KUTSİYET

(قدسيّت)

Tabiat üstü bir güçte ve onunla temas sonucunda bazı varlıklarda bulunduğuna inanılan aşkın nitelik anlamında terim.

Türkçe’de kudsiyyet Arapça’da “temiz ve pak olmak” anlamındaki kuds kelimesinden alınmıştır. Aynı kökten gelen takdîs “kutsallık nisbet etme”, bundan türeyen mukaddes de “kutsallık nisbet edilmiş” mânasına gelir. Sâmî dillerde ķdş / ķds kökünden kelimeler ve Yunanca’da hagios, Latince’de sacrum kelimeleriyle karşılanan kutsal kavramı, bir din içerisindeki unsurları birbirine bağlayarak o dinin bütünlüğünü sağlayan veya kuşatan en temel eleman olup din bilimlerinin ana konularındandır. Din bilimlerinin genel tanımına göre kutsal, politeizmden monoteizme kadar bütün din biçimlerinin özünü oluşturur. Herhangi bir dinde inançlı kabul edilen kişiyi Tanrı’ya, ritüele, cemaate, doktrine ve ahlâka bağlayan, onun din çerçevesinde kalmasına katkıda bulunan temel tecrübe kutsal duygusudur.

Kutsalı belirleyen en önemli unsur kişinin, kaynağı tabiat üstü sayılan varlığa sevgi ve korkuya dayalı bir duyguyla bağlanma eylemidir. Kutsal çiğnenmemesi gereken bir olgudur (tabu); bunu sağlayacak olan da dünyevî veya uhrevî müeyyidelerdir. Ayrıca kutsal rasyonel görev ahlâkı (veya duygusu) ile de ilişkili olup emir ve yasaklarla toplumu yönlendirir. Böylece toplum kutsal olana saygı gösterir ve onunla ilişkisini diğer toplumsal fenomenlerden farklı şekilde sürdürür. Sonuç olarak kutsala saygı duyulmalıdır, bu bir görev ahlâkıdır ve çiğnendiğinde müeyyidelerle karşılaşılacaktır. Kutsalın tanımını yapmada ipucu verebilecek bir başka açıklama kutsal ve profan (kutsal olmayan, sıradan) arasındaki diyalektik ilişkinin mahiyetidir. Kutsal “diğerlerinden hem ayrı hem de belli bir sınır içine alınmış” (Latince sancire), profan ise “özel alanın önünde, dışında bulunan” (pro-fanum) demektir. Profan, kuralları veya yapısı ihlâl edildiğinde bir müeyyideyi gerektirmeyen, sıradan ve alışılmış fenomenlerdir. İlkel dinlerde kutsal ve profan arasındaki diyalektik tasnif monoteist dinlerdeki tasniften daha vurgulu ve daha yaygındır; monoteizmle birlikte kutsalın alanı oldukça daraltılmıştır.

Batı dünyasında kutsalın bir din bilimi problemi olarak ele alınması XIX. yüzyıldan önceye gitmez. Daha çok Eski Ahid’deki iptidaî kutsal kavramı esas alınarak yapılan çalışmalar Schleiermacher ile başlar ve Rudolf Otto ile zirvesine ulaşır. Kavramın özellikle bu dönemde ele alınışıyla ilgili olarak üç temel sebep gösterilebilir. 1. Liberal Protestanlık. XIX. yüzyılda rasyonalizm ve Kitâb-ı Mukaddes tenkidi çalışmalarıyla güç kazanan liberal Protestanlık, Hıristiyanlığın tarih içinde vuku bulmuş bir yığın olguyla dolu olduğunu kabul etmekteydi. Liberal Protestanlar’ın, Hıristiyanlık anlayışlarını gereksiz tarihsel olgulardan arınmış bir din üzerine temellendirme arzuları, onları ister istemez geride kalan tek esaslı din fenomeni olarak kutsalı ön plana çıkarmaya sevketmiştir. 2. Pozitivizm. XIX. yüzyılın genel bilimsel modeli, insanlığı bâtıl ve dejenere inançlardan kurtarmanın kutsalı ön plana çıkarmakla gerçekleştirilebileceğini varsaymıştı. Antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi dönemin gözde bilim dalları dinlerin aslını kutsala indirgeyerek bu görüşe katkıda bulunmuştur. 3. Hıristiyanlığın diyalog anlayışı. XX. yüzyılın başlarından itibaren hıristiyan çevrelerde kutsal kavramının ön plana çıkarılmasında hıristiyanların diğer dinlerle diyalog arayışları etkili olmuştur. Zira kutsal dışındaki fenomenlerinden arındırılmış bir dinin Hıristiyanlık’la daha yakından diyalog kurabileceği açıktır.

Bir fenomen olarak kutsalı belli eden özellikler, bir anlamda kutsalın niteliğinin analizi sonucunda ortaya çıkan kavramlar olup şöyle sıralanır: a) Mysterium tremendum. Rudolf Otto’nun kutsalın biricik özelliği olarak ön plana çıkardığı bu kavrama göre kutsal, insanın bütünüyle kendinden farklı ve üstün bir güç karşısında duyduğu, korku ve saygı karışımı ürpertici (mysterium tremendum) bir hissin yöneldiği objede saklı bir kudrettir (The Idea of the Holy, s. 13). b) Kutsalın hierofonik (zuhur) özelliği. Bir şeyin kutsallık kazanması kendiliğinden veya tesadüfen olmaz. Dinler kutsallığı hierofonik bir olgu olarak düşünürler. Buna göre bir yerin, nesnenin, kişinin veya bir canlı türünün kutsal oluşu tabiat üstü, ilâhî bir gücün onunla temasının sonucudur. Meselâ herhangi bir yerin (bir hac mekânı) kutsal olmasının sebebi orada Tanrı’nın, bir meleğin ... zuhur etmesidir. c) Kutsalın tabu oluşu. Kutsalı kutsal olmayandan ayırt eden görünürdeki farklılık onun bir tabu ile çevrili olmasıdır. Böylece kutsal olan çiğnenemez, yok edilemez; onunla temas edilmesi gerektiğinde tabu oluşundan


kaynaklanan bir felâkete mâruz kalmamak için özel ritüellere başvurulmalıdır (kutsal bir mekâna girmeden önce abdest almak gibi). d) Kutsalın geçiciliği / kalıcılığı. Sebebi ne olursa olsun bazı şeyler tamamen ve kalıcı olarak kutsal addedilir veya bazı durumlarda kutsallık geçici bir süre ile kısıtlanabilir. Meselâ kutsal bir kişi doğumundan ölümüne kadar kutsal kalabilir; belirli bir dönemde kutsal sayılan biri de sonradan kutsallığını ve onunla ilişkili kazanımlarını yitirebilir. e) Kutsalın sirayet özelliği. Bazı durumlarda kutsal olan bir şey bu kutsallığı bir başka şeye nakledebilir. Buna en klasik örnek kutsal bir kişinin el temasıyla başkalarını kutsallaştırması işlemidir. f) Kutsalın topluluk için anlam haritası oluşu. Kutsalın toplumsal yönünü vurgulayan bu özellik, bir toplulukta yaşayan insanların kutsal olan ve olmayanları bilerek yaşamaları anlamına gelir. Topluluk, var oluşuna katkıda bulunan soyut veya somut fenomenleri kutsallaştırarak kendi mevcudiyetini temin edebilir. Böylece kutsal, neye karşı nasıl yaklaşılması gerektiğine dair topluluk mensuplarına bir anlam haritası sunar. Bu harita bir bakıma topluluğun görünmeyen kanun kodeksini oluşturur.

Dinlerde kutsal ilişkili olduğu fenomenlere bağlı olarak dört kısma ayrılır. 1. Kutsal mekânlar. Çoğunlukla hierofonik (tabiat üstü bir gücün herhangi bir yerde görünüşüyle ilgili) gerekçelere bağlı olarak bazı coğrafyalar tabu çerçevesinde korunmuş kutsal mekânlar olup onlarla temas özel ritüelleri gerektirir. Bu mekânlarda bulunmak kişiye dünyevî veya uhrevî imtiyazlar kazandırır. Hac mekânları, tapınaklar bu türe klasik örneklerdir. 2. Kutsal zamanlar. Yılın belli dönemleri profan sürelerden farklı olarak özel periyotlardır. Modern terminolojide bayram şeklinde ifade edilen kutsal zamanlar özel ritüelleri gerekli kılar. İlkel dinlerde kutsal zamanlar tanrıların “başlangıçta” yaptıkları eylemleri içeren zamanlardır. Bunun monoteist dinlerdeki en güzel örneği Yahudilik’teki Şabat kutlamalarıdır. 3. Kutsal varlıklar. Başta Tanrı olmak üzere doğa üstü olduğuna inanılan varlık türleri, bazan insanlar, hayvanlar kutsal sayılır. Bu varlıklar kutsallıklarını uhrevî güçlerinden alırlar. Kabile şefleri, kâhinler, şamanlar, kehanet hayvanları bu türe geleneksel örneklerdir. 4. Kutsal nesneler. Tabiat üstü güç taşıdıkları gerekçesiyle başta asâ türleri, taşlar, kutular, elbiseler ve yüzük olmak üzere çeşitli nesneler pek çok kültürde kutsal sayılır; bunların olağan üstü güçler taşıdığına inanılır; onlarla temas özel ritüelleri gerektirir.

İlkel insanlar için çevrelerindeki pek çok şey, muhtemelen bilinemezlikleri ve sıra dışılıkları veya topluluğun hayatında belirleyici rol oynamaları dolayısıyla kutsal kabul ediliyordu. Tabiatın içerisindeki kutsallığı yalnızca Tanrı Yahve ile ilişkili olduğu noktalarda kabul eden Yahudilik ile beraber ilkellerin kutsal anlayışının alanı daraltılmış, Tanrı fikrinin tabiatın dışında ontolojik bir alana çıkarılmasıyla birlikte tabiat kutsal konumunu kaybetmiştir.

İbrânîce’de kutsal kavramının karşılığı olan “ķdş” fiili ve kutsallık anlamındaki “keduşah” profanın karşıtı olan her şeyi içerir. Yahudilik’te mutlak kutsal olan, Tanrı Yahve ve O’nunla temas halindeki fenomenlerdir. Bütün nesnelerin Tanrı’ya nisbetle kutsallık kazanmasına en iyi örnek ahid sandığıdır (I. Samuel, 6/19). Eski Ahid’de başta Tanrı olmak üzere kâhinler, Sina dağı, Şabat, ahid sandığı, İsrâiloğulları, Çadır, Urim, Tumim, belki helâl olan hayvanlar, İsrâil diyarı, Kudüs, Süleyman Mâbedi, mâbeddeki eşyalar, ibadet malzemeleri kutsaldır (Çıkış, 3/5; 28/15; Levililer, 11/41-46; 10/10; II. Samuel, 21/6-25).

Kutsalı çiğnemenin karşılığı kirlenmek ve ölümdür (Levililer, 11/44, 45). İnsanoğlu için kutsallık sonradan ele geçirilebilen bir şeydir ve onu kazanmak özel bir ritüeli, bir hak edişi gerektirir (Çıkış, 29/33). Bununla birlikte Yahve’nin İsrâiloğulları’nı seçişi ve dolayısıyla onları kutsal kılması Tanrı’nın tek taraflı olarak yaptığı bir tercih gibi görünmektedir. Tevrat’a göre Yahve’nin İsrâilliler’i niçin kutsadığı ve seçtiği açık değildir (Tesniye, 7/6, 7). Herhangi bir şeyin kutsal olmasının ona kazandırdığı temel ayrıcalık ihlâl edilememesi ve bereketli kılınışıdır (Tesniye, 7/13, 14; 28/2-9; 29/30).

Yeni Ahid’de kutsalın karşılığı olarak Grekçe “hagios” kelimesi kullanılır. İlk hıristiyanların bu konudaki inançları Eski Ahid’deki inançlara benzer. Yeni Ahid’e göre Allah’ın kutsallığının yanında Îsâ da “Allah’ın mukaddesi”dir (Markos, 1/24); Yeni Ahid’in aracısı olması sebebiyle Îsâ kutsal görevler ifa etmiştir (İbrânîler’e Mektup, 8/6; 9/15). Böylece Hıristiyanlık kutsallığı Eski Ahid’den farklı bir yere getirmiştir.

Hıristiyanlık’ta kutsallık kavramının gerçek anlamda mimarı Saint Paul’dür. Paul ile birlikte kutsallık yalnızca Tanrı ve O’na inananlarla sınırlandırılmıştır. Paul’ün Eski Ahid şeriatını reddetmesi, ona dayalı bütün kutsal fenomenlerden de uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. Paul’e göre kutsallığı bahşeden yalnızca Tanrı’dır (Korintoslular’a İkinci Mektup, 1/2). Bütün hıristiyanlar seçildikleri için değil “Tanrı’ya adanmış” oldukları için kutsaldır (Romalılar’a Mektup, 1/7). Mektuplarda “azizler” (kutsanmışlar) tabiri zaman zaman bütün inananlar için kullanılmıştır (Korintoslular’a İkinci Mektup, 1/1). Öte yandan kurtuluş kutsallıkla ilişkilendirilir; kurtulanlar kutsanmış olanlar arasından çıkacaktır (Timoteos’a Birinci Mektup, 2/15).

Erken Hıristiyanlık’ta, Rûhulkudüs kavramının henüz önem kazanmadığı I. yüzyıl civarında kutsallığı kazanma yolu “Îsâ’nın kurbanlığına dahil olmak”la ilişkilendirilmiştir (İbrânîler’e Mektup, 10/10). Rûhulkudüs’ün formüle edilişinden itibaren kutsallık onun aracılığıyla elde edilebilen bir “izzet” olarak düşünülmeye başlanmıştır.

Bugünkü hıristiyan mezheplerinde kutsallık anlayışı yukarıdaki ilkeler doğrultusunda kabul görmektedir. Fakat V. yüzyıldan itibaren sakramentlerin formüle edilmeye başlanmasıyla birlikte daha çok soyut anlamda etkili olan kutsallık kavramı, zamanla bazı somut nesnelerin veya kişilerin kutsallaştırılmasına giden bir süreçte değişime uğramıştır. Böylece kutsal kişiler (azizler, bazı görevlerdeki din adamları) ve hatta nesneler (kutsal emanetler) ortaya çıkmaya başlamıştır.

Modern dünyada hıristiyan mezhepleri içerisinde Protestanlık, kutsallığın kazanımını doğrudan doğruya Rûhulkudüs’ün inayetine bağlayarak diğer mezheplerden farklı bir inanç geliştirmiş, günümüz Protestan kiliselerinde kutsalın alanı yalnızca Tanrı ile sınırlandırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

J. Murlenburg, “Holiness”, IDB, II, 618; M. Eliade, The Myth of the Eternal Return, New York 1954; a.mlf., Patterns in Comparative Religion, New York 1954; a.mlf., The Sacred and the Profane, New York 1957, s. 10-12; R. Otto, The Idea of the Holy, London 1958, s. 6, 7, 12-15, 19, 20, 25; E. Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, London 1965, s. 41-51, 150, 151; M. Dhavamony, Phenomonology of Religion, Rome 1973, s. 94-108; V. Lossky, The Mystical Theology of the Eastern Church, London 1973, s. 156, 157; E. Reed, Kadının Evrimi (trc. Şemsa Yeğin), İstanbul 1982, s. 144, 145; J. Lachowski, “Holiness in the Bible”, New Catholic Encyclopedia, Washington 1967, VII, 52; W. J. Kornfeld, “Sacred and Profane”, a.e., XII, 816; W. G. Oxtoby, “Holy, Idea of the”, ER, VI, 1, 2; C. Colpe, “Sacred and the Profane, The”, a.e., XII, 514.

Kürşat Demirci



İslâm’da Kutsiyet.

“Yaratılmışlık özelliklerinden ve mahiyetinin idrak edilmesinden münezzeh oluş mânasında Allah’a izâfe edilen bir kavram” diye tanımlanan kutsiyet on âyette yer almaktadır. İki âyette, Allah’ın Hz. Mûsâ’ya hitabı sırasında Mûsâ’nın mukaddes bir vadide bulunduğunun kendisine bildirildiği ifade edilmekte (Tâhâ 20/12; en-Nâziât 79/16), bir âyette Hz. Mûsâ’nın kavmine hitaben, “Allah’ın size takdir ettiği mukaddes yere (arz-ı mukaddese) girin” dediği belirtilmektedir (el-Mâide 5/21). Taberî, vadinin mukaddes oluşunu mânevî kirlerden temizlenip mübarek olmakla açıklamış (CâmiǾu’l-beyân, XVI, 182), Mâtürîdî ise üzerinde Allah’tan başkasına tapınılmamış yer özelliği taşıması veya Kâbe’de ve diğer camilerde olduğu gibi içinde ibadet edilmesinin sevabının fazla olması şeklinde yorumlamıştır (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 457b). “Arz-ı mukaddese” de Taberî tarafından aynı şekilde mânalandırılmış (CâmiǾu’l-beyân, VI, 234), Mâtürîdî, İsrâ sûresinin 1. âyetine atıfta bulunup (17/1) çevre olarak “meyveli ve bereketli” anlamına gelebileceği gibi “şirkten ve her çeşit kötülükten uzak tutulup âbid ve zâhidlerin bulunduğu yer” olarak da anlaşılabileceğini belirtmiştir (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 181b). Takdisi “Allah’ın kişiyi mânevî kirlerden temizleyip arındırması” mânasına alan Râgıb el-İsfahânî, maddî mekânların kutsiyetini “en büyük kirlilik olan şirkten temiz ve uzak tutulması” şeklinde açıklamıştır (el-Müfredât, “ķds” md.).

Genellikle Cibrîl diye anlaşılan ve dört âyette yer alan “rûhulkudüs” tabiri üç yerde Hz. Îsâ’yı destekleyen bir unsur, bir âyette de Kur’an’ı Allah’tan alıp getiren varlık olarak anlatılır (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110; en-Nahl 16/102). Bir âyette meleklerin Allah’ı tesbih ve takdis ettiği belirtilmiş (el-Bakara 2/30), iki âyette de kuddûs ismi Allah’a izâfe edilmiştir (el-Haşr 59/23; el-Cum‘a 62/1). Müfessirler, tesbihle takdise “zât-ı ilâhiyyeyi ulûhiyyet makamıyla bağdaşmayan her türlü nitelikten tenzih edip O’na tâzimde bulunma” mânası vermişlerdir (Taberî, I, 303-305; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 189). Esmâ-i hüsnâdan biri olan kuddûs, “Allah’ın yetkinliğin zıddı olan özelliklerden (nakāis) ve erdemliğin zıddını teşkil eden niteliklerden (uyûb) berî ve yüce tutulması” demektir. Kutsiyet kavramı çeşitli hadislerde de Allah’a izâfe edilmiştir (bk. KUDDÛS).

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis rivayetlerinde kutsiyet kavramıyla anlam yakınlığı içinde bulunan, “tesbîh” ve “ulüv” köklerinden türeyen birçok kelime mevcuttur. Aslında ulûhiyyet konusu üzerinde fikir beyan eden İslâm âlim ve düşünürleri tarafından benimsenen ve “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” (eş-Şûrâ 42/11) meâlindeki âyette ifadesini bulan selbî-tenzihî sıfatların tamamı kutsiyet kavramının mâna ve muhtevasını pekiştiren beyanlardır.

Kur’an’da da beyan edildiği üzere Hz. Nûh’tan itibaren bütün peygamberler, Allah’tan başkasına kutsiyet atfedip ubûdiyyette bulunmamaları konusunda ümmetlerini uyarmış, her peygamberin davetinin temel ilkesini tevhid inancı oluşturmuştur. Çünkü Allah’tan başka herhangi bir varlığa kutsiyet kapsamında gönül bağlamak, yaratıkların en şereflisi olan insanın hem selim fıtratı hem şuurlu canlı olmanın sağladığı üstün konumu hem de şahsiyetinin gelişmesi olgusuyla bağdaşmaz.

Dinler tarihi verileri ve Kur’an’ın beyanlarından anlaşıldığına göre tarih boyunca insanlar bazı tabiat varlıklarının zararlarından korunmak, bazılarından da faydalanmak amacıyla türlü yaratıklara kutsiyet nisbet etmiş, onlara yaratılmışlık üstü özellikler atfetmiştir. Bu arada çeşitli hayvanlar kutsallaştırılmış, ay, güneş ve yıldızlara tapınılmış (Fussılet 41/37; Challaye, s. 106, 152, 177; Yıldırım, s. 365; Aydın, s. 91), gözle görülmeyen bazı varlıklara (cinler) tanrılık izâfe edilmiş (es-Sâffât 37/158), melekler Allah’ın kızları diye nitelendirilmiş (es-Sâffât 37/149-155), yahudiler Üzeyir’i, hıristiyanlar Mesîh Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak kabul etmiştir (et-Tevbe 9/30). İslâm öncesi Arap kavimlerinin çeşitli putlara -Allah’a yaklaştırıcı vesileler olarak- taptıkları bilinmektedir (ez-Zümer 39/3; Cevâd Ali, VI, 34-82, 163-211).

Aslında monoteist bir dine mensup oldukları halde yahudi ve hıristiyanlar zamanla başta Üzeyir ve Îsâ olmak üzere din büyüklerini kutsallaştırmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm onların bu tutumunu kâfirlerin telakkisine benzetmekte ve kendilerini ağır bir şekilde kınamaktadır (et-Tevbe 9/30-31). Hz. Peygamber de hıristiyan devlet adamlarına gönderdiği davet mektubunda aynı temayı işleyip insanların birbirini tanrı edinmemesi gerektiğini vurgulayan âyete yer vermiştir (Âl-i İmrân 3/64; Taberî, III, 410-411; Şevkânî, I, 317).

İslâm öncesi dinlerde yer alan tabiat nesnelerini, şahıs, mekân ve zamanı kutsallaştırma eğilimi yabancı kültürlerin etkisiyle müslümanlar arasında da görülmüştür. İtikadî ve fıkhî mezheplerin yanı sıra tarikatların teşekkül edip müesseseleşmesinden sonra Şîa’nın imamlarını, Sünnîler’in din âlimleri, tarikat şeyhleri vb. kişileri aşırı derecede yüceltmeleri onları bir tür kutsallaştırma olarak kabul edilmiştir. İtikadî ve fıkhî mezheplerin önde gelen âlimlerinin çok defa hatasız kabul edilmesi, görüşlerinin eleştirilmeden isabetli bulunması, vefat etmiş tarikat liderleri hakkında kutsiyetle irtibatlı ifadelerin kullanılması ve kendilerinden medet umularak kabirlerine mabedlere benzer tarzda ilgi gösterilmesi bu görüşü haklı kılan yaklaşımlardır.

Peygamberler dahil olmak üzere Allah nezdinde makbul olan sıddîklar, şehidler, sâlihler (en-Nisâ 4/69), ayrıca insanların hüsnüzan beslediği velî ve ermişler, hatta meleklerden hiçbiri (en-Nisâ 4/172; Yûnus 10/62-64) kutsiyetin mahiyetini oluşturan “yaratılmışlık üstü ve aşkın” özelliği taşımaz. İlâhî dinin son halkasını oluşturan İslâmiyet’in bu temel ilkesinin bir müslüman tarafından çiğnenmesi düşünülemez. Ancak farklı dillerde yer alan bazı kavramların muhtevasında zamanla değişikliğin meydana geldiği de bilinen bir husustur. Bu sebeple yaratılmışlık üstü özelliği ve aşkınlık niteliği nisbet etmemek şartıyla “çok saygı gösterilen, karşı çıkılmaması gereken” anlamı çerçevesinde Allah’tan başka varlıklar için kutsal kavramının kullanılması mümkün görünmektedir. Bununla birlikte kutsiyetin mecazî mânada da olsa insana izâfe edilmesi, onda yaratılmışlık üstü bazı güç veya özelliklerin mevcudiyetini akla getireceğinden sakıncalı bulunmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ķds” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ķds” md.; et-TaǾrîfât, “ķds” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ķds” md.; Buhârî, “Cenâǿiz”, 69, 93; İbn Mâce, “Śadaķāt”, 179, “Fiten”, 20; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Halîl el-Meys), Beyrut 1406/1986, I, 303-305; III, 410-411; VI, 234; XVI, 182; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 181b, 457b; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1410/1990, II, 189; a.mlf., LevâmiǾu’l-beyyinât (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1404/1984, s. 189, 195; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Kahire 1349-51, I, 317; Elmalılı, Hak Dini, VI, 4871, 4954; F. Challaye, Dinler Tarihi (trc. Semih Tiryakioğlu), İstanbul 1969, s. 106, 151-172, 177; Suad Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 266-267, 365; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, [baskı yeri yok] 1413/1993, VI, 34-82, 163-211; Mehmet Aydın, Din Fenomeni, Konya 1993, s. 91; İzzet Derveze, Asru’n-Nebî-Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı (trc. Mehmet Yolcu), İstanbul 1995, I, 346, 439.

Günay Haral