KĀSIR

(القاصر)

Edâ ehliyeti kısıtlı kişi anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “kısa ve eksik olmak, sona ulaşamamak; kısaltmak, hapsetmek” anlamındaki kasr kökünden ism-i fâil olan kāsır İslâm hukukunda tam edâ (fiil) ehliyeti bulunmayan kişiyi ifade eder. Kur’an’da kāsır kelimesi yer almazsa da kasr kökünün çeşitli türevleri “kısaltmak” mânasıyla iki (en-Nisâ 4/101; el-Feth 48/27), “tahsis etmek ve hapsetmek” anlamıyla beş yerde (el-A‘râf 7/202; es-Sâffât 37/48; Sâd 38/52; er-Rahmân 55/56, 72) geçer. Hadislerde de kasr kökü ve fiil türevleri bu çerçevede sıkça kullanılmış olup bunlardan “dört rek‘atlı namazların iki rek‘at kılınması” mânasındaki kullanım (kasr-ı salât) daha belirgindir. Fıkıh usulünde kāsır genelde illetin bir vasfı olarak zikredilir ve bununla illetin benzer olaylara da taşabilen (müteaddî) bir vasıf olmayıp sadece asla mahsus oluşu kastedilir. Klasik dönem fıkıh literatüründe ise kāsır kelimesi namaz, ikrah, hak, kabz, edâ, milk gibi bir ibadet, hukukî işlem ve ilişkinin vasfı olarak kullanıldığında sahih ve kâmilin zıddı olarak onun gerekli şartları taşımaması, eksik olması; şahıs hakkında kullanıldığında ise rüşd ve bulûğun zıddı olarak o şahsın tam edâ ehliyetinin bulunmaması anlamındadır.

Kāsır kelimesiyle, zimmete ve hukukî kişiliğe dayalı vücûb ehliyetinden ziyade akıl ve temyiz gücüne dayalı edâ ehliyetindeki eksikliğin ifade edilmesi Arap dilinde noksan kelimesinin daha çok kişilerin fizikî / bedenî eksikliği, kusur kelimesinin de zihnî / aklî eksikliği ifade etmesiyle de açıklanabilir. Kāsırın fıkıhta kazandığı terim anlamı da bu çerçevede olup yaş küçüklüğü, akıl hastalığı ve akıl zayıflığı, bunaklık, uyku, yaşlılık, ölümcül hastalık, sarhoşluk, iflâs, sefeh gibi kişinin aklî melekelerini tam kullanmasını olumsuz yönde etkileyen durumlar sebebiyle edâ ehliyeti kısıtlanan kişi demektir. Bunlardan çocuk, deli ve ölüm hastalığındaki kişi gibi bir kısmının ehliyeti yargı kararına gerek olmaksızın kendiliğinden, yani hukuk düzeni gereği kısıtlı sayılırken sefih, müflis, borçlu gibi bir kısmının ehliyeti ancak yargı kararıyla kısıtlanabilir (bk. HACİR).

Edâ ehliyeti, muâmelât alanında kişinin vücûb ehliyeti sebebiyle faydalanmaya ehil olduğu hakları bizzat kullanabilmesini, hak ve borçlar doğuracak şekilde hukukî işlem yapabilmesini ifade ettiği gibi ceza hukuku, itikad ve ibadetler açısından kişinin şer‘î hitaba ve edânın vücûbuna ehliyetini de içerdiğinden fıkıhta üzerinde ayrıntılı biçimde durulan bir husustur. Eksik edâ ehliyetlilerin söz ve fiillerinin ne gibi dinî ve hukukî sonuçlar doğuracağı konusu ise hayatın tabii seyrini teşkil eden temyiz öncesi dönem, temyiz dönemiyle bulûğ-rüşd sonrası dönem şeklindeki üçlü ayırım esas alınarak incelenir; diğer ehliyet ârızaları da edâ ehiyetine etkisi oranınca bu ayırım içine yerleştirilir. Bu bağlamda kāsır terimiyle daha çok mümeyyiz olan, fakat bâliğ ve reşid olmayan kimsenin kastedilmesi, fıkhî sonuçları itibariyle edâ ehliyeti hiç bulunmayanlardan ziyade kısmen bulunan mümeyyiz küçüğün ve bu hükümde görülen ve çoğunluğu teşkil eden diğer eksik ehliyetlilerin tasarruflarının önem taşımakta oluşuyla alâkalı bir husustur.

Edâ ehliyeti hiç bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve tam deli ile bu hükümde olanların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından söz ve tasarrufları geçerlilik taşımaz. Mümeyyiz çocuğun malî sonucu bulunan hukukî işlemlerinden hibeyi kabul gibi sırf yarar taşıyanları kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın sahih, teberruda bulunmak gibi sırf zarar içerenleri ise velisi izin verse bile gayri sahihtir. Alım satım, icâre gibi kâr ve zarar yönü bulunan tasarrufları ise velisinin izin veya icâzetine bağlı olarak geçerli olur. Bu gruptakilerin teklif ve cezaî ehliyeti de bulunmamakla birlikte dinî ödevleri yerine getirmeleri belli sebeplerle sahih görülmüştür (bk. EHLİYET).

BİBLİYOGRAFYA:

Meķāyîsü’l-luġa, “ķaśr” md.; Kāmus Tercümesi, “ķaśr” md.; Şîrâzî, el-Müheźźeb, I, 328-332; Serahsî, el-Mebśût, II, 183 ; III, 146, 158, 160-161, 166, 179-180, 191; IV, 214-215; V, 41, 54; IX, 56; XIV, 31; XX, 7; a.mlf., el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, I, 53-54; II, 338, 349; Kâsânî, BedâǿiǾ, I, 256; II, 186, 190, 247, 322; IV, 19-20, 153; VI, 120, 227; VII, 38, 169-175; Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, III, 225, 280; IV, 12, 136, 189, 208, 242; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, II, 234-246; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1969, IV, 343-357; Minhâcî, Cevâhirü’l-Ǿuķūd (nşr. Mes‘ad Abdülhamîd M. es-Sa‘denî), Beyrut 1417/1996, I, 369; II, 408; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, I, 246, 265, 376; II, 82, 233; III, 3, 12, 65, 246, 307, 347; IV, 13, 156; V, 7, 55; VI, 152; VII, 215; VIII, 84, 122, 428; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), I, 84, 102, 168, 203, 321; II, 29, 59, 281, 542; III, 96, 556; V, 421; VI, 142-153, 386; VII, 58; M. Ebû Zehre, el-Aĥvâlü’ş-şaħśiyye, Kahire 1377/1957, s. 437-458; M. Yûsuf Mûsâ, Aĥkâmü’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye, Kahire 1378/1958, s. 421-483; M. Sellâm Medkûr, Mebâĥiŝü’l-ĥükm Ǿinde’l-uśûliyyîn, Kahire 1959, s. 251-324; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Medħalü’l-fıķhiyyü’l-Ǿâm, Dımaşk 1387/1968, II, 799-815.

Celal Erbay