LAKAP

(اللقب)

Bir kimseye asıl adından ayrı olarak sonradan takılan ikinci ad; şeref pâyesi; halife ve sultanların hâkimiyet alâmeti.

Arapça bir kelime olan lakabı (çoğulu elkab) dilciler “nebez” ile açıklarlar. Nebez, “bir kimseye gizli kalmasını istediği bir ayıbıyla hitap etmek” anlamına gelir. Ancak sonradan aslında “sıfat, vasıf” demek olan, genellikle “kişinin severek aldığı, onu toplum içinde yücelten ad” anlamındaki na‘t da lakap karşılığında kullanılmaya başlanmış (Kalkaşendî, V, 412), böylece lakap “övgü veya yergi ifade eden isim ve sıfat” mânası kazanmıştır. Câhiliye döneminde kişinin, adından başka sonradan toplumun verdiği bir de lakabı olur, onun fizik veya karakter yapısını yansıtan bu lakap bazan takdir, bazan tahkir ifade ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’de inananların birbirlerini çirkin lakaplarla çağırmaları yasaklanmış ve bu davranış tövbe edip vazgeçilmesi gereken fâsıklık kapsamında sayılmıştır (el-Hucurât 49/11). İslâm ahlâkına göre bir kişiye, aynı ismi taşıyan başka kişilerden ayırmak ve onun tanındığı özelliğini vurgulamak amacıyla lakap takmakta bir sakınca yoktur; meselâ Abdülganî b. Saîd’e cömertliğinden dolayı “âniyetü’l-asel” (bal kabı), Meymûn b. Eflah’a tarif maksadıyla “el-eşber” (uzun parmaklı) denilmiştir. Hz. Peygamber insanları lakap ve künyelerinin en sevimlisiyle çağırmaktan hoşlanır (Taberânî, IV, 13), bunu bir müminin diğeri üzerindeki haklarından sayardı (Kurtubî, XVI, 330).

Kur’an’da geçen Zülkifl ve Zülkarneyn gibi bazı isimler aslında birer lakaptır. Ayrıca “Mesîh” (Âl-i İmrân 3/45; en-Nisâ 4/157, 171, 172; el-Mâide 5/17, 72, 75) Hz. Îsâ’nın, “Zünnûn” (el-Enbiyâ 21/87) Hz. Yûnus’un, “İsrâil” (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58) Hz. Ya‘kūb’un lakabıdır. “Allah İbrâhim’i dost edindi” meâlindeki âyetten (en-Nisâ 4/125) hareketle Hz. İbrâhim’e “Halîlullah”; “Allah Mûsâ’ya hitap ederek konuştu” âyetinden (en-Nisâ 4/164) hareketle Hz. Mûsâ’ya “Kelîmullah”; “... biz ona ruhumuzdan üfledik” (el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12) âyetlerinden hareketle Hz. Îsâ’ya “Rûhullah”; Allah’ın “ol” emriyle vücut bulduğu ve bu sebeple “O’nun kelimesi” olarak vasıflandırıldığı için (Âl-i İmrân 3/39, 45; en-Nisâ 4/171) yine Hz. Îsâ’ya “Kelîmetullah” denilmiştir. Resûl-i Ekrem’e ise gençlik çağında dürüstlüğünden, güvenilirliğinden dolayı kavmi tarafından “el-Emîn” lakabı takılmıştı; bi’setten sonra da kendisine Kur’an’daki birçok âyetin delâletiyle “en-nebiyyü’l-ümmî, hâtemü’n-nebiyyîn, hâtemü’l-enbiyâ, seyyidü’l-mürselîn” gibi lakaplar takılmıştır.

Resûlullah’ın ashabı içinde Hz. Ebû Bekir “el-atîk, zü’l-hilâl, evvâh, es-sıddîk, şeyhülislâm”; Hz. Ömer “el-fârûk” ve Hz. Ebû Bekir ile birlikte “şeyhayn”; Hz. Osman “zünnûreyn”; Hz. Ali “haydar, el-murtazâ, esedullāhi’l-gālib, ebû türâb”; Hz. Hamza “esedullah” ve “seyyidüşşühedâ”; Hâlid b. Velîd “seyfullah”; Ca‘fer b. Ebû Tâlib “tayyâr” ve “zü’l-cenâhayn”; Huzeyme b. Sâbit “zü’ş-şehâdeteyn”; Esmâ binti Ebû Bekir “zâtünnitâkayn”; Hz. Âişe “ümmü’l-mü’minîn, es-sıddîka / es-sâdıka” gibi bir kısmı Resûl-i Ekrem tarafından verilen lakaplar almışlardır. Tarihî seyir içerisinde bazı lakaplar sadece Hz. Ali’nin soyuna hasredilmiştir ki bunların başında “seyyid” ve “şerif” gelir (bk. ALİ EVLÂDI).

Câhiliye ve İslâm dönemlerinde şairlerin bir kısmı şiirlerinde kullandıkları ifadelerden mülhem lakaplar almışlardır. “Tarafe, mütelemmis, nâbiga, mümezzak, mülâibü’l-esinne, teebbata şerran” bunlardan bazılarıdır (Osman Muhammed Ali el-Abâdile, s. 5, 6, 7-8, 12, 14, 17). “Zibrikan” (hafif sakallı), “hebenneka” (kısa boylu) gibi bazı şairlere ise bu lakaplar fizikî özellikleriyle ilgili olarak takılmıştır.

Geleneğin yaygın olduğu kültürlerde çok defa lakap ismin yerini alır; hatta isimler unutulup üzerlerinde ihtilâf edilir. İslâm tarihinde bunun örneklerine sık sık rastlanmaktadır. “Eşec” (el-Abdî) (yara izli), “Ahnef” (b. Kays) (çarpık bacaklı), “A‘rec” (topal, aksak), “A‘meş” (bulanık gören), “Tâvûs” (b. Keysân) (erkek güzeli), “Sefîne” (gemi, bir seferde çok yük taşıdığı için bu lakap verilmiştir) bunlardan bazılarıdır. İslâm âlimlerinden Seâlibî, Sa‘leb, Sa‘lebî, İmâmü’l-haremeyn, Sîbeveyhi, Câhiz, Müberred gibi pek çoğu isimleri bilindiği halde lakaplarıyla meşhur olmuştur.


Hadiste, özellikle ricâl ilminde lakap bilgisinin büyük önemi vardır. Hadis âlimleri râvilerin tanınması, bilhassa isim ve künyelerinde benzerlik olanların birbirine karıştırılmaması için lakap bilgisine önem vermişlerdir; İbnü’s-Salâh bunu bir muhaddisin bilmesi gereken konular arasında sayar (Muķaddime, s. 204 vd.). “A‘meş”, “ecla‘” (dişlek), “akra‘” (kel), “a‘ver” (tekgöz), “ahvel” (şaşı), “tavîl” (uzun), “kasîr” (kısa) gibi fizikî kusurlara dayanan sıfatlar lakap olarak çokça kullanılmış ve bu durum genellikle kötü lakap sayılmayıp cerh gibi zaruretten dolayı câiz görülmüştür. Râviler arasında sadece lakaplarıyla tanınanlar oldukça fazladır. Bazı lakapların hangi sebeplerle alındığının bilinmemesi sahipleri hakkında yanılmalara sebep olmuştur. Abdullah b. Muhammed ed-Daîf’in (zayıf) lakabı rivayette değil vücutça zayıflığından dolayı takılmıştır; bunu bilmeyen bazı kimseler onun zayıf bir râvi olduğuna hükmetmişlerdir. Muâviye b. Abdülkerîm ed-Dâl’e de itikadî açıdan dalâlete düştüğü için değil Mekke’ye giderken yolunu şaşırdığı için bu lakap verilmiştir. Bir kimsenin bazan adı, bazan lakabıyla anılması da iki ayrı kişiden söz edildiği yanılgısını doğurmuştur. Çok kullanılan lakapların sahipleri birbirlerinden ancak isim, künye veya eserleriyle ayırt edilebilmişlerdir. Lakap hakkında Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Faradî, Hâkim en-Nîsâbûrî, Ebû Bekir Ahmed b. Abdurrahman eş-Şîrâzî, İbnü’l-Felekî, İbn Hacer el-Askalânî, Şeyh Abbas el-Kummî ve Süyûtî gibi âlimler müstakil eserler yazmışlardır (Kettânî, s. 244-245).

Türkler’de lakap takmak eski bir gelenektir. Kâşgarlı Mahmud bunun için “at atmak” tabirinin kullanıldığını söyler (Dîvânü Lugāti’t-Türk, III, 250). Türkler’de çocuk belli bir yaşa gelip bir kahramanlık göstermedikçe ad (lakap) verilmezdi. Tirse Han’ın oğlu bir boğayı altedip boynunu kestiği için Bugaç, Büre Bey’in oğlu yol kesenlerle savaşıp tüccarların malını onlardan kurtardığı için Bamsı Beyrek adını almıştır (Gökyay, s. 7, 34, 60). Orta Asya eski Türk devletlerinde ad yanında lakap geleneği de vardı. Bunlarda özellikle “kara” kelimesinin lakap olarak yaygınlık kazandığı dikkati çeker. Meselâ Karaton, 410’da Hun İmparatorluğu’nun başına geçen hükümdarın asıl adı değil lakabıydı (kara + ton = “siyah renkli elbise”, Pritsak, s. 259).

Abbâsîler’den itibaren halifelerin tahta -Batı dillerinde “taht adı” (throne name) denilen- birer resmî lakapla çıktıkları görülür. İlk defa Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Hz. Ömer’in kullandığı “emîrü’l-mü’minîn” unvanıyla birlikte alınan veya halifeyi tahta çıkaran kişilerce verilen bu resmî lakap önceleri “seffâh, mansûr, mehdî, hâdî, reşîd, me’mûn” sıfatlarından oluşmuştu. Yedinci halife Ebû İshak Muhammed’in “Mu‘tasım-Billâh”ı tercih etmesiyle lafza-i celâlli hale dönüştü ve gelenekleşerek Mısır Abbâsîleri’nin sonuncusu olan Mütevekkil-Alellah Muhammed’e kadar devam etti. Abbâsî halifelerinin meşhur oldukları, asıl adlarının yerini tutan bu resmî lakapların benzerleri (listesi için bk. DİA, I, 37, 38) Batı İslâm dünyasında Fâtımî ve Endülüs Emevî halifeleriyle hilâfet iddiasında bulunan Murâbıtlar, Muvahhidler, Hafsîler gibi çeşitli devletlerin hükümdarları tarafından emîrü’l-mü’minîn unvanıyla birlikte ve aynı kalıplar içerisinde kullanılmışlardır (meselâ ilk Fâtımî Halifesi İmam Ubeydullah “Mehdî-Lidînillâh”, ilk Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman “Nâsır-Lidînillâh” lakaplarını almışlardı; bk. EMÎRÜ’l-MÜ’MİNÎN; HİLÂFET). Hilâfet iddiasında bulunmayan Eyyûbî ve Memlük sultanları da “el-melikü’n-nâsır, el-melikü’l-azîz, el-melikü’z-zâhir, el-melikü’s-saîd” gibi “melik” kelimesiyle başlayan lakapları benimsemişlerdir. Doğu İslâm dünyasında hilâfet iddia etmeyen ve Abbâsî halifesini (Bağdat, Mısır) metbû tanıyan hükümdarlar tahta çıktıklarında halifeden saltanatlarının tasdikini ve birer şeref pâyesi veya unvanı olarak kendilerine uygun gördüğü lakapları vermesini istemişlerdir. Meselâ Büveyhîler “imâdü’d-devle, izzü’d-devle, adudü’d-devle”, Delhi sultanları “muzaffer, mansûr, mücâhid” gibi lakaplar almışlardır. Bu arada halifenin verdiği lakabı kendi konumuna, güç ve kuvvetine göre az bulup itiraz eden hükümdarlar da çıkmıştır. Mahmûd-ı Gaznevî tahta geçip “sultan” unvanını kullanmaya başladığında talebi üzerine Halife Kādir-Billâh’ın tevcih ettiği “yemînü’d-devle” lakabını, çok geniş bir alanda hâkimiyet kurmuş olmasından dolayı yeterli bulmayarak yükseltilmesini istemiş ve öncekine ilâveten “emînü’l-mille” lakabını da almıştır (Nizâmülmülk, s. 202). Halifeler sadece sultanlara değil veliaht ilân edilen şehzadelere, İslâm dünyasını sevindiren büyük zaferleri dolayısıyla kumandanlara ve önemli devlet erkânına da çeşitli lakaplar tevcih ederlerdi. Meselâ Irak amîdi Ebü’l-Hasan Ali b. Îsâ’ya “şeyhü’d-devle” ve “sikatü’l-hazreteyn”, Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’e daha önce verilen bu lakabına ilâveten “kıvâmü’d-dîn ve’d-devle, radıyyü emîri’l-mü’minîn” lakapları verilmişti. Aynı şekilde sultanlar da veliaht şehzadelere ve devlet adamlarına uygun gördükleri lakapları tevcih ederlerdi. Lakap verme sırasında büyük törenler yapılırdı.

Nizâmülmülk Siyâsetnâme adlı eserinde lakapların önemine işaretle, “Lakap onu taşıyan kişiye uygun olmalıdır” der ve çoğalmalarıyla değerlerinin azalacağını, itibarlarının kalmayacağını belirterek halife ve sultanların bu konuda hassas davranmalarını tavsiye eder. Ayrıca lakaplar ve bunların düzenlenmesi hakkında geniş bilgiler verir (s. 192-204).

İslâm âlimleri aşırı övgü ve kendini tezkiye anlamı taşıyan, kişinin kibir ve gururuna sebep olan lakapların kullanılmasını mekruh saymışlardır (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 94-95; İbnü’l-Hac el-Abderî, I, 117 vd.; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî, X, 468). Câhiliye dönemi Araplar’ında fizikî özelliklerine göre hayvanlara da ad vermek veya lakap takmak bir gelenekti. Bu gelenek Hz. Peygamber’in devesi Kasvâ (kulağı yarık) örneğinde olduğu gibi İslâmî dönemde de câiz görülmüştür.

İslâm tarihinde kişileri harekete geçirmesi bakımından önemli bir yeri bulunan, halife ve sultanların devlet adamlarına şeref pâyesi niteliğinde resmî lakap tevcih etmeleri zamanla -Nizâmülmülk’ün de dikkat çektiği gibi- aşırı derecede artarak değerinden çok şey kaybetmiş, modern çağda ise demokratik ülkelerde uygulamadan kalkmıştır. Ancak hâkimiyeti uhdesinde bulunduran millet meclisleri gerek gördüklerinde bu geleneği canlandırmaktadır. Meselâ yalnız Türkiye’yi değil bütün İslâm âlemini, özellikle Hint müslümanlarını çok sevindiren Sakarya zaferinden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi, başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya “gazi” resmî lakabını ve “müşir” rütbesini vermiş, daha sonra bunu örnek alan Pakistan Parlamentosu da Muhammed Ali Cinnah’a “kāid-i a‘zam” (ulu önder) ve Liyâkat Ali Han’a da “kāid-i millet” lakaplarını vermiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü Lugāti’t-Türk Tercümesi, III, 250; Müsned, IV, 69; V, 380; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, XXVI, 132-133; a.mlf., Târîħ (Ebü’l-Fazl), V, 223; ayrıca bk. İndeks; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Musul-Kahire 1405/1984, IV, 13; İbnü’l-Faradî, Kitâbü’l-Elķāb (nşr. M. Zeynühüm M. Azb), Beyrut 1992, s. 10; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 192-204; Mücmelü’t-tevârîħ ve’l-ķıśaś (nşr. Muhammed Ramazânî), Tahran 1318 hş., s. 416-430;


İbnü’l-Kalânisî, Târîħu Dımaşķ (Amedroz), s. 284; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; İbnü’s-Salâh, Muķaddimetü İbni’ś-Śalâĥ (nşr. Mustafa Dîb el-Bugā), Dımaşk 1984, s. 204 vd.; Kurtubî, el-CâmiǾ, XVI, 330; İbn Fazlullah el-Ömerî, et-TaǾrîf (nşr. Semîr ed-Dürûbî), Kerek 1413/1992; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuĥfetü’l-mevdûd bi-aĥkâmi’l-mevlûd, Beyrut 1403/1983, s. 94-95; İbnü’l-Hac el-Abderî, el-Medħal, Kahire 1401/1981, I, 117-124; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, I, 609 vd.; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), V, 412 vd., 447 vd.; VI, 3 vd.; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Hatîb), X, 468, 469; a.mlf., Nüzhetü’l-elbâb fi’l-elķāb (nşr. Abdülazîz b. Muhammed b. Sâlih es-Sedîdî), Riyad 1409/1989, I, 52, 74, 75, 93, 99, 143; II, 29, 221; Muhammed b. Müeyyed el-Bağdâdî, et-Tevessül ile’t-teressül (nşr. Ahmed Behmenyâr), Tahran 1315 hş.; Müntecebüddin Bedî‘, ǾAtebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvînî - Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş.; O. Pritsak, “Qara Studie zur türkischen Rechtssymbolik”, Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1950-55, s. 259; Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, İstanbul 1973, s. 7, 34, 60; Saîd Seyyid Ubâde, Edebü’t-tesmiye fi’l-beyâni’n-nebevî, [baskı yeri yok] 1983 (Dâru Mısr), s. 100-110; Hasan el-Bâşâ, el-Elķābü’l-İslâmiyye fi’t-târîħ ve’l-veŝâǿiķ ve’l-âŝâr, Kahire 1989, s. 12, 16, 32, 36-37, 59, 63, 214; İsmail Yiğit, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi: Memlûkler, İstanbul 1991, s. 81-82; Osman Muhammed Ali el-Abâdile, Elķābü’ş-şuǾarâǿ beyne’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Kahire 1412/1991, s. 5, 6, 7-8, 12, 14, 17; Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 72, 73, 74; Kettânî, er-Risâletü’l-müstetrafe (Özbek), s. 244-245; Ali Sevim - Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995, s. 499-500; Kuteybe eş-Şihâbî, MuǾcemü elķābi erbâbi’s-sulŧân fi’d-düveli’l-İslâmiyye, Dımaşk 1995, s. 15, 16-17, 117-122; Hanefi Palabıyık, Valilikten İmparatorluğa Gazneliler, Devlet ve Saray Teşkilâtı, Ankara 2002, s. 114-129; S. D. Goitein, “Nicknames as Family Names”, JAOS, XC/4 (1970), s. 517 vd.; C. E. Bosworth, “Lakab”, EI² (İng.), V, 618-631; D. S. Margoliouth, “Names (Arabic)”, ERE, IX, 136-140; Hakkı Dursun Yıldız, “Abbâsîler”, DİA, I, 37, 38.

Nebi Bozkurt




Osmanlılar’da Lakap. Osmanlı padişahlarına ait lakapların bir kısmı kendi dönemlerinde verilip resmî literatürde yer alırken bir kısmı da çok sonra ayırt edici vasıflarına göre takılmıştır. I. Murad için “Hudâvendigâr”, I. Bayezid için “Yıldırım”, II. Bayezid için “Velî” ve “Sofu”, I. Selim için “Yavuz” lakapları ya kendi dönemlerinde yahut hemen sonra ortaya çıkmıştır. II. Mehmed’in “Fâtih”, I. Süleyman için kullanılan “Kanûnî”, II. Selim’in “Sarı” ve IV. Mehmed’in “Avcı” lakapları daha sonraki asırlarda ve özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda yaygınlık kazanmıştır. Yalnız I. Süleyman için “Muhteşem” lakabı daha kendi döneminde Avrupa literatüründe yer etmiştir.

Osmanlı bürokrasisinde seyfiye, ilmiye ve kalemiye mesleklerinin teşekkülü ile birlikte meslek mensupları çeşitli özelliklerini yansıtan lakaplarla tanınmışlardır. Bilhassa kâtip zümreleri arasında aynı adı taşıyan birkaç kişiyi birbirinden ayırt edebilmek için kendilerinin birtakım resmî rumuzlarla anıldığı ve bunlardan bazılarının asıl adın kısaltması olduğu, daha sonra lakap haline dönüştüğü dikkati çekmektedir. Meselâ Ayn Ali Efendi, Lâm Ali Çelebi, Dâl Mehmed Çelebi gibi örnekler yanında Feridun (Ahmed), Âlî (Gelibolulu Mustafa ve Mehmed Emin Âlî Paşa), İzzî (Süleyman), Subhî (Mehmed), Râgıb (Mehmed), Cevdet (Ahmed) gibi tanınmış şahsiyetlerin lakapları zamanla âdeta kendi asıl adlarının yerini almıştır. Osmanlılar’da mesleklerin babadan oğula geçmesi gelenek olduğundan bir iki nesilden itibaren lakapların sonuna “... zâdeler” veya “... oğulları” eklenmeye başlanmıştır.

Başta vezîriâzam olmak üzere Osmanlı devlet erkânının hemen her birinin bir lakabı bulunmaktadır (Sokullu, Pîrî, Kuyucu, Lala, Köprülü, Topal, Melek, Zurnazen, Boynueğri, Elmas, Arabacı, Sürmeli vb.; bunlar için bk. Danişmend, V, 7-108). Osmanlı bürokrasisinde özellikle defterdarlara verilen “Mezbele-turpu” Mahmud Efendi, “Yahni-kapan” Abdürrahim Efendi, “Gizli-sıtma” Hacı İbrâhim Efendi, “Ekin-iti” Seyyid Feyzullah Efendi, “Sopa-salan” Kâmil Ahmed Efendi gibi lakapların her birinin veriliş hikâyesi bulunmaktadır (a.g.e., V, 307-310).

Osmanlı ulemâsının genel olarak lakaplarına bakıldığında Fenârîzâde, Çivizâde, Dürrîzâde, Arapzâde gibi aileye nisbetlerinin ön plana çıktığı görülmektedir. Osmanlı döneminde kaleme alınmış bazı tabakat kitaplarında ulemâ biyografileri yazılırken isim tertibinde farklı kullanılışlara yer verilmiş, Atâî biyografi bendlerinde ismi öne alırken Şeyhî özellikle lakabı ön plana çıkarmıştır. Burada ulemânın lakapları kaydedilirken çoğunun mensup olduğu şehre göre anıldığı dikkati çeker. Bu dönemde devlet erkânının lakapların doğum yerine, aile mesleğine veya sanat alışkanlığına göre verildiği görülmektedir.

Osmanlı geleneğinde özellikle ilmiye mesleğinde belli başlı isimlere ait yaygın olarak kullanılan lakaplar vardır. Ahmed’in “Şemseddin”, Ali’nin “Alâeddin”, Hüseyin’in “Hüsâmeddin”, Mahmud’un “Bedreddin”, Mustafa’nın “Muslihuddin”, Yûsuf’un “Sinâneddin” veya “Ziyâeddin”, İbrâhim’in “Tâceddin”, İlyas’ın “Fahreddin” veya “Şücâüddin” ile kullanılması yaygındır (Özergin, XII/249 [1970], s. 5584). Lakaplar, coğrafyanın veya ortamın değişmesiyle Türkçe’den Arapça ve Farsça’ya da dönüşebiliyordu. Konya’da “Kemikoğulları” ailesinin Şam’a yerleşince aynı anlama gelen “Azmzâdeler” diye meşhur olduğu bilinmektedir.

Anadolu’da ailelerin sülâle veya soy adı olarak mutlaka bir lakabı vardı. Ancak bu lakap çekirdek aileye değil birbiriyle akrabalık bağı olan bir sülâleye aitti. Bu sebeple Anadolu kasaba ve şehirlerinde hemen herkes birbirini lakabından tanırdı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve soyadı kanununun kabulünün (1934) ardından uzun süre devam eden bu gelenek son otuz-kırk yılda yaşanan yoğun göç olgusu ile giderek kaybolmuştur. Diğer taraftan uygun olan bazı lakaplar aynen veya bazı değişikliklerle soyadı olarak da alınmıştır.

Ortaçağ İslâm ve Türk şehirlerinin tarihî, fizikî ve toplumsal özelliklerine göre birer sıfatla anılması yaygın bir gelenekti. Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere, Kudüs-i şerif gibi kutsal şehirlere ait özel sıfatlar dışında diğerlerinde “dâr” ile başlayıp Arapça bir terkip halinde “dârülcelâl” (Erzurum), “dârülemân” (İsfahan, Tercan), “dârülfahr” (Diyarbekir), “dârülfeth, dârülmülk” (Kayseri ve Konya), “dârülfeyz” (Harput), “dârüliz” (Amasya), “dârünnasr” (Erzincan), “medînetüsselâm” ve “dârüsselâm” (Bağdat), “dârüssugr” (Antakya) vb. nitelemelere de rastlanır (TA, XII, 317-328).

BİBLİYOGRAFYA:

Atâî, Zeyl-i Şekāik, bk. Fihrist; Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, tür.yer.; Danişmend, Kronoloji2, V, 7-108, 307-310; O. Pritsak, “Qara Studie zur türkischen Rechtssymbolik”, Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1950-55, s. 259; Abdülkadir Donuk, Eski Türk Devletlerinde İdarî-Askerî Unvan ve Terimler, İstanbul 1988; Mehmet İpşirli, “İlmiye Mensuplarının İmza ve Tasdik Formülleri”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri: 30 Nisan - 2 Mayıs 1986, Bildiriler, İstanbul 1988, s. 177-200; M. Kemal Özergin, “Türklerde Lâkab Alma Adetlerine Dair”, TFA, XII/249 (1970), s. 5583-5584; Erol Özbilgen, “İslâm Kültüründe İsim Müessesesi”, İlim ve Sanat, II/10, İstanbul 1986, s. 73-84; Feridun M. Emecen, “Ali’nin ‘Ayn’ı: XVII. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Bürokrasisinde Kâtib Rumuzları”, TD, sy. 35 (1994), s. 131-149; H. Busse, “ǾIzz al-Dawla”, EI² (İng.), IV, 293-294; a.mlf., “ǾIz al-Dīn”, a.e., IV, 294-295; C. E. Bosworth, “Laķab”, a.e., V, 630-631; TA, XII, 317-328.

Mehmet İpşirli