MUÂHÂT

(المؤاخاة)

Hz. Peygamber’in Medine’de ensar ve muhacirlerden bazılarını birbirleriyle kardeş ilân etmesi.

Arapça uhuvve kökünden türeyen muâhât sözlükte “biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek” anlamına gelir. Resûl-i Ekrem, hicretin ardından Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren bir dizi icraat yapmıştır. Bunların içinde selâmın yayılması, açların doyurulması, yakınların ziyaret edilip gözetilmesi ve mescid yapılması gibi sosyal içerikli emir ve tavsiyelerin ön plana çıktığı görülür. Bazı Mekkeli sahâbîlerin önce kendi aralarında, daha sonra ensardan bazı kimselerle kardeş ilân edilmesi bu doğrultudaki icraatın en önemlilerinden biridir. İlk kardeşliğin hicretten önce veya sonra tesis edildiğine dair farklı rivayetler vardır. Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in, Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf’ın, Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvâm’ın, Sa‘d b. Ebû Vakkās ile Mus‘ab b. Umeyr’in, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ile Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim’in, Hz. Hamza ile Zeyd b. Hârise’nin ve Bilâl-i Habeşî ile Ubeyde b. Hâris’in kardeş kılındıkları bilinmekle beraber bunun ne zaman gerçekleştiği belli değildir. Hz. Ali kendi durumunu sorduğu zaman Resûl-i Ekrem ona, “Sen benim dünyada ve âhirette kardeşimsin” cevabını vermiştir (İbn Hişâm, II, 151).

Buhârî’den gelen, “Hicretten yaklaşık beş ay sonra Mescid-i Nebevî’nin inşaat günlerinde Hz. Peygamber, muhâcirlerle ensardan kırk beşer kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırdı ve ‘İslâm dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır’ diyerek bunların arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti; diyet ve fidye meseleleri dahil olmak üzere karşılıklı sorumluluk ve yükümlülüklerini açıkladı” şeklindeki rivayete göre (“Menâķıbü’l-enśâr”, 5, 7; “Śavm”, 76) kardeş ilân edilenlerin sayısı doksan, bazı rivayetlere göre ise ellişerden 100 kişidir (İbn Sa‘d, I, 238). Sayının kırk dört veya seksen iki olduğunu söyleyenler varsa da bu rakamlar tesbit edilebilen isimlere dayanılarak varılan sonuçlardır (farklı rivayetler için bk. Köksal, I, 110). Yaygın görüş, kardeş ilân edilenlerin 90-100 kişiye ulaştığı şeklindedir; Makrîzî ise bunların toplam 186 kişi olduğunu söyler (İmtâǾu’l-esmâǾ, I, 69).

Muâhât, İslâm toplumunda bütünleşmenin gerçekleştirilmesine ve o günkü sosyokültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük kolaylıklar getirmiş, özellikle hilf denilen Câhiliye âdetinin ortadan kaldırılmasını, yurtlarından ve yuvalarından ayrı düşen muhacirlerin garipliğini, mahzunluğunu gidererek Medine’ye ve Medineliler’e ısınmalarının kolaylaştırılmasını, onlara maddî destek imkânları araştırılırken bunun mânevî bir kardeşlikle desteklenmesini ve yardım görmelerinden doğabilecek psikolojik ezikliğe fırsat verilmemesini, o zamana kadar yaşadıkları ağır şartlarda tecrübe kazanan muhacirlerin ensara mürşid, en-sarın da onlara bir nevi öğrenci kılınarak eğitici bir hareketin başlatılmasını, ashap arasında seciye ve karakter benzerliğinin belirginleştirilmesini ve her iki zümrenin ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde inkârcı, münafık ve yahudi fitnelerine karşı birlikte hareket etmelerini sağlamıştır. Muhacirlerle ensar arasında ahdî kardeşlik kurulmasında bunlardan başka yararlar da gözetilmiştir. Meselâ Mekkeli putperestlerin Abdullah b. Übey b. Selûl gibi münafıkları ve o kanalla Medineliler’i askerî saldırıyla tehdit etmesi kardeşlik psikolojisiyle birleşen müslümanlar karşısında etkisiz kalmıştır. Ayrıca ileride vuku bulacak askerî seferlerde kardeşlerden şehirde kalanın her iki ailenin işleriyle ilgilenmesi sebebiyle diğerinin gönül huzuru içinde savaşa katılması sağlanmış olacaktı. Araplar arasında her zaman çıkabilecek kabilecilik gayretine dayalı tefrikaya karşı en etkili önlem de yine muâhâttı. Uhuvvet tesisinden sonra kardeşler arasında bir süre miras hükümleri de geçerli sayılmış (el-Enfâl 8/72), ancak buna Bedir Gazvesi’nin ardından son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir (el-Enfâl 8/75). Muâhâtın miras hukuku dışında kalan yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma tarzındaki hükümleri ise daima yürürlükte kalmış, bu anlamıyla kurum bütün müminleri içine alacak şekilde (din kardeşliği) genelleştirilmiştir (el-Hucurât 49/10).

Muhacirlere çok yakınlık gösteren Medineliler onlarla bütün mal varlıklarını bölüşmek istemişlerse de muhacirler bunu kabul etmemiştir. Sonuçta Hz. Peygamber, mülkiyeti ensarda kalmak üzere muhacirlerin emekleri karşılığında ürüne ortak olabileceklerini bildirmiş, böylece birlikte çalışılıp elde edilen kazanç paylaşılmıştır. Muhacirlerin borç alarak bunu daha sonra ödemek istemelerine karşılık ensarın yardım etme arzusu, kendi yoksulluklarını unutup muhacir kardeşlerinin ihtiyacını gidermeyi (Îsâr) ön plana alacak kadar artmıştır (el-Haşr 59/9). Nitekim Enes b. Mâlik’in nakline göre Resûl-i Ekrem, Bahreyn arazisini parça parça ayırıp dağıtmak üzere önce ensarı topladığında onlar hisselerinden feragat ederek şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın resulü! Muhacir kardeşlerimize bunun bir mislini vermedikçe bize bir şey verme” (Tecrid Tercemesi, X, 15). Aynı şekilde Benî Nadîr ganimetleri paylaştırılırken yine Medineliler’in buna benzer bir tutum ortaya koyduğu bilinmektedir (Elmalılı, VII, 4843).

Ensarın muâhât çerçevesinde muhacirlere karşı yardımları, destek ve feragatları müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmasına yol açmıştır. Muhacirler kanalıyla kurulan müslüman çarşı-pazarında İslâm’ın ekonomik ve ticarî hayata getirdiği değerler uygulanmış, bunun sonucunda yahudilerin ensar üzerindeki iktisadî tesirleri azalmaya başlamıştır. Öte yandan Hz. Ömer ile İtbân b. Mâlik örneğinde görüldüğü gibi kardeşlerden bazıları, Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek gündüz öğrendiklerini akşam işinden dönen kardeşlerine aktarıyorlardı. Böylece muâhâtın


boyutları ruhî-mânevî ve ilmî sahalara da uzanmıştır. Muâhât çerçevesinde Asr-ı saâdet’te görülen hayır ve güzelliklerin daha sonraki asırlarda da müslümanlar için örnek teşkil ettiği söylenebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, III, 111; Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 5, 7, “Śavm”, 76; Müslim, “Feżâǿil”, 203, 204, 205, 206; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 150, 151, 152; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), I, 238, 239; III, 9, 22, 88, 139, 140, 174, 175, 410; Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, IV, 296-298; İbn Seyyidünnâs, ǾUyûnü’l-eŝer, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma’rife), I, 199-203; İbn Kesîr, el-Bidâye, Mısır 1392/1973, II, 56; Makrîzî, İmtâǾu’l-esmâǾ (nşr. M. Abdülhamîd en-Nümeysî), Beyrut 1420/1999, I, 69; Tecrid Tercemesi, VI, 341; X, 15, 17, 122; Muhammed b. Abdülbâkī ez-Zürkānî, Şerĥu’l-Mevâhib, Beyrut 1393/1973, I, 373-375; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2439; VII, 4843; M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-sahâbe: Hadislerle Müslümanlık (trc. Ahmet Muhtar Büyükçınar v.dğr.), İstanbul 1979, I, 370-373; Köksal, İslâm Tarihi (Medine), I, 108-113; Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, İstanbul 1986, I, 326-335; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I, 181-182.

Hüseyin Algül