KALKAN

Bir savunma silâhı.

Dîvânü lugāti’t-Türk’te kalkang şeklinde yazılan ismin (I, 441) Moğolca’da “koruma, kollama, müdafaa, himaye” anlamını taşıyan kalka kelimesinden türediği kabul edilmektedir (Räsänen, s. 227; krş. Doerfer, IV, 481). Ateşli silâhların icadından önce savaşçılar ok, gürz, mızrak, kılıç vb. saldırı silâhlarına karşı kendilerini sol kollarına taktıkları kalkanla savunurlardı. Erken devir örneklerine bakılarak ilk kalkanların, arkasında tutamağı bulunan basit bir ağaç parçasından ibaret olduğu düşünülebilir. Daha sonra deri kalkanlar ortaya çıkmıştır. Bunların ilk örnekleri Hindistan, Kuzey Afrika ve Sudan menşelidir. Bu kalkanlar daha ziyade fil, gergedan, su aygırı, timsah, yaban sığırı, deve gibi hayvanların kalın ve dayanıklı derilerinden yahut kaplumbağa kabuklarından yapılmıştır. Deri kalkanlar yuvarlak veya elips biçiminde olurdu. Ön yüzlerinin ortasında sivri bir uç, arka yüzünde ise kalkanı desteklemeye ve elle tutmaya yarayan dayanıklı bir çubuk bulunurdu. Bu tür kalkanların ilkel Afrika kültürlerine ait renkli malzemelerle süslenmiş nâdide örnekleri XIX. yüzyılın sömürge düzeni içerisinde Avrupa müzelerine taşınmıştır.

Araplar, Câhiliye devrinde olduğu gibi İslâmî dönemde de ağırlık ve büyüklüğüne göre değişen “türs, basîra, cevb, cünne, dereka, anber, hacefe, farz” adlarını verdikleri çeşitli kalkanlara sahiptiler. Ayrıca el-kaf denilen, çok sayıda askerin arkasına sığınarak surlara yaklaşmak için kullandığı büyük kalkanları da vardı. Hz. Peygamber’in “zelûķ” ve “fütak” adlı iki kalkanının yanında başka bir kalkanının daha bulunduğu rivayet edilmektedir (İbn Sa‘d, I, 489; Köksal, XI, 169). Okçuluğuyla tanınan Ebû Talha el-Ensârî, Uhud Gazvesi’nde Resûl-i Ekrem’i deriden kalkanı ile korumuştur. Benî Kurayza yahudilerinden alınan ganimetler arasında


1500 adet küçüklü büyüklü kalkan da bulunuyordu. Müslümanlar, Kādisiye Savaşı’nda “hacefe” adını verdikleri sığır derisinden yapılmış küçük kalkanları kullanmışlardı. Fetihlerden sonra deri yerine demir ve çelikten yapılan kalkanlar edindiler ve üzerlerine “lâ ilâhe illallah”, “lâ gālibe illallah” gibi ibareler veya şiirler ve hikmetli sözler yazdırdılar. Suriye Irak, Endülüs gibi bölgelerin adını taşıyan kalkanların şekil, özellik ve büyüklükleri farklı idi.

Türkler çok eski tarihlerden itibaren ağaç dalından yapılma kalkan kullanmışlar ve bu geleneği Osmanlı devrinde de sürdürmüşlerdir. Mevcut ilk örneğini, milâttan önce V-I. yüzyıllara ait Pazırık kurganlarında ele geçen ve ağaç çubuklarının yanyana getirilerek çit şeklinde iplerle bağlanmasıyla yapılan bir kalkanın teşkil ettiği bu tür, Osmanlı Türkleri’nde hafif ve sağlam bir malzeme olan incir ve söğüt dalından yapılıyordu. Bunlar, bükülerek ibrişim veya dayanıklı sicimlerle birbirine bağlanan dalların göbek kısımlarına perçin vazifesi de gören demir veya bakırdan yuvarlak bir levhanın raptedilmesiyle meydana getiriliyordu; içleri ise deri veya çuhayla kaplanırdı. İncir dalı kalkanların günümüze ulaşmamasına rağmen söğüt dalı kalkanların en güzel örnekleri müzelerde mevcuttur. Son derece hafif olan bu kalkanların örülmesinde kullanılan ibrişim sağlamlığı arttırırken ortasındaki metal göbek de gelebilecek kılıç darbelerini savmaya yarardı. Bu kalkanlar savaşlara ve tâlimlere, etek kısımları renkli ipek ipliklerle, göbek kısımları altın ve gümüş varaklarla süslenmiş olanları ise törenlere mahsustu. Bu türün bükülmüş ipten yapılanları da vardı. Büyük Selçuklular tarafından bilinen bu kalkanlar daha sonra İran ve Anadolu’da da kullanılmıştır. Diğer Türk kalkanları demir, bakır, hayvan derisi, hasır, kamış, ağaç kabuğu vb. maddelerden yapılırdı. Bu kalkanların şekilleri kullanıldıkları yere ve malzemenin cinsine göre değişirdi. Kalkanların deriden yapılanlarına Arapça ifadesiyle “hacefe”, sepet örgü üzerine deri geçirilmiş olanlarına ise “dereka” yahut “matrak”, içbükey dikdörtgen veya elips şeklindekilere “tekne kalkan”, demir veya bakırdan yapılıp ortası şişkin olanlara “kubbeli kalkan” denirdi.

Derekalar daha çok Eyyûbîler ve Memlükler’ce benimsenmişti. Endülüs ve Mağrib’de de bu ismi taşıyan kalkanlar vardı; ancak bunlar şekil olarak böbreğe benziyordu. Derekaların dış yüzlerine renkli malzemelerle yapılmış süslemeler, özellikle Haçlı seferleri döneminde Avrupalılar’ın kalkanlarındaki haç ve armalara karşı hilâl, üç hilâl, güneş ve çift başlı kartal motifleri işlenmişti. Yuvarlak demir kalkanlar etek ve göbek denilen iki kısımdan meydana gelirdi. Önlerindeki iri perçinler arka yüzdeki taşıma kayışı ve kol yastığını tutardı. XVIII. yüzyılın sonuna kadar kullanılan çelik kalkanlar demirden daha ince, dolayısıyla daha hafif fakat daha dayanıklı idi; en iyileri Halep, Antep, Diyarbekir, Dağıstan ve Kafkasya taraflarında imal ediliyordu. İran’da kullanılan bazı çelik merasim kalkanları yuvarlak olmakla birlikte göbeksizdi ve ortasında yarım daire şeklinde yüksek dört kabara vardı. Bu kalkanlar, dönemlerinin ve bölgelerinin süsleme üslûpları ve teknikleriyle merasim alaylarının vazgeçilmez unsuru haline gelmişti. Göbekli, yuvarlak ve demire göre daha hafif olan bakır kalkanlar süvariler tarafından tercih edilirdi. Günümüze ulaşan örneklerin tamamının üzeri tombaklıdır. Tombağın sağladığı altın rengiyle göz alıcı hale gelen bakır kalkanlar tören silâhları arasında önemli bir yer tutardı. Demir kalkanlar gibi etek ve göbekten oluşan bakır kalkanların ilk grubu bezemesizdi ve üzerlerinde sadece rozet şeklinde perçinler bulunurdu. İkinci gruptakiler, etekten itibaren göbeğe doğru uzanan gösterişli kabartma yivlerle süslenmişti. Bu kalkanlar, askerin donanımında aynı teknikte yapılmış merasim miğferleriyle bir bütünlük arzederdi. Üçüncü gruptakilerin etekleri yatay kabartma yivli, göbekleri ise düzdü. Bunlar görüntü itibariyle söğüt dalından yapılmış kalkanlara benzerdi. En gösterişli grup ise göbek ve etek kısımları kazıma, kabartma ve ajur teknikleriyle süslenmiş bakır merasim kalkanlarıydı. Üzerlerinde rastlanan bazı isimlerden, bu kalkanların yüksek rütbeli kumandanlara ait olduğunu ve altın yaldızlı görünümleriyle merasimlerde ya bizzat kendileri ya da muhafızları, seyisleri tarafından taşınarak onların zenginliklerini ve estetik zevklerini sergilediğini göstermektedir. Bu kalkanların üzerlerine, içleri rûmîlerle doldurulmuş salbekli yarım ve tam şemseler, palmetrûmî bordürler, Çin bulutları, lâle, sümbül, karanfil, rozet ve servi gibi dönemlerinin modasına uygun figürler içeren ajur tekniğiyle kesilmiş yaldızlı bakır levhalar veya üzerleri gümüş telkârilerle süslenmiş paftalar aplike edilirdi. Ayrıca göbek kısımlarında Âyetü’l-kürsî, besmele veya dualardan oluşan hat örnekleri bulunurdu. Bazı merasim kalkanlarının ise içi deri, dışı fes rengi kadife veya çuhayla kaplı olurdu.

Kalkan mücadele sırasında elin birini tamamen iptal etmesi, âni saldırılar sırasında vücudun reflekslerini ve belli bir kısmının hareketini engellemesi, özellikle de kılıcın kullanımdan kalkması gibi sebeplerle zaman içinde sembolik bir hale gelmiş ve ateşli silâhların yaygınlaşmasından sonra işlevini tamamen kaybetmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 441; Doerfer, TMEN, IV, 481; Räsänen, Versuch, s. 227; Vâkıdî, el-Meġāzî, I, 242-243; II, 510; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 489; II, 75; Marzî b. Ali b. Marzî et-Tarsûsî, MevsûǾatü’l-esliĥati’l-ķadîme (nşr. Karen Sader), Beyrut 1998, s. 145-150; Peçuylu İbrâhim, Târih (haz. Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1981, I, 219; Ahmed Cevâd, Târîh-i Askerî-i Osmânî, İstanbul 1299, s. 159; Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, s. 159 vd.; Abdurraûf Avn, el-Fennü’l-ĥarbî fî śadri’l-İslâm, Kahire 1961, s. 186-189; F. Wilkinson, Antique Arms and Armours, London 1972, s. 145-146; R. Elgood, Islamic Arms and Armours, London 1979, s. 31 vd.; D. Nicolee, Islamische Waffen, Graz 1981, s. 62-64; Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1988, s. 66; Köksal, İslâm Tarihi (Medine), XI, 169; Tülin Çoruhlu, “Korunma Silâhlarından Kalkan”, İlgi, sy. 60, İstanbul 1990, s. 18-21; Pakalın, II, 151-152; “Kalkan”, SA, II, 924-928.

Tülin Çoruhlu