MÜCÂVİR

(المجاور)

Mekke’ye yerleşen veya bir süre ikamet eden kimse anlamında terim.

Sözlükte “bir arada bulunma, komşuluk, yakınlık” anlamındaki mücâveret masdarından türeyen mücâvir terim olarak “Mekkeli olmayıp bu şehirde misafirlik sınırlarını aşacak bir müddetle kalan kimse” demektir. Mücâveret “bir mescidde itikâfa girmek” (Buhârî, “İǾtikâf”, 2, 4, 19; “Ĥayıż”, 2, 5), “ilim tahsil etmek için mescidlerde bulunmak” mânasını da ifade etmekte, Mekke’de kalmak daha çok Mescid-i Harâm’da bulunmak ve ibadetle meşgul olmak amacıyla yapıldığından kelimenin kullanımında söz konusu maksadın öne çıktığı anlaşılmaktadır. Mücâveret ayrıca özellikle gayri menkul mülkiyeti ve irtifak hakkı gibi komşuluk kavramı ve sınırlarının önem taşıdığı bahislerde incelenmiştir (bk. İRTİFAK; KOMŞU; ŞÜF‘A).

Mekke’nin yerlisi olmayanların bu kutsal şehre yerleşmesi konusuna erken dönemlerden itibaren büyük bir ilgi gösterilmiş ve bu kişiler “mücâvir, cârullah, el-mücâvir bi-Mekke, el-mücâvir bi-Haremillâh” gibi tabirlerle anılmıştır. Sahâbe devrinde mücâveret öncelikle, muhacir sahâbîlerin yıllar sonra Mekke’ye dönerek burada uzun süre ikamet etmelerinin Hz. Peygamber’in hicret emrine muhalefet anlamı taşıyıp taşımadığıyla ilgili bir mesele halinde ortaya çıkmıştır. Mekke’ye gerek hac veya umre gerekse ticaret maksadıyla gelen birçok sahâbînin bu şehirde mümkün oldukça az kalmaya çalıştığına dair rivayetler bu konuyla irtibatlı olarak anlaşılabilir. Ancak Hz. Ömer ve İbn Abbas gibi bazı sahâbîlerin Mekke’de ikamet edilmemesi yönündeki ifadeleri mücâveretin muhacir sahâbîlerle sınırlı bir mesele olmadığını göstermektedir. Nitekim tâbiîn neslinden itibaren mücâvirlik bütün müslümanları ilgilendiren bir husus olarak ele alınmıştır. Bunun mekruh olduğunu ifade eden müctehidlerin başında Ebû Hanîfe gelmektedir. Kaynaklarda, bazı Hanefî ve Şâfiî fakihlerinin benimsediği bu görüşün diğer mezheplere mensup, ihtiyat prensibine göre hareket eden birçok fakih tarafından da benimsendiği ifade edilmektedir. Ayrıca Mâlik b. Enes’in, müslümanların hac vazifesini ifa ettikten sonra Mekke’den ayrılmaları gerektiğine dair ifadelerine dayanan İbn Rüşd el-Ced mücâveretin Mâlik’e göre de mekruh olduğu sonucuna varmıştır. Bu görüşü savunan fakihlerin delilleri, Mekke’nin Harem bölgesinde müslümanın sahip olması icap eden hal ve davranışları ile (bk. HAREM) İslâm’ın ilk nesillerinin bu bölgeyle ilgili uygulamaları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Gazzâlî’den İbnü’l-Hümâm’a kadar birçok âlim, Harem’de uzun süre kalan kimsenin bu bölgenin kutsiyetine yakışmayacak davranışlarda bulunabileceğini yahut bölgeye ve özellikle Kâbe’ye karşı hissettiği saygının azalabileceğini belirtmiştir. Bazı âyetlerden hareketle (meselâ bk. el-Hac 22/25) Harem’de işlenen günahların daha büyük ve dolayısıyla karşılıklarının âhirette daha ağır olacağını


söyleyen âlimler, bir müslümanın Kâbe’ye karşı daha önce duyduğu saygının azalmasının bile günah olacağını ileri sürerler. Nitekim İbn Abbas’ın Mekke’de günah işlemenin ağır sorumluluğundan kaçmak için Tâif’e taşınması, Hz. Ömer’in ve Saîd b. Müseyyeb’in Mekke’de işlenen günahların karşılıklarının daha ağır olacağı hakkındaki ifadeleri ve İbn Mes‘ûd’un Mekke’de kulların fiillerinin yanı sıra niyetlerinden de sorumlu tutulacağına dair rivayeti (Taberânî, IX, 222) mücâveretin mekruh olduğunun ileri sürüldüğü metinlerde zikredilmektedir. Harem’e saygının gereğini yerine getiren insanları örnek göstermek yahut böyle bir hayat tarzının muhtemel olduğunu belirtmek suretiyle mücâverette bir sakınca olmayacağını söylemek de bu âlimlere göre doğru değildir. Zira insanların birçoğu bölgenin kutsiyetine yakışmayacak davranışlardan korunamaz. Dolayısıyla takvâ ehli bazı şahsiyetlere atıfta bulunularak mücâveretin câiz, hatta müstehap olduğu sonucuna varılamaz.

Mücâvirliğin câiz olmadığı görüşünün İslâm’ın ilk yıllarından itibaren Mekke’de baş gösteren mesken sıkıntısı ve hayat pahalılığı ile de irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Zira mücâvereti câiz ve müstehap kabul etmek bu şehirdeki nüfusu arttıracak, hac veya umre maksadıyla gelen müslümanların ibadet yapmasını zorlaştıracaktır. Gazzâlî’nin ifadesine göre Harem bölgesindeki ev sahiplerinin evlerini kiraya vermelerinin hükmüne dair tartışmalar da mücâveretle doğrudan alâkalıdır.

Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye göre bir kişinin Mekke’de ikametinin sakıncalı olduğuna dair zann-ı gālib oluşmadıkça mücâveret müstehaptır. Ahmed b. Hanbel’e göre mücâveretin mekruh oluşu sadece Mekke’den hicret eden sahâbîler için söz konusudur. Ali el-Kārî de Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşün Ebû Yûsuf ve Şeybânî’nin görüşleri olduğunu belirtir. Mücâveretin müstehap olduğunu savunan fakihler, bir yandan Mescid-i Harâm’da yapılan ibadetlerin sevabı ve Harem bölgesinin faziletine dair âyet ve hadisleri, öte yandan sahâbe ve tâbiîn dönemindeki mücâveret uygulamasını delil olarak ileri sürmektedir. Bu çerçevede, Bakara sûresinin Kâbe ile ilgili 125. âyetindeki “âkifîn” (kalanlar, ikamet edenler) kelimesinin mücâveretin cevazına delil olup olamayacağı tartışılmış, bazıları buna “Mekkeliler”, bazıları “mücâvirler” anlamını vermiştir. Mücâveretin müstehap olduğunu kabul eden müelliflerin büyük bir kısmı, bu hükmün mücâverete niyet eden kişinin Harem’de yaşamanın gereklerini yerine getirme hususunda kendinden emin olması şartına bağlı olduğunu özellikle belirtmektedir.

Mücâveret kavramı daha sonra Medine’de ikamet için de kullanılmıştır. Mekke’de mücâveretin mekruh olduğuna dair delillerin bu bölgeye gösterilmesi gereken hürmetle doğrudan ilişkili olduğundan yola çıkan İbnü’l-Hümâm, Ebû Hanîfe’nin bu konudaki görüşünün Medine için de geçerli olması gerektiğini ifade eder. Ancak Hanefî mezhebinde İbnü’l-Hümâm’ın bu fikrinin tercih edilmediği anlaşılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 314; Buhârî, “İǾtikâf”, 2, 4, 19, “Ĥayıż”, 2, 5; Fâkihî, Aħbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah b. Dehîş), Mekke 1407/1986, II, 282-310; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), IX, 222; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-ticâriyyetü’l-kübrâ), I, 243-244; İbn Rüşd, el-Beyân ve’t-taĥśîl (nşr. Saîd A‘râb), Beyrut 1404/1984, II, 552; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, IV, 52; İbn Kudâme, el-Muġnî, I, 13; III, 556; VI, 124; Nevevî, el-MecmûǾ, VIII, 278-279; a.mlf., Şerĥu Müslim, IX, 151, 152; İzzeddin İbn Cemâa, Hidâyetü’s-sâlik ile’l-meźâhibi’l-erbaǾa fi’l-menâsik (nşr. Nûreddin Itr), Beyrut 1414/1994, I, 101-103; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 178-179; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, VIII, 443; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Bulak 1317, III, 107; VIII, 176, 177; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), II, 524, 627; Muhammed b. Mükerrem el-Kirmânî, el-Mesâlik fi’l-menâsik (nşr. Suûd b. İbrâhim b. Muhammed eş-Şüreym), Beyrut 1424/2003, II, 1027-1029; Sâlih el-Ezherî, Cevâhirü’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 6.

Nebi Bozkurt