MUHÂDARA

(المخاضرة)

Ziraî ürünlerin faydalanmaya elverişli hale gelmeden satılması anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “yeşermek; yeşillenmek” anlamlarındaki hadar kökünden türeyen muhâdara kelimesi, ziraî mahsullerin ve özellikle ağaçtaki meyvenin faydalanmaya elverişli hale gelmeden satım akdine konu edilmesini belirten bir fıkıh terimidir. Kur’an ve Sünnet’te, haksız yoldan kazanç sağlanması ve sözleşmelerin taraflar arasında ihtilâfa yol açacak şekilde düzenlenmesi yasaklandığı gibi birçok hadiste bu kapsamda sayılan bazı satım türlerine örnekler verilmiştir. Hz. Peygamber’in ziraî mahsullerin belli bir yetişme düzeyine erişmeden satımını yasaklayan hadisleri (meselâ bk. Buhârî, “Zekât”, 58, “BüyûǾ”, 82, 83, 85-87, 93) bunlar arasında yer alır. İlgili hadislerde geçen “büdüvvü’s-salâh” (elverişliliğin ortaya çıkması) ifadesiyle ürünün hangi döneminin kastedildiğini açıklamak üzere fakihler ayrı cinsten meyve ve sebzeler için renklenme (kızarma, sararma, kararma vb.), mayhoş hale gelmetatlanma, olgunlaşıp yumuşama, tanelenme-sertleşme, uzama-dolgunlaşma, büyüme-irileşme, kapçığın patlaması ve açılma gibi değişik belirtilerden söz ederler. Cumhura göre büdüvv-i salâh “ziraî mahsulün yetişip faydalanılabilir hale gelmesi” demektir. Hanefîler’in büyük çoğunluğuna göre bu hususta ölçü, ürünün kısmen veya tamamen zarar görebileceği tabii âfete uğrama evresini aşmış olmasıdır. Sonuçta bu yorumlar, ürünün yenmeye veya faydalanmaya elverişli hale erişmesi noktasında birleşmektedir (Sıddîk M. Emîn ed-Darîr, s. 366). Zeyd b. Sâbit’ten gelen bir rivayette yasaklamanın, sahâbe arasında söz konusu işlemlerden kaynaklanan anlaşmazlıkların yaygınlaşması üzerine tavsiye niteliğinde yapıldığı belirtilirse de (Buhârî, “BüyûǾ”, 85; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 22) bu rivayeti konuya ilişkin diğer delillerle birlikte değerlendiren İslâm âlimlerinin çoğunluğu yasağın bağlayıcı olduğu kanaatine varmıştır. Yasak gerek alıcı gerekse satıcı bakımından geçerlidir; zira hükmün illeti, bizzat Resûl-i Ekrem’in açıklamasından anlaşıldığı üzere ürünün bir âfete mâruz kalması halinde satıcının haksız kazanç sağlamasıdır ki bu müşteri açısından da malını ziyan etmesi anlamı taşır. Ayrıca henüz belli bir yetişme düzeyine gelmemiş ürünün verimlilik durumu hayli kapalı olduğundan sözleşmenin her iki tarafı için garar söz konusudur.

Meyvenin henüz belirmeden çiçek safhasında satışı akdin mahalli mevcut olmadığı için ittifakla geçersiz sayılır. Belirmesinden sonraki satımı hakkında ise mahsulün büdüvv-i salâh aşamasına ulaşmış olup olmamasına ve akdin ürünü hemen devşirme şartı taşıyıp taşımamasına göre farklı görüşler ortaya konmuştur. Bunları şöylece özetlemek mümkündür: a) Büdüvv-i salâhtan önce ve hemen toplama şartıyla satım. Ürün müşterinin bir şekilde yararlanabileceği durumdaysa böyle bir sözleşmenin geçerliliği genellikle kabul edilir. Bu konuda bazı mezheplerde faydalanma imkânının hâlihazırda mevcut bulunması, istifadenin sahih bir maksada yönelik olması, akdin taraflarından en az birinin bu satışa ihtiyaç duyması, işlemin yaygınlık kazanmamış bulunması, satılan meyvenin hisseli olmaması gibi özel şartlar da aranmıştır. Hadisteki yasağın gerekçesini değil lafzını esas alan İbn Hazm gibi fakihler ise bu tür satıma esastan karşı çıkarlar. b) Büdüvv-i salâha kadar dalında bırakma şartıyla satım. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre bu sözleşme fâsiddir. Zira her şeyden önce hadisteki yasağın illeti (ürünün âfete mâruz kalma ihtimali) mevcuttur. Diğer taraftan başkasının mülkünü işgal etme sonucunu doğuran bu şart akdin muktezâsından değildir. Ayrıca böyle bir işlem pazarlık içinde pazarlık yahut satışa iâre veya icârenin dahil edilmesi niteliğindedir. c) Büdüvv-i salâhtan önce ve devşirmeyle ilgili bir şart koşmaksızın yapılan satım. Çoğunluğa göre böyle bir akid de sahih değildir; çünkü ziraî mahsulde normal olan, tüketime elverişli hale


gelinceye kadar dalında bırakılmasıdır; mutlak satım zımnen bu şartı içerir. Hanefîler’e göre ürün bir şekilde müşterinin yararlanabileceği haldeyse böyle bir satım hemen toplama şartını taşıyor kabul edilir ve geçerli olur. Teamüle göre söz konusu durumda ürünün dalında bırakılması esas olduğu ve Hanefîler’in bu tür meselelerde genellikle örfe atıfta bulundukları dikkate alınırsa bu hükmün onların genel kuralına uymadığı düşünülebilir. Fakat yapılan açıklamalardan, bu meselede hukukî muamelelerde imkân olduğu sürece sıhhat ihtimalini işletme ilkesini esas aldıkları anlaşılmaktadır. Ancak ürün müşterinin yararlanabileceği durumda değilse, İbnü’l-Hümâm gibi fakihler dışında Hanefîler’in çoğunluğuna göre böyle bir satım câiz değildir. Bu konuda Mecelle’de, “Kâmilen belirmiş olan meyveyi ekle sâlih olsun olmasın ağacı üzerindeyken satmak sahihtir” (md. 206) şeklinde mutlak bir ifadenin kullanılması tercih edilmiştir. d) Büdüvv-i salâhtan sonra ve hemen toplama şartıyla satım. Satıcı tarafından hasat edilerek satış yapılabileceğini ileri süren istisnaî bir görüş dışında bu tür satım hemen bütün fakihlere göre câizdir. e) Büdüvv-i salâhtan sonra ve dalında bırakma şartıyla satım, Hanefîler’le sürenin belirli olmasını şart koşan bazı Zeydîler dışındaki fakihlere göre böyle akidler câizdir, çünkü hadisteki yasakla ilgili illet söz konusu değildir. Hanefîler bu aşamada iki durumu birbirinden ayırır. Ürün henüz gelişmesini tamamlamamışsa iyice olgunlaşana kadar bırakma şartıyla satım geçerli olmaz; zira “b” şıkkında belirtilen sakıncalar söz konusudur. Ürün gelişmesini tamamlamışsa Ebû Hanîfe’ye ve Ebû Yûsuf’a göre satım fâsid, Muhammed’e göre istihsanen geçerlidir. f) Büdüvv-i salâhtan sonra ve devşirmeyle ilgili bir şart koşmaksızın yapılan satım. Bu işlem bütün fakihlere göre câizdir; ancak cumhura göre böyle bir durumda ürünün tüketime elverişli hale gelinceye kadar dalında bırakılması, Hanefîler’e göre ise hemen toplanması şart koşulmuş kabul edilir. Darîr, bazı yerlerde iklim şartlarında değişkenliğe hemen hiç rastlanmaması veya modern fennî usullerle ürünün beklenmedik zarara mâruz kalmasının önlenebilmesi gibi sebeplerle bu konudaki yasağın illeti ortadan kalktığı yahut çok nâdir hale geldiği takdirde belirmiş ürünlerin büdüvv-i salâh öncesinde de satımında şer‘î bir sakınca kalmayacağını ifade eder (el-Ġarar ve eŝeruh, s. 378-379).

Tek batında çıkan ürünlerin bir kısmı kâmilen belirince tamamının satılabileceği genelde kabul edilmiş, farklı batınlarda peyderpey beliren incir, acur, kavun, karpuz, yonca, gül gibi ürünlerin satışının cevazında ihtilâfa düşülmüştür. Çoğunluk bu durumda sadece tam olarak üreyen kısmın satılabileceğini söylerken Mâlikîler ve bazı Hanefîler teamül ve zaruret / ihtiyaç gerekçesiyle bunu câiz görmüş ve ileride belirecek mahsulün o anda mevcut bulunanlara tâbi kılınarak akde konu teşkil etmesine cevaz vermişlerdir. Mecelle’de de bu görüş benimsenmiştir (md. 207). Öte yandan büdüvv-i salâhtan önce meyvelerin ağaçlarıyla birlikte veya yeşil ekinin arazisiyle beraber satılmasının cevazında ittifak vardır; çünkü ürün asla tâbidir. Buna karşılık meyvenin yahut ekinin sahibince büdüvv-i salâhtan önce ağaçların veya tarlanın mâlikine satılması konusunda farklı görüşler vardır. Dalında yahut tarlada iken satılan, fakat müşteri tarafından henüz kaldırılmayan meyve ve sebzelerin âfete mâruz kalması halinde zararı kimin üstleneceği konusunda birçok ayrıntı ve fikir ayrılığı bulunmaktadır (ayrıca bk. ARÂYÂ; BEY‘; CÂİHA; MUHÂKALE; MÜZÂBENE).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ħđr” md.; el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 8; Buhârî, “Zekât”, 58, “BüyûǾ”, 82, 83, 85-87, 93; Müslim, “BüyûǾ”, 49-59, 81-84, 86, “Musâķāt”, 14-16; İbn Mâce, “Ticârât”, 32-33; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 22; Tirmizî, “BüyûǾ”, 15; Nesâî, “Eymân ve’n-nüźûr”, 45, “BüyûǾ”, 28-29, 39-40, 74; Şâfiî, el-Üm, III, 40-45, 56-58, 59; Sahnûn, el-Müdevvene, IV, 260, 556-557; V, 25-39; Tahâvî, Şerĥu MeǾâni’l-âŝâr, IV, 23-27, 34-36; İbn Abdülber, et-Temhîd (nşr. M. Tâib es-Saîdî v.dğr.), Mağrib 1982-92, II, 190-199, 320; XIII, 134-137; Serahsî, el-Mebsûŧ, XII, 195-197; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 129-133, 136-137, 162-164; İbn Kudâme, el-Muġnî, IV, 191-198, 202-209, 215-217; Nevevî, Şerĥu Müslim, X, 177-183, 192-195; İbn Teymiyye, MecmûǾatü’r-resâǿil, V, 389-414; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1418/1998, II, 29-31, 321-323; III, 222-223, 270-271, 343-344; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb - M. Fuâd Abdülbâkī), Beyrut, ts. (Dârü’l-ma’rife), IV, 393-399, 404; Ali b. Süleyman el-Merdâvî, el-İnśâf fî maǾrifeti’r-râciĥ mine’l-ħilâf (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1376/1956, V, 65-81, 144-145; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, IV, 145-156; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, II, 210-211; III, 206, 281-287, 328, 543; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikr), III, 176-179, 182-187, 539; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, IV, 38-40; Mecelle, md. 65, 205-207; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I, 298, 301, 326, 328-330; Nabil A. Saleh, Unlawful Gain and Legitimate Profit in Islamic Law, Cambridge 1986, s. 75-77; Sıddîk M. Emîn ed-Darîr, el-Ġarar ve eŝeruh fi’l-Ǿuķūd fi’l-fıķhi’l-İslâmî: Dirâse muķārene, Beyrut 1410/1990, s. 195-203, 358-385, 594-596; “BeyǾ menhî Ǿanh”, Mv.F, IX, 187-200.

Cengiz Kallek