KEMÂL

(الكمال)

Zât, vücud ve sıfat bakımından yetkin olma halini ifade eden bir tasavvuf terimi.

Sözlükte kemâl “bir şeyin bütün parçalarının tam, yeterli ve yerli yerinde olması” anlamına gelir (Kâmus tercümesi, IV, 75). Kur’an’da kemâl kelimesinin türevleri (el-Bakara 2/185, 196, 233; el-Mâide 5/3) Allah’a ve insana izâfe edilmemiştir. Hadislerde ise kâmil ve daha kâmil iman sahibi müslümanlardan bahsedilmiş (Buhârî, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 14-15, “Cihâd”, 5; Tirmizî, “Îmân”, 6, “Ķıyâmet”, 60) ve pek çok erkeğin kemâle er-diği halde kadınlardan ancak Meryem ile Âsiye’nin kemâle erdiği belirtilmiştir (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 32, 46; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 79; İbn Mâce, “EtǾime”, 14; Tirmizî, “EŧǾime”, 31). Hadislerde kemâl daha çok “bir sürenin, sayılabilir ve ölçülebilir bir şeyin tam olması” mânasında geçmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “kml” md.).

Zâhidler ve ilk sûfîler kemâl ve kâmil kelimelerini “tam ve eksiksiz olma” anlamında kullanmakla birlikte bunlara tasavvufî ve ahlâkî erdem anlamı yüklememişlerdir. Kemâl ve kâmil, özellikle Gazzâlî’den sonra önemli kavramları ifade eden tasavvuf terimleri haline gelmiştir. Gazzâlî’ye göre “kusursuz ve noksansız olmak” mânasındaki hakiki ve mutlak kemâl Allah’a hastır. Kemâl ilâhî bir sıfattır; adalet ve ilim sıfatları gibi kemâl sıfatına da sahip olunması arzu edilir. Diğer insanlardan daha olgun ve yetkin bir durumda olmayı her insan ister. Allah zât ve varlık olarak mutlak kemâl sahibidir; ilim ve kudret sıfatları itibariyle de kâmildir. Hakiki kemâl O’na hastır. İnsan için gerçek kemâl Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri hakkında mârifet sahibi olmaktır. Fâili ve yaratıcıyı bilen O’nun fiillerini ve yaratıklarını da bileceğinden mârifet Allah hakkındaki bilgileri de içerir. Ancak Allah’ın bildikleri sonsuz olduğundan ne kadar çok şey bilirse bilsin insanın bu konudaki ilmi sınırlıdır. Bundan dolayı insan bilgi açısından izâfî bir kemâle mâliktir. Fakat tabiatındaki kemâl özlemi ve aşkı onu durmadan bu yolda ilerlemeye sevkeder. İnsan “hür olma” anlamında bir kemâl elde etme imkânına da sahiptir. Bu da nefsine ve onun arzularına hâkim olmasından ibarettir. İnsan nefsinin etkisinden kurtulduğu oranda hürriyetine kavuşur. Kudret alanında insan için herhangi bir kemâl söz konusu değildir. Mala ve mevkiye güvenen insanın kendisinde bir kemâlin bulunduğunu zannetmesi bir kuruntudan ibarettir. Kalıcı ve sürekli olan bilgi ve hürriyetle ilgili kemâldir. “Kalıcı güzel işler” (el-Kehf 18/46; Meryem 19/76) ifadesiyle buna işaret edilmiştir (Gazzâlî, III, 274-279).

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre de mutlak kemâl Hak Teâlâ’ya mahsustur. O hem zât hem de sıfat ve fiilleri itibariyle kâmildir. Ancak İbnü’l-Arabî bu iki kemâli birbirinden ayırarak ilkine zâtî kemâl, ikincisine esmâî kemâl adını verir. Zâtî kemâl Allah’ın zâtında zâtı ile ve zâtı için tecelli ve zuhur etmesidir. Mutlak anlamda ganî oluşunun gereği budur. Esmâî kemâl ise Hakk’ın kendisine tecelli edip zâtını dış âlemde temaşa etmesidir. Bu da çoğu birde görmek gibidir.

İbnü’l-Arabî, dinî ve ahlâkî anlamdaki kemâlden çok varlık ve bilgiyle ilgili kemâl üzerinde durur. Hak Teâlâ tam ve kâmil bir varlıktır. Bunda bir fazlalık ve noksanlık söz konusu olmaz. Allah’ın sıfat ve isimleri de kâmil olmakla beraber bu bakımdan zât gibi değildir. Kâinat Allah’ın sıfat ve isimlerinin tecellisi olduğundan bir bütün olarak güzel ve kâmildir. Ancak kâinatta ve insandaki kemâl eksik bir kemâldir. Bu eksiklik onun kâmil olmasına engel değildir, hatta kâmil olmasının bir gereğidir. Âlemdeki kemâl fazlalığı ve noksanlığı kabul ettiğinden mutlak değil nisbî ve izâfî bir kemâldir. Allah, peygamberlerden daha çok ilim sahibi olmaları için dua etmelerini istediğinden (Tâhâ 20/114) onların kemâli de ziyadeyi kabule açık izâfî bir kemâldir. Zâtî kemâl Hakk’a mahsustur, fakat esmâî kemâlden insanlar da kabiliyetleri nisbetinde nasip alırlar (el-Fütûĥât, I, 854; II, 715; Fuśûś, I, 79).

Bir şey zât itibariyle tam ve eksiksiz ise buna ilk kemâl, sıfatları itibariyle tam ise buna da ikinci kemâl denir. İlkinde zât kemâle, ikincisinde kemâl zâta bağlıdır. İbnü’l-Arabî’ye göre tecelli insanla kemâle ermiş, insanın kemâli de Allah’ın halifesi olmasıyla noktalanmıştır.

İbnü’l-Arabî’den sonraki dönemde yetişen sûfîler, kemâlin metafizik boyutunu daima göz önünde bulundurmakla beraber ahlâkî yönü üzerinde de durmuşlardır. Onlara göre insanın Allah’ın halifesi olması demek onun ahlâkıyla ahlâklanması ve sıfatlarıyla muttasıf olması demektir. Bu hususu gerçekleştiren insân-ı kâmildir. Kâmil insanın en güzel örneği ise Hz. Muhammed’dir. Velîler de Kur’an ahlâkını ve insanî faziletleri gerçekleştirdikleri, Hz. Peygamber’in üstün niteliklerine vâris oldukları nisbette kâmil insan olurlar (Abdülkerîm el-Cîlî, II, 59).

BİBLİYOGRAFYA:

Ragıb el-İsfehânî, el-Müfredât, “Kemâl” md.; et-TaǾrîfât, “Kemâl” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1265; Kāmus Tercümesi, IV, 75; Wensinck, el-MuǾcem, “kml” md.; Buhârî, “Îmân”, 1, “Enbiyâǿ”, 32, 46; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥabe”, 79; İbn Mâce, “EŧǾime”, 14; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 14-15, “Cihâd”, 5; Tirmizî, “Îmân”, 6, “EŧǾime”, 31, “Ķıyâmet”, 60; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, s. 370; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 274-279; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, I, 854; II, 715; a.mlf., Fuśûś, I, 79; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taǾrîf (nşr. Abdülkadir Ahmed Atâ), Kahire 1968, s. 583; İbn Haldûn, Şifâǿü’s-sâǿil, s. 60; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, I, 80; II, 59; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1253, s. 308; Abdurrahman Bedevî, el-İnsânü’l-kâmil fi’l-İslâm, Kahire 1950; el-MuǾcemü’ś-śûfî, s. 981.

Süleyman Uludağ