KEBÎR

(كبير)

(ö. 924/1518 [?])

Kebîrpanthîler tarikatının kurucusu kabul edilen Hindistanlı sûfî.

828’de (1425) Benâres yakınlarındaki Sambat’ta doğdu. Müslüman bir babanın oğlu veya evlâtlığı olduğu rivayet edilmektedir. İslâmî eğitim alarak büyüyen Kebîr


bir yandan da baba mesleği olan dokumacılığı sürdürdü. Daha sonra yerleştiği Benâres’te Hindular’la müslümanlar arasındaki tartışmalara katıldığı sırada tasavvufa ilgi duymaya başladı. Bu dönemde birçok müslüman mutasavvıf ve Hindu mistiğiyle tanıştı; en sonunda Hindu Vişnu mezhebinin ıslahatçısı Ramananda’nın (ö. 1410) düşüncelerinin etkisinde kalarak onun fikirlerini benimsedi. Kendisi gibi dokumacı olan Şeyh Takī’nin (ö. 984/1576) müridleri arasında yer aldığı söylenirse de ölüm tarihleri itibariyle bu mümkün değildir. Öte yandan Kebîr’in bir şeyhi bulunmayıp Üveysî bir sûfî olduğu da ileri sürülmektedir.

Düşüncelerinden dolayı Sultan İskender-i Lûdî’nin tepkisini çeken Kebîr sultanın kendisini öldürme teşebbüslerinden tesadüfen kurtuldu. Müslüman ve Hindular’ı rencide eden görüşleri sebebiyle bir ara hapse atıldı. Hapisten çıktıktan sonra iç karışıklık ve politik çekişmeler yüzünden Benâres’ten ayrılarak Maghar’a gidip yerleşti. Muhtemelen 924’te (1518) burada öldü. Kebîr’e bağlı müslüman ve Hindular, ona kendi dinlerine uygun ayrı ayrı cenaze törenleri yapmak isteyince iki taraf arasında ihtilâf çıktı; Hindular onu yakmak, müslümanlar da defnetmek istiyordu.

Kebîr’in her iki dinin mensuplarınca sevilmesi, onun düşünce dünyasının temelini oluşturan bütün insanların kardeş olduğu görüşünden kaynaklanmaktadır. Hinduizm’in ilkelerine bağlı olmadığı gibi İslâm’ın temel ibadetlerine de pek ilgi göstermeyen Kebîr’in bu düşünceleri şiirlerinde de görülmektedir. Hint kast sistemine karşı çıkıp insanların sınıflara ayrılmasını şiddetle eleştirmesi, insanların eşitliğini kabul etmeyen her türlü fırka ve mezhebe karşı çıkması, onu özellikle Hint toplumunun alt tabakalarının sözcüsü durumuna getirmiştir. Müslümanlarla Hindular’ın kardeş olduğu görüşünden hareketle birlik ve barış içinde yaşamaları gereğini savunan Kebîr’e göre Allah ne camide ne Hindu tapınağındadır, ne riyâzette ne de kutsal yıkanma yerlerindedir. O kalptedir, kalplerin kalbindedir. Kebîr’in müslümanların bazı davranışlarını eleştirdiği ve bir kısım İslâmî uygulamaları reddettiği ileri sürülmüşse de çağdaşı bazı mutasavvıflar onun tevhid inancına sahip olduğunu söyleyerek görüşlerini vahdet-i vücûd anlayışına uygun şekilde te’vil etmişlerdir. Muhtemelen hicivci bir karaktere sahip olan Kebîr’in çağındaki bazı uygulama ve kurumları hicvetmesi ona bu suçlamanın yapılmasına sebep olmuştur.

Ölümünden sonra müridleri oğlu Kemal’e gelerek babasının yolunun devam ettirilmesi için tarikatın kurumlaşmasını istedilerse de oğlu babasının hayatı boyunca fırka ve hizipçiliğe karşı çıktığını, bu sebeple onun düşüncelerine aykırı davranış içinde bulunamayacağını söyleyerek bu teklifi reddetti. Ancak müridleri isteklerinden vazgeçmediler; müslüman müridleri Kebîr’in adına Maghar’da bir dergâh kurarken Hindu müridleri de bir tarikat oluşturdular. Her iki grup Kebîrpanthîler diye tanınmış ve bunlar, sonraki yüzyıllarda daha ziyade Hindular arasında yaygınlık kazanarak bir tarikat haline gelmişlerdir.

Kebîr’in şiirleri Kebîrpanthîler tarafından kutsal sayılan Bijaka adlı bir kitapta toplanmıştır. O dönemde Benâres’te konuşulan Hindî diliyle yazılan bu şiirlerde 235’ten fazla Arapça, Farsça ve Türkçe kelime kullanıldığı tesbit edilmiştir. Bijaka’yı Kebîr’in Bhegavan Das adlı bir müridine yazdırdığı söylenirse de bazı araştırmacılar, eserin Kebîr’in ölümünden sonra 1570’te adı bilinmeyen bir müridi tarafından toplanarak kitap haline getirildiğini ileri sürmüşlerdir. Kebîr’e nisbet edilen şiirlerin büyük bir kısmını, Hindistan’ın ünlü şairlerinden Rabindranath Tagore Songs of Kabīr adıyla İngilizce’ye (London 1915), Sofi Huri de Türkçe’ye (İstanbul 1970) çevirmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Ankara 1946, I, 353-355; K. M. Munshi, The Delhi Sultanate, Bombay 1967, s. 561-565; S. M. Ikram, Muslim Civilization in India, New York 1969, s. 126-132; M. P. Srivastava, Society and Culture in Medieval India (1206-1707), Allahabad 1975, s. 45-49; M. T. Titus, Indian Islam, New Delhi 1979, s. 173; A. Schimmel, Islam in the Indian Subcontinent, Leiden-Köln 1980, s. 38-39; A. C. Banerjee, The State and Society in Northern India, New Delhi 1982, s. 260-265; Mûbed Keyhüsrev İsfendiyâr, Debistân-ı Meźâhib (nşr. Rahîm Rızâzâde-i Melik), Tahran 1362 hş., I, 178-179; CHIn., II, 89-90; S. A. A. Rizvi, A History of Sufism in India, New Delhi 1986, I, 373-384, 393-394; II, 411-414, 438-441; a.mlf., The Wonder that was India, London 1987, I, 360-361; Sehdev Kumar, The Vision of Kabir, London 1996; T. W. Arnold, “Kebîr”, İA, VI, 533; R. Burn, “Kabīr, Kabīrpanthis”, ERE, VII, 632-634; “Kabir”, EIn., I, 193.

Rıza Kurtuluş