İzzet (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 379), Abdullah Zühdü (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, Tal‘at, nr. 62), Mehmed Şefik (Işık Yazan koleksiyonu), her gün sabah namazından sonra bir hilye yazmakla hat sanatına en saf güzelliğini kazandırmış olan Mehmed Şevki Efendi (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 327), hilye metninde sülüs ve nesih hattının yanında gubârî hattını da kullanan Mehmed Fehmi Efendi (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 1312), Filibeli Ârif Efendi (İstanbul Mesih Ali Paşa Camii), 2 metreyi aşan büyük boy hilyeleriyle tanınan Hacı Hasan Rızâ (Bâlâ Camii; İÜ Ktp., AY, nr. 4282; TSMK, Hırka-i Saâdet, nr. 21/237), Yahyâ Hilmi Efendi (Sabancı koleksiyonu), Mustafa Râkım tertibinde çeşitli hatlarla yedi büyük boy hilye yazan Rifâî Aziz Efendi (Emin Barın hat koleksiyonu), Kâmil Akdik (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 1525), Macit Ayral (Maçka Mezat: 18 Kasım 2003, s. 152), Hamit Aytaç (Emin Barın hat koleksiyonu)


muhakkak, sülüs ve nesih hatla hilye yazan Türk hattatlarındandır. Yesârî Mehmed Esad (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 479) ve oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet’le (TSMK, Hırka-i Saâdet, nr. 21/219) Hulûsi Efendi de (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 885) hilyeleriyle tanınan hat üstatlarındandır.

Müslümanların en çok okuduğu metinler belirli sûre ve âyetleri, Allah’ın isimlerini, salavat ve duaları içeren evrâd, delâilü’l-hayrât ve dua risâleleridir. Kur’an’ın Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmekle ilgili tavsiyelerinden (el-Ahzâb 33/56) hareketle dinî hayatı daha feyizli yaşamak, Hz. Muhammed’in şefaatini talep etmek maksadıyla okunan bu dua kitapları hat üstatları tarafından büyük bir özenle yazılmış, tezhip ve cilt sanatlarının güzellikleriyle birleşerek İslâm sanatlarını zenginleştirmiştir. Kütüphane ve müzelerde sanat değeri taşıyan pek çok evrâd, evrâd-ı üsbûiyye ve Delâǿilü’l-ħayrât risâleleri bulunmaktadır. Bunlar arasında Hâfız Osman (TSMK, Yeniler, nr. 1098), Kazasker Mustafa İzzet (TSMK, Yeniler, nr. 1255), İsmâil Zühdü (Yeni) (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 141) efendilerin yazdığı Delâǿilü’l-ħayrât’lar çok tanınmıştır. Hasan Rızâ Efendi’nin (Hacı) 1302’de (1885) yazdığı nesih Delâǿilü’l-ħayrât 1368’de (1949) Şam’da basılmıştır.

XV. yüzyıldan beri hat üstatlarının çeşitli hatlarla yazdığı kıtaların bir araya getirilmesiyle oluşan murakka‘larda genellikle hadîs-i şerifler konu alınmıştır. Dünya müze ve kütüphanelerinde korunan ve İslâm medeniyetinin ulaştığı sanat seviyesini gösteren binlerce murakka‘ Resûl-i Ekrem’in erdemli ve huzurlu bir hayatın prensiplerini öğreten sözlerini içine almaktadır. Bunlar yazı, tezhip ve cilt sanatlarının uyandırdığı zevk ve hayranlık duyguları içinde peygamber sevgisinin gönüllerde daha canlı ve devamlı kalmasını sağlamıştır.

Kütüphane ve müzelerin en ilgi çekici yazı albümleri arasında kıta formunun ölçü ve kurallarını ortaya koyan, Şeyh Hamdullah’ın sülüs ve nesih hatlarla Hz. Muhammed’in hadislerini yazdığı al-bümler (Rogers, s. 234-235), muhakkak, reyhânî, tevkī ve rikā‘ murakka‘lar (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 2083, 2084, Güzel Yazılar, nr. 269; aklâm-ı sitte murakka‘, Emanet Hazinesi, nr. 2086; İÜ Ktp., AY, nr. 6487) Osmanlı hattatlarına örnek olmuştur. Derviş Ali’nin Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde (nr. 2463, 2498, 2499), Hâfız Osman’ın İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (AY, nr. 6469, 6484, 6498), Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Yale Üniversitesi ile (Manuscript Library, nr. 432) Michigan Ann Arbour Üniversitesi’nde (Abdulhamid II Collection, Arabic, nr. 242) hadisleri konu alan murakka‘ları bu konuda örnek eserlerdir.

Bûsîrî’nin Hz. Peygamber’i övmek için yazdığı meşhur Ķaśîdetü’l-bürde’si de hat üstatları tarafından yazılmıştır (Hâfız Osman, TSMK, Yeniler, nr. 106; Şevki Efendi, TSMK, Güzel Yazılar, nr. 306; Seyyid Abdullah Hâşimî, Michigan Ann Arbour Üniversitesi, Abdulhamid II Collection, Arabic, nr. 230; Şefik Efendi, Yale Üniversitesi, Arabic, nr. 431). Bu kasidenin aslı kadar Türkçe manzum tercüme ve şerhleri yanında seçme beyitleri de mürekkebât meşk murakka‘larıyla celî hatla levhalarda yer almıştır. Kâ‘b b. Züheyr’in aynı adla veya Bânet SüǾâd diye bilinen Resûl-i Ekrem’e sunduğu kasidesi de hattatların yazdığı metinlerdendir. Bunun Hâfız Osman hattıyla güzel bir örneği Londra’da Halili koleksiyonundadır. Mehmed Şevki Efendi hattıyla bir diğer örneği de Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Ķaśîde-i Elfiyye, Güzel Yazılar, nr. 194). Hz. Muhammed’in adları ve sözleri kûfî ve celî hatlarla mimari


eserlerin iç ve dış mekânlarında kitâbe, levha ve kuşak yazıları olarak kullanılmış ve mimarinin estetiğini tamamlayan birer unsur olmuştur.

Orta Asya’da başlayan, İran ve Anadolu coğrafyasında geniş bir alana yayılan Türk ve İslâm mimarisinin iç ve dış mekân mozaik çini süslemelerinde, ahşap ve taş işlerinde Allah, Muhammed ve dört halifenin isimleri satrançlı, örgülü ve tezyinî kûfî hatlarla yazılarak çok zengin kompozisyonlar oluşturulmuştur. Bunlar arasında XII. yüzyıla ait Buhara Namazgâh Mescidi taçkapı üstü kitâbesinde, Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin minare kaidelerindeki sekiz kollu yıldız motifinde, Eski Malatya Ulucamii mihrap önü kubbe takında beşli yıldız şeklinde, Türkistan Ahmed Yesevî Türbesi dış mekân süslemelerinde, Semerkant Şah Zinde Kadızâde Rûmî Türbesi kubbe kasnağı dış yüzeyinde, Semerkant Şîr Dar Medresesi eyvan süslemelerinde fîrûze renkli çini mozaik ve kûfî hatlarla şekillendirilmiş olan Allah, Muhammed ve dört halife isimleri ilgi çeken örneklerdir.

Osmanlı mimarisinde cami yazıları olarak Allah, Muhammed ve çehâr yâr-ı güzîn levhaları genellikle iç mekânlarda kalem işi, çini üzerine ve taşa hakkedilmiş, celî sülüs, celî ta‘lik, seyrek olarak da celî muhakkak hattıyla yazılmış, bilhassa celî hatların gelişmesiyle camiler daha da zenginleşmiştir. Çok defa âyet ve hadisler mekânın özelliğine göre seçilmiştir. Hz. Muhammed’in adı ayrı olarak veya Allah adıyla yan yana yahut iç içe kompoze edilmiştir. Cami içinde kare plandan kubbeye geçiş üçgenlerinde yer alan, beş köşeli yıldız şeklinde açılmış bir gül gibi resmedilen Muhammed ismi Osmanlı hat üstatlarının asırlar içinde bütün sanat yeteneklerini ve zevklerini ortaya koyarak biçimlendirdikleri bir sanat şaheseridir. Muhammed kelimesinin hat sanatında estetik ölçülerine Mustafa Râkım üslûbunda ulaşılmış, Kazasker Mustafa İzzet, Mehmed Şefik, Sâmi Efendi, İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim Özyazıcı gibi üstatların elinde en güzel örneklerini vermiştir. Yazıldığı mekânla göz arasındaki mesafe dikkate alınarak cami yazılarının kalem kalınlıkları ayarlanmıştır. Ayasofya Camii’nin iç mekânında kubbeye geçişte 7,5 m. çapında ve 35 cm. kalem kalınlığında Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattıyla yazılmış Allah, Muhammed, çehâr yâr-ı güzîn levhaları hat sanatında yazılmış en iri yazılardır.

Mustafa Râkım’dan sonra celî sülüs, Yesârîzâde’den sonra celî ta‘lik yazının belli estetik kurallar kazanarak gelişmesiyle beraber cami, türbe, mescid gibi mimari eserler dışında ev ve iş yerlerine asılmak maksadıyla celî hatla yazılmış hadisler, Hz. Peygamber’e övgü ifade eden âyetler hat sanatında çok geniş bir yer tutar. Başta kelime-i tevhid, kelime-i şehâdet olmak üzere “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (el-Enbiyâ 21/107); “Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm velâkin resûlellāhi ve hâteme’n-nebiyyîn” (el-Ahzâb 33/40); “Yâ eyyühe’n-nebiyyü innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiran ve nezîran” (el-Ahzâb 33/45); “Ve kefâ billâhi şehîden Muhammedün resûlullāh” (el-Feth 48/28-29); “Ve mübeşşiran bi-resûlin ye’tî min ba‘di’smuhû Ahmed” (es-Saf 61/6); “Ve inneke lealâ hulukın azîm” (el-Kalem 68/4) âyetleri üstatların en çok rağbet ettiği celî sülüs ve celî ta‘lik hatla yazılmış örneklerdendir. Cami, türbe, kütüphane, müze ve özel koleksiyonlarda kompozisyon ve hat sanatı bakımından değerli levhalarda en çok görülen hadisler ise şunlardır: “İnnellāhe cemîlün yühibbü’l-cemâl”; “Kuli’l-hayre ve illâ fe’sküt”; “el-Kanâatü kenzün lâ yüfnâ”; Re’sü’l-hikmeti mehâfetullāh”; “er-Rızku alellāh”; “Men sabere zafire”; “el-Cennetü tahte akdâmi’l-ümmehât”; “Rütbetü’l-ilmi a‘le’r-ruteb”; “el-Kâsibü habîbullāh”; “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm”; “Hayrü’n-nâs men yenfeu’n-nâs”; “Küllüküm râin ve küllüküm mes’ûlün an raiyyetihî”; “Niyyetü’l-mü’mini hayrün min amelihî”; “Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahdi”; “el-Hayâü mine’l-îmân”; “Men tevâzaa rafeahullāh”; “İnne’l-İslâme nâzifün fe-tenezzafû fe-innehû lâ yedhulü’l-cennete illâ nazîfün”; “en-Nezâfetü mine’l-îmân”; “Yessirû ve lâ tüassirû beşşirû velâ tüneffirû”; “Kefâ bi’l-mevti vâizan yâ Ömer”; “İnne’l-cennete tahte zılâli’s-süyûf”; “Levlâke levlâk lemâ halaktü’l-eflâk”; “İnneme’l-a‘mâlü bi’n-niyyât”; “el-Bahîlü lâ yedhulü’l-cennete”; “es-Salâtü imâdü’d-dîn”; “Şefâatî li-ehli’l-kebâire min ümmetî”; “Meni’stevâ yevmâhu fehüve mağbûnün”; “Eddebenî rabbî fe-ahsene te’dîbî”.

İslâm büyükleri ve şairlerinin Hz. Muhammed, Ehl-i beyt ve ashabına duydukları sevgi, şefaat dileme ve övgü gibi duygularla dile getirdikleri kelâm-ı kibâr, na‘t ve ahlâkî manzumeleri de celî hatlarla yazılmıştır. Abdullah Zühdü’nün, Mescid-i Nebevî’nin kubbe kasnağı ve kıble duvarlarına yazdığı Hz. Muhammed’le ilgili celî sülüs âyet ve kasideler, celî sülüs zerendûd, “Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvidir / Onunçün âşıkın zârı amandır yâ Resûlellah” levhası; Mahmud Celâleddin Efendi tarafından celî sülüs hatla Mevlânâ’nın, “Yâ rabbî ibâdât-ı resûlü’s-sekaleyn” diye başlayan münâcâtı; Sâmi Efendi hattıyla celî sülüs, “Lî hamsetün utfî bihâ harre’l-vebâ el-hâtıma el-Mustafâ ve’l-Murtazâ ve’bnâhümâ ve’l-Fâtıma” zerendûd levhası; Yesârîzâde Mustafa İzzet’in, “Keşefe’t-dücâ bi-cemâlihî” mısraı ile başlayan ta‘lik kıtası; Sâmi Efendi’nin celî ta‘lik “Dahîlek yâ Resûlellah” levhası; Hulûsi Yazgan’ın celî ta‘lik “Sultân-ı rusül


şeh-i arafnâk hâdî-i sübül delîl-i sellâk / Der hakk-ı tü Hak Teâlâ levlâke lemâ halektü’l-eflâk” levhası; Abdülfettah Efendi’nin celî sülüs hazırladığı “Âh yâ Muhammed” levhası; Çırçırlı Ali Efendi’nin celî sülüs, “Yapıştım dâmen-i pâk-i rızâya herçi bâd âbâd / Sarıldım hâk-i pây-i Mustafâ’ya herçi bâd âbâd” levhası; yine Çırçırlı Ali Efendi’nin celî sülüs, “Fahr-ı âlem enbiyânın zât-ı müstesnâsıdır” levhası; Mustafa Râkım Efendi’nin celî sülüs, “Basmasa mübarek kademin rûy-i zemîne / Pâk etmezdi kimseyi hâk ile teyemmüm” levhası; Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin celî sülüs, “Ol resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn”; Ali Haydar Efendi’nin celî ta‘lik, “Müeyyeddir seninle dîn ü devlet yâ Resûlellah” levhası; Hamit Aytaç’ın celî sülüs ve celî ta‘likle yazdığı, Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı hudâdır bû” mısraı ile başlayan şiiri; Yahya Kemal’in, “Ezân-ı Muhammedî” şiiri ve “Na’l-i şerif” levhaları hat sanatımızda Hz. Peygamber’le ilgili belli başlı levhalardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Dârimî, “Muķaddime”, 43; Müslim, “Îmân”, 147; İbn Mâce, “Muķaddime”, 229; Kādî İyâz, eş-Şifâǿ, I, 506; Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-necât: Mevlid (haz. Ahmed Ateş), Ankara 1954, s. 150-152; Fuzûlî, Kırk Hadis Tercümesi (nşr. Kemal Edip Kürkçüoğlu), İstanbul 1951, s. 1-8; Münâvî, Feyżü’l-ķadîr, III, 393; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, II, 246; Müstakimzâde, Tuhfe, s. 7-15; Elmalılı, Hak Dini, V, 3923; Kemal Çığ, Hattat Hafız Osman Efendi, İstanbul 1948, s. 11; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 25; Metin Şahinoğlu, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Yazının Dekoratif Eleman Olarak Kullanılışı, İstanbul 1977, s. 40, 41; A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope - P. Ackerman), Tehran 1977, IV, 1742, 1747; Nihad Sâmi Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, İstanbul 1982, II, 53-60; M. Uğur Derman, “Mimar Sinan’ın Eserlerinde Hat Sanatı”, VI. Vakıf Haftası, İstanbul 1989, s. 290; a.mlf., “Hilye (Hat)”, DİA, XVIII, 47-51; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), II, 759-777; J. M. Rogers, Empire of the Sultans: Ottoman Art from the Collection of Nasser D. Khalili, London 1996, s. 97-99, 234-235; Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul 1997, s. 29, 45-62; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I, 276-288; II, 310-318; Süleyman Berk, Hattat Mustafa Râkım Efendi, İstanbul 2003, s. 54; Maçka Mezat Bahar Müzayedesi: 13 Nisan 2003, İstanbul 2003, tür.yer.; Maçka Mezat: 18 Kasım 2003, İstanbul 2003, tür.yer.; Süleyman Uludağ, “Delâilü’l-hayrât”, DİA, IX, 113, 114; M. Yaşar Kandemir, “Hadis”, a.e., XV, 52, 54; Kenan Demirayak, “Kasîdetü’l-bürde”, a.e., XXIV, 566-568; Mahmut Kaya, “Kasîdetü’l-bürde”, a.e., XXIV, 568-569.

Muhittin Serin





G) Türk Mûsikisi.

Hz. Muhammed’in hayatındaki pek çok örnek onun ses güzelliğine ilgi duyduğunu, özellikle Kur’an ve ezan okurken seslerini daha güzel kullanmaları hususunda ashabını teşvik ettiğini göstermektedir. Hicretten sonra ashaptan Abdullah b. Zeyd b. Sa‘lebe rüyasında kendisine öğretilen ezan metnini okuyunca Resûlullah’ın bu metnin sesi güzel olan Bilâl-i Habeşî’ye öğretilmesini istediği bilinmektedir. Ayrıca Bilâl’in hayatı boyunca Hz. Peygamber’in müezzini olarak hizmet etmesi ve Resûlullah’ın zaman zaman ona, “Haydi Bilâl, namaz için ezan oku da bizi ferahlat” demesi (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 78) Resûl-i Ekrem’in bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, güzel sesli bir peygamberin sesini Kur’an ile güzelleştirerek yüksek sesle okumasından hoşnut olduğu kadar hiçbir şeyden hoşnut olmadığını belirten Resûlullah (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 19, “Tevĥîd”, 32; Müslim, “Müsâfirîn”, 232-234) bir defasında Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin okuduğu Kur’an’ı dinleyince ona şöyle söylemiştir: “Sana Dâvûd aleyhisselâma verilen mizmârlardan biri verilmiştir” (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 31; Müslim, “Müsâfirîn”, 235-236). Ebû Mûsâ’nın bu hadisin bir başka rivayetinde yer alan, “Yâ Resûlellah! Kıraatimi dinlediğinizi bilseydim tilâvetimi daha güzel nağmelerle süslemek için gayret gösterirdim” sözüne de (Beyhakī, ŞuǾabü’l-îmân, II, 389; a.mlf., es-Sünenü’ś-śuġrâ, I, 560) itiraz etmemişti. Hadisteki “mizmâr” kelimesine sözlükler “nefesli bir mûsiki aletinin ismi” yanında “nağme, terennüm, güzel ses” anlamını da vermektedir.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra müslümanlar ona olan hasretlerini, sevgilerini manzum ve mensur eserlerde ifade etmeye çalışmışlardır. Bunlardan manzum olanlar, çeşitli İslâm ülkeleri yanında bilhassa Osmanlı kültür ve medeniyetinde özel şekil, tarz ve tavırları sebebiyle ayrı ayrı adlar almıştır. Bu şiirler, tasavvufî hayatın ve tarikatların tesiriyle zenginleşen dinî pratiklerin şekillendirdiği mûsiki eserlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. Esas teması Allah ve Hz. Muhammed sevgisi üzerine yoğunlaşan, cami ve tekke (tasavvuf) mûsikisi olarak iki türde incelenen Türk dinî mûsikisinde konuyla ilgili eserler önemli bir yekün tutmaktadır. Bunlar Türk dinî mûsikisinin en güzel örnekleri olarak günümüze kadar okunmuştur.

1. Salâ (salât, salavat). Hz. Muhammed’e Allah’tan rahmet dilemek, onu ve aile fertlerini hürmetle anmak, ona sığınmak, şefaatini talep etmek maksadıyla yazılmış dua cümleleriyle sevgi ve övgü ifade eden sözlerin besteli veya serbest şekilde okunduğu dinî mûsiki formudur. Güfteleri Arapça olan salâların icrası “salâ vermek, salavat getirmek” şeklinde de anılır. Salâlar bazan birlikte (cumhur), bazan da tek kişi olarak cami ve minarelerde müezzin, tekkelerde zâkir tarafından okunur. Ayrıca çeşitli dinî-tasavvufî toplantılarda zaman zaman salâ verildiği bilinmektedir. Salâların sabah salâsı, cenaze salâsı, cuma ve bayram salâsı, salât-ı ümmiyye, salât-ı kemâliyye ve salât-ı münciye gibi çeşitleri vardır. 2. Na‘t. Resûl-i Ekrem’i methetmek, ondan şefaat dilemek, onun güzel vasıflarını anmak ve anlatmak amacıyla kaleme alınmış eserlerin okunduğu formun adıdır. Güfteleri, daha çok mutasavvıf şairlerin Türkçe ve Arapça’nın yanı sıra Farsça yazılmış manzumelerinden seçilmiştir. Cami ve tekke na‘tları olarak ikiye ayrılan bu eserler camilerde namazdan önce, tekkelerde zikrin başında veya zikir aralarında okunur. 3. Mevlid. Hz. Muhammed’in doğumu, hayatının çeşitli safhaları, mûcizeleri ve vefatını konu alan manzumelerdir. Türk dinî mûsikisinde en tanınmış mevlid Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât adını taşıyan eseridir. Mevlidin başta mevlid kandiliyle diğer kandiller olmak üzere din büyüklerini anma, ölüm, doğum, hac ibadetini yerine getirme, evlenme vb. olaylar vesilesiyle camilerde veya başka bir mekânda


düzenlenen dinî toplantılarda okunması yaygın âdet haline gelmiştir. XIX. yüzyılın sonuna kadar belirli bestelerle okunan Süleyman Çelebi mevlidinin bestesi daha sonra unutulmuştur. Günümüzde bahirler muayyen bir makam sırası takip edilerek irticâlen okunmaktadır. 4. Mi‘râciyye. Resûl-i Ekrem’in mi‘racını anlatan manzumeler arasında Kutbünnâyî Osman Dede’nin mesnevi şeklinde kaleme alarak bestelediği eserinin ayrı bir yeri vardır. Türk mûsikisinin günümüzdeki en muhteşem örneği kabul edilen bu mi‘râciyye genellikle mi‘rac kandilinde veya ertesi günü cami ve tekkelerde okunur. 5. Tevşîh. Mevlid ve mi‘râciyye bahirleri arasında okunmak üzere bestelenmiş, Hz. Muhammed’i öven veya onun herhangi bir özelliğini konu alan manzum eserlerdir. İlâhilere göre daha sanatlı olan ve genellikle büyük usullerle ölçülen tevşîhlerin çoğu Türkçe ise de bazı Arapça ve Farsça örneklere de rastlanmaktadır. 6. İlâhi. Dinî-tasavvufî muhtevalı, Allah ve Peygamber sevgisini dile getiren manzumelerin Türk mûsikisi makam ve usulleriyle bestelenmiş şeklidir. Tekke ve cami ilâhileri diye ikiye ayrılan bu eserler tekkede zikirler esnasında, camide çeşitli ibadetler arasında veya değişik dinî toplantılarda icra edilmektedir. Eskiden hicrî ayların her biri için bestelenmiş ilâhiler vardı. Mevlid ayları denilen rebîülevvel ve rebîülâhirde okunan tevşîh ve na‘tlar yanında güftelerinde Hz. Peygamber’in çeşitli özellikleri anlatılan ilâhilerin okunması da yaygın bir âdetti. Ayrıca tekkelerde zikir esnasında okunan, Türk mûsikisi makamlarıyla bestelenmiş, sözleri Arapça olan şuğullerin, ramazanlarda minarelerde okunan temcîdlerin birçoğu da Hz. Peygamber’i konu edinmiştir. Zâkirî Hasan Efendi’nin, “Şefîu’l-halkı fi’l-mahşer / Muhammed sâhibü’l-minber” beytiyle başlayan pençgâh bestesi çok tanınmış örneklerdendir. 7. Kaside. Allah ve Hz. Muhammed hakkındaki övgülerden, din büyüklerinden, onlara gösterilmesi gereken saygıdan ve tasavvufî meselelerden bahseden şiirlerin bir kişi tarafından bir makam veya makamlar çerçevesinde irticâlen okunan şeklidir. Cami ve tekkelerde icra edilen kasidelerin en sevilenleri Hz. Peygamber’le alâkalı güftelere sahip örneklerdir. Bunlardan başka daha çok Hz. Muhammed’in anne ve babasının özelliklerini konu alan regāibiyyelerle Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sonra halk arasında büyük rağbet gören ve özellikle camilerde “Muhammediyehan” denilen hâfızlar tarafından okunan Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye’sinden de söz etmek gerekir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 19, 31, “Tevĥîd”, 32; Müslim, “Müsâfirîn”, 232-234; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 78; Beyhakī, es-Sünenü’ś-śuġrâ (nşr. M. Ziyâürrahman el-A‘zamî), Medine 1410/1989, I, 560; a.mlf., ŞuǾabü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 389; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1942-43, I, 12-13, 25, 119, 122, 125; II, 401, 404, 654-656; Subhi Ezgi, Türk Musikisi Klâsiklerinden Temcit-Na’t-Salat-Durak, İstanbul 1945, s. 11-26; a.mlf., Nazarî-Amelî Türk Musikisi, İstanbul, ts., III, 54-59, 63-66, 76-79, 85, 102-143; Nuri Özcan, On Sekizinci Asırda Osmanlılarda Dînî Mûsıkî (doktora tezi, 1982), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 15-18, 21-31, 38-46; a.mlf., “Bayram Salâsı”, DİA, V, 268-269; a.mlf. - Mustafa Uzun, “Cenaze Salâsı”, a.e., VII, 358-359; Mustafa Uzun, “Osmanlı’nın Gür Nefesi: Türk Dinî-Tasavvufî Edebiyatında İlâhi”, Osmanlı, Ankara 1999, IX, 591; Halil Can, “Dinî Türk Musikisi Antolojisi (Lûgatı)”, MM, sy. 217 (1966), s. 14; sy. 218 (1966), s. 57; sy. 220 (1966), s. 119-121; sy. 222 (1966), s. 198; sy. 226 (1967), s. 19; a.mlf., “Dinî Musiki”, a.e., sy. 291 (1974), s. 15; sy. 292 (1974), s. 23-24; sy. 293 (1974), s. 17-20; sy. 296 (1974), s. 22-23; sy. 297 (1974), s. 24-27; sy. 300 (1974), s. 25-28; sy. 308 (1975), s. 23-24; Pakalın, III, 22; İsmail Hakkı Özkan, “Kaside (Mûsiki)”, DİA, XXIV, 566.

Nuri Özcan





V. LİTERATÜR

A) İslâm Dünyası. Arapça. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı ve tebliğcisi olması yanında hayatı ve faaliyetleri dolayısıyla Kur’an’da Hz. Peygamber’le ilgili birçok âyet ve sûre bulunmaktadır. Tefsirlerde Kur’an âyetleri açıklanırken Resûl-i Ekrem’in hayatına, örnek şahsiyetine, sözlerine ve fiillerine dair bilgilere yer verilir. Çeşitli vesilelerle hayatından bazı kesitlerin yer aldığı hadis kaynakları da Hz. Peygamber etrafında oluşmuş geniş literatürün önemli bir kısmını teşkil eder (bk. HADİS [Literatür]; TEFSİR [Literatür]). Resûlullah’ın anne ve babası hakkında müstakil eserler kaleme alınmıştır. Süyûtî’nin bu konudaki altı risâlesi (er-Resâǿilü’t-tisǾ içinde yayımlanmıştır [Beyrut 1405/1985, s. 11-243]), Zeynî Çelebi el-Fenârî’nin Risâle fî ebeveyi’n-nebî’si, Kemalpaşazâde’nin Risâle fî ĥaķķı ebeveyi’n-nebî’si ve Muhammed b. Ömer el-Bâlî’nin Sübülü’s-selâm fî ĥükmi âbâǿi seyyidi’l-enâm’ı bunlar arasında sayılabilir. Onun isimlerine dair İbn Fâris Esmâǿü Resûlillâh ve meǾânîhâ, İbn Dihye el-Kelbî el-Müstevfâ fî esmâǿi’l-Muśŧafâ, Takıyyüddin Abdurrahman b. Abdülmuhsin el-Vâsıtî Esmâǿü’n-nebî, Muhammed b. Kāsım et-Tilimsânî Teźkiretü’l-muĥibbîn fî esmâǿi seyyidi’l-mürselîn, Süyûtî el-Behcetü’s-seniyye fi’l-esmâǿi’n-nebeviyye ve er-Riyâżü’l-enîķa fî şerĥi esmâǿi ħayri’l-ħalîķa, Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî Aĥsenü’l-vesâǿil fî nažmi esmâǿi’n-nebiyyi’l-kâmil ve Ahmed Şerebâsî, MaǾa esmâǿi’l-Muśŧafâ adlı eserleri kaleme almışlardır. Hz. Peygamber hakkındaki literatürün önemli bir kısmını mevlidler oluşturmaktadır. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbn Dihye el-Kelbî, Muhammed b. Mes‘ûd el-Kâzerûnî, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İbnü’l-Cezerî, Şemseddin es-Sehâvî, Süyûtî, İbnü’d-Deyba‘, İbn Hacer el-Heytemî, Ali el-Kārî, Ca‘fer b. Hasan el-Berzencî, M. Reşîd Rızâ gibi birçok müellif bu konuda eser yazmıştır (Selâhaddin el-Müneccid, s. 20-36; ayrıca bk. MEVLİD).

Siyer ve megāzî kitapları bu literatür içinde ayrı bir öneme sahiptir. İbn İshak’ın Sîretü İbn İsĥâķ’ı ile İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’si ve Vâkıdî’nin Kitâbü’l-Meġāzî’si, İbn Hibbân, İbn Fâris, İbn Hazm, İbn Abdülber en-Nemerî, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kelâî, Nevevî, Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, İbn Seyyidünnâs, Ali b. Muhammed el-Hâzin, Moğultay b. Kılıç, İzzeddin İbn Cemâa, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İbn Habîb el-Halebî ve Nûreddin el-Halebî’nin siyere dair eserleri günümüze ulaşan en meşhur kitaplardır. Bilhassa Makrîzî’nin İmtâǾu’l-esmâǿı, Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî’nin el-Mevâhibü’l-ledünniyye’si, Şemseddin eş-Şâmî’nin Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşâd’ı ve Kastallânî’nin eseri üzerine Zürkānî’nin yaptığı şerh geniş muhtevalı çalışmalardır. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Resûl-i Ekrem’in uygulamalarından çıkarılan hükümlere yer veren Zâdü’l-meǾâd fî hed-yi ħayri’l-Ǿibâd’ı da burada zikredilmelidir. Manzum siyer müelliflerinden Zeynüddin el-Irâkī ed-Dürerü’s-seniyye fî (nažmi)’s-siyeri’z-zekiyye’de Hz. Peygamber’in hayatını ve şemâilini 1000 beyitte, İbnü’l-Cezerî, Źâtü’ş-şifâǿ fî sîreti’n-nebiyyi’l-Muśŧafâ’sında Hulefâ-yi Râşidîn ile birlikte 515 beyitte anlatmaktadır.

Siyer ve megāzî konusunda çok sayıda araştırma eseri arasında Ahmed b. Zeynî Dahlân’ın es-Sîretü’n-nebeviyye ve’l-âŝârü’l-Muĥammediyye


(Mekke 1285), Hudarî’nin Nûrü’l-yaķīn fî sîreti seyyidi’l-mürselîn (Kahire 1315/1897), Muhammed Hüseyin Heykel’in Ĥayâtü Muĥammed (Kahire 1935), Mahmûd Şît Hattâb’ın er-Resûlü’l-ķāǿid (Bağdat 1958), Muhammed İzzet Derveze’nin Sîretü’r-Resûl: Śuver muķtebese mine’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Kahire 1965), Mustafa es-Sibâî’nin es-Sîretü’n-nebeviyye (Dımaşk 1972), Ebü’l-Hasan Nedvî’nin es-Sîretü’n-nebeviyye (Cidde 1397), Safiyyürrahmân el-Mübârekfûrî’nin er-Raĥîķu’l-maħtûm: Baĥŝ fi’s-sîreti’n-nebeviyye Ǿalâ śâĥibihâ efđalü’ś-śalâti ve’s-selâm (Mekke 1400/1980); Muhammed Sâdık İbrâhim Urcûn’un Muĥammed Resûlullāh (I-IV, Dımaşk 1985), Tevfîk el-Hakîm’in Muĥammed (Tunus 1989), Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî’nin Sîretü’l-Muśŧafâ: Nažra cedîde (Beyrut 1410/1990), Ekrem Ziyâ el-Ömerî’nin es-Sîretü’n-nebeviyyetü’ś-śaĥîĥa (I-II, Medine 1415/1994), Mehdî Rızkullah Ahmed’in es-Sîretü’n-nebeviyye fî đavǿi’l-meśâdiri’l-aśliyye (Riyad 1412/1992), Muhammed Hâdî el-Emînî’nin MevsûǾatü’n-nebiyyi’l-aǾžam (Beyrut 1415/1995) adlı eserleri sayılabilir. Muhammed Ferec el-ǾAbķariyyetü’l-Ǿaskeriyye fî ġazavâti’r-Resûl’ünde (I-III, Kahire 1977), Muhammed Ahmed Bâşümeyl MevsûǾatü’l-ġazavâti’l-kübrâ’sında (I-X, Kahire 1985), Muhammed Cemâleddin Mahfûz Ġazavâtü’r-Resûl’ünde (Kahire 1990) ve Muhammed Muhsin el-Fakīh el-MevsûǾatü’l-kübrâ fî ġazavâti’n-nebiyyi’l-aǾžam’ında (I-V, baskı yeri yok, 1417/1996 [Müessesetü’l-fakīh]) gazve ve seriyyelere dair rivayetleri bir araya getirmişlerdir.

Bazı ensâb ve tabakat kitaplarında da Resûl-i Ekrem’e dair bilgilere yer verilir. İbn Sa‘d’ın eŧ-Ŧabaķāt’ının ilk iki cildi, Belâzürî’nin Ensâbü’l-eşrâf’ının ilk cildi Hz. Peygamber’e ayrılmıştır. Öte yandan sahâbe tabakatına dair eserlerde de kendisinden bahsedilmektedir. İbn Abdülber en-Nemerî’nin el-İstiǾâb’ı, İzzeddin İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-ġābe’si, İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İśâbe’si bunların başında gelir. Umumi tarihlerden Ya‘kūbî, Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Fidâ, İbn Kesîr, Zehebî ve Diyarbekrî’nin eserlerinde de Resûl-i Ekrem’i anlatan bölümler vardır.

Delâǿilü’n-nübüvve türü eserler içinde Ebû Nuaym el-İsfahânî ve Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin Delâǿilü’n-nübüvve’leri en meşhur olanlardır. Ali b. Rabben et-Taberî’nin ed-Dîn ve’d-devle fî iŝbâti nübüvveti’n-nebî Muĥammed, İmâm-ı Rabbânî’nin İŝbâtü’n-nübüvve ve Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî’nin el-Burhânü’l-müsedded fî iŝbâti nübüvveti seyyidinâ Muĥammed (Limasol 1408/1987) adlı eserleri de bu gruba girer. Muhammed Beyyûmî Mehrân şemâil, delâil ve hasâise dair bilgileri es-Sîretü’n-nebeviyyetü’ş-şerîfe: Fi’l-ķażâyâ ve’ş-şemâǿil ve delâǿili’n-nübüvve ve’l-ħaśâǿiś isimli kitabında toplamıştır (I-III, Beyrut 1990). Hz. Peygamber’in mûcizeleri hakkında birçok eser kaleme alınmıştır. Bâkıllânî’nin el-Beyân’ı, Ca‘fer b. Muhammed el-Firyâbî, Ebû Nuaym el-İsfahânî ve Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin Delâǿilü’n-nübüvve’leri, İbn Dihye el-Kelbî’nin el-İbtihâc fî eĥâdîŝi’l-miǾrâc’ı, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin el-İsrâǿ ile’l-maķāmi’l-esrâ’sı (Kitâbü’l-MiǾrâc), Süyûtî’nin el-Âyetü’l-kübrâ şerĥu ķıśśati’l-isrâǿı, Necmeddin Muhammed b. Ahmed el-Gaytî’nin el-İbtihâc fi’l-kelâmi Ǿale’l-isrâǿ ve’l-miǾrâc’ı, Üchûrî’nin en-Nûrü’l-vehhâc fi’l-isrâǿ ve’l-miǾrâc’ı, Ca‘fer b. Hasan el-Berzencî’nin Ķıśśatü’l-miǾrâc’ı, Cemâleddin el-Kāsımî’nin el-İsrâǿ ve’l-miǾrâc’ı, Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî’nin Ĥuccetüllāhi Ǿale’l-Ǿâlemîn fî muǾcizâti seyyidi’l-mürselîn’i (Beyrut 1316), Abdülhalîm Mahmûd’un Delâǿilü’n-nübüvve ve muǾcizâtü’r-Resûl’ü (Kahire 1404/1984), Ahmed Avad Ebü’ş-Şebâb’ın Kitâbü’l-Ħaberi’l-yaķīn fî muǾcizâti’n-nebiyyi’l-emîn’i (Beyrut 1423/2003) bunlardan bazılarıdır. Hasâisü’n-nebî türü eserler arasında İbnü’l-Mülakkın’ın Ġāyetü’s-sûl fî ħaśâǿiśi’r-Resûl’ü, Süyûtî’nin el-Ħaśâǿiśü’l-kübrâ’sı, Şemseddin İbn Tolun’un Mürşidü’l-muħtâr’ı, Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî’nin el-Feżâǿilü’l-Muĥammediyye’si başta gelmektedir.

Hilye ve şemâil türü eserler içerisinde Tirmizî’nin Şemâǿilü’n-nebî’si ve Kādî İyâz’ın eş-Şifâǿ bi-taǾrîfi ĥuķūķi’l-Muśŧafâ’sı birçok şerhi bulunan temel kaynaklardır. Hz. Peygamber’in ahlâkına dair eserler arasında Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî’nin Aħlâķu’n-nebî ve âdâbüh (I-IV, Riyad 1418/1998), Abdurrahman Azzâm’ın Baŧalü’l-ebŧâl ev ebrazü śıfâti’n-nebî Muĥammed (Kahire 1357/1938), Ahmed Muhammed Havfî’nin Min Aħlâķi’n-nebî (Kahire 1414/1994), Ahmed Abdülazîz Kāsım Haddâd’ın Aħlâķu’n-nebî fi’l-Ķurǿân ve’s-sünne (I-III, Beyrut 1996) adlı eseri zikredilebilir. MevsûǾatü nađrati’n-naǾîm fî mekârimi aħlâķi’r-Resûli’l-kerîm isimli ansiklopedide (I-XII, Cidde 1419-1420/1999-2000) Resûl-i Ekrem’in ahlâkına geniş yer verilmiştir.

Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in dualarıyla ilgili bölümler bulunduğu gibi müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Nesâî, İbnü’s-Sünnî ve Süyûtî’nin ǾAmelü’l-yevm ve’l-leyle’leri, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin ed-DaǾavâtü’l-kebîr’i ve Nevevî’nin el-Eźkâr’ı bunların başında gelmektedir. Resûlullah’a salâtü selâm getirmeye dair eserler arasında İsmâil b. İshak el-Cehdamî’nin Kitâbü Fażli’ś-śalâti Ǿale’n-nebî’si, Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin el-Ķaśîdetü’l-muđariyye fi’ś-śalâti Ǿalâ ħayri’l-beriyye’si, İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Cilâǿü’l-efhâm fî fażli’ś-śalâti ve’s-selâm Ǿalâ ħayri’l-enâm’ı, Fîrûzâbâdî’nin eś-Śılâtü ve’l-büşer fi’ś-śalâti Ǿalâ ħayri’l-beşer’i, Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî’nin Delâǿilü’l-ħayrât’ı, Şemseddin es-Sehâvî’nin el-Ķavlü’l-bedîǾ fi’ś-śalâti Ǿale’l-ĥabîbi’ş-şefîǾi, İbn Hacer el-Heytemî’nin ed-Dürrü’l-menđûd fi’ś-śalât ve’s-selâm Ǿalâ śâĥibi’l-maķāmi’l-maĥmûd’u ve Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî’nin SaǾâdetü’d-dâreyn fi’ś-śalâti Ǿalâ seyyidi’l-kevneyn’i zikredilebilir.

Resûl-i Ekrem’in methini konu edinen birçok manzum eser bulunmaktadır. Kâ‘b b. Züheyr’in Ķaśîdetü’l-bürde’si, Bûsîrî’nin aynı adla anılan kasidesiyle el-Ķaśîdetü’l-hemziyye’si, Alemüddin es-Sehâvî’nin el-Ķaśâǿidü’n-nebeviyye’si, İbn Câbir’in el-Ĥulletü’s-siyerâ fî medĥi ħayri’l-verâǿı, Kalkaşendî’nin Ķaśîde fî medĥi’n-nebî’si, Süyûtî’nin Nažmü’l-bedîǾ fî medĥi ħayri şefîǾi, Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî’nin el-BedîǾiyyetü’l-müzeriyye bi’l-Ǿuķūdi’l-Cevheriyye ve şerhi Nefeĥâtü’l-ezhâr Ǿalâ nesemâti’l-esĥâr fî medĥi’n-nebiyyi’l-muħtâr’ı bunlar arasında sayılabilir. İbn Seyyidünnâs, Büşra’l-lebîb bi-źikra’l-ĥabîb adlı eserinde Hz. Peygamber için yazılan bazı kasidelerle bunların şerhlerini bir araya getirmiştir. Aynı amaçla Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî de el-MecmûǾâtü’n-Nebhâniyye fi’l-medâǿiĥi’n-nebeviyye’yi telif etmiştir. Hz. Peygamber’in son dönem Arap şiirindeki yeri Hilmî Muhammed el-Kāûd’un Muĥammed (s.a.) fi’ş-şiǾri’l-ĥadîŝ adlı eserinde ele alınmıştır (Mansûre 1987).

Hz. Peygamber’i örnek insan olarak takdim eden eserler arasında İbnü’l-Molla


diye bilinen Ömer b. Muhammed b. Hıdır el-Erbîlî’nin Vesîletü’l-müteǾabbidîn ilâ mütâbaǾati seyyidi’l-mürselîn’i, Süyûtî’nin Miftâĥu’l-cenne fi’l-iǾtiśâm bi’s-sünne’si, Muhammed Hayât b. İbrâhim es-Sindî’nin Tuĥfetü’l-enâm fi’l-Ǿameli bi-ĥadîŝi’n-nebî Ǿaleyhi’s-selâm’ı, Füllânî’nin Îķāžu himemi üli’l-ebśâr li’l-iķtidâǿi bi-seyyidi’l-muhâcirîn ve’l-enśâr’ı, Muhammed Takī el-Müderris’in Muĥammed Resûlullāh: Ķudve ve üsve’si zikredilebilir.

Resûl-i Ekrem’in kabrini ziyaret konusunda yazılan bazı eserler şunlardır: Takıyyüddin es-Sübkî, Şifâǿü’l-esķām fî ziyâreti ħayri’l-enâm, Takıyyüddin el-Fâsî, er-Rıżâ ve’l-ķabûl fî feżâǿili’l-Medîne ve ziyâreti’r-Resûl, Abdullah b. Ahmed b. Ali el-Fâkihî el-Mekkî, Ĥüsnü’t-tevessül fî âdâbi ziyâreti efđali’r-rusül, İbn Hacer el-Heytemî, el-Cevherü’l-munažžam fî ziyâreti’l-ķabri’l-muǾažžami’l-mükerrem ve Tuĥfetü’z-züvvâr ilâ ķabri’n-nebiyyi’l-muħtâr, Ali el-Kārî, ed-Dürretü’l-muđîǿe fi’z-ziyâreti’l-Muśŧafaviyye.

Hz. Peygamber’in içinden çıktığı toplum hakkında bilgi veren Mekke, Medine ve Arabistan tarihine dair eserler de bu hususta önem taşımaktadır. Bunlar arasında Ebü’l-Velîd el-Ezrakī, Muhammed b. İshak el-Fâkihî, Takıyyüddin el-Fâsî, Necmeddin İbn Fehd ve Kutbüddin en-Nehrevâlî’nin Mekke tarihleriyle Corcî Zeydân’ın Târîħu’l-ǾArab ķable’l-İslâm’ı (Beyrut, ts. [Dârü’l-Mektebeti’l-Hayat]), Muhammed İzzet Derveze’nin ǾAśrü’n-nebî ve bîǿetühû ķable’l-biǾse’si (Beyrut 1384/1964), Ahmed İbrâhim eş-Şerîf’in Mekke ve’l-Medîne fi’l-câhiliyye ve Ǿaśri’r-Resûl’ü (Kahire 1965), Cevâd Ali’nin el-Mufaśśal fî târîħi’l-ǾArab ķable’l-İslâm’ı (I-X, Beyrut 1968-1973), Nebîh Âkıl’ın Târîħu’l-ǾArabi’l-ķadîm ve Ǿaśrü’r-Resûl’ü (Dımaşk 1403/1983) zikredilebilir. Medine tarihiyle ilgili kitaplardan da İbn Şebbe, İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, Şemseddin es-Sehâvî ve Semhûdî’nin eserleri sayılabilir. Resûl-i Ekrem’in Medine’de gerçekleştirdiği faaliyetlerine dair Ali b. Muhammed el-Huzâî’nin Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye’si, Muhammed Abdülhay el-Kettânî’nin et-Terâtîbü’l-idâriyye’si (Nižâmü’l-ĥükûmeti’n-nebeviyye, I-II, Fas 1346-1347/1927-1928), Ahmed Emîn’in Fecrü’l-İslâm’ı (Kahire 1932), Cemâleddin Ayyâd’ın Ĥükûmetü’r-Resûl fi’l-Medîneti’l-münevvere’si (Kahire 1950), Sâlih Ahmed Ali’nin Tanžîmâtü’r-Resûl el-idâriyye fi’l-Medîne’si (Bağdad 1969), Ali Hüsnî Harbutlî’nin er-Resûl fi’l-Medîne’si (Kahire 1973), Muhammed Memduh el-Arabî’nin Devletü’r-Resûl fi’l-Medîne’si (Kahire 1988), Muhammed Lokmân el-A‘zamî en-Nedvî’nin MüctemaǾu’l-Medîneti’l-münevvere fî Ǿahdi’r-Resûl’ü (Kahire 1989), Abdullah Abdülazîz İbn İdrîs’in MüctemaǾu’l-Medîne fî Ǿahdi’r-Resûl’ü (Riyad 1412/1992), Muhammed Muhammed Hasan Şürrâb’ın Medînetü’l-münevvere fi’l-fecri’l-İslâm ve’l-Ǿaśri’r-râşidîn’i (Dımaşk 1415/1994) sayılabilir.

Resûl-i Ekrem’in Medine’ye hicretine dair Ahmed Sa‘d el-Akkād’ın el-Kevâkibü’n-nûrâniyye fî hicreti ħayri’l-beriyye (Feyyûm 1945), M. Zâhid Kevserî’nin el-Hicretü’n-nebeviyye (Maķālâtü’l-Kevŝerî içinde, Hıms, ts.), Abdüllatîf es-Sübkî’nin el-Hicretü’n-nebeviyye beyne esbâbihâ ve netâǿicihâ (Kahire 1961), Hasan Fethulbâb’ın ǾAlâ Ŧarîķi’l-hicre (Kahire 1390/1971), Şevkī Ebû Halîl’in el-Hicre ĥadeŝün ġayyere mecra’t-târîħ (Dımaşk 1979), Ahmed Abdülgafûr Attâr’ın el-Hicre (Mekke 1400/1980), Mahmûd Ali el-Biblâvî’nin Târîħu’l-hicreti’n-nebeviyye ve bedǿü’l-İslâm (Beyrut 1406/1985), Sa‘d el-Mersafî’nin el-Hicretü’n-nebeviyye ve devrühâ fî binâǿi’l-müctemaǾi’l-İslâmî (Beyrut 1409/1988) adlı eserleri zikredilebilir.

Hz. Peygamber’in kâtipleri, elçileri ve diplomatik faaliyetleri hakkında Ebû Abdullah Cemâleddin İbn Hudeyde’nin el-Miśbâĥu’l-muđî fî küttâbi’n-nebiyyi’l-ümmî’si (I-II, Beyrut 1405/1985), Şemseddin İbn Tolun’un İǾlâmü’s-sâǿilîn Ǿan kütübi seyyidi’l-mürselîn’i, Abdürrızâ Ali’nin MecmûǾatü resâǿili’n-nebî’si (Necef 1964), Muhammed Mustafa el-A‘zamî’nin Küttâbü’n-nebî’si (Beyrut 1394/1974), Ahmed Abdurrahman Îsâ’nın Küttâbü’l-vaĥy’i (Riyad 1400/1980), Muhammed Hamîdullah’ın MecmûǾatü’l-veŝâǿiķı’s-siyâsiyye li’l-Ǿahdi’n-nebevî ve’l-ħilâfeti’r-râşide’si (Beyrut 1983) ve Ali Hüseyin Ali el-Ahmedî’nin Mekâtîbü’r-Resûl’ü (I-III, Beyrut, ts.) sayılabilir.

Tıbb-ı nebevî alanında telif edilen eserler arasında İbn Habîb es-Sülemî, Ziyâeddin el-Makdisî, Zehebî, İbn Kayyim el-Cevziyye, Celâleddin es-Süyûtî ve Şemseddin İbn Tolun’un kitapları zikredilebilir (bk. TIBB-ı NEBEVÎ).

Türkçe. Eski Türk edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili birçok eser telif edilmiştir. Divan edebiyatında hemen her şair Resûl-i Ekrem’i öven bir na‘t kaleme almıştır. Ayrıca mi‘racnâme, esmâ-i nebî, muamma, mevlid, hicretnâme, siyer ve şemâil türü eserler de yazılmıştır (yk.bk.).

Son dönemde Hz. Peygamber’in hayatı ve çeşitli yönleriyle ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Resûl-i Ekrem’in yetiştiği çevre ve peygamberlik öncesi dönemi hakkında Şemsettin Günaltay’ın İslâm Târihi (İstanbul 1338 r./1341), Neşet Çağatay’ın İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı (Ankara 1957), Ali Osman Ateş’in İslâm’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri (İstanbul 1996), Murat Sarıcık’ın İnanç ve Zihniyet Olarak Cahiliye (Isparta 1998), Ramazan Altıntaş’ın Bütün Yönleriyle Cahiliyye (Konya, ts. [Ribat Yayınları]) ve Yaşar Çelikol’un İslâm Öncesi Mekke (Ankara 2003) adlı eserleri anılabilir.

Hz. Muhammed ve dönemi hakkında yazılan eserlerin bir kısmı şöylece sıralanabilir: Mahmud Esad, Târîh-i Dîn-i İslâm (İstanbul 1923); Tâhirülmevlevî, Hz. Peygamber ve Zamanı (İstanbul 1339 r.), İnsanlığın Büyük Önderi Resûl-i Azam Hz. Muhammed (s.a.)’in Hal Tercümesi (İstanbul 1964); Ahmed Lutfullah, Hayât-ı Muhammed (I-III, İstanbul 1341 r.); Ahmet Hamdi (Akseki), Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Müslümanlık (Ankara 1934); Mustafa Âsım Köksal, İslâm Tarihi: Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâmiyet: Mekke Devri (Ankara 1966), Medine Devri (I-XI, İstanbul 1980); İslâm Tarihi: Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâmiyet Mekke Devri (I-VII, İstanbul 1987), Medine Devri (I-XI, İstanbul 1987) ve İslâm Tarihi Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselâm ve İslâmiyet (I-VIII, İstanbul 1999); Ali Himmet Berki - Osman Keskioğlu, Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı (Ankara 1959); M. Zekâi Konrapa, Peygamberimizin Hayatı (I-II, İstanbul 1958-1959); Abdülbaki Gölpınarlı, Sosyal Açıdan İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed ve İslâm (İstanbul 1969); Osman Keskioğlu, Hz. Peygamber’in Hayatı Siyer-i Nebî (Ankara 1972); Necip Fazıl Kısakürek, O Ki O Yüzden Varız: Kâinatın Efendisinin Hayatı (İstanbul 1961; aynı eser Çöle İnen Nur adıyla, İstanbul 1969); Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı (I-II, İstanbul 1981); Ahmed Cevdet Paşa, Peygamber Efendimiz


(s. nşr. Mahir İz, İstanbul 1982); Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed (Ankara 1994, 1999); Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm (ed. Vecdi Akyüz, I-V, İstanbul 1994); Mehmet Apaydın, Resulullah (s.a.v.)’in Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi (İstanbul 1995); Celal Yeniçeri, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat: Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi (İstanbul 2000); İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı (Ankara 2001); Kasım Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi (İstanbul 2003); Kâzım Dönmez, O’nun Günleri: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hayat Kronolojisi (İstanbul 2004; geniş bir liste için bk. Demircan, s. 16-26).

Resûl-i Ekrem’in hayatına dair kaynak ve araştırmalardan Türkçe’ye tercüme edilenler arasında şunlar zikredilebilir: Mevlânâ Muhammed Ali, Peygamberimiz (a.s.) (trc. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1341-1342); Leone Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahit [Yalçın], I-X, İstanbul 1924-1927); Süleyman Nedvî - Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza [Doğrul], I-V, İstanbul 1928); Muhammed Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed Mustafa (trc. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1945); Kādî İyâz, Açıklamalı Şifâ-i Şerif Tercümesi (trc. Ali Rıza Doksanyedi, I-III, İstanbul 1946-1949); Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi (trc. Sait Mutlu - Salih Tuğ, I-II, İstanbul 1969; trc. Salih Tuğ I-II, İstanbul 1980, 2003); Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye: Gönül Nimetleri (s.nşr. Adıdeğmez [Necip Fazıl Kısakürek], İstanbul 1967); Seyyid Süleyman Nedvî, Hz. Muhammed (a.s.) Hakkında Konferanslar (trc. Osman Keskioğlu, Ankara 1967); Ahmed Zeynî Dahlân, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Büyük Savaşları (trc. Selami Münir Yurdatap, İstanbul 1970); Muhammed Hamîdullah, Rasûlullah Muhammed (trc. Salih Tuğ, İstanbul 1973); Mustafa Sibâî, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hayatı: İbretler-Öğütler (trc. Said Şimşek - Nezir Demircan, Ankara 1976); Abbas Mahmud Akkad, Hz. Muhammed’in Eşsiz Deha ve Şahsiyeti (trc. M. Said Şimşek, Konya 1979); Saîd Havvâ, Allah Resulü Hz. Muhammed (trc. Halil Gönenç, Ankara 1979); M. Yûsuf Kandehlevî, Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık (trc. Ahmet Muhtar Büyükçınar v.dğr., I-V, İstanbul 1980); Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı (trc. N. Ahmed Asrar, I-III, İstanbul 1983); Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre: Peygamberimizin Uygulamasıyla İslâm (trc. Ali Nar - Orhan Aktepe, İstanbul 1984, 1986); Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı: İlk Kaynaklara Göre (trc. Nazife Şişman, İstanbul 1984); İbn Hişâm, Sîret-i İbn Hişam Tercümesi: İslâm Tarihi (trc. Hasan Ege, I-IV, İstanbul 1985); William Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de (trc. Azmi Yüksel - M. Rami Ayas, Ankara 1986); a.mlf., Hz. Muhammed’in Mekkesi, Kuran’da Tarih (trc. Mehmet Akif Ersin, Ankara 1988, 1995); Muhammed el-Gazzâlî, Fıkhu’s-Sîre (trc. Resul Tosun, İstanbul 1987, 1991); Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi: Hz. Muhammed (s.a.v.) (trc. Kenan Dönmez v.dğr., I-VI, İstanbul 1988, 1996); İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd (trc. Şükrü Özen - Mehmet Erdoğan v.dğr., I-VI, İstanbul 1988-1990); Ali Şeriati, Muhammed Kimdir (trc. Ali Seyyidoğlu, İstanbul 1988; Ankara 2000); Ekrem Ziyâ el-Ömerî, Medine Toplumu (trc. Nureddin Yıldız, İstanbul 1988); Muhammed İzzet Derveze, Kuran’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı (trc. Mehmet Yolcu, I-III, İstanbul 1989, 1995); Saîd Havvâ, Hadislerle İslâm Tarihi (trc. H. Ahmet Özdemir v.dğr., I-VII, İstanbul 1989); Ebü’l-Hasan Nedvî, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed (trc. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1992, 2004); Muhammed Ebû Zehre, Son Peygamber Hz. Muhammed (trc. Mehmet Keskin, I-IV, İstanbul 1993); İmâdüddin Halîl, Muhammed Aleyhisselâm: Siyer Araştırmaları (trc. İsmail Hakkı Sezer, Konya 2003); Muhammed b. Sâlih ed-Dımaşkī (Şâmî), Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Külliyâtı (trc. Halil İbrahim Kaçar - Hüseyin Kaya - Adem Yerinde, I-V, İstanbul 2003-); İbn Hazm, Cevâmiu’s-sîre: Siyerin Özü (trc. M. Salih Arı, İstanbul 2004).

Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hayatı ve Mekke döneminde gerçekleşen bazı olaylarla ilgili çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Ali Rıza Sağman, İslâm Tarihinde Râhip Bahîrâ Meselesi (İstanbul 1959); M. Rahmi, Âlemlere Rahmet: Hz. Muhammed’in Çocukluğu (İstanbul 1974); Ali Murat Daryal, İslâm’ın Doğuşu ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlili (İstanbul 1989); Levent Öztürk, Etiyopya’da İslâmiyet I: Asr-ı Saadet’te Habeşistan’la Münasebetler (İstanbul 2001); Mehmet Altındere, Hz. Muhammed’in Akabe Beyatları (yüksek lisans tezi, 1989, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devrinde Habeşistan’la Münasebetler (yüksek lisans tezi, 1991, UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Gülgûn Uyar, Hz. Muhammed’in Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivayet Farklarının Tespiti (yüksek lisans tezi, 1993, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Metin Özdemir, Miraç (yüksek lisans tezi, 1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Erol Bodur, Dârü’l-Erkam (yüksek lisans tezi, 1994, UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Hicrete dair eserlerden bazıları şöylece sıralanabilir: İbrahim Canan, Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılarından Hicret (İstanbul 1981); Hasan Asyalıoğlu, Hicret (İzmir 1983); Hüseyin Algül, Peygamberimizin Hicreti (İzmir 1989, 1991); İsmail Lütfi Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret (İstanbul 1992); Mahmut Topuz, İlâhî Dinlerde Hicret (İzmir 1996); Abdülkadir Demir, Kavram ve Hadise Olarak Kur’an’da Hicret (yüksek lisans tezi, 1999, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Adnan Demircan, Nebevî Direniş Hicret (İstanbul 2000).

Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerini konu alan çalışmalar arasında şunlar zikredilebilir: Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları (trc. Salih Tuğ, İstanbul 1962); Mahmut Sami Ramazanoğlu, Bedir, Uhud, Tebük Gazveleri ve Enfal Sûresi Tefsiri (İstanbul 1983, 1984); Mahmûd Şît Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi (trc. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul 1983) ve Komutan Peygamber (trc. Ahmed Ağırakça, İstanbul 1986); Abdülhamîd Cûde es-Sahhâr, Tebük Savaşı: Gazvetü Tebük (trc. S. Oğuz - C. Şeyhani, Ankara 1983); Seyyid Kutub, Bedir ve Uhud Savaşı (trc. Saadeddin Ergün - Hasan Fehmi Ulus, Trabzon 1985); Muhammed Ali Kutub, Peygamberimizin (s.a.v.) Seriyyeleri (trc. Nedim Yılmaz, İstanbul 1986); Bilgi Canpolat, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in Savaşları (yüksek lisans tezi, 1990, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mustafa Ağırman, Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi (doktora tezi, 1992, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yusuf Papatya, İslâm’ın İlk Döneminde Savaş ile İlgili Uygulamalar (yüksek lisans tezi, 1997, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri


(İstanbul 2001); Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Gazve ve Seriyyeleri (doktora tezi, 2005, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Resûl-i Ekrem’in devlet idaresi ve diplomatik faaliyetleri konusundaki telif ve tercümeler arasında şunlar kaydedilebilir: William Montgomery Watt, Hz. Muhammed Peygamber ve Devlet Kurucu (trc. Hayrullah Örs, İstanbul 1963); Abidin Sönmez, Rasûlullah’ın Diplomatik Münasebetleri ve Sulh Muâhedeleri (İstanbul 1984); Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu (trc. Mehmet Yazgan, İstanbul 1990, 1998); Muhammed Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye: Hz. Peygamber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar (trc. Ahmet Özel, I-III, İstanbul 1990-1993); Cengiz Kallek, Hazreti Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa (İstanbul 1992), Asr-ı Saadette Yönetim-Piyasa İlişkisi (İstanbul 1997); Mehmet Birsin, İslâm Hukuku Açısından Medine Site Devletinde Yönetim Biçimi (yüksek lisans tezi, 1995, UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye Hz. Peygamber Döneminin Siyasî-İdarî Belgeleri (trc. Vecdi Akyüz, İstanbul 1997).

Hz. Peygamber’in müslüman olmayan kesimlerle ilişkileri konusundaki çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Mustafa Fayda, İslâmiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı (Ankara 1982); İhsan Süreyya Sırma, Hz. Peygamber Devrinde Yahudi Meselesi (İstanbul 1984); Nadir Özkuyumcu, Hz. Peygamber Devrinde Yahudilere Karşı Güdülen Siyaset (yüksek lisans tezi, 1985, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mehmet Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebetleri (İstanbul 1987); H. Ahmet Sezikli, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri (Ankara 1994); Sıddık Ünalan, Hz. Muhammed Döneminde İslâm-Hıristiyan Diyalogu (yüksek lisans tezi, 1994, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); İsmail Hakkı Atçeken, Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri (İstanbul 1996); Adnan Demircan, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar (Konya 1996); Osman Güner, Resûlullah’ın Ehl-i Kitabla Münasebetleri (Ankara 1997); Mustafa Baş, İslâm’ın Doğuş Döneminde Hicaz Bölgesinde Yahudilik ve Hıristiyanlık (Ankara 1999); Nihat Hatipoğlu, Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler (Ankara 1999); Abdullah Yıldız, Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar (İstanbul 2000); Ahmet Bostancı, Kamu Hukuku Açısından Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri (İstanbul 2001); Murat Ağarı, Hz. Muhammed’in Hıristiyanlarla Mücadele Stratejisi (İstanbul 2003).

Resûl-i Ekrem’in tebliğ ve terbiye metodu konusundaki çalışmalardan bazıları şöylece sıralanabilir: Ahmet Önkal, Rasulullah’ın İslâm’a Davet Metodu (Konya 1981); İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye (İstanbul 1982) ve Resulullah’a Göre Ailede ve Okulda Çocuk Terbiyesi (İstanbul 1983); Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed (baskı yeri yok, 1985); Selçuk Coşkun, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Yetişkinlerin Eğitimi (yüksek lisans tezi, 1991, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); İbrahim Kâfi Dönmez, Hz. Peygamber’in Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri (İzmir 1993); Şakir Gözütok, Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine Dönemindeki Hadislerinde Uyguladığı Eğitim Metodları-Buhari ve Müslim Örneği (doktora tezi, 1995, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Selçuk Coşkun, Bir Eğitimci Olarak Hz. Peygamber’in İnsan Anlayışı (Erzurum, ts.); Recep Kılıç - Mustafa Çağrıcı - Abdülhamit Birışık, Hz. Peygamber’in Hayatından Davranış Modelleri (Ankara 1998).

Hz. Peygamber’in aile hayatına dair eserler arasında şunlar sayılabilir: Sâdık Vicdânî, Hz. Muhammed Niçin Çok Evlendi? (s.nşr. Ahmet Karadut, İstanbul 1928); Daniş Remzi Korok, Hazreti Muhammed Niçin Çok Evlendi (İstanbul 1946); Fuat Süreyya Oral, Hz. Muhammed Niçin Çok Evlendi Sebep ve Hikmetleri (Ankara 1957); Mevlânâ Muhammed Ali, Hz. Muhammed’in Evlendiği Kadınlar ve Temiz Ahlâkı (İstanbul 1958); M. Mahmûd Savvâf, Resulullah’ın Pak Zevceleri (trc. Ali Arslan, Ankara 1966); Âişe Abdurrahman, Peygamberimizin Mübarek Zevceleri (trc. Selâmi Münir Yurdatap, İstanbul 1970) ve Resulullah (s.a.v.) Efendimizin Kızları ve Torunları (trc. İsmail Kaya, Konya 1991); Tahir Hoşafçı, Hz. Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi (İstanbul 1982); M. Ali Sâbûnî, Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi (İstanbul 1983); Abdullah Nasıh Ulvan, İslâm’da Dört Evlilik ve Rasulullah’ın Çok Evlenmesindeki Hikmetler (trc. İsmail Hakkı Sezer, Konya 1985); İsmail Mutlu, Peygamber Hanımları (İstanbul 1987); Abdullah Öztürk, Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik (Ankara 1988); Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Eşleri ve Aile Hayatı (İstanbul 1991); Eş Olarak Hz. Muhammed: Kutlu Doğum Tutanakları 2 (Ankara 1998); Huriye Martı, Rasulullah’ın (s.a.v.) Hanımları Konu Alan Hadîs-i Şeriflerinin Değerlendirilmesi (yüksek lisans tezi, 1998, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); İbrahim Canan, Aile Reisi ve Baba Olarak Hz. Peygamber (İstanbul 1999); Adem Saraç, Peygamberimizin Hanımları: Müminlerin Anneleri (İstanbul 2001); Sadrettin Gümüş, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Aile Hayatı (İstanbul, ts. [Ravza Yayınları]); Hz. Peygamber ve Aile Hayatı (yayına haz. İsmail Lütfi Çakan, İstanbul, ts. [İslâmî İlimler Araştırma Vakfı]).

Resûlullah’ın ahlâk ve şemâiline dair çalışmaların başlıcaları şunlardır: Daniş Remzi Korok, Hazreti Muhammed’in Şemâili ve Yaşayış Tarzları (İstanbul 1941); A. Şükrü Kılıç, Ahlâk Önderi (Kayseri 1949); Sabri Cemil Yalkut, Hazreti Muhammed ve Şemâil-i Şerifleri (İstanbul 1957); Abdurrahman Azzâm, Büyükler Büyüğü Resûl-i Ekrem’in Örnek Ahlâkı ve Kahramanlığı (trc. Hayrettin Karaman, İstanbul 1964); Şaban Aykın, Nûr-ı Muhammediyye ve Şemâil-i Şerif (İstanbul 1967); H. Abdülhalim Akkul, Şemâil-i Şerife (İstanbul 1968); Tirmizî, Şemâil-i Şerife, Resulullah (s.a.v.)’in Yaşayışı, Tavır ve Hareketleri (trc. Mevlânâ Hasan Hüsâmeddin Nakşibendî, s.nşr. Mehmet Sadık Aydın, Ankara 1976); Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Şemâilü’r-Resul: Hz. Peygamberin Şemâili ve Hususiyetleri (trc. Naim Erdoğan, İstanbul 1983); Habil Şentürk, Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı (İstanbul, ts.); İbrahim Bayraktar, Hz. Peygamber’in Şemâili (İstanbul 1990); Mehmet Zahit Kotku, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Şemâil, Ahlâk ve İtiyatları (İstanbul 1993); Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî, Hz. Peygamber’in Edep ve Ahlâkı (trc. Naim Erdoğan, İstanbul 1995); Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili (İstanbul 1997); İshak Halis, Peygamberlik İçin Gerekli Sıfatlar Açısından Hz. Peygamber’in Fetaneti


(doktora tezi, 1997, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Sehilan Biler, Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in Şahsiyeti (doktora tezi, 1998, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); H. Musa Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü (doktora tezi, 1999, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Muhittin Akgül, Kur’an’da Hz. Muhammed’in Özellikleri (İzmir 2002).

Tıbb-ı nebevî alanında yapılan çalışmalardan bazıları şöylece sıralanabilir: Mahmut Denizkuşları, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadislerde Tıp (İstanbul 1981); Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevî Ansiklopedisi (I-II, Ankara 1993); İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Tıp (Ankara 1995); Ebû Nuaym el-İsfahânî, Tıbb-ı Nebevî (trc. Ahmed-i Dâî, yayına haz. Önder Çağıran, İstanbul 1996); Ömer Dönmez, Resulullah’ın Hasta Tedavileri ve Şifa Hazineleri (İstanbul, ts. [Hisar Yayınevi]).

Hz. Peygamber’in mûcizelerine dair çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Velîd el-A‘zamî, Hz. Muhammed’in Mucizeleri (trc. M. Sadık Aydın, Ankara 1975); Ali Rıza Karabulut, Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Mucizeleri (Ankara 1976); Namık Yazıcı, Peygamberimizin Mucizeleri (İstanbul 1987); Halil İbrahim Acıpayamlı, Peygamberimizin Hayatı ve Mucizeleri (İstanbul 1987); İbrahim Bayraktar, Hz. Peygamber’in Mucizeleri: Delâilü’n-Nübüvve (Erzurum 1991); Süleyman Mollaibrahimoğlu, Mirac Gerçeği (İstanbul 1991); Süyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri (trc. Ömer Temizel, Konya, ts.); Metin Özdemir, Miraç (yüksek lisans tezi, 1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); İsmail Mutlu, Peygamberimizin Mucizeleri (İstanbul 1998); Yavuz Ünal v.dğr., Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslâmda Mirac (Ankara 1996); Erdinç Ahatlı, Muhaddislere Göre Peygamberlik Delilleri: Delâilü’n-Nübüvve (doktora tezi, 1999, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Halil İbrahim Bulut, Nübüvveti İspat Açısından Hissi Mucizeler (doktora tezi, 2001, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Şarkiyatçıların Resûl-i Ekrem hakkındaki iddialarına cevap vermek amacıyla telif edilen eserler arasında şunlar zikredilebilir: Manastırlı İsmâil Hakkı, Hak ve Hakikat (İstanbul 1329); Ahmet Hamdi Akseki, Hâtemü’l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi (İstanbul 1922, 1923); İsmail Fenni, Kitâb-ı İzâle-i Şükûk (İstanbul 1928); Mustafa Âsım Köksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihi’ndeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961); Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar (İstanbul 1969); Ali Osman Ateş, Oryantalistlerin Hz. Peygamber ile İlgili İddialarına Cevaplar (İstanbul 1996); Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar (İstanbul 1997).

Hz. Peygamber’in kutsal kitaplardaki yerine dair şu eserler yazılmıştır: Ömer Fevzi Mardin, Hz. Muhammed Efendimizin Nebî Olarak Geleceği Hakkında Evvelki Mukaddes Kitapların Tebşiratı (İstanbul 1951); A. H. Deedat, Eski ve Yeni Ahid’de Hz. Muhammed (trc. Şinasi Siber, Ankara 1960, 1972); Mehmet Kemal Pilavoğlu, Musa (a.s.) Muhammed (a.s.)’ı Müjdeliyor (Ankara 1966); Abdülahad Dâvûd, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed (a.s.) (trc. Nusret Çam, İzmir 1988); A. H. Vidyarthi - U. Ali, Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (trc. Kemal Karataş, İstanbul 1994).

1980’li yıllardan sonra ilâhiyat fakültelerinde Resûl-i Ekrem’le ilgili akademik çalışmaların bu konudaki literatüre dikkate değer bir zenginlik kattığı görülmektedir. Çeşitli üniversitelere bağlı yirmi civarındaki ilâhiyat fakültesinin dergileri yanında 1989 yılından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen Kutlu Doğum Haftası’ndaki bilimsel toplantılarda sunulan tebliğleri ihtiva eden kitaplarla İslâm Medeniyeti Dergisi, İslâmî Araştırmalar, Diyanet Dergisi, Diyanet İlmî Dergi, Nesil, İslâmiyât ve Marife gibi dergilerde Hz. Peygamber hakkında çok sayıda makale yer almaktadır (bir listesi için bk. Demircan, s. 26-31, 34, 36, 37, 39, 42, 45).

Farsça. Hz. Peygamber hakkında Arapça yazılmış birçok temel kaynak daha ilk asırlardan itibaren Farsça’ya çevrilmiştir. Klasik eserlerden Taberî’nin Târîħu’l-ümem ve’l-mülûk’ü, İzzeddin İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil’i gibi umumi tarihlerle İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’si, Vâkıdî’nin el-Meġāzî’si, İbn Sa‘d’ın eŧ-Ŧabaķātü’l-kübrâ’sı, Tirmizî’nin Şemâǿilü’n-nebî’si, Kādî İyâz’ın eş-Şifâǿı, Tabersî’nin Mekârimü’l-aħlâķ’ı, İbn Seyyidünnâs’ın ǾUyûnü’l-eŝer’i, Saîdüddin Muhammed b. Mes‘ûd el-Kâzerûnî’nin el-Münteķā min sîreti’l-mevlidi’n-nebiyyi’l-Muśŧafâ’sı gibi eserler Farsça’ya tercüme edilmiştir (Storey, I/1, s. 61 vd., 173 vd.). Farsça telif edilen Gerdîzî’nin Zeynü’l-aħbâr’ı, Minhâc-ı Sirâc el-Cûzcânî’nin Ŧabaķāt-ı Nâśırî’si, Beyzâvî’nin Nižâmü’t-tevârîħ’i, Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî’nin CâmiǾu’t-tevârîħ’i, Benâkitî’nin Ravżatü üli’l-elbâb’ı, Hamdullah el-Müstevfî’nin Târîħ-i Güzîde’si, Hâfız-ı Ebrû’nun MecmaǾu’t-tevârîħ’i, Şükrullah’ın Behcetü’t-tevârîħ’i, Mîrhând’ın Ravżatü’ś-śafâ’sı, Gıyâseddin Hândmîr’in Ĥabîbü’s-siyer ve Ħulâśatü’l-aħbâr’ı, Mîr Yahyâ Kazvînî’nin Lübbü’t-tevârîħ’i gibi umumi tarihlerde de Hz. Peygamber’den bahsedilmektedir.

Doğrudan Resûl-i Ekrem hakkında olan birçok eserin belli başlıları şunlardır: Ömer b. Sadrüşşerîa el-Evvel el-Mahbûbî, Meǿâŝirü’l-iķbâl; müellifi belli olmayan Hümâyûnnâme; Fîrûzâbâdî, Sifrü’s-saǾâde; Abdülazîz Muhyî el-Hisârî, Siyerü’n-nebî; Emîr Asîlüddin Hüseynî-i Şîrâzî, el-Müctebâ fî sîreti’l-Muśŧafâ; Pîr Cemâl Erdistânî, Beyân-ı Ĥaķāyıķ-ı Aĥvâl-i Seyyidü’l-mürselîn; Nûreddin Muhammed-i Kâzerûnî, Mevlûd-i Ĥażret-i Risâletpenâh-ı Muĥammedî; Abdurrahman-ı Câmî, Şevâhidü’n-nübüvve; Muîn el-Miskîn, MeǾâricü’n-nübüvve; Cemâl Hüseynî-i Şîrâzî, Ravżatü’l-aĥbâb fî siyeri’n-nebî ve’l-âl ve’l-aśĥâb, Ahmed b. Tâceddin Hasan-ı Esterâbâdî, Âŝâr-ı Aĥmedî; Nizâm-ı Muammâyî, SaǾâdetnâme; Hayretî, Şâhnâme-i Ĥayretî; Abdülevvel Zeydpûrî, Siyer-i Nebevî; Sarfî-i Keşmîrî, Meġāzi’n-nebî; Hâce Muhammed b. Dihdâr Fânî-i Şîrâzî, Mevlûdnâme; Abdülhak b. Seyfeddin ed-Dihlevî, Medâricü’n-nübüvve; Mîr Muhammed Sâlih Keşfî, İǾcâz-ı Muśŧafavî; Mesîh Kayrânevî Pânîpetî, Peyġāmbernâme; Mirza Muhammed Refî‘ Bâzil (tamamlayan Ebû Tâlib-i İsfahânî), Ĥamle-i Ħaydarî; Muhammed Bâkır-ı Meclisî, Ĥayâtü’l-ķulûb; Abdülahad-ı Sirhindî, Ħazâǿin-i Nübüvvet, Molla Alî-i Fürûşânî, Câm-ı Gîtînümâ; Sabâ-yı Kâşânî, Ħudâvendnâme; Mahmûd Mirza Kaçâr, Münteħab-ı Maĥmûd; Abdürrahîm Safîpûrî, Nûrü’l-îmân; Bismil-i Şîrâzî, Baĥrü’l-leǿâlî; Râcî, Manžûme-i Ĥaķāyıķ; Molla Muhammed Şerîf-i Buhârî, Ravżatü’t-tevârîħ; Sürûş-i İsfahânî, Ordîbihiştnâme; İhsânullah Leknevî, Aĥsenü’l-ķaśaś; Sâgar-ı İsfahânî, Mužaffernâme; Muhammed Hüseyn-i Gürgânî-i Rabbânî, Maķśadü’ŧ-ŧâlib.


XX. yüzyılda Hz. Muhammed’le ilgili kaleme alınan bazı eserler şunlardır: Seyyid Hüseyin Sadr-ı Şîrâzî, Peyâmber-i İslâm (Tahran 1337); Seyyid Gulâmrızâ Saîdî, Büzürgterîn-i Merd-i Târîħ (Tahran 1338 hş.), Zindegânî-yi Muĥammed (Tahran 1340 hş.); Hüseyin İmâdzâde-i İsfahânî, Pîşvâ-yi İslâm (Tahran, ts.); Ali Cevâhir-i Kelâm, Muĥammed Resûlullāh (Tahran 1339 hş.); Muhammed Ali Halîlî, Teǿŝîr-i Şaħśiyyât-i Muĥammed (Tahran, ts.); Ebû Türâb Hidâyî, Râz-ı BiǾŝet (Tahran, ts.); Ahmed Sâbir-i Hemedânî, Muĥammed ve Zimâmdarân (Kum 1346 hş.); Seyyid Hâşim Resûlî Mahlatî, Zindegânî-yi Muĥammed Peyâmber-i İslâm (Tahran 1348 hş.); Muhammed Cevâd Mantıkī, Muĥammed ve Mektebet-i Diraħşâneş (Tahran 1349 hş.); Mehdî Süheylî, Muĥammed Resûlullāh (Tahran 1351 hş.); Murtazâ Mutahharî, Peyâmber-i Ümmî, Ħâtem-i Nübüvvet (Kum 1360 hş.); Muhammed Ali Âkifî, Peyġāmber ü Yârân-ı Û (Tahran 1366 hş.); Muhammed Takī Lisânülmülk, Nâśıĥu’t-tevârîħ-i Zindegânî-yi Peyâmber (I-II, Tahran 1370); Ca‘fer Murtazâ Âmilî, Sîre-i Śaĥîĥ-i Peyâmber-i Büzürg-i İslâm: TaǾziye, Taĥlîl, Berresî (I-II, Kum 1370-1373); Misâk Emîrfecr, Peyâmber (I-XX, Tahran 1373-1377 hş.); Murtazâ Nazîrî, Dâstânhâ ve Dershâ-yi ez-Zindegî-yi Peyâmber-i İslâm (Tahran 1373 hş.); Hasan İslâmî, Muĥammed (ś.Ǿa) Peyâmber-i Raĥmet (Kum 1375 hş.); Mehdî Âyetullahî, Dâstân-ı Zindegî-yi Peyâmber-i İslâm (ś), ez Tevellüd tâ Vefât (Tahran 1378 hş.); Zeynelâbidîn Rehnümâ, Peyâmber (Tahran 1378 hş.); Abbas Kadyânî, Hażret-i Muĥammed (Tahran 1378 hş.); Muhammed İbrâhim Âyetî, Târîħ-i Peyâmber-i İslâm (Tahran 1379 hş.); Muhammed Rızâeddin Perver, Âħirîn-i Peyâm ber Âħirîn-i Peyâmber (Tahran 1379 hş.); Esedullah Afşar, Şest u Sâl bâ Peyâmber-i Ekrem (I-III, Tahran 1379 hş.); Cevâdî Âmülî, Sîre-i Peyâmber (Ǿas) der Ķurǿân (I-II, Kum 1379); Hüseyin Hüseynî, Peyâmber-i Vaĥdet (Tahran 1379 hş.); Ahmed Abîdî, Peyâmber der Ħâne (Tahran 1380 hş.); Ali Ma‘sûmî, Seferhâ-yı Muĥammed (ś.Ǿa) (I-V, Tahran 1380 hş.); Fahreddin Hicâzî, Pejûheşî der Bâre Peyâmber e Ķurǿân (Tahran 1380); Ebü’l-Hasan Hüseyn-i Edyânî, Pejûheşî der Târîħ-i Peyâmber-i İslâm (I-II, Tahran 1381 hş.).

Batı Dilleri. Müslüman müellifler tarafından Hz. Peygamber hakkında yazılan eserlerden bazıları şöylece sıralanabilir: Syed Ameer Ali, A Critical Examination of the Life and Teaching of Muhammad (The Spirit of Islam) (Calcutta 1891); Abu al-Fazl Mirza, The Life of Muhammad (Calcutta 1910); Abd al-Rahim Maulawi Dard, Leven en Leeringen van Muhammad (Amsterdam 1925); Essad Bey, Mohammed: Eine Biographie (Berlin 1932); Sirdar Ikbal Ali Shah, Mohamed the Prophet (London 1932); Muhammad Hamidullah, Corpus des documents sur la diplomatie musulmane à l’époque du prophete et des khalifes orthodoxes (Paris 1935); a.mlf., The Battlefields of the Prophet Muhammad (Woking 1953), Le Prophète de l’Islam: sa Vie et son Oeuvre (I-II, Paris 1959) ve The Prophet’s Establishing a State and His Succession (Paris 1986); Abd al-Karim Maulawi, The Prophet of Islam and His Teachings (Calcutta 1936); Ali Alsafi, Muhammed als Sozialreformer (Heidelberg 1944); F. R. Hajj Hakim, The Life of Muhammad (London 1948); Khurshid Ahmad (ed.), The Prophet of Islam (Karachi 1966); Khalifa Abdul Hakim, The Prophet and His Message (Lahore 1972); Parveen Shaukat Ali, The Prophet as the World’s Great Lawgiver (Lahore 1976); Syed Shahid Husain, Misconception about Prophet Mohammad (Karachi 1976); Mustafa K. Khattak, Islam, The Holy Prophet and Non-Muslim World (Lahore 1976); Fida Hussain Malik, Wives of the Prophet (Lahore 1977); Ziauddin Sardar, Muhammad: Aspects of His Biography (Leiceseter 1979); Afzalur Rahman, Muhammad: Blessing for Mankind (London 1979), Muhammad as a Military Leader (London 1980) ve Encyclopaedia of Seerah (I-IV, London 1982); Abd al-Hamid Siddiqi, The Life of Muhammad (Lahore 1980); Hafiz Ghulam Sarwar, Muhammad the Holy Prophet (Lahore 1980); S. M. Madni Abbasi, Family of the Holy Prophet (Karachi 1982); Murtaza Mutahhari, Le prophete ummi (Tahran 1982); Muhammad Zafrulla Khan, Muhammad: Seal of the Prophets (London 1982); Seyyed Hossein Nasr, Muhammad: Man of Allah (London 1982); Majid Ali Khan, Muhammad the Final Messenger (Lahore 1983); Abdul-Ahad Dawud, Muhammad in the Bible (Doha 1987); Tahia al-Ismail, The Life of Muhammad (London 1988); Qutubuddin Aziz, The Prophet and the Islamic State (Karachi 1990); Zakaria Bashier, Sunshine at Madinah: Studies in the Life of the Prophet Muhammad (Leicester 1990); Rafiq Zakaria, Muhammad and the Qur’an (London 1991); Mohammad Mahmoud Ghali, The Prophet Mohammad and the First Muslim State (Beyrut 1992); Zafar Ali Qureshi, Prophet Muhammad and His Western Critics (I-II, Lahore 1992); Gulzar Ahmad, Muhammad and His Constitutional Charter (Lahore 1993); Abdul Waheed Khan, The Personality of Allah’s Last Messenger Muhammad Mustafa (s.a.) (Karachi 1995); Kamal Abdel-Malek, Muhammad in the Modern Egyptian Popular Ballad (Leiden 1995); M. A. Salahi, Muhammad: Man and Prophet, a Complete Study of the Life of the Prophet of Islam (Shaftesbury 1995); Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad in the West: a Study of Muir, Margoliouth and Watt (Leicester 1996); Yusuf Islam, The Life of the Last Prophet (London 1996).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), tür.yer.; Osmanlı Müellifleri, I-III, tür.yer.; Storey, Persian Literature, I/1, s. 61 vd., 172-207; Brockelmann, GAL, bk. İndeks; Enver Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası, İstanbul 1952-87, I-IV, bk. İndeks; Muhammad Maher Hamadeh, Muhammad the Prophet: A Selected Bibliography (doktora tezi, 1965), The University of Michigan; a.e.: MerâciǾ muħtâre Ǿan ĥayâti Resûlillâh, Riyad 1402/1982; Sezgin, GAS, bk. İndeks; Osman Öztürk - Bekir Topaloğlu, Cumhuriyet Devrinde Yayınlanan İslâmî Eserler Bibliyografyası, Ankara 1975; Selâhaddin el-Müneccid, MuǾcem mâ üllife Ǿan Resûlillâh, Beyrut 1402/1982; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1984, I, tür.yer.; a.mlf., “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, TDAY Belleten (1972), s. 35-80; Munawar Ahmad Anees - Alia N. Athar, Guide to Sira and Hadith Literature in Western Languages, London-New York 1986; Fâruk Hamâde, Meśâdirü’s-sîreti’n-nebeviyye ve taķvîmühâ, Dârülbeyzâ 1410/1989; Abdullah Köse, Delâilü’n-Nübüvve Eserleri (yüksek lisans tezi, 1989), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Alim Yıldız - Tahsin Koçyiğit, İlahiyat Fakültesi Dergileri Makale ve Yazarlar Fihristi (1952-2002), Ankara 2002, tür.yer.; Adnan Demircan, Cumhuriyet Dönemi (1923-2001) İslâm Tarihi ve Medeniyeti Çalışmaları (Bir Bibliyografya Denemesi), İSAM Ktp., nr. 99788, s. 16-31, 34, 36, 37, 39, 42, 45, ayrıca bk. tür.yer.

Casim Avcı





Urduca.

Hint alt kıtasında siyer alanındaki eserler çoğunlukla Farsça, Arapça ve Urduca kaleme alınmıştır. Bengālî, Sindî, Belûcî, Pencâbî, Peştu ve İngiliz dillerinde de çalışmalar olmakla birlikte bunlar


fazla değildir (bu dillerdeki siyer çalışmaları için bk. Enver Mahmûd Hâlid, s. 205-206; Şeyh Muhammed İkrâm, Rûd-i Kevŝer, s. 501; Sîret-i Ħayrü’l-enâm, s. 771-782; Saîdullah Kādî, XIV [1977], s. 385-395, 606-624; UDMİ, XIX, 306-309). Sonraki dönemlere etkisi bakımından Abdülhak ed-Dihlevî’nin (ö. 1052/1642) Farsça Medâricü’n-nübüvve’si (I-II, Delhi 1229/1814) özellikle zikredilmelidir. Bu kitabın Urduca tercümeleri de yapılmış (Minhâcü’n-nübüvve [trc. Hoca Abdülmecîd], I-II, Leknev 1889; Urdu Tercüme Medâricü’n-nübüvve [trc. Şemsülhasan Şems Birelvî], Karaçi 1968; Urdu Tercüme Medâricü’n-nübüvve [trc. Gulâm Muînüddin Naîmî], I-II, Karaçi 1972) ve aslından daha çok yayılmıştır. Urdu dilinde yazılan ilk siyer kitabının Gîsûdırâz’ın (ö. 825/1422) eserleri arasında sayılan Risâle Sîretü’n-nebî olduğu ileri sürülmektedir (Enver Mahmûd Hâlid, s. 204-205). X. (XVI.) yüzyılın ortalarından itibaren Urduca siyer kitaplarında bir artış görülürse de tercümeler dışında ciddi bir çalışma göze çarpmamaktadır. Ya‘kūb b. Hasan Sarfî-i Keşmîrî Meġāzi’n-nebî adıyla manzum bir risâle, Muhammed b. Fazlullah Burhânpûrî et-Tuĥfetü’l-mürsele ile’n-nebî isimli bir kitap kaleme almıştır. Burhânpûrî’nin eseri üzerine şerh ve hâşiye çalışmaları yapılmıştır. Dekken Urducası ile (Dekkenî) XVIII. yüzyılın sonuna kadar yazılan eserlerin sayısı oldukça azdır. Heşt Bihişt adlı manzum bir siyer kitabı bulunan Muhammed Bâkır Âgâh’ın mensur Riyâżü’s-siyer’i mevcut en eski tam siyer kitabıdır. Eserin bilinen üç nüshası Haydarâbâd Dekken’deki Andra Pradeş Central Library’de bulunmaktadır (Fenn-i Siyer, nr. 35, 480). Kerâmet Ali Caunpûrî, Tirmizî’nin Şemâǿilü’n-nebî’sini Envâr-ı Muĥammedî adıyla Urduca’ya çevirmiştir (Mîrat, ts. [Matbaa-i Şevketü’l-metâbi‘]). Seyyid Abdülgafûr tarafından telif edilen Tecelliyâtü’l-envâr’da sağlam rivayetler kullanılmış, sonunda Hulefâ-yi Râşidîn’in hayatına da yer verilmiştir. Seyyid Emîrüddin Hüseyin Mümtâzü’t-tefâsîr adıyla bir siyer kitabı yazmıştır. Dekken Urducası ile kaleme alınan son mensur siyer kitabı, Kadı Bedrüddevle Muhammed Sıbgatullah’ın Fevâǿid-i Bedriyye’sidir (Madras 1263/1847; Haydarâbâd-Dekken 1350/1932).

Özellikle Dekken bölgesinde eski Dekken Urducası ile başlayan manzum siyer çalışmaları daha çok mevlidnâme (mîlâdnâme), mi‘racnâme, vefatnâme, şemâilnâme türünde hazırlanmıştır. Abdülmâlik Behrôçî’nin, Abdüllatîf’in, Emîn Gucerâtî’nin, Rahmetullah İlâhâbâdî’nin ve Muhammed Kifâyet Ali Kâfî’nin mevlidnâmeleri; Seyyid Bulâkī’nin, Seyyid Mîrân Hâşimî’nin, Muhammed b. Müctebâ Mehdevî’nin ve Mîr Kudretullah Kāsım’ın mi‘racnâmeleri; Abdüllatîf’in, Emîn Gucerâtî’nin ve Mîr Velî Feyyâz Velî’nin vefatnâmeleri bunlar arasında sayılabilir (a.g.e., s. 234-238, 275; Efser Sıddîkī Amrohavî, II, 480-481). Mevlidnâme geleneği nesir olarak da erken dönemden günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Mevlidnâmelerden ve diğer türlerdeki eserlerden bazıları şunlardır: Abdülcelîl, İĥyâǿü’l-ķulûb fî mevlûdi’l-maĥbûb (Madras 1217); Seyyid Eşref Şemsî, Risâletü’l-miǾrâc (Haydarâbâd-Dekken 1248/1832); Şah Selâmetullah Leknevî, Mevlûd-i Şerîf (Leknev 1260, 1266); Muhammed Tâhir, Mevlûd-i Ŧâhiriyye (Bombay 1264); Şah Raûf Ahmed Re’fet, Merġūbü’l-ķulûb fî miǾrâci’l-maĥbûb (Ray Vilor 1272); Gulâm İmâm Şehîd İlâhâbâdî, Hüdâ ki Raĥmet (Madras 1860); a.mlf., Mevlûd-i Şerîf-i Bahâriyye (Madras 1860); Mirza Ali, Mevlûd-i Arż-ı Bahâr (Leknev 1284/1867); Muhammed Zahîrüddin Bilgrâmî, Esrâr-ı Nübüvvet (Leknev 1287/1870); Muhammed Takī Han Birelvî, Sürûrü’l-ķulûb fî źikri’l-maĥbûb (Kanpûr 1288/1871); Muhammed Ahsen Amrohavî, Âftâb-ı ǾÂlemtâb (Delhi 1876); Hâlî, Mevlûd-i Şerîf (Pânipat 1932); Muhammed Emîr, Eźkâr-ı Muĥammedî (Agra 1877); a.mlf., Envâr-ı Muĥammedî (Agra 1878); Muhammed Hasan, Nûrü’l-ebśâr fî źikri ħayri’l-ebrâr (Leknev 1880); Muhammed İsmâil, Nûr-i Muĥammedî (Mîrat 1883); Bâkır Ali Han Leknevî, Źekâǿü’l-hüdâ fî mevlidi Muĥammed Muśŧafâ (Leknev 1890); Burhâneddin, Mîlâd-ı Şerîf (Haydarâbâd-Dekken 1887); Seyyid Server Ali, Mîlâd-ı Server-i Enbiyâǿ (Leknev 1892); Mahmûd Hasan Celîl Bedâûnî, Bâġ-ı Resûl (Bireli 1898); Şah Ahmed Saîd Müceddidî, SaǾîdü’l-beyân fî mevlidi seyyidi’l-ins ve’l-cân (Delhi 1905; Haydarâbâd 1385); Envârullah Han, Envâr-ı Aĥmedî (Haydarâbâd-Dekken 1906); Ahsen Ali Han Ahsen, Aĥsenü’l-mîlâd (Benâres 1910); Mevlevî Mecîdüddin, Mîlâd-ı Mecîdî (Agra 1910); Abdülvahîd, Teźkiretü’l-ĥaķ (Delhi 1915); Seyyid Eyyûb Ahmed Sabr Şahcihanpûrî, Âftâb-ı Nübüvvet (Karaçi 1917); Meymûne Sultâne Şah Bânû, Źikr-i Mübârek (Agra 1918); Abdürrezzâk, Mîlâdnâme-i Cedîd (Leknev 1921); Hoca Hasan Nizâmî, Mîlâdnâme aor Resûl Nebî (Delhi 1922); Rahmân Ali Han, Ŧarîķa-i Ĥasene (Leknev 1923); Ebü’l-Kelâm Âzâd, Źikr-i Mîlâd (Aligarh 1925); Abdüşşekûr Leknevî, Tuĥfe-i ǾAnberiyye (Leknev 1927); Râşid el-Hayrî, Âmine ka Lâl (Delhi 1930, eserin baskı sayısı otuzu geçmiştir); Sirâceddin Ekberâbâdî, Mîlâd-ı Resûl (Agra 1930); İntizâmullah Şihâbî, Mîlâd-ı Ķamer fî źikri ħayri’l-beşer (Agra 1935); Muhammed Ekber Han Vârisî Mîratî, Mîlâd-ı Şerîf-i Ekber (Bombay-Delhi 1940).

Mensur siyerler de XVIII. yüzyıldan sonra Kuzey Hindistan Urducası ile yaygınlık kazanmıştır. Bunlar arasında Velî Velorî’nin Ravżatü’l-enver, Muhammed Sıddîk Lahorî’nin Silkü’d-dürer, Muhammed Ecmel’in Sîret-i Ķurǿâniyye, Seyyid Server Ali’nin Sevâniĥ-i ǾÖmrî Ĥażret-i Muĥammed adlı eserleri sayılabilir. Daha sonra Batılılar’ın çalışmalarına karşı siyer kitaplarında ciddi bir artış olmuştur. İnâyet Ahmed Kâkûrî’nin 1275’te (1858) hapiste iken yazdığı Tevârîħ-i Ĥabîb-i İlâh önemli bir eserdir (Kanpûr 1281; Diyûbend 1950). Kâkûrî’nin Seyyidü’l-aħyâr adlı bir siyer kitabı daha vardır. Modernist Seyyid Ahmed Han’ın Cilâǿü’l-ķulûb bi-źikri’l-maĥbûb’u (Delhi 1259/1843) küçük hacmine rağmen Resûl-i Ekrem’in hayatının bütün safhalarını ele almaktadır. Müellif, eserini mevlidnâmelerdeki uydurma rivayetlere bir tepki olarak yazdığını söylediği halde otuz altı yıl sonra kaleme aldığı bir yazısında eserde anlattığı olayların büyük bir kısmının zayıf ve uydurma rivayetlere dayandığını belirtmiştir (Maķālât-ı Sör Seyyid, VII, 31-35). Seyyid Ahmed Han’ın, Sir William Muir’in The Life of Mahomet adlı eserini (I-IV, London 1858-1861) tenkit için Londra’da yazıp müsveddesinden İngilizce’ye çevirttiği (Life of Mohammed / A Series of Essays on the Life of Mohammed, London 1870) Ħuŧabâtü’l-Aĥmediyye Ǿale’l-ǾArab ve’s-sîretü’l-Muĥammediyye (Aligarh 1887) yazım tarzı bakımından yeni bir tür olup on, on bir ve on ikinci bölümleri Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgilidir. Ancak müellif, Muir’i eleştirmekle birlikte onun mûcizelere olan itirazına mûcizeleri reddederek cevap vermiştir.

Mirza Hayret Dihlevî, Seyyid Ahmed Han’ın çizgisinde olmamakla birlikte Sîret-i Muĥammediyye (Delhi 1895) ve Sîret-i Resûl (I-VI, Delhi 1900-1910) adlı kitaplarında onun eserlerinden de istifade


etmiştir. Kerâmet Ali Dihlevî Sîret-i Muĥammediyye’si (Bombay 1861) ve Fîrûzüddin Daskuvî Sîretü’n-nebî: Piyârey Nebî key Piyârey Ĥâlât’ı ile (I-III, Lahor 1905) siyer çalışmalarına katkı sağlamıştır. Mühr-i Nübüvvet (baskı yeri yok, 1899; Lahor 1975), Raĥmetün li’l-Ǿâlemîn (I-III, Lahor 1912-1933) ve Seyyidü’l-beşer’in (I-II, Lahor 1364/1945) yazarı Muhammed Süleyman Mansûrpûrî siyer yazıcılığında bir dönüm noktasıdır. Özellikle Raĥmetün li’l-Ǿâlemîn, Şiblî Nu‘mânî’nin yazmayı planladığı eserini geciktirmesine sebep olacak derecede önemli sayılmıştır. İslâm dünyasında yazılan siyer kitaplarının başında Şiblî Nu‘mânî ile talebesi Seyyid Süleyman Nedvî’nin kaleme aldığı Sîretü’n-nebî gelmektedir. Batılılar’ın siyer kitaplarında ileri sürdüğü iddialar üzerine Şiblî 1905’te başlayıp bıraktığı çalışmasına 1912’de devam etmiş, 1914’te vefatı üzerine Nedvî, III. ciltten aldığı eserin yazımını yedi cilt olarak tamamlamıştır (I-VI, A‘zamgarh 1918-1938; VII, Karaçi 1980). Ömer Rıza Doğrul tarafından kısmî olarak Türkçe’ye çevrilen kitap (İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet, I-V, İstanbul 1928) başka dillere de tercüme edilmiştir (bk. ASR-ı SAÂDET). Seyyid Süleyman Nedvî, Madras’taki Muslim Educational Association of Southern India’nın daveti üzerine Ekim-Kasım 1925’te Resûl-i Ekrem hakkında Urduca sekiz konferans vermiş, bunlar Ħuŧabât-i Madrâs adıyla yayımlanmıştır (Madras 1926). Kitap birkaç defa İngilizce’ye (Muhammad the Ideal Prophet [trc. Mohiuddin Ahmad], Leknev 1977; Lahor 1990), ayrıca Arapça ve Türkçe’ye (Hazreti Muhammed [aleyhisselâm] Hakkında Konferanslar [trc. Osman Keskioğlu], Ankara, ts. [DİB yayını]) çevrilmiştir.

Eşref Ali Tehânevî Neşrü’ŧ-ŧîb fî źikri’n-nebiyyi’l-ĥabîb (Lahor-Karaçi, ts. [Tâc Company]), Mîlâdü’n-nebî (haz. Münşî Abdurrahman Han, Mültan 1959) ve Ĥabîb-i Ħudâ adıyla üç eser kaleme almıştır. Ebû Reşîd Muhammed Abdülazîz’in Sevâniĥ-i ǾÖmrî Ĥażret-i Resûl-i Kerîm’i (Lahor 1338/1921) klasik tarzda bir siyer kitabıdır. Aligarh Koleji’nden Seyyid Nevvâb Ali’nin Teźkiretü’l-Muśŧafâ (Aligarh 1907) ve Hemârey Nebî (Bopal 1910) adlı eserlerleri ders kitabı olarak seçilmiş, Sîret-i Resûlullâh’ı ise (1931; Karaçi 1966) 1926’da Maratî Ansiklopedisi’nde çıkan bir maddede Margoliouth’a dayandırılan iddialar üzerine yazılmıştır. Abdürraûf Kādirî Dânâpûrî, Eśaĥĥu’s-siyer adlı çalışmasında (Karaçi 1975, 1982) Resûl-i Ekrem’in gazveleriyle ilgili ayrıntılı bilgi vermiştir. M. İbrâhim Mîr Siyâlkûtî Sîretü’l-Muśŧafâ (I-II, Siyâlkût 1973, 2. bs.) ve Târîħ-i Nebevî (I-II, Amritsar 1941-1947; I-II, Siyâlkût 1973); Senâullah Amritsarî Muĥammed-i Rişî (Amritsar 1923), Muķaddes Resûl (Amritsar 1925) ve Ħaśâǿiśü’n-nebî; Abdülhalîm Şerar Sevâniĥ-i Ħâtemü’l-mürselîn (Leknev 1919) ve Cûyâǿey Ĥaķ (Dilefrûz dergisinde 1917, 1919 ve 1921 yıllarında tefrika edilmiştir) adlı eserleri kaleme almıştır. Muhammed Ali Lahorî’nin Sîret-i Ħayrü’l-beşer’i bu konudaki en geniş çalışmadır (Lahor 1919). Muĥammed Muśŧafâ adıyla bir muhtasarı da bulunan kitabın (Lahor 1929) İngilizce çevirisi Muhammed Ya‘kūb Han tarafından gerçekleştirilmiştir (Muhammad the Prophet, Lahor 1924). Bu tercüme de ihtisar edilmiştir (The Prophet of Islam, Lahore 1928, 1932). Ömer Rıza (Doğrul) eseri Peygamberimiz Aleyhi’s-selâm (İstanbul 1341-1342), Ali Genceli Peygamberimizin Hayatı: Siretü’n-Nebi (Ankara, ts. [Nur Yayınları]) adıyla Türkçe’ye çevirmiştir. Hıfzurrahman Siyuharvî’nin Sîret-i Resûl-i Kerîm (Nûrü’l-baśar fî sîreti ħayri’l-beşer, Dabil-Sûrat 1935), Belâġ-ı Mübîn yaǾnî Mekâtib-i Seyyidü’l-mürselîn (Delhi 1932; Lahor 1977); Menâzir Ahsen Geylânî’nin en-Nebiyyü’l-ħâtim (Lahor 1936, 1392/1972); Muhammed İdrîs Kandehlevî’nin Sîretü’l-Muśŧafâ (I-IV, Diyûbend 1941-1966; I-III, Lahor 1977, 1985; nşr. M. Sa‘d Sıddîkī, I-II, Lahor 1992), Žuhûr-i Ħâtemü’l-enbiyâǿ ve’l-mürselîn: Beşâretü’n-nebiyyîn (Leknev 1933), Miskü’l-ħitâm fî ħatmi’n-nübüvveti Ǿalâ Seyyidi’l-enâm (Mültan 1371/1952; Lahor 1977); Muhammed Şefî‘ Diyûbendî’nin Sîret-i Ħâtemü’l-enbiyâǿ (Bombay, ts. [Mektebe-i Eşrefiyye]; Karaçi 1968, 54. bs.) ve Nûrbahş Tevekkülî’nin Sîret-i Resûl-i ǾArabî (Lahor 1938, 1945, 1957, 1979), Ĥilyetü’n-nebî, MiǾrâcü’n-nebî, MuǾcizâtü’n-nebî, Ġazavâtü’n-nebî (Lahor 1922) adlı eserlerini de saymak gerekir.

Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî’nin Sîret-i Server-i ǾÂlem adlı kitabı (I-II, Lahor 1978, 1979, 1980, 1983, 1989), Naîm Sıddîkī ve Abdülvekîl Alevî tarafından onun makalelerinden ve tefsirinden derlenmiş olup müellif de bazı ekleme ve düzeltmeler yapmıştır. Eser, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı ismiyle Türkçe’ye çevrilmiştir (trc. N. Ahmed Asrar, I-III, İstanbul 1992). Naîm Sıddîkī’nin Muĥsin-i İnsâniyyet’i de (Serkoda 1960; Lahor 1963, 1972) çok beğenilmiştir. Gulâm Ahmed Pervîz, MiǾrâc-ı İnsâniyyet’inde (Lahor 1976, 3. bs.) Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Muhammed’in portresini çizmiştir. Pîr Muhammed Kerem Şah Ezherî’nin Żiyâǿü’n-nebî’si en yeni çalışmalardan olup (I-VII, Lahor 1413-1418/1993-1998) eserin son iki cildinde Batılılar’ın iddialarına cevap verilmektedir. Muhammed Hamîdullah’ın da Resûl-i Ekrem ki Siyâsî Zindegî (Karaçi 1950, 1968, 1980), ǾAhd-i Nebevî meyn Nižâm-ı Ĥükümrânî (Delhi 1944) ve Ħuŧabât-i Behâvelpûr (Behâvelpûr 1401/1981) adlı kitapları vardır.

Hindistan’ın 1947’de iki devlete ayrılmasından sonra Pakistan ve Hindistan’da kaleme alınan çok sayıdaki siyer kitabından en önemlileri şunlardır: Atâullah Han Ata, Sîret-i Faħr-i Do ǾÂlem (Lahor 1964, 2. bs.); Reîs Ahmed Ca‘ferî, Risâletmeǿâb (Lahor, ts. [İşâat-i Menzil]); Mâhir el-Kādirî, Dürr-i Yetîm (Lahor 1980, 3. bs.); Molla Vâhidî, Ĥayât-ı Server-i Kâǿinât (I-II, Karaçi 1953-1957); Seyyid Âl-i Müzzemmil Pîrzâde, Şâhkâr-ı Nübüvvet (Lahor 1956); Ebû Yahyâ İmâm Han Nevşehrevî, Mükâlemât-ı Nebevî (Lahor 1957, 1978); Murtazâ Hüseyin Fâzıl Leknevî, Ħaŧîb-i Ķurǿân Nebiyy-i Âħiri’z-zamân (Lahor, ts. [Gulam Ali and Sons]); Muhammed Zafîrüddin, Üsve-i Ĥasene (Delhi 1959); Pîrzâde Şemseddin, Resûl-i Kerîm fî Ķurǿân-ı ǾAžîm (Lahor 1959); Kārî Muhammed Tayyib, Âftâb-ı Nübüvvet (I-II, Lahor 1961); a.mlf., Ħâtemü’n-nebiyyîn (Lahor, ts. [İdâre-i Osmâniyye]); Abdülmâcid Deryâbâdî, Sîret-i Nebevî-i Ķurǿânî (Lahor, ts. [Mekke Books]); Ebü’l-Kelâm Âzâd, Resûl-i Raĥmet (haz. Gulâm Resûl Mihr, Lahor 1981, 2. bs.); Şah Muhammed Ca‘fer Pelvârvî, Peyġāmber-i İnsâniyet (Lahor 1963); M. Âsâf Kıdvâî, Maķālât-ı Sîret (Leknev 1959, 1967); Seyyid Muhammed İsmâil, Resûl-i ǾArabî aor ǾAśr-ı Cedîd (Karaçi 1969); Hâlid Alevî, İnsân-ı Kâmil (Lahor 1974); Muhammed Abdülhay, Üsve-i Resûl-i Ekrem (Karaçi 1976, 1981, 12. bs.); Abdülazîz Örfî, Cemâl-i Muśŧafâ (I-IV, Karaçi 1978-1982); Nasîr Ahmed Nâsır, Peyġāmber-i AǾžam ve Âħir (Lahor 1977); Zâhir Şah Miyân Kādirî, Sîret-i Muśŧafâ (Suvât 1979); Muhammed Yûsuf Islâhî, DâǾî-i AǾžam (Lahor 1980);


Ali Asgar Çôdrî, Muĥammed śallallāhü Ǿaleyhi ve sellem (I-III, Lahor 1980-1983); Abdülmustafa A‘zamî, Sîret-i Muśŧafâ (Karaçi 1981); Muhammed Şerîf Kādî, Üsve-i Ĥasene Ķurǿân ki Rôşnî meyn (Lahor 1981); Seyyid Es‘ad Geylânî, Resûl-i Ekrem ki Ĥikmet-i İnķılâb (Lahor 1981) ve Ĥużûr-i Ekrem aor Hicret (Lahor 1981); Esed el-Kādirî, Sîretü’r-Resûl (Karaçi 1981); Muhammed Ahmed Kādirî, Ŧîbü’l-verde Şerĥ-i Ķaśîde-i Bürde-i Şerîfe (Lahor 1998), Ħaśâǿiś-i Muśŧafâ Ǿaleyhi’t-taĥıyyetü ve’ŝ-ŝenâǿ (Lahor, ts. [Encümen-i Nusretü’l-İslâm]), Medenî Tâcdâr: Mîlâd Nambır (Lahor, ts. [Makbûl-i Âm Press]; Lahor, ts. [Bezm-i Tanzîm]) ve MiǾrâc-ı Mübârek (Lahor 1351); Vahîdüddin Han, Peyġāmber-i İnķılâb: Sîret-i Pâk ka Ǿİlmî aor Târîħî MüŧâlaǾa (Yeni Delhi 1982, 1993).

Sîret özel sayıları yayımlanan Urduca dergilerin önemlileri şunlardır: Mâhnâme nižâmü’l-meşâyiħ (Delhi, Ocak 1916 / Rebîülevvel 1334, Temmuz-Ağustos 1929, Temmuz-Ağustos 1930, Haziran 1934 sayıları); el-CemǾiyye (Habîb Nambır, Delhi 1927); Pîşvâ (Tezkire-i Cemîl Nambır, Delhi, Eylül 1930, Temmuz 1931, Temmuz 1932); Mevlevî (Resûl Nambır, Delhi, 1345, 1347, 1354, 1361, 1365 yılı sayıları); Mâh-ı Nev (Sîret-i Resûl, Karaçi 1963 ve Sîret-i Pâk, Karaçi 1966); Nuķūş (Sîret Nambır, I-XIV, Lahor); Seyyâre Dacıst (Sayyarah Digest) (Resûl Nambır, I-II, Lahor 1973, 1992); Fârân (Sîret Nambır, Lahor 1982); Fikr u Nažar (Sîret Nambır, XXX/1-2, İslâmâbâd 1413/1992).

Bazı Hindular ve Sihler de siyer kitabı yazmış, bunların bir kısmı Resûl-i Ekrem’e karşı telif edilmiştir (Enver Mahmûd Hâlid, s. 467-494; Mümtâz Liyâkat, XXX/1-2 [1992], s. 355-405). Siyer yazıcılığını Resûlullah’ın aleyhine canlandıran en önemli grup ise Batılı yazarlardır. Bunların çalışmalarından bir kısmı Urduca kaleme alınmış, bir kısmı da Urduca’ya tercüme edilmiştir. Serampûr’daki British Baptist Missionary Society’nin 1807’de bastırdığı bir risâlede Hz. Peygamber’e yönelik ağır ifadeler kullanılmış, risâle bölgede müslümanlarla hıristiyanlar arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır (Potts, s. 183-184). Church Missionary Society’nin Benâres’teki temsilcilerinden William Smith ve Charles Leupolt’un Dîn-i Ĥaķ ki Taĥķīķ adlı kitaplarında da (Allahâbâd 1842, 1866, 3. bs.) Resûl-i Ekrem hakkında aşağılayıcı bir üslûp kullanılmıştır. Rahip Samuel Knowles MiǾrâc isimli bir risâle kaleme almıştır (Amritsar 1878). Onun Papaz Receb Ali ile birlikte yazdığı Risâletü’n-nebî ve berâhîn’i ile Elwood Morris Wherry’nin en-Nebiyyü’l-maǾśûm’u da hıristiyanların sîret ürünlerindendir (Enver Mahmûd Hâlid, s. 377). Sir William Muir’in The Life of Mahomet adlı eseri (London 1858-1861) ve diğer çalışmaları bölgedeki Batılılar’ın Hz. Peygamber’le ilgili temel kaynakları olmuştur. Edward Sell’in The Life of Muhammad (Madras 1913), The Battles of Badr and Uhud (Madras 1909) ve Ghazwas and Sariyas (Madras 1911) isimli kitapları Urduca’ya ve bazı bölgesel dillere çevrilmiştir. David Samuel Margoliouth’un Mohammed; The Early Development of Mohammedanism (London 1914), Hibbert Lectures 1913, Mohammed and The Rise of Islam (London 1905), Mohammedanism (London 1911) ve Relations between Arabs and Israelites prior to the Rise of Islam (London 1924), The Schweich Lectures 1921 adlı çalışmalarının da bölgedeki sîret literatürüne etkilerinden söz edilebilir.

Batılı yazarlardan nisbeten objektif davrananlar arasında İngiliz John Davenport’un An Apology for Mohammed and the Koran’ı (London 1869) Urduca’ya tercüme edilmiştir (Müǿeyyidü’l-İslâm [trc. İnâyetürrahman Han Dihlevî], 1870; Teǿyîd-i Muĥammed ve’l-Ķurǿân [trc. Mevlevî Ebü’l-Hasan], 1282/1871). Thomas Carlyle’in On Heroes Hero-Worship and the Heroic in History adlı kitabının (London 1901, 1911, 1967; Lincoln 1966) ikinci bölümü birçok defa Urduca’ya çevrilmiştir (a.g.e., s. 358-359). Godfrey Higgins, An Apology for the Life of Muhammad isimli çalışmasıyla (London 1829) Seyyid Ahmed Han’ın dikkatini çekmiş ve Seyyid Ahmed, Hz. Peygamber’in İncil’de müjdelenmesi konusunu Ħuŧabât-ı Aĥmediyye adlı kitabına aktarmıştır. Ayrıca eseri Mevlevî Muhammed Ahsen’e tercüme ettirmiştir (Ĥimâyet-i İslâm, 1873). Julius Wellhausen’in Encyclopaedia Britannica için yazdığı “Muhammed” maddesi, Mevlevî Abdülalîm Ahrârî tarafından Sîretü’n-nebî aor Müsteşriķīn adıyla tercüme edilmiştir (Delhi 1900, 1929; Batılılar’ın siyer çalışmaları için ayrıca bk. a.g.e., s. 223-227, 332-361; Birışık, s. 102-115; Muhammed Riyâz, XXX/1-2 [1992], s. 317-353).

Hıristiyanlığı kabul eden yerli halktan siyer çalışması yapanların içinde Papaz Mevlevî İmâdüddin Lâhiz’in ayrı bir yeri vardır. Onun Târîħ-i Muĥammedî’si (Amritsar 1872) bir siyer denemesidir. Ayrıca TaǾlîm-i Muĥammedî (Lahore, ts. [Punjab Religious Book Society]), Hidâyetü’l-müslimîn (Leknev, ts. [American Mission Press]) ve Taĥķīķu’l-îmân (Lahore, ts. [Punjab Religious Book Society]) adlı kitaplarında sîret bölümleri yer alır. Hâlî, Lâhiz’in Resûl-i Ekrem’e karşı ağır bir dil kullandığı bu eserlerine Tiryâķ-i Mesmûm ve Târîħ-i Muĥammedî per Münśifâne Râǿey adıyla reddiyeler hazırlamıştır (Hâmid Hasan Kādirî, s. 632-633; Enver Mahmûd Hâlid, s. 370-375). Mevlevî Çerâğ Ali’nin de TaǾlîķāt ismiyle bir reddiyesi (Leknev 1872) ve Mâriye Ķıpŧiyye adlı bir kitabı vardır (Şeyh Muhammed İkrâm, Mevc-i Kevŝer, s. 166-178). Hindistan asıllı papaz Thakur Dass, Mevlevî Gulâm-ı Nebî’nin MuǾcizât-ı Muĥammediyye ez Ķurǿân adlı risâlesine (Amritsar 1894) cevap olarak Muĥammed bî Kerâmât’ı (Lahore, ts. [Punjab Religious Book Society]) kaleme almıştır. Onun Sîret-i Mesîĥ u Muĥammed adlı bir kitabı daha vardır (Wherry, s. 88-93).

BİBLİYOGRAFYA:

W. Smith - C. Leupolt, Dîn-i Ĥaķ ki Taĥķīķ, Allahâbâd 1866, s. 90; E. M. Wherry, The Muslim Controversy, Madras 1905, s. 16-36, 88-93, 105-107; Abdülhak, Ķāmûsü’l-kütüb: Urdû, Karaçi 1961, I, 659, 691-774, 800; Seyyid Ali Şah, Urdû meyn Sevâniĥ Nigârî, Karaçi 1961, s. 244; Kādî Şihâbüddin, Urdû meyn Mîlâdnâmey (doktora tezi, 1964), Nagpur University, Hindistan; Hâmid Hasan Kādirî, Dâstân-ı Târîħ-i Urdû, Karaçi 1966, s. 632-633; E. D. Potts, British Baptist Missionaries in India, Cambridge 1967, s. 183-184; Şeyh Mübârek Mahmûd Pânîpetî, Sîret-i Resûl: Urdû Kitâbôn ki CâmiǾ Fihrist, Lahor 1973; Mümtâz Manglorî, Şerar key Târîħî Navıl aôr Un ka Tahķīķ aôr Tenķīdî Câǿize, Lahor 1978; Seyyid Süleyman Nedvî, Yâd-ı Reftegân, Karaçi 1983, s. 203; a.mlf., Ħuŧabât-i Madrâs, Lahor, ts. (Makbûl Akademi), s. 5-6; M. Eyyûb Kādirî, Urdû Neŝr key İrtiķā meyn ǾUlemâǿ ka Ĥiśśa, Lahor 1988, s. 256-259; Enver Mahmûd Hâlid, Urdû Neŝr meyn Sîret-i Resûl, Lahor 1989, tür.yer.; Seyyid Ahmed Han, “Cilâǿü’l-ķulûb per Riviyv”, Maķālât-ı Sör Seyyid (nşr. M. İsmâil Pânîpetî), Lahor 1991, VII, 31-35; Şeyh Muhammed İkrâm, Rûd-i Kevŝer, Lahor 1992, s. 501; a.mlf., Mevc-i Kevŝer, Lahor 1992, s. 166-178; Efser Sıddîkī Amrohavî, “Urdûǿey Ķadîm aôr NaǾt Gûǿî”, Seyyâre Dâcist (Resûl Nambır), Lahor 1992, II, 480-481; Sîret-i Ħayrü’l-enâm (haz. Urdû Dâire-i Maârif-i İslâmiye, Câmia Pencâb), Lahor 1424/2003, s. 771-782; Abdülhamit Birışık, Oryantalist Misyonerler ve Kur’ân: Batı Etkisinde Hint Kur’ân Araştırmaları, İstanbul 2004, s. 102-115; Şeyh İnâyetullah, “Resûl-i Ekrem key Sîret Nigâr”, Fikr u Nažar, VIII, İslâmâbâd 1970, s. 887-903; XIII (1976), s. 720-734; Seyyid Abdullah,


“Fenn-i Sîret Nigârî per Ek Nažar”, a.e., XIII (1976), s. 825-833; Saîdullah Kādî, “Peştû Zübân meyn Sîret ki Kitâbeyn”, a.e., XIV (1977), s. 385-395, 606-624; Racâ Reşîd Mahmûd, “Pâkistân meyn Fenn-i NaǾt: Târîħ u İrtiķāǿ”, a.e. (Sîret Nambır), XXX/1-2 (1992), s. 137-143; M. Miyân Sıddîkī, “Urdû Zübân meyn Çend Ehem Kütüb-i Sîret”, a.e., XXX/1-2 (1992), s. 266-312; Muhammed Riyâz, “Müsteşriķīn ki Kütüb-i Sîret”, a.e., XXX/1-2 (1992), s. 317-353; Mümtâz Liyâkat, “Berr-i Śaġīr meyn Sîret Nigârî: Maķāmî Zübânôn meyn Ġayri Müslim Muśannifîn ki Tesânîf”, a.e., XXX/1-2 (1992), s. 355-405; Lutfurrahman Fârûkī, “Daktır Muĥammed Ĥamîdullah ki Çend Meşhûr Kütüb-i Sîret ka TaǾâruf aôr Un key Mündericât”, MaǾârif-i İslâmî (İşâat-i Hâs be Yâd-ı Daktır Muhammed Hamîdullah), II/2-III/1, İslâmâbâd 2003-2004, s. 117-149; Abdülcebbâr Han, “Ĥażret-i Muĥammed (Kütüb-i Sîret-i Urdû)”, UDMİ, XIX, 305-306; İdâre v.dğr., “Ĥażret-i Muĥammed (Kütüb-i Sîret)”, a.e., XIX, 306-309; Hafîz Tâib, “NaǾt (Urdû)”, a.e., XXII, 403-409.

Abdülhamit Birışık





B) Batı Dünyası.

Batı’da Hz. Muhammed hakkındaki çalışmalar başından beri çeşitli ön yargılardan hareketle yapılmıştır. Bu ön yargıların kaynağı, yayılmaya başlayan İslâmiyet karşısında gittikçe güç kaybına uğrayan yahudi ve hıristiyan din adamlarıyla yöneticilerin İslâm dini ve Hz. Peygamber hakkında sarfettikleri ağır hakaretler, hatta küfür içeren sözleridir. Bu sözler yüzlerce yıl tekrarlanmış ve hakaretâmiz bir başlık altında uzun bir literatür listesi oluşturulmuştur (Alphandéry, s. 261-277). Montgomery Watt, dünyada gelmiş geçmiş büyük şahsiyetler arasında hiç kimsenin Hz. Muhammed kadar kötülenmediğini belirtir (Muhammad at Madina, s. 324). Bu açıdan Resûl-i Ekrem hakkında yazılan şeyler, tarihi yanlış anlatma ve gerçekleri saptırma örneği olarak çok ilginç bir içeriğe sahiptir. O kadar ki adı üzerinde dahi bazı kelime oyunları yapılmış, Muhammed yerine Maphomet, Mahound, Baphomet ve Bafum gibi olumsuz anlamlar yüklenen isimler kullanılarak kendisine kötü lakaplar takılmıştır (Cohen, s. 207-208; EJd., VI, 91).

Hıristiyanlar arasında Hz. Muhammed hakkında kilise babalarının sonuncusu kabul edilen Yuhannâ ed-Dımaşkī’nin (ö. 750) kaleme aldığı De haeresibus başlıklı kitap ilk eser olarak kabul edilir. Onun Hz. Muhammed’in sahte peygamber olduğunu, Ariusçu bir rahip (Bahîra) vasıtasıyla Eski ve Yeni Ahid’i tanıdığını ve sapkın (râfızî-heretik) bir görüş ortaya koyduğunu, semadan kendisine bir kitap geldiği iddiasının delili bulunmadığını ileri süren görüşleri daha sonraki müellifler tarafından sürekli biçimde tekrarlanmıştır. Bizanslı Nicetas’ın Refutatio Mohammedis’i (Refutation du Coran veya Confutatio Alcorani) ve Theophanes the Confessor’un Chronographia’sı ile şarkiyatçılar tarafından Abdülmesîh b. İshak el-Kindî’nin kaleme aldığı iddia edilen, ancak müslüman yazarların ona ait orijinal metin olmadığı kanaatine vardıkları bir risâle bunların başlıcalarıdır (DİA, XXVI, 38-39). İspanya’daki yahudiler ve hıristiyanlar da Hz. Muhammed ve İslâmiyet üzerine üretilen olumsuz görüşlerin Batı’da yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bunlar müslümanların idaresi altında yaşadıklarından Hz. Muhammed hakkında doğru bilgilere ulaşma imkânına sahip olmalarına rağmen İslâm’a karşı hissettikleri düşmanlıktan dolayı uydurma hikâyelere, yalan ve iftiralara dayanan bir literatür ortaya koymuşlardır. Eulogius of Córdoba’nın IX. yüzyılda kaleme aldığı Liber apologeticus martyrum ve Paul Alvarus’un Indicilus luminosus’u bunlar arasında sayılabilir. Charlemagne’ın 778’de Endülüs’teki müslümanlara karşı giriştiği bir savaşta yeğeni Roland’ın yakın bir adamının ihaneti sonucu öldürülüşünü anlatan ve bütün Avrupa’da Chanson de Roland adıyla tanınan binlerce mısralık ünlü şiirde de müslümanlar aleyhinde gerçek dışı birçok şey bulunmaktadır.

İslâmiyet ve Hz. Muhammed hakkındaki yanlış bilgilerin Batı’da daha fazla yayılmasında etkili olan unsurlardan biri de Haçlı seferleridir. Bu dönemden Cluny başrahibi Peter the Venerable’ın, İslâmiyet’e karşı yazılan reddiyeleri sağlam bir temele oturtmak amacıyla yaptığı derleme günümüzde “Toledo-Cluny Collection” adıyla meşhurdur. Alanında ilk sayılabilecek bu mecmuada bir araya getirilen eserler arasında Liber generationis Mahumet, Doctrina Mahumet ve Summa totius haeresis Saracenorum başlıklı olanlarla Kur’ân-ı Kerîm’in Latince bir çevirisi (EI2 [İng.], VII, 379) ve Abdülmesîh b. İshak el-Kindî’nin Hıristiyanlığı savunmak amacıyla yazdığı iddia edilen risâlenin Latince tercümesi de yer almaktadır. Vincent de Beauvais, çeşitli manastır kroniklerinde kayıtlı bulunan ve nesilden nesile aktarılan Hz. Muhammed’le ilgili hikâyeleri Speculum historiale’de bir araya getirirken Kindî’nin risâlesinden de istifade etmiş ve çalışması Batı’da çok etkili olmuştur. XIX. yüzyılda Sir William Muir bu risâleyi The Apology of al-Kindī başlığıyla İngilizce’ye çevirmiştir (London 1882). Embrico von Mainz’ın Vita Mahumeti (ed. F. Hübner, Historische Vierteljahrschrift, Neue Folge XXIX [Leipzig 1935], s. 441-490) ve Gautier de Compiègne’nin Otia de Machomete (ed. R. B. C. Huygens, Sacris Erudiri, VIII [S’Gravenhage 1956], s. 286-328) adlı şiirleriyle Guibert de Nogent’in Gesta Dei per Francos et cinq autres textes (ed. R. B. C. Huygens, Tumholti 1996) başlıklı I. Haçlı Seferi hakkındaki kitabında Hz. Peygamber’e ayırdığı bir bölüm de yine etki bırakan eserlerdendir.

XIII. yüzyıldan itibaren yazılan ilk lirik edebî eserler Hz. Muhammed hakkında pek çok iftira ihtiva etmektedir. Bunların en ünlüsü Dante’nin İlâhî Komedya’sıdır. Resûlullah’ın, XIII. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan hayal ürünü biyografileri de iftiralarla doludur. Alexandre du Pont, Brunetto Latini, Jacobus de Voraigne ve Marsile de Padoue gibi yazarların kaleme aldığı bu biyografilerde Resûl-i Ekrem’in müslüman iken Hıristiyanlığa geçen bir zenginin kölesi, papa seçilemediği için intikam almak maksadıyla Katolik kilisesinden ayrılarak bâtıl din İslâm’ı kuran bir kardinal veya Doğu kilisesinin papalığa bağlanmasını engellemek için yeni bir din icat eden zengin bir İranlı olduğu gibi iddialar yer almaktadır.

Rönesans dönemi literatüründe İslâmiyet Türkler’in dini olarak ön plana çıkar ve Hz. Muhammed bu bağlamda gündeme gelir. Martin Luther, Türkler ve inançları hakkında çok sayıda vaaz metni hazırlamış ve eser telif etmiştir. 1529’da kaleme aldığı Eine Heerespredigt wider den Türken başlıklı çalışmasında Türkler’i Tanrı’nın papayı cezalandırmak üzere gönderdiği “belâ” ve “şeytana tapıcılar” diye tanıtır ve onlardan kurtulmak için dua eder. XVII. yüzyılın ortalarında muhtemelen Alexander Ross tarafından yazılan (Hamadah, s. 48) A Brief Sketch of the Life and Death of Mahomet, The Prophet of the Turcs, and Author of the Alcoran, Accompanying the Translation of the Koran adlı kitapta Resûlullah Türkler’in peygamberi ve Kur’an müellifi olarak ele alınır. Ayrıca bu dönemde Hıristiyanlık’taki reform hareketlerinin başlamasıyla birlikte Hz. Muhammed ve İslâmiyet, Katolikler ve Protestanlar’ın kendi aralarındaki tartışmalarda da malzeme olarak kullanılmıştır. Katolikler, Protestanlar’ı tenkit etmek için Hz. Peygamber’in bir erken dönem “protestanı” olduğunu, Protestanlar’ın da o günün


“müslümanları” (sarazen) olduklarını iddia etmişler; Protestanlar da Resûl-i Ekrem ve müslümanlar hakkında ağır ithamlarda bulunarak İslâm’a Katolikler kadar düşman olduklarını göstermeye çalışmışlar, Türkler’le asıl Katolikler’in iş birliği yaptığını söylemişlerdir (bk. Lewis, s. 90).

XVII-XVIII. yüzyıllar Avrupa’sında İslâmiyet ve Hz. Muhammed’i konu edinen kitapların sayısında hızlı bir artış görülmekle birlikte hemen hepsi o güne kadar yazılanların tekrarından ibarettir. Bunlardan Coventry Başpiskoposu Lancelot Addison’un önce adını vermeden (London 1678), daha sonra adını vererek yayımladığı ve birçok baskısı yapılan The First State of Mahumedism: or, An Account of the Author and Doctrines of that Imposture’si, Humphrey Prideaux’nun The True Nature of Imposture fully Display’d in the Life of Mahomet: With a Discourse annex’d for the Vindication of Christianity from This Charge. Offered to the Consideration of the Deists of the Present Age (London 1697); Jean Gagnier’in, La vie de Mahomet: traduite et compilée de l’Alcoran, des traditions authentiques de la Sona, et des meilleurs auteurs arabes (I-II, Amsterdam 1732); François Henri Turpin’in Histoire de la vie de Mahomet (I-III, Paris 1773-1779) başlıklı eserleri daha sonra bu konuda yazılanlara etkileri açısından önemlidir. Ayrıca meşhur İngiliz tarihçisi Edward Gibbon History of the Decline and Fall of the Roman Empire (I-VI, London 1776-1788) isimli altı ciltlik eserinin bir bölümünü İslâmiyet ve Hz. Muhammed’e ayırmış ve bu bölüm daha sonra Life of Mahomet başlığıyla ayrı bir kitap olarak neşredilmiştir (New York 1879).

Batı’da Hz. Peygamber’le ilgili kısmen tarafsız mahiyetteki ilk eserler ise XVI. yüzyılda Fransız düşünürü Guillaume Postel ile Fransız hukukçusu Jean Bodin tarafından kaleme alınmıştır. XVII. yüzyılın başlarından itibaren Batı’ya yönelik Türk tehdidinin azalmasıyla birlikte Hz. Muhammed’in nisbeten olumlu imajına yönelik çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Teolog J. H. Hottinger, Fransız düşünürü Pierre Bayle, Hollandalı şarkiyatçı Adrien Reland ve İngiliz dil bilgini George Sale kısmen bu yolu benimsemiştir. Ancak bunlardan özellikle Kur’an’ı İngilizce’ye ilk defa tercüme eden ve çalışmasının giriş bölümünde Kur’an üzerine geniş açıklamalar yapan Sale âyetleri çarpıtmaktan ve Resûlullah’ı sahtekârlıkla suçlamaktan geri durmamıştır.

Hz. Muhammed hakkında tamamen olumlu fikirler ortaya koyan ilk eser, İngiliz tıp doktoru Henry Stubbe’ın İslâm’ın doğuşu ve gelişiminin Hz. Peygamber’in hayatına atıfla bir dökümünü sunduğu ve hıristiyanların iftiralarına karşı onu ve dinini savunduğu çalışmasıdır: An Account of the Rise and Progress of Mahometanism with the Life of Mahomet and a Vindication of Him and His Religion from the Calumnies of the Christians (ed. Hafiz Mahmud Khan Shairani, London 1911). Ünlü filozof Thomas Hobbes’ın arkadaşı olan Stubbe, hayattayken bastıramadığı kitabını Batı’daki hıristiyanların birbirine düştüğü Otuzyıl savaşlarından kısa bir süre sonra (1673) kaleme almıştır. Stubbe eserin ilk iki bölümünde Yahudilik ve Hıristiyanlığın ilk dönemleri, üçüncü bölümde Arabistan’ın tarihî-coğrafî yapısı ve müslümanlar (Sarazenler) hakkında bilgi verir. Eserin geri kalan kısmı Hz. Muhammed’in doğumundan itibaren ortaya çıkan gelişmeler, Medine’ye hicret, savaşlar, Vedâ haccı, vefatı, Resûlullah’ın karakteri ve hıristiyanların uydurmaları, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in mûcizelerinden meydana gelmektedir. Stubbe, Resûl-i Ekrem’in üstün bir idarecilik yeteneği ortaya koyduğunu ve hakkındaki bilgilerin hıristiyanların o güne kadar ileri sürdükleri görüşlerle uyuşmadığını açıklar. Stubbe’a göre Hz. Muhammed’in öğretisi, bütün insanların Tanrı’nın tekliği ve ortağının bulunmadığı prensibine dayanmaktadır. İslâm’a ve Hz. Peygamber’e olumlu yaklaşan ikinci biyografi çalışması Count de Boulainvilliers’e aittir. Eserinde Resûlullah’ı tabii ve mâkul bir din kuran hür bir düşünür olarak gösteren Boulainvilliers’e göre Resûl-i Ekrem bir dâhi, büyük bir kanun koyucu, bir fâtih ve doktrini adalet ve hoşgörü prensiplerine dayanan bir yöneticidir (Reeves, s. 147-148; EI² [İng.], VII, 384). Daha sonraki yıllarda Hz. Muhammed’in hayatını olumlu bakış açısıyla ele alan ve onu savunan başka çalışmalar arasında şunlar zikredilebilir: Thomas Carlyle, On Heroes, Heroworship and the Heroic in History (Londres 1840, Lecture II: “The Hero as Prophet. Mahomet: Islam”, 8 Mayıs 1840); John Davenport, An Apology for Mohammed and the Koran (London 1869); R. Bosworth Smith, Mohammed and Mohammedanism (London 1874); J. C. Archer, Mystical Elements in Mohammed (New Haven 1924).

Hz. Muhammed’in hayatı Batı edebiyatında şiirlerden başka genellikle onu kötüleyen çok sayıda tiyatro eseriyle romana da konu olmuştur. Bunların en ünlüsü Voltaire’in Le fanatisme ou Mahomet le prophète başlıklı piyesidir (Lille 1741). Ancak Voltaire’in bu piyeste asıl saldırıyı dönemin papasına karşı yaptığı görülmekte, fakat papanın bunu anlamayarak Voltaire’i kutladığı bilinmektedir. Piyes üç defa sahnelendikten sonra ruhban sınıfının baskısıyla sahneden kaldırılmıştır. Voltaire diğer eserlerinde Hz. Peygamber’i kanun koyucu, fâtih bir hükümdar ve din adamı (rahip) olarak takdim eder, onun büyüklüğü üzerinde durur ve özellikle hoşgörüsünü öne çıkarır (EI2 [İng.], VII, 384).

XIX. yüzyılda Batı’da tarih yazarlığının müstakil bir ilim dalı sayılması ile şarkiyat çalışmalarının artması aynı döneme rastlamaktadır. İbn Hişâm, Vâkıdî, İbn Sa‘d ve Taberî gibi siyer ve megāzî müelliflerinin eserleri keşfedilerek İslâmiyet’in doğuşu ve Hz. Muhammed üzerine yapılan çalışmalarda bu kaynaklar esas alınmaya başlanmıştır. Ancak gelinen nokta geçmiş dönemlerdekinden çok farklı olmamış ve Resûlullah, eski imajının yanında sadece sosyal ve ekonomik bir reformcu kimliğiyle tanınabilmiştir. Bu dönemde yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır: Abraham Geiger, Was hat Mohammed aus dem Judenthume aufgenommen? (Bonn 1833); Gustav Weil, Mohammed der Prophet, sein Leben und seine Lehre (Stuttgart 1843) ve Historisch-Kritische Einleitung in den Koran (Bielefeld 1844); Washington Irving, The Life of Mahomet (London 1851), Mahomet and His Successors (New York 1868); Alois Sprenger, The Life of Mohammad from Original Sources (Allahabad 1851), Das Leben und die Lehre des Mohammad nach bisher grösstentheils unbenutzten Quellen (I-III, Berlin 1861-1865), Muhammad und der Koran: eine psychologische Studie (Hamburg 1889); Sir William Muir, The Life of Mahomet (I-IV, London 1858-1861, eser daha sonra Thomas Hunter Weir tarafından kısaltılarak yayımlanmıştır [Edinburgh 1912]); Theodor Nöldeke, Das Leben Muhammeds nach den Quellen populaer dargestellt (Hannover 1863); Ludolf Krehl, Das Leben des Muhammad (Leipzig 1884); Hubert Grimme, Mohammed (I-II, Münster 1892-1895),


Mohammed Die weltgeschichtliche Bedeutung Arabiens (München 1904); P. Eugène Lamairesse - Gaston Dujarric, Vie de Mahomet d’après la tradition (I-II, Paris 1897-1898); P. de Lacy Johnstone, Muhammad and His Power (Edinburgh 1901).

XIX. yüzyılın sonuyla XX. yüzyılın başlarında şarkiyatçıların çalışmalarında müslümanların ilk dönem siyer, hadis ve tefsire dair eserleri tenkide tâbi tutulmuş ve bunun neticesinde Hz. Muhammed’in telif eseri olarak görülen Kur’ân-ı Kerîm bazan bir otobiyografi kitabına indirgenirken hadislerin çoğunluğu da uydurma kabul edilmiştir. Bu tür çalışmalar arasında kendilerinden sonraki araştırmacıları da etkileyen şu eserler sayılabilir: Ignaz Goldziher, Muhammedanische Studien (I-II, Halle 1889-1890), “Muhammad und der Islam” (Vorlesungen über den Islam, Heidelberg 1910, s. 1-34); David Samuel Margoliouth, Mohammed and the Rise of Islam (New York - London 1905); Hermann Reckendorf, Mohammed und die Seinen (Leipzig 1907); Henri Lammens, Quran et tradition: Comment fut la composée de la vie de Mahomet (Paris 1910), Mahomet fut-il sincère? (Paris 1911); Frantz Buhl, Muhammeds liv (Kobenhavn 1903, trc. Hans Heinrich Schaeder, Das Leben Muhammeds, Leipzig 1930); Leone Caetani, Annali dell’ Islam (I-X, Milano-Roma 1905-1926); Tor Andrae, Die Person Muhammeds, in Lehre und Glauben seiner Gemeinde (Stockholm 1917), Muhammed hans liv och hans tro (Stockholm 1930; Mohammed, Sein Leben und Sein Glaube, Göttingen 1932; trc. Theophil Menzel, Muhammed: The Man and His Faith, New York 1936; trc. Jean Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, sa vie et sa doctrine, Paris 1945).

Batı’da olduğu kadar İslâm dünyasında da birçok yazarı etkilemeleri açısından aşağıdaki çalışmalar özel bir önem taşımaktadır ve pek çok dile tercüme edilmiştir: Emile Dermenghem, La vie de Mahomet (Paris 1929), Mahomet et la tradition islamique (Paris 1955); W. Montgomery Watt, Muhammad at Mecca (Oxford 1953), Muhammad at Medina (Oxford 1956), Muhammad, Prophet and Statesman (London 1961); Rudi Paret, Mohammed und der Koran: Geschichte und Verkündigung des arabischen Propheten (Stuttgart 1957).

Hz. Muhammed’in hayatı XX. yüzyılın ikinci yarısı ve XXI. yüzyılın başlarında da Batı’da çok sayıda çalışmanın konusu olmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır: Régis Blachère, Le problème de Mahomet, essai de biographie critique du fondateur de l’Islam (Paris 1952); Maurice Gaudefroy-Demombynes, Mahomet (Paris 1957); Maxime Rodinson, Mahomet (Paris 1961); Annemarie Schimmel, Und Muhammad ist sein Prophet (Düsseldorf 1981); La vie du prophète Mahomet (Colloque de Strasbourg 1980; Paris 1983); Michael Cook, Muhammad (Oxford 1983); Philip C. Almond, Heretic and Hero: Muhammad and the Victorians (Wiesbaden 1989); Edmond Rabbath, Mahomet: Prophète arabe et fondateur d’état (Beyrut 1989); Karen Armstrong, Muhammad. A Biography of Prophet (London 1991); David Benjamin, Muhammad in der Bibel (München 1992); Roger Caratini, Mahomet (Paris 1993); Francis E. Peters, Muhammad and the Origins of Islam (Albany 1994); Uri Rubin, The Eye of the Beholder: The Life of Muhammad as Viewed by the Early Muslims. A Textual Analysis (Princeton 1995), The Life of Muhammad (Aldershot 1998); Clinton Bennett, In Search of Muhammad (London 1998); William E. Phipps, Muhammad and Jesus: A Comparison of the Prophets and Their Teachings (London 1996); Hartmut Bobzin, Mohammed (München 2000); Philippe Aziz, L’homme du Coran: Vie et enseignement de Mahomet (Paris 2001); Barnaby Rogerson, The Prophet Muhammad (London 2003).

Batı’da yaşayan bazı müslüman ilim adamları tarafından yazılan Hz. Muhammed biyografileri de mevcuttur: Muhammed Hamîdullah, The Battlefields of the Prophet Muhammad (Woking 1953), Le prophète de l’Islam (I-II, Paris 1378/1959); Seyyid Hossein Nasr, Muhammad: Man of Allah (London 1982); Martin Lings, Muhammad: His Life Based on the Earliest Searches (London 1983). Ayrıca Hz. Peygamber üzerine yapılan çalışmaların listesini derleyen ve değerlendiren çok sayıda makale, kitap ve doktora tezi hazırlanmıştır (bk. bibl.).

BİBLİYOGRAFYA:

H. Stubbe, An Account of the Rise and Progress of Mahometanism (ed. Hafiz Mahmud Khan Shairani), Lahore 1954; P. Martino, “Mahomet en France au XVIIe et au XVIIIe siècles”, Actes du XIVe congrès des orientalistes en Alger, Paris 1907, III, 206-241; P. Alphandéry, “Mahomet-antichrist dans le moyen âge latin”, Mélanges Hartwig Derenbourg (nşr. E. Leroux), Paris 1909, s. 261-277; L. Leixner, Mohammed in der deutschen Dichtung (doktora tezi, 1932), Karl-Frazens-Universität Graz; B. P. Smith, Islam in English Literature, Beirut 1939; J. W. Fück, “Islam as an Historical Problem in European Historiography Since 1800”, Historians of Middle East (ed. B. Lewis - P. M. Holt), London 1962, s. 303 vd.; R. W. Southern, Western Views of Islam in the Middle Ages, Cambridge 1962, tür.yer.; Muhammad Maher Hamadah, Muhammad the Prophet: A Selected Bibliography (doktora tezi, 1965), The University of Michigan; A. Wessels, A Modern Arabic Biography of Muhammad, Leiden 1972; W. M. Watt, Muhammad at Mecca, Oxford 1972; a.mlf., Muhammad at Medina, Oxford 1972; M. Rodinson, “A Critical Survey of Modern Studies of Muhammad”, Studies on Islam (ed. Merlin L. Swartz), New York 1981, s. 23-85; La vie du prophète Mahomet, Paris 1983; S. H. Griffith, “The Prophet Muĥammad, His Scripture and His Message, According to the Christian Apologies in Arabic and Syriac from the First Abbasid Century”, a.e., s. 99-146; G. Troupeau, “La biographie de Mahomet dans l’œuvre de Barthélemy d’Édesse”, a.e., s. 147-157; A. Argyriou, “Eléments biographiques concernant le prophète Muĥammad dans la littérature grecque des trois premiers siècles de l’hégire”, a.e., s. 159-182; Munawar Ahmad Anees - Alia N. Athar, Guide to Sira and Hadith Literature in Western Languages, London-New York 1986; Maher Jarrar, Die Prophetenbiographie im islamischen Spanien: Ein Beitrag zur Überlieferungs und Redaktionsgeschichte, Frankfurt 1989; Bibliographie der Deutschsprachigen Arabistik und Islamkunde (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt am Main 1990-91, II, 248-270; VII, 242-257; Zafar Ali Qureshi, Prophet Muhammad and His Western Critics: A Critique of W. Montgomery Watt and Others, Lahore 1992, I-II, bk. İndex; D. Norman, Islam and the West: The Making of an Image, Oxford 1993, bk. İndex ve bibl.; Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad in the West: A Study of Muir, Margoliouth and Watt, Leicester 1996; M. R. Cohen, Haç ve Hilal Altında: Ortaçağlarda Yahudiler (trc. Ahmet Fethi), İstanbul 1996, s. 207-208; M. Reeves, Muhammad in Europe, Reading 2000, s. 86-87, 119-134, 147-148, 150-152, 163-165, 239-240; The Biography of Muhammad: The Issue of the Sources (ed. H. Motzki), Leiden 2000; R. G. Hoyland, “The Earliest Christian Writings on Muĥammad: An Appraisal”, a.e., s. 276-297; J. J. Saunders, “Mohammed in Europe-A Note on Western Interpretations of the Life of the Prophet”, History: The Journal of the Historical Association, XXXIX, London 1954, s. 14-25; A. Guillaume, “The Biography of the Prophet in Recent Research”, IQ, I (1954), s. 5-11; R. Paret, “Recent European Research on the Life and Work of Prophet Muhammad”, JPHS, VI (1958), s. 81-96; B. Lewis, “Gibbon on Muhammad”, Daedalus, CV/3, Massachusetts 1976, s. 89-101; Fr. Buhl, “Muhammed”, İA, VIII, 452-470; “Apologetics”, EJd., III, 192-194; Haim Hillel Ben-Sasson, “Disputations and Polemics”, a.e., VI, 91; A. Noth, “Muĥammad”, EI² (İng.), VII, 377-381; Trude Ehlert, “Muĥammad”, a.e., VII, 381-387; Yusuf Şevki Yavuz, “Kindî, Abdülmesîh b. İshak”, DİA, XXVI, 38-39.

Hilal Görgün






Mekke Dönemi

569 - Hz. Muhammed’in doğumu (hicretten önce 12 Rebîülevvel 53 / 17 Haziran 569 Pazartesi veya hicretten önce 9 Rebîülevvel 51 / 20 Nisan 571 Pazartesi)*

- Sütannesi Halîme’ye verilmesi.

574 - Sütannesi tarafından Mekke’ye getirilerek annesi Âmine’ye teslim edilmesi.

575 - Annesi Âmine’nin Ebvâ’da vefatı üzerine dadısı Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edilmesi.

577 - Dedesi Abdülmuttalib’in vefatıyla amcası Ebû Tâlib’e emanet edilmesi.

578 - Amcası Ebû Tâlib ile yaptığı Suriye seyahati.

589 [?] - Ficâr savaşına katılması.

[?] - Hilfü’l-fudûl Antlaşması’na katılması.

594 - Hz. Hatice’ye ait ticaret kervanının başında Busrâ şehrine gitmesi.

- Hatice ile evlenmesi.

605 - Kureyş’in Kâbe’yi tamiri sırasında Hacerülesved’in yerine konulması hususunda hakemlik yapması.

610 - Hira mağarasında ilk vahyi alması; Alak sûresinin ilk beş âyetinin nüzûlü (27 [ğ] Ramazan).

613 - Açık davetle emrolunması üzerine yakın akrabasını İslâm’a davet etmesi.

614 - Müşriklerin zayıf müslümanlara eziyet etmeye başlaması.

615 - Habeşistan’a ilk hicret.

616 - Habeşistan’a ikinci hicret.

- Hz. Hamza’nın müslüman olması.

- Hz. Ömer’in müslüman olması; Hz. Peygamber’in ve müslümanların Dârülerkam’dan çıkmaları.

- Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın Hz. Peygamber’i korumak amacıyla Ebû Tâlib mahallesinde toplanması ve müşriklerin bunlara karşı sosyal ve ekonomik boykot uygulamaya başlaması.

619 - Boykotun sona ermesi.

620 - Ebû Tâlib’in ve Hz. Hatice’nin vefatı (hüzün yılı).

- Hz. Peygamber’in Sevde bint Zem‘a ile evlenmesi (Ramazan).

- Zeyd b. Hârise ile Tâif’e gitmesi ve Mut‘im b. Adî’nin himayesinde Mekke’ye dönmesi (Şevval).

- Hac mevsiminde Medineli Hazrec kabilesinden bir grubun Akabe’de Hz. Peygamber’le görüşüp müslüman olması (Zilhicce).

621 - İsrâ ve mi‘rac hadisesi, beş vakit namazın farz kılınması (27 Receb).

- Birinci Akabe Biatı ve Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i öğretmesi için Mus‘ab b. Umeyr’i Medine’ye göndermesi (Zilhicce).

622 - İkinci Akabe Biatı (Zilhicce).

Medine Dönemi

1/622 - Müslümanların İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Medine’ye hicret etmeye başlaması (Muharrem / Temmuz).

- Müşriklerin Dârünnedve’de toplanıp Hz. Peygamber’i öldürmeye karar vermesi (26 Safer / 9 Eylül).

- Hz. Peygamber’in Ebû Bekir’le birlikte hicreti ve Sevr mağarasına sığınmaları (26 Safer / 9 Eylül).

- Sevr mağarasından Medine’ye doğru yola çıkmaları (1 Rebîülevvel / 13 Eylül).

- Kubâ’ya varış (8 Rebîülevvel / 20 Eylül).

- Kubâ Mescidi’nin inşası.

- Hz. Peygamber’in Kubâ’dan ayrılması ve Rânûnâ vadisinde ilk cuma namazını kıldırması; aynı gün Medine’ye ulaşması ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleşmesi (12 Rebîülevvel / 24 Eylül).

- Mescid-i Nebevî’nin inşasına başlanması (Rebîülevvel / Eylül).

- Ezanın teşrîi.

1/623 - Muhacirlerle ensar arasında kardeşlik tesis edilmesi (muâhât) (Receb / Ocak).

- Medine vesikasının tanzimi ve Medine hareminin sınırlarının tesbiti (Ramazan / Mart).

- Savaşa izin verilmesi.

- Hz. Hamza’nın Îs (Sîfülbahr) Seriyyesi (Ramazan / Mart).

- Mescid-i Nebevî’nin inşasının tamamlanması (Şevval / Nisan).

- Ubeyde b. Hâris’in Râbiğ Seriyyesi (Şevval / Nisan).

- Sa‘d b. Ebû Vakkas’ın Harrâr Seriyyesi (Zilkade / Mayıs).

- Medine’de çarşı ve pazar yeri kurulması.

- Mescid-i Nebevî’de Suffe’nin teşekkülü.

2/623 - Hz. Peygamber’in âşûrâ orucunu tutması ve müslümanlara da tavsiye etmesi (10 Muharrem / 14 Temmuz).

- Ebvâ (Veddân) Gazvesi (Safer / Ağustos).

- Buvât Gazvesi (Rebîülevvel / Eylül).

- İlk Bedir (Sefevân) Gazvesi (Rebîülevvel / Eylül).

- Uşeyre (Zül‘uşeyre) Gazvesi (Cemâziyelevvel / Kasım).

2/624 - Abdullah b. Cahş’ın kumandasındaki Batn-ı Nahle Seriyyesi (Receb / Ocak).

- Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Mescid-i Harâm’a (Kâbe) çevrilmesi (Receb / Ocak).

- Orucun farz kılınması (Şâban / Şubat).

- Teravih namazının kılınmaya başlanması (1 Ramazan / 26 Şubat).

- Bedir Gazvesi (17 Ramazan / 13 Mart).

- Enfâl sûresinin nâzil olması.

- Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye’nin vefatı (Ramazan / Mart).

- Fıtır sadakasının (fitre) emredilmesi (Ramazan / Mart).

- İlk ramazan bayramı (1 Şevval / 27 Mart).

- Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evlenmesi (Şevval / Nisan).

- Karkaratülküdr Gazvesi (Şevval / Nisan).

- Gålib b. Abdullah Seriyyesi (10 Şevval / 5 Nisan).

- Benî Kaynuka‘ Gazvesi (Şevval / Nisan).

- Hz. Ali ile Fâtıma’nın evlenmesi (Zilkade / Mayıs veya Zilhicce Haziran).

- Sevî¿ Gazvesi (5 Zilhicce / 29 Mayıs).

- İlk kurban bayramı (10 Zilhicce / 3 Haziran).

- Muhacirlerden Osman b. Maz‘ûn’un vefatı üzerine, Cennetü’l-bakī‘in mezarlık için tahsis edilmesi (Zilhicce / Haziran).

- Zekâtın farz kılınması.

3/624 - Hz. Osman’ın Resûl-i Ekrem’in kızı Ümmü Külsûm ile evlenmesi (Rebîülevvel / Ağustos-Eylül).

- Kâ‘b b. Eşref’in öldürülmesi (14 Rebîülevvel / 4 Eylül).

- Zûemer (Gatafân) Gazvesi (Rebîülevvel / Eylül).

- Bahran (Benî Süleym) Gazvesi (Cemâziyelevvel / Aralık).

- Karede Seriyyesi (Cemâziyelâhir / Kasım).

3/625 - Hz. Peygamber’in Hafsa ile evlenmesi (Şâban / Ocak).

- Hz. Hasan’ın doğumu (Şâban / Ocak-Şubat veya 15 Ramazan / 1 Mart).

- Hz. Peygamber’in Zeyneb bint Huzeyme ile evlenmesi (Ramazan / Şubat-Mart).

- Uhud Gazvesi (7 veya 11 Şevval / 23 veya 27 Mart).

- Hamrâülesed Gazvesi (Medine’den çıkış, 8 veya 12 Şevval / 24 veya 28 Mart).


4/625 - Katan Seriyyesi (Muharrem / Haziran).

- Abdullah b. Üneys el-Cühenî Seriyyesi (Muharrem / Haziran-Temmuz).

- Recî‘ Vak‘ası (Mersed b. Ebû Mersed Seriyyesi) (Safer / Temmuz).

- Bi’rimaûne Vak‘ası (Safer / Temmuz).

- Amr b. Ümeyye Seriyyesi (Safer / Temmuz).

- Benî Nadîr Gazvesi (Rebîülevvel / Ağustos).

- İçkinin haram kılınması (Rebîülevvel / Ağustos-Eylül).

- Hz. Peygamber’in hanımı Zeyneb bint Huzeyme’nin vefatı (Rebîülâhir / Eylül).

4/626 - Benî Abs heyetinin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Hz. Hüseyin’in doğumu (5 Şâban / 10 Ocak).

- Hz. Peygamber’in Ümmü Seleme ile evlenmesi (Şevval / Mart).

- Bedrülmev‘id Gazvesi (Zilkade / Nisan).

- Hz. Ali’nin annesi Fâtıma bint Esed’in vefatı.

5/626 - Zâtürrikå‘ Gazvesi ve korku namazı (salâtü’l-havf) kılınması (10 Muharrem / 11 Haziran).

- Dûmetülcendel Gazvesi (25 Rebîülevvel / 24 Ağustos).

- Medine’de ay tutulmasının gözlenmesi ve Hz. Peygamber’in husûf namazı kıldırması (Cemâziyelâhir / Kasım).

- Müslüman olan 400 kişilik Müzeyne heyetinin Medine’ye gelmesi ve muhacir olarak Medine’ye yerleşmelerine izin verilmesi (Receb / Aralık).

5/627 - Benî Mustali¿ (Müreysi‘) Gazvesi (Şâban-Ramazan / Ocak-Şubat).

- İfk hadisesi.

- Hz. Peygamber’in Cüveyriye bint Hâris ile evlenmesi.

- Medine’de nüfus sayımı yapılması (Şevval / Mart).

- Hendek (Ahzâb) Gazvesi (Zilkade / Nisan).

- Hz. Peygamber’in Zeyneb bint Cahş ile evlenmesi ve evlât edinmenin hükmüyle ilgili âyetlerin (el-Ahzâb 33/4-5) nâzil olması (Zilkade / Nisan).

- Benî Kurayza Gazvesi (Zilkade sonu / Nisan).

- Abdullah b. Atîk Seriyyesi (Zilhicce başı / Nisan sonları).

- Hz. Peygamber’in Reyhâne bint Şem‘ûn’u câriye (veya eş) olarak alması (Zilhicce / Mayıs).

6/627 - Kuratâ Seriyyesi (Muharrem / Haziran).

- Benî Lihyân Gazvesi (Rebîülevvel / Temmuz).

- Gamre (Gamr) Seriyyesi (Rebîülevvel / Temmuz-Ağustos).

- Gåbe (Zûkared) Gazvesi (Rebîülâhir / Ağustos).

- Muhammed b. Mesleme’nin I. Zülkassa Seriyyesi (Rebîülâhir / Ağustos).

- Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın II. Zülkassa Seriyyesi (Rebîülâhir sonu / Eylül ortaları).

- Zeyd b. Hârise’nin Cemûm Seriyyesi (Rebîülâhir / Eylül).

- Zeyd b. Hârise’nin Îs Seriyyesi (Cemâziyelevvel / Eylül-Ekim).

- Zeyd b. Hârise’nin Tarîf Seriyyesi (Cemâziyelâhir / Ekim-Kasım).

- Zeyd b. Hârise’nin Vâdilkurâ Seriyyesi (Receb / Kasım-Aralık).

6/628 - Hz. Peygamber’in Abdurrahman b. Avf’ı Dûmetülcendel’e göndermesi (Şâban 6 / Aralık 627-Ocak 628).

- Zeyd b. Hârise’nin Medyen Seriyyesi (Şâban 6 / Aralık 627-Ocak 628).

- Hz. Ali’nin Fedek Seriyyesi (Şâban 6 / Aralık 627-Ocak 628).

- Zeyd b. Hârise’nin II. Vâdilkurâ Seriyyesi (Ramazan / Ocak-Şubat).

- Abdullah b. Revâha’nın Hayber’e keşif amaçlı seriyyesi (Ramazan / Şubat).

- Medine’de kuraklık yaşanması ve Hz. Peygamber’in yağmur duası yapması.

- Kürz b. Câbir el-Fihrî’nin Benî Ureyne (Becîle) Seriyyesi (Şevval / Şubat).

- Abdullah b. Revâha’nın Useyr b. Zârim Seriyyesi (Şevval / Şubat-Mart).

- Güneş tutulması ve Hz. Peygamber’in küsûf namazı kılması (Şevval sonu / Mart ortaları).

- Umre seferi (Zilkade / Mart).

- Hz. Peygamber’in, annesi Âmine’nin Ebvâ’daki kabrini ziyaret etmesi.

- Hudeybiye’de Kureyş’e elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın Mekke’de alıkonulması üzerine Bey‘atürrıdvân’ın yapılması (Zilkade / Mart-Nisan).

- Hudeybiye Antlaşması (Zilhicce / Nisan).

- Feth sûresinin nâzil olması.

- Benî Huzâa, Benî Eslem ve Benî Huşenî heyetlerinin Medine’ye gelip müslüman olması.

7/628 - Hz. Peygamber’in, Bizans ve Sâsânî imparatorları başta olmak üzere civar ülke yöneticilerine ve kabile reislerine elçiler ve İslâm’a davet mektupları göndermesi (Muharrem / Mayıs).

- Habeş Necâşisi Ashame’nin müslüman olması.

- Mısır mukavkısının çeşitli hediyelerle birlikte Mâriye’yi Hz. Peygamber’e göndermesi.

- Ebü’l-Âs’ın müslüman olup Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb ile yeniden evlenmesi (Muharrem / Mayıs).

- Zeyd b. Hârise’nin Hismâ (Benî Cüzâm) Seriyyesi.

- Hayber Seferi (Muharrem-Safer / Mayıs-Haziran).

- Zeyneb bint Hâris’in Hz. Peygamber’i zehirleme teşebbüsü.

- Hz. Peygamber’in Safiyye bint Huyey ile evlenmesi.

- Benî Eş‘ar’dan bir heyetin Hayber’de Hz. Peygamber’e gelip biat etmesi.

- Hz. Peygamber’in sütannesi Süveybe’nin vefatı.

- Yemen Valisi Bâzân’ın müslüman olması (Cemâziyelevvel / Eylül).

- Vâdilkurâ Gazvesi (Cemâziyelâhir / Ekim).

- Teymâ yahudileriyle antlaşma yapılması.

- Hz. Ömer’in Türebe Seriyyesi (Şâban / Aralık).

- Hz. Ebû Bekir’in Necid Seriyyesi (Şâban / Aralık).

- Beşîr b. Sa‘d’ın Fedek Seriyyesi (Şâban / Aralık).

7/629 - Gålib b. Abdullah’ın Meyfaa Seriyyesi (Ramazan / Ocak).

- Beşîr b. Sa‘d’ın Cinâb Seriyyesi (Şevval / Şubat).

- Umretü’l-kazâ (Zilkade / Mart).

- Hz. Peygamber’in Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân ile evlenmesi.

- Hz. Peygamber’in Meymûne bint Hâris ile evlenmesi (Zilkade / Mart).

- İbn Ahrem Ebü’l-Avcâ‘ın Benî Süleym Seriyyesi (Zilhicce / Nisan).

8/629 - Hâlid b. Velîd, Amr b. Âs ve Osman b. Talha’nın müslüman olması (1 Safer / 31 Mayıs).

- Gålib b. Abdullah’ın Kedîd Seriyyesi (Safer / Haziran).

- Gålib b. Abdullah’ın Mürre Seriyyesi (Safer / Haziran).

- Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in vefatı (Safer sonu / Haziran sonları).

- Kâ‘b b. Umeyr’in Zâtüatlâh Seriyyesi (Rebîülevvel / Temmuz).

- Şücâ‘ b. Vehb’in Siy Seriyyesi (Rebîülevvel / Temmuz).

- Mûte Savaşı (Cemâziyelevvel / Eylül).

- Amr b. Âs’ın Zâtüsselâsil Seriyyesi (Cemâziyelâhir / Ekim).

- Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın Sîfülbahr Seriyyesi (Receb / Kasım).

- Ebû Katâde’nin Hadıra Seriyyesi (Şâban / Aralık).

- Benî Süleym ve Benî Gıfâr kabilelerinin müslüman olması ve Hâlid b. Velîd kumandasında Mekke fethine katılması.

- Kureyşli müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’nı ihlâl etmesi üzerine Ebû Süfyân’ın barışın devamını sağlama girişiminde bulunması.

8/630 - Batn-ı İdam Seriyyesi (Ramazan / Ocak).

- Hz. Peygamber’in Mekke fethi için yola çıkması (13 Ramazan / 4 Ocak).

- Mekke’nin fethi (20 Ramazan / 11 Ocak).


- Benî Mahzûm kabilesinin müslüman olması.

- Hişâm b. Âs’ın Yelemlem tarafına, Hâlid b. Saîd’in Urene tarafına, Hâlid b. Velîd’in Nahle’deki Uzzâ putunu, Sa‘d b. Zeyd el-Eşhelî’nin Müşellel’deki Menât putunu, Amr b. Âs’ın Benî Hüzeyl’in Ruhât’taki Süvâ‘ putunu, Tufeyl b. Amr ed-Devsî’nin Amr b. Hümeme’nin Zülkeffeyn putunu yıkmaya gönderilmesi (Ramazan / Ocak).

- Huneyn Gazvesi (11 Şevval / 1 Şubat).

- Hâlid b. Velîd’in Benî Cezîme’yi İslâm’a davet seriyyesi (Şevval /Şubat).

- Tâif Gazvesi (Şevval / Şubat).

- Hz. Peygamber’in Ci‘râne’de Huneyn ganimetlerini taksim etmesi (Zilkade / Şubat).

- Hz. Peygamber’in, yanlarından ayrıldıktan sonra ilk defa süt kız kardeşi Şeymâ ile görüşmesi.

- Hz. Peygamber’in umre yapması (19 Zilkade / 10 Mart).

- Muhâcir b. Ebû Ümeyye’nin San‘a Seriyyesi (28 Zilkade / 19 Mart).

- Ziyâd b. Lebîd’in Hadramut Seriyyesi.

- Kays b. Sa‘d b. Ubâde’nin Sudâ’ Seriyyesi kumandanı olarak tayini ve bu kabileden bir heyetin Medine’ye gelip Müslümanlığı kabul etmesi üzerine seriyyeden vazgeçilmesi (Zilkade / Mart).

- Amr b. Âs’ın Uman yöneticileri Ceyfer ve Abd b. Cülendâ kardeşlere elçi olarak gönderilmesi (Zilkade / Mart).

- Alâ b. Hadramî’nin Ebû Hüreyre ile birlikte Bahreyn yöneticisi Münzir b. Sâvâ’ya elçi olarak gönderilmesi.

- Hz. Peygamber’in oğlu İbrâhim’in doğumu (Zilhicce / Mart-Nisan).

- Benî Sa‘lebe, Benî Sudâ’, Benî Bâhile, Benî Sümâle, Benî Cerm, Ehâbîş, Benî Ak ve Benî Hüzeyl heyetlerinin Medine’ye gelip müslüman olması.

9/630 - Hz. Peygamber’in bazı şehir ve kabilelere zekât âmilleri göndermesi (Muharrem / Mayıs).

- Abbâd b. Bişr’in Benî Süleym ve Benî Müzeyne’ye, Râfi‘ b. Mekîs el-Cühenî’nin Benî Cüheyne’ye, Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî’nin Benî Kilâb’a, Büsr b. Süfyân el-Kâ‘bî’nin Benî Kâ‘b’a, İbnü’l-Lütbiyye el-Ezdî’nin Benî Zübyân’a, Mâlik b. Nüveyre’nin Benî Hanzale b. Mâlik’e, Amr b. Âs’ın Fezâre’ye, Velîd b. Ukbe’nin Benî Müstali¿’a zekât toplamak için gönderilmesi.

- Uyeyne b. Hısn’ın Benî Temîm Seriyyesi ve Benî Temîm kabilesinin Medine’ye gelip müslüman olması (Muharrem / Mayıs).

- Benî Esed’den bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Benî Uzre’den bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması (Safer / Mayıs-Haziran).

- Kutbe b. Âmir’in Benî Has‘am (Tebâle) Seriyyesi (Safer / Haziran).

- Kuratâ Seriyyesi (Rebîülevvel / Haziran).

- Alkame b. Mücezziz kumandasında ilk deniz seferinin düzenlenmesi (Rebîülâhir / Temmuz-Ağustos).

- Hz. Ali’nin Tay kabilesinin putu Füls’ü tahrip etmesi.

- Ukkâşe b. Mihsan’ın Benî Belî ve Benî Uzre’ye karşı Cinâb Seriyyesi.

- Hz. Peygamber’in, Habeş Necâşîsi Ashame’nin vefatını haber verip gıyabî cenaze namazını kıldırması (Receb / Ekim).

- Îlâ ve tahyîr hadisesi.

- Tebük Gazvesi (Receb / Ekim).

- Hâlid b. Velîd’in Dûmetülcendel reisi Ükeydir b. Abdülmelik’e karşı seriyyesi ve Hz. Peygamber’in Ükeydir ile antlaşma yapması.

- Cerbâ, Ezruh, Maknâ, Eyle (Akabe) ve Tebük halkını temsilen heyetlerin Hz. Peygamber’e gelip barış yapması.

- Hz. Peygamber’in, Tebük’ten Dihye b. Halîfe’yi Bizans İmparatoru Herakleios’a ikinci defa İslâm’a davet mektubuyla göndermesi.

- Hz. Peygamber’in kızı Ümmü Külsûm’un vefatı.

- Benî Ukayl, Benî Kelb, Benî Kilâb, Benî Tücîb, Benî Gatafân, Benî Hanzale b. Mâlik, Benî Kudâa, Belî ve Benî Behrâ’dan heyetlerin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Hıristiyan Benî Tağlib’in Medine’ye gelip antlaşma yapması.

- Kâ‘b b. Züheyr’in müslüman olması ve Hz. Peygamber’in hırkasını ona hediye etmesi.

- Benî Sa‘d b. Bekir kabilesinin Dımâm b. Sa‘lebe’yi elçi olarak Medine’ye göndermesi ve müslüman olması.

- Benî Cüzâm heyetinin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Hz. Peygamber’in münafıklara ait Mescid-i Dırâr’ı yıktırması.

- Himyer krallarının İslâm’a davet edilmesi ve Müslümanlığı benimsemeleri.

- Benî Hemdân, Benî Fezâre, Benî Mürre ve Tâif’teki Benî Sakīf’ten heyetlerin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Hz. Peygamber’in Ebû Süfyân ile Mugīre b. Şu‘be’yi Lât putunu kırmaya göndermesi.

9/631 - Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’in ölümü (Zilkade / Şubat).

- Haccın farz kılınması.

- Hz. Ebû Bekir’in emîr-i hac tayin edilmesi (Zilhicce / Mart).

- Tevbe sûresinin hükümlerini bildirmek üzere Hz. Ali’nin Mekke’ye gönderilmesi (Zilhicce / Mart).

- Benî Sa‘dü Hüzeym’den bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması (Zilhicce / Mart-Nisan).

- Necran hıristiyanlarından bir heyetin Medine’ye gelmesi ve Hz. Peygamber’le mübâhele yapmayı reddedip antlaşmaya varması (Zilhicce / Nisan).

10/631 - Hâlid b. Velîd’in Necran Seriyyesi ve Benî Hâris’ten bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması (Rebîülâhir / Temmuz).

- Benî Havlân’dan bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması (Şâban / Kasım).

- Hz. Ali’nin Yemen Seriyyesi ve Benî Mezhic’in müslüman olması (Ramazan / Aralık).

- Benî Gāmid, Benî Gassân, Benî Becîle’den heyetlerin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Cerîr b. Abdullah’ın Zülhalesa putunu ve mâbedini yıkmaya gönderilmesi.

- Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil’e iki defa arzetmesi ve yirmi gün itikâfta kalması (Ramazan / Aralık).

- Benî Ezd, Ebnâ, Benî Tay, Benî Âmir b. Sa‘saa, Benî Kinde, Benî Tücîb, Benî Rehaviyyîn, Benî Gåfi¿, Benî Mehre, Benî Hanîfe, Benî Ans, Benî Murâd, Benî Abdülkays, Benî Hilâl, Benî Ruhâ ve Benî Zübeyde’den heyetlerin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Müseylime’nin peygamberlik iddiasında bulunması.

10/632 - Hz. Peygamber’in oğlu İbrâhim’in vefatı (29 Şevval / 28 Ocak).

- Benî Selâmân’dan bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması.

- Vedâ haccı için Hz. Peygamber’in Medine’den ayrılışı (26 Zilkade / 23 Şubat).

- Vedâ hutbesi (9 Zilhicce / 7 Mart).

- Vedâ tavafı (14 Zilhicce / 12 Mart Perşembe).

- Benî Muhârib’den bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olması (Zilhicce / Mart).

- Yemen Valisi Bâzân’ın vefatı; Hz. Peygamber’in Yemen’e on bir vali tayin etmesi.

- Nasr sûresinin nâzil olması (Zilhicce / Mart).

- Hz. Peygamber’in câriyesi (hanımı) Reyhâne bint Şem‘ûn’un vefatı.

11/632 - Medine’ye en son gelen Benî Neha‘dan bir heyetin müslüman olması (15 Muharrem / 12 Nisan).

- Üsâme b. Zeyd’in Suriye’ye gidecek orduya kumandan tayin edilmesi (Safer / Mayıs).

- Hz. Peygamber’in şiddetli baş ağrısı ve hummaya yakalanması (27 Safer / 24 Mayıs Pazar).

- Peygamberlik iddiasında bulunan Esved el-Ansî’nin öldürülmesi (8 Rebîülevvel / 3 Haziran).

- Hz. Peygamber’in vefatı (13 Rebîülevvel / 8 Haziran Pazartesi).

- Hz. Peygamber’in defnedilmesi (14 Rebîülevvel / 9 Haziran Salı).