MUÂTÂT

(المعاطات)

Başta satım olmak üzere bazı sözleşmelerin fiilî mübadele ile gerçekleşmesi veya bozulması anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “uzanmak, el atmak, almak” anlamındaki atv kökünden türeyen muâtât “almak vermek” mânasına gelir. Teâtî ile eş anlamlı olan kelime, fıkıh terimi olarak sözlü veya söz yerine geçtiği


kabul edilen bir yolla beyanda bulunmaksızın mal ve bedelin değiş tokuş edilerek bir satım akdinin kuruluş ve ifasının eş zamanlı gerçekleştirilmesini anlatır. Alıcı âdeten satıma sunulduğu anlaşılan bir nesneyi, meselâ fırından ekmeği alıp parasını bırakınca muâtât yoluyla bir sözleşme gerçekleşmiş olur. Sözlü alım teklifi üzerine satıcının hiç konuşmadan malı paketleyip teslim etmesi gibi akdin kuruluşuna taraflardan birinin sözle, diğerinin fiille katılması durumunun muâtât sayılıp sayılmayacağı tartışılmış, Hanefîler karşı çıkmakla beraber Mâlikî ve Hanbelîler bu durumu da muâtât olarak nitelemişlerdir.

Mal mübadelesinin karşılıklı rızaya dayalı olmasını öngören âyet (en-Nisâ 4/29) ve hadisler (Müsned, II, 536; İbn Mâce, “Ticârât”, 18) fakihleri rıza kavramını büyük bir titizlikle ele almaya yöneltmiş, akidlerin kuruluşunda tarafların iradesinin dışarıya yansıtılması, yansıtılma biçimleri ve iç irade ile beyan arasındaki uyum gibi hususlar ayrıntılı incelemelere konu yapılmıştır. Bu çerçevede muâtâtın akid kurmaya yeten bir irade beyanı sayılıp sayılmayacağı, bu yolla akid yapmanın cevaz ve sınırları tartışılmıştır (ayrıca bk. İRADE BEYANI).

Hanefî, Mâlikî ve tercih edilen görüşlerinde Hanbelîler’e göre tarafların rızasını tam olarak gösterir nitelikte bir teâti ile satım akdi meydana gelir. Muvaffakuddin İbn Kudâme, bu hükmün meşruiyetini izah ederken dinin ticarî muamelelere dair getirdiği sınırlama ve yasaklar dışında alım satım biçimini örfe bıraktığını, teâti yoluyla alışverişin de bu kapsama girdiğini ve Resûlullah zamanından beri uygulanagelen bu usule -şimdi buna karşı çıkanlardan önce- kimse itiraz etmediğine göre artık cevazı yönünde icmâ oluşmuş sayılması gerektiğini belirtir (el-Muġnî, III, 561, 562). Hanefî fakihlerinden Kerhî’nin teâti yoluyla satımın sadece değeri düşük mallarda geçerli kabul edileceği yönündeki görüşü mezhep içinde fazla destek bulmamıştır. Bu görüş, muâtâtı ilke olarak benimseyen diğer mezheplere mensup -Hanbelîler’den Kādî Ebû Ya‘lâ ve Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî gibi- bazı fakihler tarafından da savunulmuştur. İlgili naslarda yer alan karşılıklı rıza kavramını daha dar bir yoruma tâbi tutarak icap ve kabulün sözlü beyanla veya bazı durumlarda söz yerine geçebilecek yazı ve işaret gibi bir yolla olmasını şart koşan Şâfiîler ise muâtât yoluyla satışın geçerli sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir. Sosyal olgu karşısında zaman içinde mezhebin bu görüşünde bir yumuşama olmuş, bazı Şâfiî fakihleri muâtâta mutlak şekilde cevaz verirken bazıları sadece düşük değerdeki malların veya hakkında ticarî örf bulunanların bu yolla mübadelesini câiz saymıştır.

Öncelikle satım akdinde ele alınan teâtinin diğer akidlerde de geçerli bir yol sayılıp sayılmadığı tartışılmıştır. Trampa ve sarf birer satım türü olduğu için bunların da teâti yoluyla yapılabileceği genellikle kabul edilir. Şâfiîler dışında kalan üç mezhep satım gibi icârenin de teâti ile gerçekleştirilebileceği kanaatindedir (Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, III, 3). Hanefî müellifleri bu hükmü istihsan deliline dayandırırlar; nitekim ücret konuşmaksızın gemiye binen, kan aldırtan veya parayla satılan sudan içen ve daha sonra ödeme yapan kimselerin hükmü sorulduğunda Ebû Yûsuf bunun istihsana göre câiz sayıldığını ve bu durumlarda önceden sözleşme yapmaya gerek bulunmadığını söylemiştir. Klasik fıkıh literatüründe icârenin kira ile sınırlı olmayıp iş, hizmet ve menfaati konu edinen pek çok akdin ortak adı olarak kullanıldığı dikkate alındığında muâtâtın uygulama alanının oldukça geniş tutulduğu görülür. Özetle, yapısı teâtiye elverişli olmayanlar dışında borçlar hukuku akidlerinin teâti yoluyla gerçekleştirilebileceği ve bunların aynı yolla bozulabileceği (ikāle) ilke olarak kabul edilir. Buna karşılık mahiyeti gereği nikâh akdinin muâtât yoluyla meydana gelmeyeceği hususunda ittifak vardır (Osman b. Ali ez-Zeylaî, II, 91).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “Ǿaŧâ” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ķāmûsü’l-muĥîŧ, “Ǿaŧâ” md.; Müsned, II, 302, 305, 328, 409, 536; V, 5; Buhârî, “Hibe”, 7; Müslim, “Zekât”, 175; İbn Mâce, “Ticârât”, 18; Nesâî, “Zekât”, 98; Serahsî, el-Mebsûŧ, XII, 139; XIV, 141; XV, 169; XVI, 132; İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), III, 561, 562; IV, 137; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ, Bulak 1314, II, 91; IV, 2-4; Feyyûmî, el-Miśbâĥu’l-münîr, Bulak 1324, II, 523; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 3; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, III, 375; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, III, 148; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, Kahire, ts., III, 2-3; IV, 24-25; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), IV, 513-514; Mecelle, md. 175; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I, 266-270; Abdürrezzâk Ahmed es-Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Kahire 1954, I, 108-125; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 99, 161, 350, 501; VII, 40; “TeǾâŧî”, Mv.F, XII, 198-200.

Hamdi Döndüren