MAHV ve İSBAT

(المحو والإثبات)

Sâlikin kötü huy ve alışkanlıklarını terkedip iyi huy ve alışkanlıklar edinmesi anlamında bir tasavvuf terimi.

Sözlükte mahv “silmek, geçersiz kılmak, yok saymak”, isbât ise “ibka etmek, geçerli kılmak” gibi anlamlara gelir. Bu iki kelime Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde sözlük anlamlarıyla geçmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “şbt”, “mĥv” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “şbt”, “mĥv” md.leri). “Allah dilediğini mahv, dilediğini isbat eder, kitabın aslı onun katındadır” meâlindeki âyette (Ra‘d 13/39) mahv, “Allah’ın bir şeriatın hükmünü diğer bir şeriatla


kaldırması (nesh)” veya “levh-i mahfûzda yazılı olan bir şeyi silmesi”, isbat ise “bir şeyin yerine başka bir şeyi kaydetmesi” veya “tabiattaki bazı şeyleri silip yok ederken diğer bazı şeyleri sabit tutması” mânasındadır (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, V, 308-312). Hadislerde musibete uğrayıp sabreden kişinin bir günahının silineceği bildirilmektedir (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 11; Müslim, “Birr”, 44). Sûfîler, yaptıkları yorumlarla mahv ve isbatın kapsamını genişleterek bunları birer tasavvuf terimi haline getirmişlerdir. Mahv yerine bazan nefy kelimesi de kullanılmıştır. İlk sûfîlerden Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Allah’ın yüksek mertebedeki kullarını kendisine çektiğini, böylece onların bütün davranışlarının kendilerinden değil Hak’tan olduğunu gördüklerini söyler. Bu seçkin kulların davranışlarını kendilerinden görmemelerine mahv, Hak’tan görmelerine isbat denir. Bu durum, “Her şey O’ndan, O’nunla ve O’nun içindir” sözüyle de ifade edilmiştir (Serrâc, s. 431).

Sûfîler mahv ve isbatın ahlâk, ibadet ve mânevî hallerle ilgili olmak üzere üç mertebesi bulunduğunu belirtmişlerdir. Ahlâkî anlamda mahv insanın kötü huyları terketmesi, isbat iyi huylar edinmesidir (Kâşânî, s. 79). İbadetleri alışkanlık haline getirmemek mahv, hakikatlerini gerçekleştirmek isbattır. Mânevî hallerde mahv ise gafletin yok edilmesidir. Mahvın bu üç mertebesinde fiiller kullara ait gibi görünürse de Kur’an’da mahv ve isbat Allah’a isnat edildiğine göre aslında Allah’a aittir. Âriflerin gönlünden kendi zikri dışındaki düşünceleri silip kendisine tâlip olanların dilinde zikrini sabit kılan da Allah’tır. Her sâlikin mahvı ve isbatı mânevî haline göre gerçekleşir (Kuşeyrî, s. 222; Kâşânî, s. 79). Sâlikin iradesini terketmesine mahv, kayıtsız şartsız Hakk’ın iradesine teslim olmasına isbat denmiş, bu bağlamda mahv “fenâ”, isbat “bekā” anlamında kullanılmıştır (Hücvîrî, s. 494). Kelime-i tevhid de mahv / nefiy (lâ ilâhe) ve isbatı (illallah) içermektedir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî olayları ve fiilleri Allah’tan başkasına nisbet etmemenin, sebepleri dikkate almamanın mahv, Allah’a nisbet etmenin isbat olduğunu söyler. Kur’an’daki, “Attığın zaman sen atmadın” cümlesi nefiy ve mahv, “Lâkin onu Allah attı” cümlesi (el-Enfâl 8/17) isbattır. Tabiat olaylarındaki değişimi de mahv ve isbat tabiriyle açıklayan İbnü’l-Arabî’ye göre tabiatta değişen ve yok olup giden şeyler mahv, sabit ve kalıcı olan şeyler isbattır. O bu anlamda mahv ve isbatı şeriatlardaki neshe benzetir (el-Fütûĥât, II, 729). Şiîler bedâ* inancını mahv ve isbatla açıklamışlardır.

Mahvın çeşitli mertebeleri vardır. Kesretin vahdetle fenâsı “hakiki cem‘” anlamındaki mahvdır. “Allah’tan başka fâil olmadığı gibi (lâ fâile illallah) O’ndan başka varlık da yoktur (lâ mevcûde illallah)” kanaatine ulaşmaya kullukta mahv veya kulun aynının mahvı denir. “Ezmek ve kazımak” mânasına gelen mahk “sâlikin vücudunun Hakk’ın zâtında, mahv fiillerinin Hakk’ın fiilinde, ‘silmek, yok olmak’ mânasındaki tams sıfatlarının Hakk’ın sıfatlarında fâni olması” şeklinde tanımlanmıştır (et-TaǾrîfât, “maĥv” md.; Sühreverdî, s. 527; Kâşânî, s. 80, 81; Gümüşhânevî, s. 27). Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Meŝnevî’de (III, 54, 298; V, 86) menfi ile müsbet gibi mahv ile isbatın da birbirini gerektirdiğini, bunun da zâhir ve bâtın farkından kaynaklandığını, zâhirde var sanılan şeylerin aslında yok, yok sanılan şeylerin ise var olduğunu söyler.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şbt”, “mĥv” md.leri; et-TaǾrîfât, “maĥv” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1334, 1359; Kāmus Tercümesi, I, 556; IV, 1175; Wensinck, el-MuǾcem, “şbt”, “mĥv” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “şbt”, “mĥv” md.leri; Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 11; Müslim, “Birr”, 44; Serrâc, el-LümaǾ, s. 431; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, Tahran 1338 hş., s. 494-501; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire, ts., s. 222; Ebû Mansûr el-Abbâdî, Śûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347 hş., s. 203; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Kahire 1279, V, 308-312; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, II, 729, 731; Sühreverdî, ǾAvârifü’l-maǾârif, Beyrut 1966, s. 527; Mevlânâ, Meŝnevî, III, 54, 298; V, 86; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, s. 79-81; Gümüşhânevî, CâmiǾu’l-uśûl, Kahire 1289, s. 27; Seyyid Sâdık-ı Gûherîn, Şerĥ-i Iśŧılâĥât-ı Taśavvuf, Tahran 1369 hş., I, 75; Ziyâeddin Nahşebî, Silkü’s-sülûk, Tahran 1369 hş., s. 13; Ca‘fer Seccâdî, Ferheng, Tahran 1991, s. 707.

Süleyman Uludağ