KALB

(القلب)

Sözlükte “bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek” gibi anlamlara


gelen kalb kelimesi (Cevherî, I, 204; Lisânü’l-ǾArab, “ķlb” md.) vücutta kan dolaşımını sağlayan organın adıdır. Kalb, dinî ve tasavvufî bağlamda bilgi ve düşüncenin kaynağı veya aracıdır. Bir et parçasından ibaret olan kalble bir ilişkisi olmakla birlikte ondan ayrı olan bu anlamdaki kalbe “rabbânî latife” ve “ilâhî cevher” de denir.

Kur’an’da ve hadislerde fuâd, sadr, lüb, nühâ ve rû’ gibi terimler genellikle kalb mânasında kullanılmıştır. Fuâd bazılarına göre kalb ile eş anlamlıdır; bazılarına göre ise kalb ondan daha özeldir. Mütercim Âsım Efendi’ye göre kalbin Türkçe karşılığı gönül, fuâdınki yürektir (Kāmus Tercümesi, I, 445). Kur’an’da yüreğe (fuâd) metanet vermek için önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedildiği belirtilir (Hûd 11/120). Kalbin (fuâd) göz ve kulak gibi sorumlu olduğunu bildiren âyette ise (el-İsrâ 17/36) fuâd kalb anlamına gelir. “Göğüs” mânasındaki sadr, “Allah göğüslerde olanı bilir” (Âl-i İmrân 3/119, 154) ve, “Allah bir kimsenin hidayetini dilerse göğsünü İslâm’a açar” (el-En‘âm 6/125; ez-Zümer 39/22) meâlindeki âyetlerde mecaz yoluyla kalb mânasında kullanılmıştır. “Ülü’l-elbâb” (Âl-i İmrân 3/7, 190) ve “ülü’n-nühâ” (Tâhâ 20/54, 128) ifadeleriyle kalp sahiplerine hitap edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Śadr”, “Fuǿâd” md.leri). Kur’an’da akletme (düşünme) fiili kalbe nisbet edilmiş (el-Hac 22/46), yani düşünmenin kalbin bir işlevi olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde fıkhetmenin de (anlama) kalbin bir işlevi olduğuna dikkat çekilmiştir (el-A‘râf 7/179).

Rabbânî latifeye kalb denilmesi bu mânevî cevherin vücuttaki kalp ile ilişkisinin bulunması, işlevlerinin onun aracılığıyla gerçekleşmesi dolayısıyladır. Kalb çok değişken olduğu için bu ismi almıştır (Tâcü’l-Ǿarûs, “ķlb” md.; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 3, 44). Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü, başka bir ifadeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir. İnsanın idrak eden, bilen ve kavrayan tarafı olduğu için kalb ilâhî hitaba muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalp olduğu Kur’an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir. “Kalbleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar” (el-A‘râf 7/179); “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (el-Hac 22/46); “Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır” (Kāf 50/37) meâlindeki âyetler kalbin idrak, ilim, mârifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı kalb (fuâd) sorumludur (el-İsrâ 17/36; el-Ahzâb 33/5).

Kalbin bir özelliği de değişken olması (Müsned, IV, 408; VI, 302), renkten renge girmesidir. Bu husus duygu, düşünce ve inançların değişmesini beraberinde getirir. Bundan dolayı bir hadiste, “Ey kalbleri değiştiren, evirip çeviren Allah, kalbimi dinin ve taatin üzerine sabit kıl” şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir (Müsned, II, 168, 173; Müslim, “Îmân”, 1, 2; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, 124). Kalbleri sabit kılan Allah’tır (İbn Mâce, “Muķaddime”, 13). “Kalbler Allah’ın iki parmağı arasındadır” (Müslim, “Ķader”, 17; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, “Ķader”, 7) hadisi de Allah Teâlâ’nın kalbleri değiştirdiğini ve yönlendirdiğini göstermektedir (ayrıca bk. el-En‘âm 6/110; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 44). Kalb duygu, düşünce ve inanç bakımından çok çeşitli renklere girmeye ve şekiller almaya elverişlidir. İmanın mahalli kalbdir (el-Hucurât 49/7, 14; el-Mücâdile 58/22); samimi bir şekilde kalb ile tasdik ederek kelime-i tevhid getiren kişi müslüman olur (Buhârî, “Ǿİlim”, 33, 39). İman kalbin tasdikidir. Temiz kalb çok önemlidir (el-Mâide 5/41; el-Ahzâb 33/53). Kalbleri nurlandıran Allah’tır (Buhârî, “DaǾavât”, 9; Müslim, “Müsâfirîn”, 181). Dinde önemli bir yeri bulunan takvânın mahalli kalbdir (el-Hac 22/32; Müsned, V, 71, 379). Kalblere sekînet, itminan, sebat ve huzur veren Allah olduğu gibi (el-Bakara 2/260; Âl-i İmrân 3/126; el-Mâide 5/113; el-Enfâl 8/10; er-Ra‘d 13/28; el-Feth 48/4, 18) kalblere hidayet veren, kalbleri kaynaştıran, merhametli, şefkatli ve insaflı kılan da O’dur (Âl-i İmrân 3/103; el-Hadîd 57/27; et-Tegābün 64/11).

Öte yandan kalb olumsuz yönde de değişir ve türlü renklere girer. Kur’an’da kalb körlüğünden (el-Hac 22/46), kalb kasvetinden ve taşlaşmış yüreklerden (el-Bakara 2/74; el-Mâide 5/13; el-En‘âm 6/43; ez-Zümer 39/22) bahsedilmiş; kalblerin mühürlenmesi (el-Bakara 2/7; en-Nahl 16/108; el-Câsiye 45/23), gerçeği algılamaktan alıkonulması (el-A‘râf 7/101; Yûnus 10/74), kilitlenmesi ve üstüne perde çekilmesi (el-Bakara 2/88; el-En‘âm 6/25; el-İsrâ 17/46; Muhammed 47/24; el-Mutaffifîn 83/14) üzerinde de durulmuştur. Allah yoldan sapanların kalblerini saptırır (es-Saf 61/5), yani insan kendi iradesiyle kötülüğü tercih edip o yönde teşebbüse geçerse Allah da onu kötü yola düşürür. Kalbin en iyisi iman, en kötüsü küfür ve inkâr olan çok çeşitli halleri vardır. Kalb hem rahmânî hem de şeytânî kuvvetlerin mücadele alanıdır. Bir hadiste bu husus, “Kalbde iki dürtü vardır, biri melekten, diğeri şeytandandır” (Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 2/35) şeklinde ifade edilmiştir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 26).

Kalbin İslâm’daki büyük önemi iman ve inkâr mahalli olmasındandır. Bütün İslâm âlimleri imanın aslî şartının kalbin tasdiki olduğu hususunda ittifak etmiştir (a.g.e., I, 121; Fahreddin er-Râzî, el-Muĥaśśal, s. 174; Teftâzânî, II, 249). İman gibi inkâr ve red de kalbin bir fiilidir. İslâm’da vahyin mahalli de kalbdir. Cebrâil Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; eş-Şuarâ 26/193-194). Resûl-i Ekrem’in gördüğü rüyalar ve aldığı ilham kalble ilgilidir. Sûfîlerin büyük değer verdikleri keşif ve mârifetin kaynağı da kalbdir.

Gazzâlî kalb, ruh, akıl ve nefsin farklı anlamları olduğunu, fakat aynı zamanda bu terimlerin rabbânî latife denilen bir kavrama müştereken delâlet ettiğini, insanın hakikatinin de bundan ibaret olduğunu, aynı şeye filozofların “nefs-i nâtıka” dediklerini anlattıktan sonra onun niteliklerini “bilen, tanıyan, algılayan, sorumlu ve yükümlü olan” şeklinde tesbit eder. Gazzâlî’ye göre rabbânî latife insanı diğer canlılardan ayıran ve onlara üstün kılan insanın hakikati olup duruma göre ona bazan akıl, bazan ruh, bazan nefis, bazan kalb denir. Ona verilen isimler değişik olsa da mahiyeti değişmez (İĥyâǿ, III, 3-5). Kalb ile rabbânî latife arasındaki ilişki cevher-araz, sıfat-mevsuf, yöneten-yönetilen, alet-usta, mekân-mekânda bulunan nesne ilişkisi gibidir. Bu ilişkinin mahiyeti konusunda akıl hayrete düşer. Hz. Peygamber ruh (kalb) üzerinde konuşmaktan kaçındığından (Buhârî, “Ǿİlim”, 47; Müslim, “Münâfıķīn”, 32) bu konuda açıklama yapmak doğru değildir, bunun pratik bir faydası da yoktur (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 3).

Fahreddin er-Râzî kalbin hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ve iyi ile kötü arasında tercih yapma özelliğine işaret ettikten sonra bilgi, algı, düşünce ve inancın merkezinin kalb olduğunu belirterek bunun delillerini anlatmış,


düşünce ve bilginin merkezinin beyin olduğunu söyleyen bazı eski filozofların görüşlerini ve dayandıkları delilleri aktararak eleştirmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, V, 541, 544).

Hz. Peygamber ruh ve kalbin mahiyeti üzerinde fazla durmadığından sahâbe ve tâbiîn döneminde bu konu araştırılmamıştır. İlk dönemde kelâmcılar daha çok akıl ve istidlâl, fakihler kıyas ve re’y, sûfîler de kalb ve onun ürünü olan keşif ve ilham üzerinde durmuşlardır. Sûfîlerin ilgi alanı kalb ve kalbin tasfiyesi olduğundan tasavvufa ilmü’l-kulûb, ma‘rifetü’l-kulûb; sûfîlere de ehlü’l-kulûb, ashâbü’l-kulûb, erbâbü’l-kulûb ve ehl-i dil gibi isimler verilmiştir.

Zâhidler ve ilk sûfîler dinî ve ahlâkî açıdan kalbin önemi, kalb temizliği, bunun sonucu olan ibadet ve iyi davranışlar üzerinde yoğunlaşmış, Allah’ın huzuruna kalb-i selimle (eş-Şuarâ 26/89; es-Sâffât 37/84) çıkmanın uhrevî kurtuluşun şartı olduğunu vurgulamışlardır. Hâris el-Muhâsibî kalb temizliği, kalbin huşûu ve kalble işlenen günahlar konusuna dikkat çekmiş, kalbin çeşitli hallerini, uğradığı değişimleri, buna etki eden hususları ve bunların sonuçlarını inceleyerek kalb ve nefisle ilgili çok önemli psikolojik tahliller yapmış, Allah’a kalble yaklaşılacağını belirtmiştir (el-Veśâyâ, s. 129, 197, 291; er-RiǾâye, s. 109-115, 120, 136, 197, 291). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ise kalbi arşa, sadrı kürsîye benzetmiştir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 4). Daha sonra sûfîler Allah’ı daha çok kalb arşında aramışlar ve kalbi beytullah (Allah’ın evi) olarak adlandırmışlardır. Sehl’e göre Allah’ın kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi niyet, bedenin kıblesi de kalbdir.

Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî Maķāmâtü’l-ķulûb adlı eserinde kalb, lüb, sadr ve fuâd kelimelerini incelemiş, Ebû Saîd el-Harrâz da Kitâbü’ś-Śıdķ isimli eserinde kalb terimi üzerinde durmuştur. Daha sonra Hakîm et-Tirmizî Kitâbü’l-Farķ beyne’ś-śadr ve’l-ķalb ve’l-fuǿâd ve’l-lüb isimli eserinde (Kahire 1954) kalb ve onunla aynı anlama gelebilen terimleri ele alarak bunlar arasındaki farkları belirtmiştir. Ona göre nefis, sadr ve kalb iç içe geçmiş üç halka gibidir; altta nefis, ortada sadr, üstte kalb bulunur. Sadr nefis ve kalbin buluştuğu ortak alandır. Nefisten ancak kötülük doğar. Sadra feyiz kalbden gelir. Kalbin iki yüzü vardır; biriyle Hakk’a, diğeriyle halka bakar. Kalb Allah’ın arşıdır, yerlere ve göklere sığmayan Allah mümin kulunun kalbine sığmıştır (Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 130, 269, 270, 374; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, I, 101-102). Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’r-Riyâże ve âdâbü’n-nefs adlı eserinde (Kahire 1366) bu konuları işlemiştir. Tasavvuf kitaplarında sıkça geçen, yere ve göğe sığmayan Allah’ın mümin kulunun kalbine sığdığını belirten ifade kutsî bir hadis olarak da rivayet edilir (Aclûnî, II, 99-195).

Mutasavvıflar insanların fiillerini beden ve kalbin fiilleri olarak ikiye ayırmışlar, bedenin fiillerini zâhirî ameller, kalbin fiillerini, bâtınî ameller diye adlandırmışlardır. Bedenle ilgili fiillere uygulanan farz, haram, mekruh, mubah gibi şer‘î hükümler tasavvufta aynen kalbin fiillerine de uygulanmış ve bunlara bâtınî hükümler denilmiştir. Tasavvufun bir bakıma bâtınî fiilleri ve bunlara ilişkin şer‘î-bâtınî hükümleri tesbitten ibaret olduğu söylenebilir.

Kalbin fiillerinin namaz, oruç, hac, zekât, abdest gibi bedenin fiillerinden üstün olduğu konusunda din âlimleri görüş birliği içindedir. Hadislerde, “Vücutta bir et parçası vardır; o iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa bütün beden kötü olur, bu et parçası kalbdir” (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâķāt”, 107); “Allah sizin şeklinize ve malınıza değil kalbinize bakar” (Müsned, II, 285; Müslim, “Birr”, 32; İbn Mâce, “Zühd”, 9) denilmesi, Kur’an’da selim kalbin ve Allah’a gönül vermenin vurgulanması (eş-Şuarâ 26/89; Kāf 50/33) söz konusu görüş birliğinin dayandığı delillerdir. Tasavvufun tavizsiz bir muhalifi olan İbn Teymiyye de itikad, irade, recâ, rızâ, inâbe, kibir ve hased gibi hallerin kalbe ait olduğunu, kalbin hallerine ilişkin bilgilerin bâtın ilmini oluşturduğunu, âyetlerin çoğunda bu ilmin anlatıldığını ifade etmiş, sûfîler gibi o da dinin temelinin bu bilgiler olduğuna dikkat çekmiştir (et-Tuĥfetü’l-ǾIrâķıyye fi’l-aǾmâli’l-ķalbiyye, II, 1-65; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûĥ, s. 217, 243, 248, 250).

Kalb tasavvufta bilgi (mârifet) kaynağı olması bakımından da önemlidir. Sûfîlere göre dinî hakikatler ve ilâhî sırlar hakkında bilgi edinmenin en güvenilir yolu kalbdir. Akıl bu alanda yetersizdir (Kelâbâzî, s. 63; Gazzâlî, el-Münķıź, s. 16, 75). Ancak kalbin doğru ve güvenilir bilgi vermesi için olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassuptan temizlenmesi gerekir. Mutasavvıflar, kalb tasfiyesi veya nefis tezkiyesi denilen bir yöntemle temizlenen kalbin dinî ve ilâhî hakikatleri doğrudan ve aracısız olarak bileceğine inanırlar (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 19-21; Mevlânâ, I, 344). Onlara göre vahiy gibi ilham da kalbe gelir. Kalbin gayb âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna kalb gözü denir. Üzeri günah kiri ve bilgisizlik pası ile örtülü olan bu göz mücâhede ve riyâzet denilen bir usulle temizlendiği takdirde mânevî âlemi ve oradaki gerçekleri görebilir. Bu yolla kazanılan bilgilere mârifet, irfan, ilham, bâtınî ve ledünnî ilim gibi isimler verilmiştir (Nifferî, s. 71; Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 43-49; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, IV, 26). Mutasavvıflar kalbin bilgi kaynağı olduğunu göstermek için, “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir” (el-Enfâl 8/29); “Fetvayı kalbinden iste” (Müsned, IV, 194, 224; Dârimî, “BüyûǾ”, 3; Aclûnî, I, 124) meâlindeki âyet ve hadislere dayanmışlardır.

Kalbin çeşitli mertebelerinden, bu mertebelerden her birinin nitelik ve hükümlerinden bahseden mutasavvıflar böyle bir ayırım yaparken âyet ve hadislerden esinlenmişlerdir. Kur’an’da bazı kalblerin imanlı, nurlu, bazılarının ise katı ve mühürlü olduğundan bahsedilmektedir. Bir hadiste müminin kalbi pürüzsüz, kâfirin kalbi ters dönmüş, münafıkın kalbi kilitli olarak nitelenmiş, bazı kalblerin de kapalı olduğu belirtilmiştir (Müsned, III, 172; Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 233). Müminlerin kalblerinin ihlâs, amel, ibadet ve yeteneklerine göre farklı mertebelerde olduğunu söyleyen mutasavvıflar bunlara atvâr-ı dil veya atvâr-ı seb‘a adını vermişlerdir. Bunlardan sırasıyla sadr İslâm, kalb iman mahallidir, akletme kalbin işlevidir; şegaf (dış kalb zarı) sevgi ve şefkat mahalli (Yûsuf 12/30), fuâd temaşa, habbetü’l-kalb ilâhî aşk, süveydâ gaybı mükâşefe, ilm-i ledün ve ilâhî sırların mahallidir; mühcetü’l-kalb ise (kalbin derunu) ilâhî sıfatların nurlarının tecelli ettiği yerdir (Necmeddîn-i Dâye, s. 110; Ebü’l-Bekā, s. 280). Ferîdüddin Attâr Manŧıķu’ŧ-ŧayr’da bu yedi tavrı yedi vadi olarak tasvir etmiştir. Melâmet ehli bu tavırları nefis, kalb, sır, ruh şeklinde sıralamıştır. Nakşibendiyye’de ise letâif-i hamse denilen bu tavırlar kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ olarak sıralanmaktadır.

Mutasavvıflar kalbin yedi tavrını bedenin yedi organına benzetmişler ve bedenin yedi organ üzerine secde etmesi gibi kalbin de bu yedi tavrın her biri üzerinde secde ettiğini söylemişlerdir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 7). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye göre bu secde sürekli ve ebedîdir (Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 270;


İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, I, 101). Bazı mutasavvıflar Kur’an’da geçen kandil, lamba, fânus, yağ (mişkât, misbâh, zücâce, şecere, bk. en-Nûr 24/35) gibi kelimeleri de kalbin çeşitli tavırları olarak yorumlamışlardır (Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 12; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403).

Tasavvufta bilginin kaynağı kalbdir. Ancak kalb aklın karşıtı değildir; bir yere kadar akılla iç içedir. Akletme kalbin bir işlevidir, düşünceyi üreten aklın kaynağı kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas almışlardır. Onlara göre sözlükte “bağlamak” anlamına gelen aklın faaliyet alanı dar ve sınırlı, buna karşılık kalb âlemi çok daha geniştir (İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, II, 155, 394; IV, 25; a.mlf., Fuśûś, s. 128). Âşıkane tasavvuf edebiyatının temel konusu kalbdir (bk. GÖNÜL).

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, eś-Śıĥâĥ, Beyrut 1979, I, 204; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Śadr”, “Fuǿâd” md.leri; Lisânü’l-ǾArab, “ķlb” md.; et-TaǾrîfât, “Ķalb”, “Lüb”, “ǾAķl”, “Nefs” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 970, 1175; Tâcü’l-Ǿarûs, “ķlb” md.; Kāmus Tercümesi, I, 445; Müsned, II, 168, 173, 285; III, 172; IV, 194, 224, 408; V, 71, 379; VI, 302; Dârimî, “BüyûǾ”, 3; Buhârî, “Îmân”, 39, “Ǿİlim”, 33, 39, 47, “DaǾavât”, 9; Müslim, “Îmân”, 1, 2, “Ķader”, 17, “Birr”, 39, “Müsâķāt”, 107, “Müsâfirîn”, 181, “Münâfıķīn”, 32; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13, “Zühd”, 9; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, 124, “Ķader”, 7, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 2/35; Hâris el-Muhâsibî, el-Veśâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 129, 197, 291; a.mlf., er-RiǾâye li-ĥuķūķillâh, Kahire 1970, s. 109-115, 120, 136, 197, 291; Ebû Saîd el-Harrâz, Kitâbü’ś-Śıdķ, London 1937; Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Maķāmâtü’l-ķulûb (nşr. P. Nwyia, Mélanges de l’Université Saint Joseph içinde), XL, Beyrut 1968, s. 115-154 (aynı risâle için bk. Ahmet Subhi Furat, “Abu’l-Huseyn an-Nūrī ve Makāmāt al-Kulūb Adlı Risalesi”, İTED, VII/1-2 [1978], s. 339-355); Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’l-Farķ beyne’ś-śadr ve’l-ķalb ve’l-fuǿâd ve’l-lüb, Kahire 1954; a.mlf., Ħatmü’l-evliyâǿ, Beyrut 1965, s. 130, 269, 270, 374; Nifferî, Kitâbü’l-Mevâķıf, Kahire 1934, s. 71; Serrâc, el-LümaǾ, Kahire 1960, s. 107, 116, 126, 299, 430; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 63; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, I, 225-262; Sülemî, Ŧabaķātü’ś-śûfiyye, Kahire 1966, s. 144, 208, 267, 286, 371, 400, 433, 503; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, s. 242; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 178, 207, 425; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, I, 121; III, 3, 4, 7, 19-21, 26, 44; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr, Kahire 1964, s. 12, 43-49; a.mlf., Mîzânü’l-Ǿamel, Kahire 1964, s. 221-226; a.mlf., el-Münķıź mine’đ-đalâl, İstanbul 1960, s. 16, 75; Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü’l-esrâr ve Ǿuddetü’l-ebrâr, Tahran 1330-39 hş., VII, 416; VIII, 411; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 141-168, 360, 505; Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ŧâlibi ŧarîķi’l-ĥaķ, Beyrut 1288, I, 89; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, İstanbul 1307, II, 65; III, 212; V, 540-544; a.mlf., el-Muĥaśśal (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1323, s. 174; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 101-102; II, 155, 394; III, 263; IV, 25, 26; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 88, 122, 128; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd, Tahran 1352, s. 105-117; Mevlânâ, Mesnevî (trc. Veled İzbudak), İstanbul 1942, I, 344; İbn Teymiyye, et-Tuĥfetü’l-ǾIrâķıyye fi’l-aǾmâli’l-ķalbiyye (MecmûǾatü’r-resâǿili’l-münîriyye içinde), Beyrut 1264, II, 1-65; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, I, 95; X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; XXXVI, 191-192; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, s. 145; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûĥ, Kahire 1966, s. 217, 243, 248, 250; a.mlf., Risâle fî emrâżi’l-ķulûb, Riyad 1983; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, İstanbul 1305, II, 249; Tecrid Tercemesi, I, 3; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 124; II, 99-195; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403; Subh-i Âzâdegân, Ķalb ü Fuǿâd der Ķurǿân, Tahran 1362, s. 5-11; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Kahire 1253, s. 280; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ĥüccetullāhi’l-bâliġa, Kahire 1966, s. 341, 446; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl, Kahire 1937, s. 248; Muhammed Ali el-Cevzî, Mefhûmü’l-Ǿaķl ve’l-ķalb fi’l-Ķurǿân ve’s-Sünne, Beyrut 1980; el-MuǾcemü’ś-śûfî, I, 122; Celâleddîn-i Âştiyânî, Şerĥ-i Muķaddime-i Fuśûśü’l-ĥikem-i Ķayserî, Tahran 1370 hş., s. 805; Selmân Zeyd Selmân el-Yemânî, el-Ķalb ve şifâǿüh fi’l-Kitâb ve’s-Sünne, Demmâm 1994; Dihhudâ, Luġatnâme, XXI/B, s. 392-394.

Süleyman Uludağ