İRAN

(إيران)

Ortadoğu ile Orta Asya’nın yüksek düzlükleri arasında yer alan ülke.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

İran geniş yüzölçümü (1.643.000 km2) ve kalabalık nüfusu ile (1998’de 61.839.435) dikkat çeker. Başşehir Tahran, günümüzde halkın % 15’inin yaşadığı 8.500.000 nüfuslu büyük bir şehirdir. 1979’da şahlık rejimine son verildikten sonra kurulan İran İslâm Cumhuriyeti’nde nüfusu milyonu geçen diğer büyük şehirler Meşhed (1.500.000), İsfahan (1.300.000) ve Tebriz’dir (1.100.000).

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Dağlık bölgelerin hâkim olduğu ülke toprakları fizikî ve beşerî coğrafya bakımından iki kategoriye ayrılır. Yazın oturulan yüksek-soğuk alanlar (serdsir / yaylak), kışın oturulan alçak-sıcak alanlar (germsir / kışlak). Şehirler ve köylerin tamamına yakını bu iki tür arazinin ortasındaki dağ eteklerinde yer alır. Büyük bir kesimi 1000-1500 m. arasında değişen, yükseltisi nâdiren 600 metreye kadar düşen ve içinde çok sayıda çöküntü çukuru bulunan İran yaylası kaplar. Kuzeydeki Deştikevir çölü ile güneydoğudaki Deştilût çukurluğu dünyanın önemli çöllerindendir. Bazı çukurların içinde genelde suyu aşırı derecede tuzlu olan göller bulunur; Urmiye gölü bunların en büyüğüdür. İran yaylasının kuzeyinde Elburz, doğusunda Kopet ve Horasan, batı ve güneyinde Zağros dağları yer alır; en büyük yükseltiler Demâvend (5610 m.), Âlemkûh (4850 m.) ve Zerdkûh (4547 m.) doruklarıdır. Ülkede sık sık, dağları çevreleyen ve İran yaylasını yaran büyük faylar ve Sebelân,


Demâvend gibi yanardağlar sebebiyle depremler meydana gelir.

Yarısı 300 milimetreden az yağış alan İran kurak bir ülkedir; sadece Hazar eyaletlerine bol miktarda yağmur düşer (Bâbülser’de 1197 mm.). Tahran-İsfahan hattının doğusunda yağışlar 200 milimetrenin altında iken Batı ve Kuzey İran nisbeten nemlidir. Sıcaklıklar güneyde bazan 50 dereceyi bulur. Kışlar, kara ikliminin hâkim olduğu batıda ve kuzeyde uzun ve sert geçer (ocak ayı ortalaması Tebriz’de 1,7°; Tahran’da 3,3°). Toprakların büyük bir kısmı (% 67) suları okyanuslara ulaşmayan kapalı havza durumundadır. İran yaylasının yüksek kesimlerinden doğan ve Hazar denizine dökülen Sefîdrûd bir tarafa bırakılacak olursa diğer dâimî akarsular, Elburz dağlarının nemli yamaçlarından inerek Hazar denizine ulaşanlarla Zağros dağlarından Hûzistan ovasına ve Basra körfezine doğru akan büyük nehirlerdir. Ülkenin kendine has ve zengin bir bitki örtüsü vardır. Bu orijinalliği Avrupa-Sibirya, Hint ve Arap-Akdeniz flora bölgeleri arasındaki kavşakta yer almasından kaynaklanır. Ormanlar ülke topraklarının % 11’ini kaplar. Bitkiler gibi hayvanlar da çok çeşitlidir.

İran, 1950’li yıllardan itibaren komşu ülkelerin çoğuyla mukayese edilebilir seviyede (yılda % 2,5) güçlü bir nüfus artışına sahne olmaktadır (1956’da 18,9 milyon; 1976’da 33,7 milyon; 1998’de 61,8 milyon). Halkın % 67’si, toprakların % 27’sini meydana getiren kuzeybatı bölgelerinde yaşar. Şehirleşme de nüfus artışıyla birlikte 1950’lerde başlamış ve 1950’de nüfusu 100.000’in üzerinde olan sadece dokuz şehir mevcutken 1991’de bu sayı kırk yediye çıkmıştır. Etnik yapı çok karışıktır (Fârisî, Türk, Kürt, Ermeni, Belûcî, Afgan); Fârisî asıllılar en büyük kitleyi oluşturur (% 50); resmî dil Farsça’dır. Nüfusun yaklaşık % 20’si Türkçe konuşur. Fârisî asıllı olmayan etnik gruplar ülkenin merkezine uzak yerlerde, daha çok sınır bölgelerinde yaşamaktadır. Beşerî coğyafya, gelişmiş kırsal kesimlerle nüfusun yarıdan fazlasının yaşadığı şehirler arasında büyük bir zıtlık gösterir.

Çalışan nüfusun % 29’unun (3,3 milyon kişi) uğraştığı tarım millî üretimin % 13’ünü sağlamaktadır. Bu sektöre ayrılan 17 milyon hektar arazinin % 44’ünde sulu tarım yapılır. Büyük ekim alanları ülkenin kuzeyinde ve Hûzistan’da yer alırken sadece tarıma elverişli toprakların % 4’üne sahip olan Hazar vilâyetleri üretimin dörtte birini temin eder. Ürünler çok çeşitli ise de tarım arazilerinin dörtte üçünü tahıl kapsar (yıllık buğday 4 milyon ton, arpa 1,5 milyon ton, pirinç 1 milyon ton). İran, hayvancılık alanında yetiştirdiği 53 milyon küçük baş hayvanla önemli bir ülkedir ve ovalarla yaylalar arasında gidip gelen sürü sahibi göçebelerin sayısı bakımından Moğolistan’dan sonra dünyada ikinci sırayı alır. İran’ın petrole dayalı olmayan işletmelerinin en büyük kısmı tarım ürünleri üzerinedir. Özellikle Hazar denizinde havyar için mersin balığı, Basra körfezinde karides ve Hint Okyanusu’nda ton balığı avcılığı yapılır.

Mescidisüleyman’da petrol bulunmasından (1908) sonra İran’ın tarihi değişti. İngiliz-İran şirketi Oil Company’nin işlettiği bu doğal zenginlik 1951’de Muhammed Musaddık hükümeti tarafından millîleştirildi. 1953’te İran Petrolleri Millî Şirketi yerini İngiliz ve Amerikan şirketlerince idare edilen milletlerarası bir komisyona bıraktı. Özellikle Hûzistan bölgesindeki Ahvaz, Geçsârân ve Âgācârî yakınlarında ve Basra körfezinde üretim 250 milyon tona kadar çıktı; İran-Irak Savaşı’nın (1980-1988) ardından 65 milyon tona kadar düştü. Hazar denizinin önemli petrol kaynakları henüz tam olarak değerlendirilmiş değildir. Üretim kapasitesi 1978’de günlük 7 milyon varilken 1990’dan itibaren günlük 4 milyon varilden aşağıdır. Harg adası yükleme tesislerinden yapılan ihracat, iç tüketimin hızlı artışından sonra azalmakla birlikte İran Devleti’ne 15 ile 18 milyon dolarlık bir gelir sağlamaktadır. Abadan’daki dünyanın en büyük petrol rafinerisinin İran-Irak Savaşı sırasında tamamen tahrip olmasından sonra rafinerilerin ülkenin iç kısımlarında inşa edilmesi siyaseti yoğunluk kazandı (Tahran, İsfahan, Tebriz, Erâk). İran, aynı zamanda dünyanın ikinci doğal gaz rezervlerine ve bilhassa Kirman’da çok farklı maden yataklarına sahiptir (çinko, barit, uranyum, demir, kömür). 1985’ten beri işletilen Şarşeşm bakır madeni dünyanın en zengin bakır yataklarından biridir.

1965’ten itibaren sanayi yatırımlarına harcanan petrol geliri İran’ın uygun alt yapılarla donatılmasını sağladı (elektrik, karayolu, demiryolu, telekominikasyon).


Sanayide çalışanlar (1947’de sadece 100.000 kişi) 1986’da faal nüfusun dörtte birini teşkil ediyordu. 1979’dan itibaren uygulanan yeni iktisadî siyaset, İran-Irak Savaşı ve Amerikan ambargosu sanayinin gelişmesini yavaşlattı ve yabancı sermayeyle olan ilişkileri sınırladı. İşletmelerinin yarısına yakını Tahran-Kerec bölgesinde bulunan İran sağlam bir sanayi altyapısına sahiptir. Üretimler en ağırından tüketim mallarına kadar çok çeşitlidir: Çelik, otomotiv, elektrikli ev aletleri, makine, alüminyum ve kimya sanayii gibi. Aktif sanayi politikası Kirman, Zencan, Kazvin, Simnân, Kum ve ülkenin güneyinde Arap yarımadası ile Hint Okyanusu’na açılan Benderabbas gibi yerlerde yeni sanayi tesislerinin geliştirilmesini sağladı.

İç ulaşım genelde karayoluyla gerçekleştirilmektedir. İkinci derecedeki mahallî yollar, kamyonların ve otobüslerin çok yoğun biçimde çalıştığı otoyollardan daha yaygındır. Komşu ülkelerle karayolu bağlantısı iyi değildir; tek büyük milletlerarası karayolu Türkiye’den gelir. Sınırdaki diğer noktalar sadece mahallî veya bölgesel ulaşımı sağlar. Hazar’ı Basra körfezine, Meşhed’i Türkiye sınırına ve Tahran, İsfahan, Kirman, Benderabbas’ı birbirine bağlayan hatlar ülkenin en önemli demiryolu arterleridir. 1966 yılında Türkmenistan demiryolu ağıyla kurulan bağlantı, Orta Asya ülkelerinin dışarıya ve Hazar denizine açılmalarını sağlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

P. English, City and Village in Iran: Settlement and Economy in the Kirman Basin, Madison 1966; V. Manteil, Les tribus du Fars et la sédentarisation des nomades, Paris-La Haye 1996; The Land of Iran (ed. W. Fisher), Cambridge 1968; P. Vieille, La féodalité et l’état en Iran, Paris 1975; J. Momeni, The Population of Iran, a Selection of Readings, Honolulu 1977; H. Katouzian, The Political Economy of Modern Iran: 1926-1979, London 1981; E. Hooglund, Land and Revolution in Iran: 1960-1980, Austin 1982; M. Bazin - C. Bromberger, Gilān et Āzarbāyjān oriental. Cartes et documents ethnographiques, Paris 1982; Le fait ethnique en Iran et en Afghanistan (ed. J. P. Digard), Paris 1988; P. Fontaine, Le tapis persan ou le jardin de l’éternel printemps, Paris 1990; Popoli-M. H. Yazdi, Le nomadisme dans le nord du Khorassan, Iran, Téhéran-Paris 1991; Tahqiqāte jografiyā’i-Recherches géographiques (ed. Popoli - M. Yazdi), Mashhad, ts.; J. Amuzegar, Iran’s Economy under the Islamic Republic, London 1993; A. Schirazi, Islamic Development Policy. The Agrarian Question in Iran, London 1993; J. H. Bamberg, The History of the British Petroleum Company: The Anglo-Iranian Years: 1928-1954, Cambridge 1994; L’économie de l’Iran islamique entre l’état et le marché (ed. Th. Coville), Paris-Téhéran 1994; J. P. Digard v.dğr., l’Iran au XXe siècle, Paris 1996; M. Bazin, “Qom, ville de pélerinage et centre pégional”, Revue géographique de l’est, XIII, Nancy 1973, s. 77-136.

Bernard Hourcade





II. TARİH

1. Başlangıçtan Müslümanlar Tarafından Fethine Kadar. İranlılar’la ilgili bilgilere tarihte ilk defa milâttan önce IX. yüzyıla ait Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Bu kayıtlardan, Ortadoğu’ya göç eden Hint-Avrupa kavimlerinden olan Medler’in Urmiye gölünün güneydoğusunda, Persler’in ise batısında oturdukları anlaşılmaktadır. Persler daha sonra güneye indiler ve bugün Fars adı verilen bölgeye yerleştiler. Zamanla bir imparatorluk kurarak sınırlarını genişleten Medler, Persler’i kendilerine tâbi kılarak Asurlular’a karşı bir ittifak oluşturdular, İskitler’i yenilgiye uğrattıktan sonra Bâbilliler’le birlikte Asur İmparatorluğu’nu çökerttiler. Böylece genişlemeye devam eden Medler doğuda bugünkü Tahran’ın bulunduğu yere kadar geldiler, daha sonra kuzeye yönelerek İrmîniye’yi hâkimiyetleri altına aldılar. Kültür yönünden Mezopotamya medeniyetlerinin etkisi altında kalan Medler, Astyages döneminde (m.ö. 580-550) çökmeye başladılar ve tarihe karıştılar.

Persler’in soyundan gelen diğer birçok krallık gibi Medler’e tâbi olarak varlıklarını sürdüren Ahamenîler, II. Kyros (Büyük Cyros) döneminde güçlü bir imparatorluk haline geldiler. Pers kabilelerini birleştiren ve kendisine yeni bir başşehir kuran Kyros Medler’e karşı ayaklanma başlattı. Milâttan önce 550’de Medler’in başşehri Ekbatana’yı işgal etti ve Med ülkesini bir eyaleti haline dönüştürdü. Daha sonra Lidya Kralı Kroisos’u yenilgiye uğratarak (m.ö. 547) başşehir Sardes’i ve Anadolu’nun diğer bölgelerini, milâttan önce 539’da Bâbil’i ele geçirdi ve yurtlarından sürülmüş olan İbrânîler’in Kudüs’e geri dönmelerine izin verdi. Ardından Suriye ve Filistin’i aldı. Kyros’un oğlu Kambyses de genişleme politikasını sürdürdü. Milâttan önce 525’te Mısır’ı istilâ etti. Kambyses Mısır’da iken Gaumata adında bir rahip Ahamenî tahtını ele geçirdi ve dinî kimliğini kullanarak saltanatını meşrulaştırmaya çalıştı. Milâttan önce V. yüzyılın sonlarında Ahamenî İmparatorluğu’na mensup olan Darius (Dârâ) tahtı ele geçirdi. Darius devletin yapısında reformlar gerçekleştirdi. İmparatorluğu yirmi eyalete ayırdı. Eyaletlerin başında bulunan ve doğrudan krala karşı sorumlu olan valilerin başlıca görevi vergi toplamaktı. Askerî işler yine doğrudan krala bağlı bir kumandanın sorumluluğuna verildi.

Darius, imparatorluğunu doğuya doğru İndus vadisine kadar genişlettikten sonra batıya yönelerek Ege sahillerindeki şehirleri ele geçirdi. Ancak milâttan önce 490’da Yunanlılar’la yapılan Marathon Savaşı’nda yenilgiye uğradı. On yıl sonra Yunanlılar üzerine büyük oğlu I. Xerxès kumandasında büyük bir ordu gönderdi. Xerxès kara savaşını kazandıysa da Salamis’te yapılan deniz savaşını kaybetti (m.ö. 480). Ahamenî İmparatorluğu’nun batıya açılması böylece sona erdi. Son Ahamenî hükümdarı III. Darius tahta çıktığında Makedonyalılar yeni bir güç olarak Ortadoğu sahnesinde belirdiler. Makedon Kralı Büyük İskender milâttan önce 334’te Anadolu, Suriye ve Mısır’ı aldıktan sonra İran’a yöneldi. Milâttan önce 331’de Ninevâ (Ninova) yakınlarında Gaugamela’da yapılan savaşta Darius savaş alanından kaçtı, daha sonra Media’da öldürüldü. İskender İndus vadisine kadar doğuya ilerledi, oradan tekrar Mezopotamya’ya döndü. Ahamenî İmparatorluğu böylece tarihe karışmış oldu.

Ahamenîler’in Zerdüştî olup olmadıkları hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Dareios’un yazıtlarında en büyük tanrının Ahura Mazda olduğu kayıtlıdır. Bu yazıtlarda iyilikle kötülükten oluşan ikilik, aydınlıkla karanlık arasındaki çatışma yine Zerdüştîlik esaslarında belirtildiği gibi anlatılır. Ancak yabancı tanrılara hoşgörülü bir yaklaşım ve ölülerin gömülmesi âdeti Ahamenîler’in Zerdüştî olmadıkları görüşünü desteklemektedir.

İskender’in kurduğu büyük imparatorluk ölümünden (m.ö. 323) sonra kumandanları arasında paylaşıldı. Mezopotamya, İran ve Suriye’yi Selevkos (Seleucus), Mısır’ı Ptolemaios aldı. Selevkos önce Dicle kıyısında kurduğu Seleukeia’yı başşehir yaptı, ardından başşehri Antakya’ya taşıdı. Seleukoslar’ın (Selevkoslar, Selefkiler) bütün güçlerini batı sınırlarına harcayıp doğuyu ihmal etmeleri, doğu eyaletlerinin merkezden bağımsız hareket etmesine zemin hazırladı. Parthia eyaletinde Parni kabilesinin reisi Arsakes, Seleukoslar’a karşı ayaklandı ve diğer kabileleri kendi önderliğinde birleştirdikten sonra Part İmparatorluğu’nu kurdu (m.ö. 250).


Part Hükümdarı Mithradates, doğuyu ele geçirdikten sonra milâttan önce 141’de Seleuko Krallığı’na tamamen hâkim oldu ve böylece Partlar Ortadoğu’daki en güçlü imparatorluk haline geldi.

Romalılar, Partlar’ın kontrolünde bulunan İpek yolunu ele geçirmek için hazırlığa başladılar. Milâttan önce 53 yılından itibaren Romalılar ile Partlar arasında sürekli sınır savaşları oldu. Romalılar Mezopotamya’ya girmeyi ve Seleukoslar’ın başşehrini ele geçirmeyi başardılar. Romalılar’a karşı sonu gelmeyen savaşlar ve taht kavgaları Partlar’ı zayıflattı. Fars eyaleti hükümdarı Erdeşîr, Arsaki hânedanının son kralı Ardavan’a karşı gelince Arsaki hânedanı sona erdi (m.s. 224). Başlangıçta Helen kültürünün etkisi altında kalan Partlar milâttan sonra 77 yılına kadar paralarda Yunan harflerini kullandılar. Ancak daha sonra Mezopotamya kültürleri hâkim duruma geldi.

Ahamenî geleneğinin yaşadığı Fars eyaletinde eskiden beri mahallî hükümdarlar olmuştu. Bunlardan biri olan âteşkede muhafızı Sâsân kendi adıyla anılan Sâsânî İmparatorluğu’nu kurmuştu (226). Sâsânîler’den Erdeşîr öldüğünde (242) imparatorluk Suriye, Mısır ve Anadolu dışında eski Ahamenî İmparatorluğu’nun sınırlarına erişmişti. Erdeşîr’in oğlu I. Şâpûr, Roma topraklarına hücum edip Roma ordusunu yendi, Roma İmparatoru Valerian’ı esir aldı. Suriye’yi ve Kapadokya’yı da yağma etti. I. Şâpûr döneminde Mani peygamber olarak ortaya çıktı. Maniheizm’e sempatiyle yaklaşan I. Şâpûr bu yeni dinin imparatorluk sınırlarında yayılmasına izin verdi. I. Şâpûr’un ölümünden sonra yerine geçen I. Hürmüz de Mani’ye yakınlık gösterdi. Mani, I. Behram’ın krallığı döneminde uzun işkencelerden sonra öldürüldü.

IV. yüzyılın sonlarına doğru batıda gelişen bazı olaylar Sâsânî İmparatorluğu’na da yansıdı. Bu tarihlerde Bizans İmparatoru Konstantinos’un Hıristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsânî İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hıristiyanlar Bizans’ın dostu, devletin düşmanı sayıldı. Ermenistan da Hıristiyanlığı kabul edince eski ihtilâflar canlandı. Sâsânîler döneminde Zerdüştîlik devlet dini haline geldi. Dinî azınlıklar (hıristiyanlar ve yahudiler) özel bir vergi ödemek şartıyla serbestçe hareket edebiliyorlardı. Devletin geliri toprak vergisine dayanıyordu. Bundan başka kişi başına ödenen “gêzît” adı verilen vergiyle bir de gümrük vergisi bulunmaktaydı. Merkezden yönetilen devletin başında Sâsânî hânedanına mensup olması gereken bir şehinşah bulunuyordu. Şehinşahın ölümünden sonra yüksek aristokrasinin ve önde gelen rahiplerin desteğini kazanabilen hânedan üyesi hükümdar oluyordu.

Kubâd devrinde Sâsânî Devleti oldukça zayıf duruma gelmişti. Kubâd, asillere ve rahiplere karşı yeniden dengeleri kurabilmek için her alanda ortak mülkiyeti esas alan Mezdek’in fikirlerini uygulamaya koydu. Ancak şartlar daha da kötüleşti, 528 yıllarında son derece kanlı bir müdahale ile bu uygulamadan vaz geçildi. Mezdek hareketine son veren Veliaht I. Hüsrev, 538’de devleti güçlendirmek için bir vergi reformunu uygulamaya koydu. Orduda da bazı reformlar yaptı ve ordu kumandanlığını kendisi üstlendi. Devlet bir süre sonra istikrara kavuştu. Daha sonra Bizans’a karşı savaş açan I. Hüsrev 556’da bir barış antlaşması yaptı. Batıda barışı sağlayınca doğuya yönelerek Eftalitler’i (Akhunlar) yenilgiye uğrattı. Ardından Çin ve Hindistan’dan batıya uzanan ticaret yolunu kontrol altına alabilmek için Arabistan’ın güneyini ele geçirdi. Yemen Sâsânîler’in bir eyaleti oldu (570). Dönemi altın çağ olarak anılan I. Hüsrev örnek bir şehinşah olarak gösterilmiş, kendisine Enûşirvân lakabı verilmiştir.

I. Hüsrev’in yerine oğlu IV. Hürmüz geçti. Annesi bir Türk prensesi olduğundan kaynaklarda “Türkzâde” lakabıyla anılan Hürmüz döneminde Sâsânîler ile Bizans arasında şiddetli savaşlar meydana geldi. 590’da Hürmüz’ün gözlerine mil çekilerek yerine oğlu II. Hüsrev tahta çıkarıldı. Ancak ülkede bir iç savaş ve taht kavgası başladı. 601’de ülkede birliği sağlayan Hüsrev Bizans’a yöneldi ve Bizans kuvvetleriyle yapılan savaşı kazandı. 611 yılında Antakya ve Dımaşk’ı ele geçirdikten sonra Mısır’ı işgal etti. Öte yandan Sâsânîler’in kuzey ordusunu Anadolu’ya gönderdi. Bu ordu 613’te Kadıköy’e kadar ulaştı. 622’de karşı saldırıya geçen Bizans İmparatoru Herakleios ordusunu gemilerle Doğu Karadeniz’e taşıdı ve Azerbaycan’a ayak bastı. Hüsrev ise Avarlar’la iş birliği yaparak Bizans’ın başşehri Konstantinopolis’i kuşattı, fakat şehri ele geçiremedi (626). Bu sırada doğuda bulunan Herakleios, Konstantinopolis’e dönmeyip Avarlar ile yaptığı antlaşmadan sonra Mezopotamya’ya yürüdü. II. Hüsrev 628’de İran başşehrinde meydana gelen ayaklanmada öldürüldü.

Hz. Peygamber, Abdullah b. Huzâfe’yi II. Hüsrev’e elçi olarak gönderip kendisini İslâm’a davet etmiş, fakat Hüsrev gönderilen mektubun okunmasına tahammül edemeden yırtıp atmış, onun bu tavrı Resûl-i Ekrem’e haber verilince, “Allah da onun mülkünü parça parça etsin” demiştir. İslâm orduları Hz. Ömer devrinde Sâsânî ordularını 15 (636) yılında Kādisiye’de, 16’da (637) Celûlâ’da, 21’de (642) Nihâvend’de yenilgiye uğrattı. Son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd bu tarihten 31 (651) yılına kadar resmen hükümdar olarak kaldıysa da peyderpey topraklarını müslümanlara teslim ettikten sonra doğuya sığınmak zorunda kaldı, bir süre sonra da Merv’de öldürüldü. Sâsânî İmparatorluğu böylece tarihe karışmış oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

Cl. Huart, Ancient Persia and Iranian Civilization, London 1927; P. Sykes, A History of Persia, London 1930, I, 1-502; A. Christensen, l’Iran sous les Sasanides, Copenhagen 1944; A. T. Olmstead, History of the Persian Empire, Chicago 1948; R. Ghirshman, Iran from the Earliest Times to the Islamic Conquest, Baltimore 1954; A Bibliography of Iran (nşr. Y. Mâhyâr Nevâbî), Tahran 1962-92, I-IX; Saîd-i Nefîsî, Târîħ-i Temeddün-i Îrân-ı Sâsânî, Tahran 1344 hş.; J. D. Pearson, A Bibliography of Pre-Islamic Persia, Mansell 1975; K. Schippmann, Grandzûge der Parthischen Geschichte, Darmstadt 1980; I. M. Cook, The Persian Empire, London 1983; CHIr., III; R. N. Frye, The History of Iran, Munich 1984; a.mlf., The Heritage of Persia, Costa Mesa 1993; Muhammed Cevâd Meşkûr, Târîħ-i Îrân Zemîn, Tahran 1366 hş., s. 1-112; M. A. Dandamaev - V. G. Lukonin, The Culture and Social Instutions of Ancient Iran, Cambridge 1989; Hasan Pîrniyâ, Târîħ-i Îrân-ı Bâstân, Tahran 1370 hş., I-III; W. J. Vogelsang, The Rise and Organisation of the Achaemenid Empire, Leiden 1992; Mirza Bala, “İran”, İA, V/2, s. 1015; M. Mokri, “Iran”, EI² (İng.), IV, 11-12; A. K. S. Lambton, “Iran”, a.e., IV, 13.

Esko Naskalı





2. Fetihten Safevîler’e Kadar.

Müslümanların İran’a karşı ilk askerî harekâtı Halife Ebû Bekir döneminde başladı. Hz. Ömer devri başlarındaki Köprü Vak‘ası’nın ardından kısa bir duraklama geçirdi. Ancak son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd, Kādisiye (15/636) mağlûbiyetlerinden sonra imparatorluğun siyasî-iktisadî merkezi olan Irak’ı müslümanlara bırakmak zorunda kaldığı zaman Sâsânîler’in Araplar’a karşı mücadelesinin de sonunu tayin etmiş oluyordu. Arap orduları, kendi kaderine terkedilmiş olan Sâsânî başşehri Medâin’i hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirdiler. Ardından dağılan kuvvetlerini yeniden toparlamaya çalışan


III. Yezdicerd’i Sevâd ile İran arasındaki Celûlâ’da bir defa daha yenilgiye uğrattılar.

Askerî güçlerinin önemli bir kısmı dağılan İranlılar’a karşı İslâm fütuhatı yeni kurulan Basra ve Kûfe ordugâh şehirlerinden yürütülmekteydi. III. Yezdicerd’in büyük güçlüklerle topladığı son Sâsânî kuvveti de Nihâvend’de mağlûp oldu (21/642). Araplar’ın “fethu’l-fütûh” dediği bu zaferden sonra İran ordusu tamamen dağıldı. İran’da artık müslümanlara karşı mahallî hükümdarların idaresindeki kuvvetlerden başka direnecek bir güç kalmamıştı. Müslümanların Kûfe ordugâhından kuzey, Basra ordugâhından güney istikametinde yürüttüğü askerî harekât, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan şehirlerinin kısa bir sürede fethedilmesiyle sonuçlandı. Otoritesi tamamen sarsılan III. Yezdicerd bir süre daha direnen Fars’ın düşmesinden önce Kirman’a kaçtı, oradan da Sîstan’a geçti. Hz. Osman döneminde Ahnef b. Kays kumandasındaki bir ordu 23 (644) ve 30 (650) yıllarında Kuhistan’ı geçerek Kum, Kâşân ve İsfahan’ı, 30 (650) yılından sonra da Herat, Merv, Merverrûz, Nîşâbur ve Tûs gibi önemli Horasan şehirlerini fethetmeye başladı. III. Yezdicerd’in direnişleri bir netice vermedi ve onun öldürülmesiyle Sâsânî Devleti tarihe karıştı (31/651). Mâverâünnehir ve Tohâristan VIII. yüzyıl başlarında, Taberistan aynı yüzyılın ikinci yarısında müslümanların hâkimiyetine girdi. Ancak Gîlân, Deylem ve Elburz dağlarındaki bazı bölgeler uzun süre ele geçirilemedi.

Araplar tarafından fethedilen şehirler, savaş veya barışla ele geçirilişine ya da ekonomik durumuna göre miktarı değişen bir defaya mahsus bir vergi ve bundan sonra da her yıl belli miktardaki haracı ödemek şartıyla mahallî hükümdarların idaresine verildi. İslâm’ı kabul eden İranlılar genellikle bu verginin dışında bırakılmaktaydı. Bu arada askerî ve idarî zümrelerden pek çok İranlı Araplar’ın hizmetine girdi. İran şehirleri zaman zaman isyana teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. İslâm, fetihleri takip eden yaklaşık iki asır içerisinde Orta İran ve Horasan’da önemli ölçüde yayıldı. Fars ve Kirman gibi ana yollardan uzak eyaletlerde ise Zerdüştîler kendi inançlarını korumaya devam ettiler. Deylem sınırlarındaki Kazvin, Azerbaycan sınırındaki Erdebil ve Horasan’ın uç bölgesindeki Merv başta olmak üzere İran şehirlerinin çoğunda Arap garnizonları kuruldu ve buralara Arap kabileleri yerleştirildi. Önce Hemedan, İsfahan ve Fars gibi Basra ve Kûfe ordugâhlarına yakın şehirler, ardından Kum, Kâşân, Kazvin, Rey vb. Orta İran şehirlerine Arap muhacirler iskân edildi. Bu iskânlar Horasan ve Sîstan gibi doğu eyaletlerine kadar yayıldı. Kabileler halinde gelen Araplar’ın yanı sıra gazâ ve cihad için sınır boylarına giden gazilerle ve Irak’ta tutunamayan Hâricî ve Şiî Araplar da İran’a geldiler. Ancak yeni gelenlerin yerlilerle kaynaşması kolay olmadı. İranlılar, Araplar’ı şeytanın (Ehrimen) müridleri olarak görmekte, hatta Kum’da olduğu gibi bazan onları taşlama yoluna dahi gitmekteydiler. Fakat bunlar Araplar’ı İran’a muhaceretten alıkoyamadı. Evlilikler yoluyla kurulan akrabalıklar zamanla bu iki kitlenin kaynaşmasını sağladı. Bu kaynaşma sonucunda çift yönlü bir etkileşim meydana geldi. Bir yandan İran’da İslâmiyet ve Arapça hızla yayılırken öte yandan yeni gelenler eski İran kültür ve geleneklerinden etkilendiler.

İran, Emevîler zamanında iktisadî, içtimaî ve dinî şartların tesiriyle bu hânedana karşı muhalefet merkezlerinden biri haline geldi. Ortaya çıkan karışıklıklarda artık İranlı mevâlînin de yerleşmeye başladığı Kûfe ve Basra ordugâhlarının rolü büyüktü. İranlı mevâlînin önemli bir kısmı Hz. Ali - Muâviye mücadelesinde Hz. Ali’nin yanında yer aldı. Mevâlî, Muhtâr es-Sekafî’nin Kûfe’deki isyanında ona destek verdi. İsyan hareketi kısa sürede Arap aleyhtarı bir mahiyet kazandı. Muhtâr’ın katlinden sonra Irak umumi valisi Haccâc’a isyan eden İbnü’l-Eş‘as’ın tabii destekçileri de yine mevâlî idi. Emevîler İran ve doğu eyaletlerini, merkezi Kûfe olan Irak’ta kurdukları genel valilik ve Ziyâd b. Ebîh ile Haccâc gibi nüfuzlu valilerle yönettiler. Emevîler’in son zamanlarında İranlı, Berberî ve Türk asıllı askerlerin sayısı artmaya başladı. Ancak bunlar nâdir olarak kumandanlık makamına gelebiliyordu. Irak, Cibâl ve Horasan sık sık Şiî ve Hâricî isyanlarına sahne oldu. Özellikle Horasan’da çok iyi örgütlenen Abbâsîler bütün gayri memnun kitleleri kendi etraflarında birleştirmeyi başardılar. Muhaliflerin lideri Ebû Müslim, Horasan’ın çeşitli şehirlerini dolaşarak isyancıları teşkilâtlandırdı. Gittikçe büyüyen kuvvetlerin çoğunluğunu İranlı köylüler meydana getiriyordu. İranlı dihkanlarla Emevîler’den hoşnut olmayan Arap kabileleri de isyana aktif bir şekilde katıldılar. Horasanlılar’ın gayretiyle 131 (749) yılında Kûfe’de Abbâsîler’den Ebü’l-Abbas es-Seffâh adına hutbe okundu. Kaçan son Emevî halifesi II. Mervân’ın 132’de (750) Mısır’da öldürülmesiyle Emevî hilâfeti sona ermiş oldu.

Abbâsîler, kendilerini iş başına getiren İranlılar’a borçlarını başta Ebû Müslim olmak üzere onları önemli mevkilere getirerek ve mevâlî ile Araplar arasındaki iktisadî ve içtimaî eşitsizliği ortadan kaldırarak ödediler. Kısa bir süre sonra devlet merkezi Bizans kültürü etkisindeki Dımaşk’tan İran kültürü etkisindeki Bağdat’a taşındı. İhtilâle destek veren grupların başında gelen mevâlî artık Araplar’la eşit duruma geldi. Yeni kurulan devlet eski Sâsânî siyasî-idarî kurumlarından yoğun bir şekilde etkilendi. Vezirlik makamı Bermekîler ve Fazl b. Sehl gibi nüfuzlu İranlılar’a teslim edildi. Önemli görevler İranlı bürokrat ve kâtiplere verildi.

Ebû Müslim’in öldürülmesi (137/755) İran’da büyük rahatsızlık meydana getirdi ve onun intikamını bahane eden dinî-siyasî isyan hareketlerine zemin hazırladı. Yerli halkın da desteğini alarak Cibâl’de (merkezî İran) Sinbâd (Sunbâz), Herat, Sîstan, Bâdgîs’te Üstâdsîs, Mâverâünnehir’de İshak et-Türkî, Horasan’da Mukanna‘ isyan etti. Horasan’daki isyanların en tehlikelisi olan Mukanna‘ın isyanı güçlükle bastırılabildi. Halife Mehdî-Billâh zamanında eski İran dinlerini ihya etmek amacıyla birçok ayaklanma meydana geldi. Bunların yanı sıra Hâricîler’in isyanı Horasan ve Sîstan şehirlerine yayıldı ve yaklaşık otuz yıl boyunca Abbâsî Devleti’nin doğu bölgelerini sarstı. Zenc adıyla bilinen siyahî kölelerin 869-883 yılları arasındaki isyanları da büyük bir tehlike oluşturdu. Zencîler, Güney Irak ve Güneybatı İran’ın önemli bir kısmını hâkimiyetleri altına aldılar. Abbâsîler’i sarsan isyanların en tehlikelisi, Azerbaycan’da başlayan ve kısa sürede Cibâl’e kadar yayılan Bâbek’in isyanıdır. Dinî-siyasî bir nitelik taşıyan Hürremiyye hareketinin lideri olan Bâbek, 3 Safer 223’te (4 Ocak 838) Halife Mu‘tasım-Billâh’ın huzurunda idam edildi. Öte yandan Halife Emîn’in Horasan valisi olan kardeşi Me’mûn’u veliahtlıktan azletmesi, gayri memnun kitleye İran asıllı anneden doğan Me’mûn’un yanında yer alarak Araplar’a karşı baş kaldırma fırsatı verdi. İranlı Tâhir b. Hüseyin’in yönettiği ve büyük çoğunluğunu Horasanlılar’ın teşkil ettiği isyancılar, uzun mücadelelerden sonra Emîn’i katlederek Me’mûn’u hilâfet makamına geçirmeyi başardılar (198/813). Yeni halife de selefleri gibi önemli görevlere İran asıllı kumandan ve bürokratları tayin etti.


Hatta hilâfete geçişinin ilk yıllarında devleti Merv şehrinden yönetti. Mu‘tasım-Billâh’ın devlet içerisindeki İranlı nüfuzuna karşı bir denge kurabilmek için askerî görevleri Türk asıllı gulâmlarına vermesi, bu tarihten sonra İranlılar’ın Abbâsî devlet yapısı içerisindeki rollerinin giderek azalmasına sebep oldu.

İslâm’ın ilk iki asrında müslümanlar başta vezirlik, divan, divan kâtipliği ve posta teşkilâtı olmak üzere eski Sâsânî kurumlarını aynen ya da çok az değişikliklerle benimsediler. Abbâsî saray çevreleri giyim kuşam konusunda daha çok Sâsânî etkisinde kaldı, böylece İran kıyafeti Abbâsî sarayının resmî kıyafeti oldu. Sarayda İran nüfuzu giderek artınca eski İran bayramları Nevruz, Mihrican ve Râm günleri törenlerle kutlanmaya başlandı. Hilâfet merkezinin Dımaşk’tan Bağdat’a intikaliyle de İslâm sanatına tesir eden geç Helenistlik-Bizans sanatının yerini Bağdat’ta Sâsânî sanatı aldı.

III. (IX.) yüzyılın ortalarından itibaren Abbâsî Devleti’nin giderek zayıflaması, Horasan ve Mâverâünnehir’de İran asıllı ailelerin kurduğu mahallî hânedanların ortaya çıkmasına imkân hazırladı. Tâhirîler, Saffârîler, Sâmânîler ve Büveyhîler gibi hânedanlar, görünüşte Abbâsî halifelerinin yönetimini tanımakla birlikte gerçekte kendi hâkimiyetlerini güçlendirmek ve yaymak için çalıştılar. Bu hânedanlardan ilki Horasan’a hâkim olan Tâhirîler’dir (821-873). Saffârîler (867-1003) Sîstan, Mekrân, Sind ve Kirman’ı ele geçirip Horasan’daki Tâhirî yönetimine son verdiler. Sâmânîler (819-1005), Mâverâünnehir’deki hâkimiyetlerini arttırarak Saffârîler’i Horasan ve Orta İran’dan çıkarmayı başardılar ve sınırlarını Taberistan’a kadar genişlettiler. Karahanlılar’ın Mâverâünnehir’i ele geçirmeleri, İran’da yaklaşık dokuz asır devam edecek olan bozkır kavimleri ve Türk yönetiminin ilk habercisidir. Ancak Karahanlılar Horasan’a girmeyi başaramadılar. Sâmânîler’in ardından Gazneliler (963-1186), uzun mücadelelerden sonra Irâk-ı Acem’den (Cibâl) Hindistan’a kadar uzanan geniş bir alanda hâkimiyet kurdular. Dandanakan’daki mağlûbiyetlerinin (431/1040) ardından Horasan ve Sîstan’ı Selçuklular’a terketmek zorunda kalan Gazneliler, bugünkü Afganistan’da yönetimlerini yaklaşık bir buçuk asır daha devam ettirdiler. Hazar denizinin güneybatı sahilindeki Deylem bölgesinde ortaya çıkan Büveyhîler (932-1062), Irâk-ı Acem’de otoriteleri artık iyice sarsılan Abbâsîler’i İran’dan tamamen söküp atmayı başardılar. Deylem bölgesi dağlık coğrafî konumu sayesinde uzun bir süre İslâm akınlarına direnmiş ve İslâm öncesi kültürünü muhafaza etmiş, Abbâsîler’den kaçan Hz. Ali soyundan gelmiş kimselerin çalışmaları neticesinde III. (IX.) yüzyıldan itibaren Zeydiyye gibi Şiî muhalefet cereyanlarının etkisine girmişti. Büveyhîler’in kurucusu İmâdüddevle Ali b. Büveyh Rey, Kerec ve İsfahan’ı ele geçirdi ve şehrin hâkimiyetini kardeşi Hasan’a verdi. İsfahan’ı kendisine merkez yapan Hasan, uzun süren savaşlardan sonra Irâk-ı Acem’deki hâkimiyetini kuvvetlendirmeyi başardı. Bu sırada diğer kardeş Ahmed hilâfet merkezi olan Bağdat’a hâkim oldu (334/945). Büveyhî hânedanının en seçkin siması olan Adudüddevle Irâk-ı Acem, Fars, Kirman, Irak, el-Cezîre ve Uman’ı yönetimi altına aldı. Ancak ölümünden sonra başlayan taht mücadeleleri Büveyhî Devleti’ni zayıflattı. V. (XI.) yüzyıl başlarında iyice zayıflamış bulunan bu devlet önce birkaç parçaya bölündü, ardından Büyük Selçuklular tarafından hâkimiyetlerine son verildi.

Bunların dışında IV-VI. (X-XII.) yüzyıl İran tarihinde pek çok küçük mahallî hânedan göze çarpmaktadır. Taberistan ve Gîlân’da Bâvendîler, Deylem ve Azerbaycan’da Müsâfirîler (Sellârîler veya Kengerîler), Azerbaycan’da Revvâdîler, Taberistan ve Cürcân’da Ziyârîler, Arrân ve çevresinde Şeddâdîler hâkim olmuşlardır. Yine aslen Deylemli olan Büveyhîler’e akrabalığı bulunan Kâkûyîler, Büveyhîler’in iç karışıklıklarından istifade ederek İsfahan’ı ele geçirmiş, bazan müstakil, bazan da Gazneli ve Selçuklular’ın vasalı olarak yaklaşık elli yıl süreyle Irâk-ı Acem’in hâkimiyetini ellerinde bulundurmuşlardır.

Selçuklular, Mâverâünnehir ve Hârizm’deki uzun mücadelelerden sonra Horasan’a girerek Sultan Mesud’u Dandanakan’da mağlûp ettiler (431/1040). Savaş sonrası düzenlenen kurultayda fethedilecek topraklar Tuğrul ve Çağrı beylerle amcaları Mûsâ Yabgu arasında paylaşıldı. Başta Nîşâbur, Merv ve Herat olmak üzere Horasan şehirleri çok direnmeden Selçuklu yönetimine girdi. Tuğrul Bey’in anne bir kardeşi İbrâhim Yinal Rey, Kazvin ve Hemedan gibi Orta İran şehirlerini kısa bir sürede ele geçirdi. Hânedanın diğer üyesi Çağrı Bey’in oğlu Kavurd Bey ise babasına tâbi olmak üzere Kirman’a hâkim oldu.

Tuğrul Bey önce Kâkûye (Kâkeveyh) hânedanının idaresinde bulunan İsfahan’ı ele geçirdi (443/1051). Ardından Bağdat’a girerek buradaki Büveyhî hâkimiyetine son verdi (447/1055). Böylece Sâsânî Devleti’nden sonra ilk defa el-Cezîre’den Mâverâünnehir’e kadar bütün İran coğrafyası tek bir devletin sınırları içerisinde birleşmiş oldu. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferiyle Bizans direnişini kırarak Selçuklu Devleti’nin sınırlarını daha da genişletti. Melikşah zamanında ise devlet Orta Asya’dan Akdeniz’e, Aral gölünden Mısır’a kadar uzanan büyük bir imparatorluk haline geldi.

Başlangıçta ülkeyi hânedan üyelerinin ortak sorumluluğunda kabul eden ve adem-i merkeziyetçi bir yapılanma içerisine giren Selçuklular kısa bir müddet sonra İran idarî geleneklerini benimsediler. Selçuklu hâkimiyetinin siyasî merkezi Nîşâbur, Rey, İsfahan, Merv ve Hemedan gibi eski İran şehirleriydi. Tuğrul Bey, kendisine Ali b. Abdullah Sâlâr-ı Bûzcânî ve Amîdülmülk el-Kündürî gibi İranlı vezirler tayin etti. Bu vezirlerin bir vazifesinin göçebe-asker Türkler ile yerleşik tebaa İranlılar arasında bir denge kurmak olduğu düşünülebilir. Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün çabaları neticesinde askerî cephesi Türkler’e, bürokrasi cephesi İranlılar’a dayanan, hukuk olarak Sünnî İslâm’ı esas alan bir devlet sistemi kuruldu. Bürokrasi, bir kısmı daha önce Gazneli devlet teşkilâtında görev almış nüfuzlu bir İranlı kâtip sınıfının eline bırakıldı. 1050 yılından itibaren merkezî devlet anlayışı benimsenmekle beraber devletin kuruluş döneminde imtiyazlı bir konuma gelen Kirman’ın devlet içerisindeki ayrıcalıklı statüsü devam etti. Selçuklular, idarî açıdan İran coğrafyasında kendi dinî-siyasî telakkileriyle çelişmeyen mahallî hânedanların hâkimiyetlerine dokunmadılar ve bazan bunlara yenilerini de eklediler. Yezd ve çevresinde İsfahan’ı terke mecbur kalan Kâkûye hânedanı, Sîstan’da Nimrûz melikleri, Buhara’da Burhan ailesi, Hârizm’de Anuş Tegin ailesi Selçuklular’ın bu eyaletlerdeki temsilcileri oldular.

Selçuklular’ın askerî başarıları yeni Türkmen kabilelerinin İran’a akın etmesine yol açtı. Ancak bu Türkmen kabileleri ya Horasan’ın doğusunda tutulmaya çalışıldı ya da devlet ekonomisine ve şehir kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan üzerinden Bizans’a yönlendirildi. Selçuklular’ın göçebe soydaşlarına karşı İran şehir kültürünü koruyan bu tutumu, XVII. yüzyıl müellifi Ebülgazi Bahadır Han tarafından açıkça eleştirilmiştir.


Selçuklular zamanında İran’daki geniş arazi sahipleri olan dihkanlar toplumdaki imtiyazlı yerlerini muhafaza ettiler. Şehirlerde ise bürokratik, ilmî ve hukukî görevler, hânedan değişikliklerinden sonra dahi yerlerinde kalabilen belirli ailelerin tekelinde bulunmaktaydı. Selçuklu sarayı, İran dilini ve edebiyatını koruyup geliştirmede en az Sâmânî ve Gazneli sarayları kadar önemli idi. Resmî yazışmalarda ve bürokraside Nizâmülmülk’ten itibaren Farsça kullanıldı.

Melikşah’ın ölümünden (485/1092) sonra oğulları ve hânedanın diğer mensupları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan imparatorluk, hânedanın son kudretli üyesi Sultan Sencer devrinde bir ara toparlandıysa da doğudan gelen Karahıtay istilâsı (536/1141) ve Oğuz isyanı (548/1153) sonunda yıkıldı. Bununla birlikte Selçuklu hâkimiyeti Irak ve Orta İran’da 590 (1194), Kirman’da ise 582 (1186) yılına kadar devam etti.

Selçuklular gibi yarı göçebe bir bozkır halkının İran’a gelişi iktisadî, içtimaî ve dinî açıdan gayri memnun bir kitlenin ortaya çıkmasına sebep oldu. İsmâilî propagandacılarının yoğun faaliyetleri bu kitleyi kendi yanlarına çekti. Selçuklu sultanları, Melikşah devrinden itibaren Hasan Sabbâh etrafında örgütlenen ve bazı müstahkem mevkileri ele geçiren İsmâilîler’le uzun bir mücadeleye girdi. Bu mücadelede önemli başarılar kazanılmakla birlikte İsmâilîler hiçbir zaman İran’dan sökülüp atılamadı. Fakat bunlar İran’da istikrarlı bir devlet kurmaya muvaffak olamadılar. Selçuklular’ın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra da İsmâilîler boşalan siyasî zemini dolduramadılar ve Alamut’taki hâkimiyetlerine Hülâgû tarafından son verilinceye kadar sadece bazı müstahkem kalelerde tutunabilen marjinal muhalefet örgütü olarak kaldılar.

Selçuklu Devleti’nin yıkılışından sonra İran’da siyasî hâkimiyet küçük hânedanların eline geçti. Selçuklu hükümdarlarının, oğullarının eğitimiyle görevlendirdikleri atabeglerin güç ve nüfuzlarını arttırmaları müstakil hânedanların ortaya çıkmasına sebep oldu. Azerbaycan’da İldenizliler (1148-1225) ve Fars’ta Salgurlular (1148-1286), bu bölgeleri idare eden atabeg kökenli hânedanlar oldular. Yezd Atabegliği (1141-1318) Yezd ve çevresine hâkim oldu. Bu atabegliklerin yanı sıra aslen atabeglik olarak kurulmadığı halde kendilerine atabeg unvanı verilen hânedanlardan Büyük Lûristan atabegleri (1155-1423) ve Küçük Lûristan atabegleri (1174-1597) uzun süre hüküm sürdüler. Kirman ve çevresi, kendilerine Kirman Karahıtayları veya Kutluğhanlılar Devleti denilen hânedanın idaresine girdi.

Hârizmşahlar ile (1097-1231) Gurlular (1000-1215) arasında Selçuklu mirasının paylaşımı için başlayan uzun mücadelede Sultan Tekiş bir ara Horasan ve Irâk-ı Acem’e hâkim olduysa da Gurlular’a karşı kesin başarı ancak oğlu Alâeddin Muhammed zamanında kazanıldı. Hârizmşah Muhammed, babasının ölümü üzerine elden çıkan Horasan’dan sonra Mâzenderan, Mâverâünnehir, Kirman ve Irâk-ı Acem’i topraklarına katarak yaklaşık yarım asırlık bir süreden beri kesintiye uğrayan İran coğrafyasının siyasî birliğini yeniden kurdu. Muhammed, bütün düşmanlarını bertaraf edip batıdaki son siyasî rakibi olan Abbâsî hilâfetiyle mücadeleye girdiği sırada doğuda İran kapılarını tehdit eden Moğol tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Hârizmşahlar ile Moğollar arasındaki anlaşmazlık üzerine Cengiz Han güçlü bir orduyla harekete geçti (616/1220). Önce Otrar, Sığnak ve Hucend, ardından Buhara ve Semerkant gibi önemli Mâverâünnehir şehirleri Moğollar’ın eline düştü. Hârizmşah Muhammed kaçarak Horasan üzerinden Irâk-ı Acem’e geçti; Mâzenderan’a ve Hazar denizindeki Âbeskûn adasına sığındı ve kısa bir süre sonra burada vefat etti. Büyük oğlu Celâleddin yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da mücadeleye devam ettiyse de çabaları Moğollar’ı durdurmaya yetmedi.

Moğollar, Cebe ve Sübütey kumandasındaki askerî harekâtın ardından Horasan üzerinden Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’a girdiler. Celâleddin Hârizmşah’ın son önemli direnişini de 625 (1228) yılında İsfahan önlerinde kırarak kendi hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabegliği yönetimindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı İran’ı yağmaladılar ve halkının önemli bir kısmını öldürdükten sonra harabeye dönen ülkeyi birkaç yıl kendi kaderine terkettiler. Ögedey Han zamanında İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyeti daha da kuvvetlendi.

Mengü Han tahta çıkınca kardeşi Kubilay’ı Çin’e gönderirken diğer kardeşi Hülâgû’yu da batı fütuhatını yürütmek üzere ilhan olarak İran’a tayin etti. 653 (1255) yılında Horasan’a giren Hülâgû ertesi yıl Alamut’u ele geçirerek İsmâilî hâkimiyetine, daha sonra Bağdat’a girerek Abbâsî hilâfetine (656/1258) son verdi ve Hazar denizinin güney sahilleri hariç bütün İran’da siyasî birliği kurdu. Bugünkü İran, Azerbaycan, Anadolu ve Irak’ın idaresi yaklaşık bir asır boyunca İlhanlı hâkimiyetinde kaldı.

İlhanlılar, Hülâgû’nun İran’a gelişinden sonra bürokratik ve idarî alanda yavaş yavaş İran geleneklerini benimsediler. Bu durum Gāzân Han’ın İslâm’ı kabulü ve içtimaî, idarî ve iktisadî sahalarda yaptığı reformlarla daha da hızlandı. Doğudaki Büyük Han Kubilay’ın ölümünden (693/1294) sonra artık akrabalık derecesi oldukça zayıflayan amcazadeleriyle tâbiiyet bağlarını koparan Gāzân Han İran’da bozkır geleneklerine, İslâmî ve İranî temellere dayanan bir devlet kurmak istedi. Ancak erken ölümü bu reformların başarısını azalttı. Onun vefatının ardından daha yarım asır bile geçmeden İran’daki Moğol hâkimiyeti sona erdi. Kısa sürmesine rağmen İlhanlı hâkimiyeti İran’da önemli izler bıraktı. Moğol istilâsı sırasında başta Horasan şehirleri olmak üzere önemli yerleşim merkezleri büyük zarar gördü. Moğol istilâsının ortaya çıkardığı karanlık tablo, toplumda kendine güvensizlik ve dünyevî hayattan kaçış şeklinde tezahür etti; özel olarak İran’da, genel olarak bütün Ortadoğu’da dinî-tasavvufî hareketlerin güçlenip gelişmesi için uygun bir zemin hazırladı. Bununla birlikte İlhanlı idaresi, ilk yarım asırdaki yağma ve tahrip döneminin atlatılmasından sonra İran’da olumlu izler de bıraktı. İlhanlı hâkimiyetinin merkezi olan Azerbaycan’da Gāzân Han devrinde Ucân ve Şenbigāzân, Olcaytu zamanında Sultâniye gibi yeni yerleşim merkezleri kuruldu. Tebriz, Merâga ve Bağdat gibi büyük şehirlerde önemli imar faaliyetleri yürütüldü.

İlhanlı Devleti’nin siyasî birliğinin sona ermesinin ardından İran’da hâkimiyet birtakım küçük hânedanlar arasında paylaşıldı. İlhanlılar’ın nüfuzlu kumandanı Emîr Çoban’ın torunu ve Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan, Ebû Said Bahadır Han’ın vefatından (736/1335) sonra çıkan taht mücadelelerinde Azerbaycan’ın idaresini ele geçirdi ve burada Çobanoğulları hâkimiyetini kurdu. Şeyh Hasan’ın 744’te (1343) katlinin ardından kardeşi Melik Eşref önce Enûşirvân adına, 745 (1344) yılından sonra da kendi adına idareyi ele geçirdi ve bir ara gücünü Irâk-ı Acem’e kadar yaymaya muvaffak oldu. Melik Eşref’in ölümüyle (758/1357) Çobanoğulları’nın hâkimiyeti de sona erdi.


Batı İran’da İlhanlılar’ın vârisi olma iddiasıyla siyasî mücadeleye giren diğer bir güç de Celâyirliler’di (1340-1431). Celâyirli hâkimiyetine, VIII. (XIV.) yüzyılın sonlarından itibaren iyice güçlenen Karakoyunlu Türkmenleri tarafından son verildi. Çobanoğulları ve Celâyirliler, Azerbaycan’da İlhanlı mirası için mücadele ederken Orta ve Güney İran’ın hâkimiyeti İncûlular ve Muzafferîler arasında paylaşıldı. İncûlular (1303-1357), hânedanın son üyesi Şeyh Ebû İshak’ın 754 (1353) yılında Muzafferîler’den Mübârizüddin Muhammed tarafından öldürülmesine kadar Fars ve Güney İran’ın hâkimiyetini elinde bulundurdular. Aslen Moğol istilâsı esnasında Horasan’dan Yezd’e hicret ederek Yezd atabeglerinin hizmetine giren bir aileden gelen Muzafferîler (1314-1393) Orta ve Güney İran’a hâkim oldular ve Timur tarafından ortadan kaldırıldılar.

İlhanlı Devleti’nin çöküş devrinde Togay Timur’un hâkimiyetinde bulunan Horasan bu yıllarda Serbedârîler’in yönetimine girdi. Şiî karakter taşıyan bu içtimaî ve siyasî muhalefet hareketinin ilk merkezi Sebzevâr idi. Hareket kısa sürede Horasan’ın diğer şehirleriyle Mâzenderan, Gîlân ve Kirman’a kadar yayıldı ve 1336-1386 yıllarında muhtelif reislerin rehberliğinde Horasan ve Mâzenderan gibi İran’ın doğu ve kuzey kısımlarında etkili oldu. Bölgedeki istikrarsızlık ve adaletsizliğe bir tepki olarak ortaya çıkan Serbedârîler hareketi de âdil ve istikrarlı bir düzen kurmayı başaramadı. Kısa bir müddet sonra kendi içinde gruplara ayrıldı ve Timur tarafından yıkıldı. İlhanlılar’dan sonra Doğu İran’da ortaya çıkan diğer bir hânedan olan Kertler’in hâkimiyeti de (1245-1389) İlhanlılar’ın diğer siyasî halefleri gibi bölgesel hâkimiyetten öteye gidemedi ve bunlara da Timur tarafından son verildi.

Çağatay Hanlığı’nın zayıfladığı bir dönemde duruma hâkim olan Timur, Güney Horasan’daki Kert hâkimiyetiyle Sebzevâr’daki Serbedârîler’e ve Horasan’daki Toga Timurlu yönetimine son verdikten sonra batıya ilerleyerek Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’a girdi. 794 (1392) yılında başlayan ve beş yıl süren sefer sırasında Mâzenderan ve Irâk-ı Acem şehirlerini ele geçirerek Güney İran’daki Muzafferî hâkimiyetine son verdi. Bunun üzerine Timur’a batı fütuhat yolu açılmış oldu. Kuzeyde Toktamış Han’ı, batıda Osmanlı, güneyde Memlük kuvvetlerini mağlûp eden Timur, Mâverâünnehir’i Akdeniz’e bağlayan büyük bir imparatorluk kurdu. Çin seferi esnasında ölümünden (807/1405) sonra imparatorluk taht mücadeleleri içine düştü ve İran’ın siyasî birliği bir defa daha bozuldu. İç mücadelelerin ardından Horasan genel valisi Şâhruh babasının tahtını eline geçirdi. Hâkimiyetini tanımayan yeğenleri İskender b. Ömer Şeyh’e karşı İsfahan’a ve Baykara b. Ömer Şeyh’e karşı Fars’a sefere çıktı. Bu seferin ardından Kirman’ı idaresi altına aldı. İmparatorluğun doğusu ve Orta İran Şâhruh’un hâkimiyetine girdi. Batı İran’da Timurlu yönetiminin temsilcisi Ebû Bekir b. Mîrân Şah, Timur tarafından tahtı gasbedilen Celâyirliler’den Ahmed b. Üveys ve Karakoyunlular’dan Kara Yûsuf’un saldırısına mâruz kaldı. VIII. (XIV.) yüzyıl sonlarına doğru Azerbaycan’daki son Moğol bakiyelerinin de Türkleşmesiyle Batı İran’ın etnik yapısı yeniden Türkler’in lehine döndü. Türkmen kitleleri, İlhanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından güçlerini Van ile Urmiye gölünün kuzeyinde hissettiren ve daha sonra Tebriz’e hâkim olan Karakoyunlular’ın etrafında toplandı. Şâhruh, Azerbaycan’daki bu Türkmen nüfuzunu kırmak için 823 (1420), 833 (1429) ve 838 (1434-35) yılında üç defa batıya yürüdü. Ancak onun imparatorluğun batısını hâkimiyeti altına alma mücadelesi sonuçsuz kaldı ve Muhammed b. Baysungur’a karşı giriştiği bir sefer esnasında Rey’de öldü (850/1447). Şâhruh’un ölümü üzerine başlayan taht mücadeleleri sırasında Horasan ve Doğu İran büyük tahribata uğradı. Bu karışıklıklara son vermek isteyen Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif tarafından katledildi (853/1449). Uzun mücadelelerden sonra Ebû Said Mirza Han tahta çıkmayı başardıysa da hâkimiyeti Mâverâünnehir, Horasan, Mâzenderan ve Kuzey Afganistan’ı aşamadı.

Batı İran’da da durum bundan farklı değildi. Şâhruh’un vefatından sonra Irâk-ı Acem ve Fars’a yeniden hâkim olan Muhammed b. Baysungur Horasan’a yürüdüyse de Bâbür’e yenilerek öldürüldü (856/1452). Bâbür’ün Irâk-ı Acem’i ele geçirme girişimi Karakoyunlu Türkmenleri tarafından başarısızlığa uğratıldı. Orta İran şehirleri birbiri ardına Karakoyunlu hâkimiyetine girdi. Timurlular’ın dâhilî mücadelelerinden istifade eden Cihan Şah, Horasan’ı zaptederek 862 Şâbanında (Haziran 1458) Herat’a girmeye muvaffak oldu. Ancak kısa süre sonra Horasan’ı yeniden Timurlular’a terketmek zorunda kaldı. Ardından da iki devlet arasında zâhirî bir dostluk kuruldu. Cihan Şah, Akkoyunlular’dan Uzun Hasan’a mağlûp olup öldürülünce (872/1467) Karakoyunlu toprakları Akkoyunlular’ın eline geçti. Bu durum Ebû Said Mirza Han’a, Timurlular’ın Şâhruh’tan beri sarsılan Batı ve Orta İran hâkimiyetini yeniden kurmak için bir fırsat verdi. Akkoyunlular ile ittifaka ve Akkoyunlular’ın günden güne artan güçlerine rağmen batıya yürüyen Ebû Said, Miyâne yakınlarına geldiği zaman bir fermanla Uzun Hasan’ı itaate davet etti. Fakat onun karşısında uğradığı yenilgiden sonra Timurlular, Batı ve Orta İran hâkimiyetini tamamen Akkoyunlular’a terketmek zorunda kaldılar. Mâverâünnehir’i ele geçiren Özbekler Herat’a girerek buradaki Timurlu yönetimine son verdiler. İran için büyük bir istilâ hareketine dönüşebilecek olan Özbek tehlikesi ancak Şah İsmâil tarafından bertaraf edilebildi.

Ebû Said’in öldürülmesinden (873/1469) sonra Uzun Hasan Irâk-ı Acem, Fars ve Kirman’a hâkim oldu ve başşehri Âmid’den Tebriz’e nakletti. Timurlular’dan Yâdigâr Muhammed’i destekleyen Uzun Hasan, Horasan’a hâkim olması için ona askerî yardımda bulundu. 875 Muharreminde (Temmuz 1470) muzaffer bir şekilde Herat’a giren Yâdigâr Muhammed’in kısa bir süre sonra Hüseyin Baykara’ya mağlûp olması ve katlinin ardından Horasan sınır olmak üzere Akkoyunlular ile Timurlular arasında dostane ilişkiler kuruldu. Böylece İran’ın büyük bir kısmı Uzun Hasan’ın hâkimiyetine girmiş oldu. Ardından Şah İsmâil, Irâk-ı Acem ve Fars’ı da ele geçirerek Akkoyunlu Devleti’ne son verdi (920/1514).

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî, Fütûh (Fayda), bk. İndeks; İbn A‘sem el-Kûfî, el-Fütûĥ (trc. Muhammed b. Ahmed Müstevfî-yi Herevî, nşr. Gulâm Rızâ Tabâtabâî), Tahran 1374/1995, s. 209-260; İbn Havkal, Sefernâme-yi İbn Ĥavķal (trc. Ca‘fer Şiâr), Tahran 1366/1987, tür.yer.; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (nşr. M. Debîr-i Siyâkī), Tahran 1375, tür.yer.; Râvendî, Râĥatü’ś-śudûr, tür.yer.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, IX-XI, tür.yer.; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), bk. İndeks; Cüveynî, Târîħ-i Cihângüşâ, II; Reşîdüddin, CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, II; a.e. (nşr. Abdülkerim Alioğlu Alizâde), Bakü 1957, III, tür.yer.; Vassâf, Târîħ (nşr. Muhammed Mehdî), Tahran 1338, tür.yer.; Şebânkâreyî, MecmaǾu’l-ensâb (nşr. Mîr Hâşim-i Muhaddis), Tahran 1363 hş., tür.yer.; Müstevfî, Nüzhetü’l-ķulûb (Strange), tür.yer.; a.mlf., Târîħ-i Güzîde (Nevâî), tür.yer.; İbn Battûta, Seyahatnâme, I, tür.yer.; Nizâmeddin Şâmî, Zafernâme (trc. Necati Lugal), Ankara 1949, tür.yer.; Hâfız-ı Ebrû, Zübdetü’t-tevârîħ (nşr. Seyyid Kemâl Hâc Seyyid Cevâdî),


Tahran 1372, I-II, tür.yer.; Mîrhând, Ravżatü’ś-śafâǿ, I-VI, tür.yer.; Hândmîr, Ĥabîbü’s-siyer, I-IV, tür.yer.; Spuler, İran Moğolları; Îrec Efşâr, Fihrist-i Maķālât-ı Fârsî der Zemîne-yi Taĥķīķāt-ı Îrânî, Tahran 1338-74/1959-95, I-V; C. E. Bosworth, The Ghaznavids, Their Empire in Afghanistan and Eastern Iran, Edinburg 1963, tür.yer.; Şîrîn Beyânî, Târîħ-i Âl-i Celâyir, Tahran 1345; Hüseyin Kulı Sütûde, Târîħ-i Âl-i Mužaffer, Tahran 1346-47/1967-68, I-II; Mâhyâr Nevâbî, Kitâbşinâsî-yi Îrân, Tahran 1347-71/1968-92, I-IX; N. V. Piyguluskaya v.dğr., Târîħ-i Îrân (trc. Kerîm-i Kişâverz), Tahran 1349, I-II; Hânbâbâ, Fihrist, I-V, tür.yer.; Ebü’l-Fazl Nebeî, Târîħ-i Âl-i Çûpân, Tahran 1352; Erdoğan Merçil, Fars Atabegleri, Salgurlular, Ankara 1975; D. Krawulsky, Iran: Das Reich der Ilkhane, Wiesbaden 1978; Barthold, Türkistan (haz. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1981, tür.yer.; Abdürrefî-yi Hakīkat, Târîħ-i Cünbeş-i Serbedârân ve Diger Cünbeşhât-i Îrâniyân der Ķarn-ı Heştüm-i Hicrî, Tahran 1363; Faruk Sümer, Kara Koyunlular, Ankara 1984, I, 54-143; a.mlf., Oğuzlar: Türkmenler, İstanbul 1992; Ali Asgar Fakīhî, Âl-i Bûveyh, Tahran 1365 hş.; A. K. S. Lambton, Continuity and Change in Medieval Persia, London 1988; D. Morgan, Medieval Persia (1040-1798), London-New York 1988; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, Ankara 1990; Farhad Daftary, The IsmāǾīlīs: Their History and Doctrines, Cambridge 1990; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1991, I, III, V, tür.yer.; W. Barthold, Teźkire-yi Coġrâfiyâ-yi Târîħî-yi Îrân (trc. Hamza Serdâdver), Tahran 1372; G. Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Frankfurt 1993, s. 203-207; J. E. Woods, Akkoyunlular (trc. Sibel Özbudun), İstanbul 1993; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Târîħ-i Merdüm-i Îrân, Tahran 1373, II, 481, 491-493; a.mlf., Târîħ-i Îrân BaǾd ez İslâm, Tahran 1373; İsmail Aka, Timurlular, Ankara 1995; R. Amitai-Preiss, Mongols and Mamluks: The Mamluk-Ilkhānid War (1260-1281), Cambridge 1996; Mehin Duht Hâfız Kurânî, Kitâbşinâsî-yi Târîħ-i Îrân, Tahran 1375/1996; Hüseyin Mîr Ca‘ferî, Târîħ-i Taĥavvülât-ı Siyâsî İctimâǾî, İķtiśâdî ve Ferhengî-yi Îrân der Devre-i Tîmûriyân ve Türkmenân, İsfahan 1375/1996; John Andrew Boyle, “İran’ın Millî Bir Devlet Olarak Gelişmesi” (trc. Berin U. Yurdadoğ), TTK Belleten, XXXIX/156 (1975), s. 645-658; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, X, 353-416; Mirza Bala, “İran”, a.e., V/2, s. 1013-1028; a.mlf., “Iran”, EI² (İng.), IV, 13-33.

Osman Gazi Özgüdenli





3. Safevîler’den Günümüze Kadar.

Eskiçağ’lar boyunca büyük imparatorlukların bir parçası durumunda ya da küçük hânedanların elinde bölünmüş bir halde bulunan İran coğrafyasının 1501 yılında Şah İsmâil tarafından kurulmuş olan Safevîler’le birlikte İslâm tarihinde ilk defa müstakil bir siyasî kimliğe kavuştuğu, bu kimliğin Kaçarlar dönemiyle pekiştiği ve günümüz İran İslâm Cumhuriyeti’nin sınırlarının da bu zaman dilimlerinde teşekkül ettiği söylenebilir. Bu süreçteki en temel faktör, Safevîler’in on iki imam muhabbetini esas alan aşırı (gulât) Şiîliği devlet politikası olarak benimsemesi ve bunu İran coğrafyasına empoze etmesinde yatmaktadır. Zaman içerisinde gulât-ı Şîa’nın yerini İsnâaşeriyye Şîası’nın alması ve Kaçarlar döneminde hâkimiyetini pekiştirerek müesseseleşmesiyle birlikte bu yeni kimlik İran’da iyice yerleşmiştir.

1501’de Türkmen oymaklarının desteğiyle Akkoyunlular’a karşı kazandığı zaferin ardından Tebriz’e girip tahta çıkan Şah İsmâil kısa sürede İran’ın tamamını ele geçirdi. 1503 yılında Hemedan civarında kalan Akkoyunlu kuvvetlerini de mağlûp ederek Orta ve Güney İran’ı zaptetti. 1504’te Mâzenderan, Cürcân ve Yezd’i aldı. 1505-1507 yıllarında Diyarbekir’i topraklarına kattı. 1508’de ise Bağdat ve Güneybatı İran’ı aldı. 1509-1510’da Şirvan ve Horasan’ı ele geçirdi.

XVI. yüzyıl boyunca Safevîler doğuda Özbekler, batıda Osmanlılar’la mücadele etmek zorunda kaldılar. Safevîler’in gulât-ı Şîa’yı ideoloji olarak benimsemesi ve bu tür inançlara sahip olan Anadolu’daki geniş Türkmen kitlelerinin Safevî davasına sarılması onları Osmanlılar’la karşı karşıya getirdi. Yavuz Sultan Selim Çaldıran’da Şah İsmâil’i ağır bir yenilgiye uğrattı (920/1514). Çaldıran mağlûbiyetiyle Diyarbekir’i kaybeden Safevîler’in zararı aslında bundan daha büyüktü. Çünkü Şah İsmâil’in yenilmezliğine olan inanç yıkılmıştı. Müntesipleri için İsmâil hem sultan hem de mürşid-i kâmil idi. Çaldıran hezimetiyle bütün bu inanışlar kökünden sarsıldı. Safevî hânedanına destek veren Türkmen aşiretleri kendi aralarında bir güç mücadelesine girdikleri gibi bürokrasiyi ellerinde bulunduran Fârisîler’le de çekişmeye başladılar. Şah İsmâil’in 930’da (1524) ölümünün hemen ardından birbirine rakip olan bu aşiretler çatışmaya koyuldu ve 1526’da aşiretler arasında bir iç savaş meydana geldi. Babasının yerine on yaşında tahta geçen I. Tahmasb başlangıçta otorite kuramadı, devlet tamamen kızılbaş askerî kademelerinin eline geçti. Aşiretlerin kendi aralarındaki mücadele, Tahmasb’ın 940 (1533-34) yılında Şamlu aşiretinin reisi ve devletin gerçek anlamda yöneticisi durumundaki Hüseyin Han Şamlu’yu idam ettirmesiyle son buldu. Bu yıllarda Bağdat’ın Osmanlılar’ın eline geçmesi dışında Safevîler çok büyük toprak kaybına uğramadılar. 962 (1555) tarihli Amasya Antlaşması ile Azerbaycan topraklarının Safevîler hâkimiyetinde olduğu, Irâk-ı Arab, Van gölü çevresinin Osmanlı idaresinde kaldığı tesbit edildi. Böylece yirmi yıldan fazla bir süre için Osmanlılar’la barış sağlanmış oldu.

Tahmasb’dan sonra İran tekrar iç karışıklıklarla sarsıldı. Kısa süreli olarak tahta çıkan II. İsmâil ve Muhammed Hudâbende Şah dönemleri çalkantılar içinde geçti. Şah I. Abbas döneminin başlamasıyla (1587) Safevî Devleti yeniden toparlandı ve en parlak çağını yaşadı. İlk dönem Safevî Devleti’nin vasıfları terkedilerek bütünüyle yeni baştan yapılanmaya gidildi. Şah Abbas’ın gerçekleştirdiği yeniliklerin başında, ihtidâ etmiş Gürcüler’den oluşan gulâmlar birliğinin teşkili gelmektedir. Tahmasb zamanında başlatılmış olan bu düzenleme, Türkmen unsurlarının devlet içindeki üstünlüğünü ve etkisini ortadan kaldırmayı hedefliyordu. I. Abbas, bu politikayı hızlandırarak eyalet valiliklerine ve yüksek mevkilere bu gulâmları tayin etti. Abbas’ın tahta çıkmasından on yıl sonra Safevî ordularının başına Ermeni asıllı Allahverdi Han geçirildi. Bu dönemde Kafkaslar’dan çok sayıda gulâmın getirilmesi üzerine etnik ve sosyal yapıda önemli bir değişme meydana geldi. İran daha da kozmopolit bir kültür yapısına bürünmüş oldu. Yeni askerî birliklerle Şah Abbas, hem doğuda Özbekler’e hem de batıda Osmanlılar’a karşı başarılar kazanmaya başladı. 1598 yılında Özbekler’den Herat’ı geri aldı. 1603’te Osmanlılar’a karşı girişilen seferlerle Tebriz’e girdi. Aras nehri sınır haline getirildi. Her iki taraf da 1555 Amasya Antlaşması’na geri dönmüş oldu. 1623’te Bağdat’ta nüfuz tesis edildi.

Askerî başarıların yanı sıra Şah Abbas döneminde İran’da güzel sanatlarda da


büyük gelişme meydana geldi. 1598’de başşehir Kazvin’den İsfahan’a taşınarak burası imar edildi. Aynı dönemde görülen ekonomik canlanma Avrupa ülkeleriyle diplomatik bağların kurulmasını da beraberinde getirdi. Şah Abbas’ın yerine geçen torunu Şah Safî’nin döneminde iki büyük şehir Kandehar ve Bağdat kaybedildi (1047/1637-38). 1639 yılında imzalanan Kasrışîrin (Zühab) Antlaşması ile Bağdat Osmanlılar’ın elinde kaldı. Şah Safî’nin yerine geçen oğlu II. Abbas askerî ve idarî kabiliyetleriyle büyük babası I. Abbas’a benzemekteydi.

I. Abbas döneminde uygulanmaya başlanan toprak sisteminin kökünden değiştirilmesi işlemi yeni karışıklıklara yol açarak Safevîler’i derinden sarstı. Öte yandan İsnâaşerî Şiî fıkhı ve politik teorisindeki değişme ve gelişmeler, din adamlarının İran’da giderek büyük siyasî güç haline gelmelerini sağladı. Her ikisi de harem entrikalarıyla tahta çıkmış olan son Safevî şahları Süleyman ve Hüseyin Mirza zamanında gerileme iyice hız kazandı.

Bütün bu faktörlerle gerileme sürecine giren Safevîler sonunda doğudan gelen baskılara karşı dayanamadılar. Daha önce Safevîler’e bağlı olan Gılzayî Afganlıları lideri Mîr Veys isyan ederek Kandehar’ı ele geçirdi. Bunu Abdâlî Afganlılar’ın isyanı takip etti. Mîr Veys’in yerine geçen Mîr Mahmud 1719 yılında bir muhalefetle karşılaşmadan Kirman’a girdi. İki yıl sonra daha büyük kuvvetlerle gelen Mahmud İsfahan’a yürüdü; altı ay kadar muhasaranın ardından şehri Sultan Hüseyin Mirza’dan teslim alarak tahta oturdu. Diğer taraftan Afganlılar, İsfahan’ı zaptetmelerine rağmen yalnızca Orta ve Güney İran’da otoritelerini hissettirebildiler. Mîr Mahmud 1725 yılında yeğeni Eşref Han tarafından tahttan indirildi. İran’daki karışıklığı fırsat bilen Ruslar 1723’te Derbend ve Bakü’yü ele geçirmişlerdi. Kısa bir süre sonra da Osmanlılar Azerbaycan’a girdiler. 1727’de Osmanlılar’la anlaşmaya mecbur kalan Eşref Han İran Kürdistanı’nı, Azerbaycan, Karabağ ve Gürcistan’ı onlara bıraktı.

Safevî hânedanını yeniden ihya etmek üzere II. Tahmasb’ın yanında yer alıp kendini “Tahmasb Kulı” olarak ilân eden Afşar aşiretinden Nâdir Han, Afganlılar’ı mağlûp ettikten sonra 1730 yılında İsfahan’ı ele geçirdi ve II. Tahmasb’ı tahta oturttu. Bu tarihten itibaren beş yıl boyunca giriştiği savaşlarla Nâdir Osmanlılar’a kaptırılan bütün toprakları geri aldı. 1733’te muhasara ettiği Bağdat’ı zaptedemediyse de Gence, Tiflis ve Erivan’ı yeniden topraklarına kattı. Aynı şekilde Ruslar’la da başarılı bir şekilde mücadele ederek 1735 tarihli Gence Antlaşması ile Derbend ve Bakü’yü geri aldı.

Bu arada Nâdir, 1732 yılında II. Tahmasb’ı azlederek yerine onun oğlu III. Abbas’ı tahta çıkardı. 1736’da Abbas’ı da tahttan indiren Nâdir kendisini Afşar hânedanının ilk şahı olarak ilân etti. Fiilen 1722’de çökmüş olan Safevî Devleti böylece son bulmuş oldu. Nâdir Hindistan seferindeyken İsfahan’daki Safevî hânedanı üyelerinin öldürülmesiyle de Safevî dönemi kapandı. Nâdir Şah, komşularına karşı elde ettiği başarılardan sonra İran’ı idarî bakımdan yeni baştan düzenleyip sağlam temellere oturtmak yerine taklit ettiği Timur’un yaptığı gibi Hindistan’ı istilâya girişti. 1738’de Gazne’yi alıp Delhi’ye ulaştı. Böylece İndus nehrinin batısındaki bütün toprakları ele geçirdi. Hindistan’dan bu defa Türkistan, Semerkant ve Hârizm’e yönelen Nâdir Şah başşehrini de İsfahan’dan Meşhed’e taşıdı. Nâdir Şah’ın, uygulamalarından rahatsız olanlar tarafından suikaste uğrayarak öldürülmesinden sonra İran’a hâkim olan Lur asıllı Kerim Han Zend dönemi nisbeten sakin geçti. Kerim Han’ın 1779’da ölümünün ardından taht kavgaları başladı. Türkmen aşiretlerinden olan Kaçarlar’ın reisi Ağa Muhammed Han bu durumdan yararlanarak Zendler’in hâkimiyetine son verdi. Tahran’ı başşehir yapan Muhammed Şah, düzeni sağlayarak İran’da ilk defa güçlü bir idarî mekanizma oluşturdu. 1797’de bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından yerine geçen yeğeni Feth Ali Şah ile birlikte İran da yeni bir döneme girmekteydi. XIX. yüzyılda Avrupalı güçler arasındaki çekişmeye sahne olan İran bu rekabetten etkilenmeye başladı. Basra körfezine inmeyi hedeflemiş olan Rusya, Kafkaslar’da giderek etkili bir siyaset izledi. Modern silâhlar ve ordudan yoksun olan İran daha fazla direnemedi ve 1800’de Gürcistan’ı Rusya’ya kaptırdı. Dünyadaki siyasî gelişmelerden ve özellikle Hindistan konusunda İngiltere ile Fransa arasındaki çekişmelerden habersiz olan Feth Ali Şah, Napolyon’la 1807 yılında Finkenstein Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre Fransa, Gürcistan’ı geri alması hususunda İran’a yardım edecek, İran da buna karşılık olarak İngiltere’ye savaş açacaktı. Bu antlaşmadan kısa bir müddet sonra Fransızlar’la Ruslar Tilsit Antlaşması ile aralarındaki düşmanlığa son verdiler. Bunun üzerine Rusya 1813 tarihli Gülistan Antlaşması ile Gence, Karabağ ve Kafkaslar’ın tamamını eline geçirdiği gibi Hazar denizinde donanması olan tek devlet haline geldi. 1826’da meydana gelen bir sınır meselesinden ötürü Rusya ile yeniden savaşa giren İran, 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması ile Erivan ve Nahcıvan’ı Rusya’ya verdi. Böylece Aras nehri iki ülke arasında sınır haline geldi. Bu durum Rusya ile İngiltere arasında yeni bir rekabete sebep oldu. 1834 yılında Feth Ali Şah’ın yerine geçen torunu Muhammed Şah doğuda Afganlılar’a kaptırılmış olan toprakları geri almaya niyetlendi. Fakat İngiltere’nin buna karşı gelerek Afganlılar’ı desteklemesi üzerine Muhammed Şah Herat’ı muhasara etmekten vazgeçti.

Hindistan’ı muhafaza etme yolunda çaba sarfeden İngiltere, Afganistan’ı tampon bölge olarak görmekteydi ve buraya asker yerleştirmişti. İran Herat’ı tekrar tekrar ele geçirmeye çalıştıysa da sonunda 1856 Paris Antlaşması ile Afganistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Böylece Herat tamamıyla elden çıkmış oldu.

Muhammed Şah zamanında İran’da meydana gelen en önemli olaylardan biri


Bâbîlik ve Bahâîlik hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. Esas itibariyle dinî ve siyasî huzursuzluğun bir tezahürü olarak patlak veren bir isyanın ardından Mirza Ali Muhammed, 1844 yılında kendisini kayıp on ikinci imam Mehdî’nin “bâb”ı (temsilci) olarak ilân etti. Çıkan isyanı sert bir şekilde bastıran hükümet 1850’de Mirza Ali’yi Tebriz’de idam etti. Bâbîler’in, tahta çıkmasından iki yıl sonra 1852 yılında Nâsırüddin Şah’a suikast düzenlemesiyle üzerlerindeki baskı daha da yoğunlaştı. Daha sonra bu hareket Bahâîler ve Ezelîler olarak ikiye ayrıldı. Bahâîler’in lideri İran’dan sürgün edildi.

Nâsırüddin Şah, İran’ın bağımsız bir devlet olarak kalabilmesinin yapılacak köklü değişikliklere bağlı olduğunu idrak ettiyse de Ruslar İran’ı sıkıştırmayı sürdürdüler. 1865’te Taşkent’i ele geçirerek 1876’da Hokand Hanlığı’na son veren Ruslar 1868’de Buhara’yı aldılar. 1873’te Hîve Hanlığı’nı vasal haline getirip 1883’te de Merv’i ele geçirdiler. Böylece Etrak nehri boyu Rus-İran sınırı haline geldi.

Feth Ali Şah döneminde başlamış olan imtiyazlar Nâsırüddin Şah devrinde iyice hız kazandı. Ülkede ekonomik refahı yükselteceği düşüncesiyle Nâsırüddin Şah, Avrupalı güçlere tanıdığı imtiyazları giderek devlet politikası olarak benimsemeye başladı. Bir İngiliz vatandaşı olan Baron Julius de Reuter, 1872 yılında belirli bir hissenin şaha verilmesi karşılığında yirmi dört yıllığına büyük bir imtiyaz elde etti. “Reuter imtiyazı” olarak anılan bu imtiyaz, altın ve kıymetli taşlar hariç İran’daki bütün yer altı madenlerinin işletilmesi hakkına ilâveten fabrikaların inşası, demiryollarının döşenmesi, kanal ve sulama işleri, orman ürünleri işletmesi, bir bankayla bazı kamu hizmetleri idarelerinin kurulması ve gümrüklerin kontrolünü kapsıyordu. Nâsırüddin Şah, Ruslar’ın baskısı ve halkın karşı gelmesiyle bu imtiyazları iptal etmek zorunda kaldı. Buna karşılık İngiltere, İran’da Imperial Bank of Persia’yı kurma imtiyazını elde etti; bu arada Ruslar da ayrı bir banka kurdular. Öte yandan 1890’da bir İngiliz firmasına verilen tömbeki imtiyazı tütün aleyhine verilen bir fetva ile çıkmaza girdi. Şîraz, İsfahan ve Tebriz’de din âlimlerinin başını çektiği büyük protestolar meydana gelince 1891 yılında imtiyaz iptal edildi. 1896’da Nâsırüddin Şah öldürüldü.

XIX. yüzyılda Avrupa güçlerinin İran’a ekonomik olarak nüfuz etmesi ve Batı kökenli fikirlerin girmesi toplumun geleneksel yapısını derinden etkiledi. Faaliyetlerini gizli yürüten birtakım derneklerde yeni meselelerin tartışılması, içtimaî ve hukukî reformların yanı sıra anayasanın ve meclisin teşkilini savunan hareketleri doğurdu. 7 Ekim 1906’da meclis toplandı, 30 Aralık’ta da anayasa Muzafferüddin Şah tarafından imzalandı. 1907’de tahta çıkan Muhammed Ali Şah, anayasayı ihlâl etmek ve meclisin faaliyetlerini aksatmak için elinden geleni yaptı. Önceleri anayasayı hararetle desteklemiş olan ulemâ, Batı kökenli reform taleplerinin giderek yoğunlaşması üzerine geri çekilmeye başladı. İçteki bu karışıklığın yanında dış güçler de İran aleyhindeki faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Almanya’daki gelişmelerden endişelenen İngilizler ve Ruslar 31 Ağustos 1907 tarihinde İran’ı kendi aralarında paylaştılar. Bu anlaşmaya göre arada tampon bir bölge bulunmak üzere ülkenin kuzeyi Ruslar’ın, güneyi ise İngilizler’in etki alanında kalacaktı.

Haziran 1908’de şah sıkı yönetim ilân ederek meclisi kapattı. Anayasa taraftarları, Tebriz’i işgal etmiş olan Ruslar’a rağmen şahın bu hareketine karşı direndiler ve Temmuz 1909’da Muhammed Ali Şah’ı tahttan indirdiler; yerine yedi yaşındaki oğlu Ahmed geçti. İki yıl sonra Muhammed Ali’nin yeniden tahtı ele geçirme teşebbüsü Ruslar’ın doğrudan müdahalesine yol açtı. Nihayet 24 Aralık 1911 tarihinde meclis tekrar kapatıldı.

İran, I. Dünya Savaşı esnasında tarafsız kalmasına rağmen Türk, Rus ve İngilizler’in çekişme alanı oldu. 1917’de Bolşevik İhtilâli sebebiyle Ruslar’ın bölgeden çekilmesi üzerine 1919 tarihli antlaşmaya göre İran tamamen İngilizler’in kontrolü altına girdi. Ancak Sovyetler Birliği ile yapılan 1921 tarihli antlaşmayla İngilizler’in baskısından kurtulabildi. Aynı yıl darbe ile yönetimi ele geçiren Rızâ Han cumhuriyeti ilân etmeyi düşündü. Fakat ulemânın muhalefeti sebebiyle bu fikrinden vazgeçti. 1923 yılında Ahmed Şah’ı tahttan indiren Rızâ Şah Pehlevî Aralık 1925’te kendini şah ilân etti. Böylece İran’da Kaçarlar dönemi kapanmış, Pehlevî dönemi başlamış oldu.

Kaçarlar devrinde geleneksel yapısından sıyrılmaya yüz tutan İran, Rızâ Şah Pehlevî’nin Batılılaşma ve modernizasyon uygulamalarıyla daha büyük değişimler yaşadı. Herhangi bir doktrini ya da ideolojisi olmadan son derece köklü reform programına yönelen Rızâ Şah işe önce askeriyeden başladı. Bütçenin üçte birini orduya ayırdı. Kamu hizmetlerini Batı tarzında düzenledi. 1926’da ceza hukukunu, 1928’de medenî hukuku yürürlüğe koydu. Kız ve erkek çocuklar için eğitim mecburi tutuldu. Hukuk ve eğitim alanlarında yapılan düzenlemeler İslâm hukukunun göz ardı edilmesine, ulemânın mevkiinin ciddi şekilde sarsılmasına yol açtı. Ekonomide de birtakım hamlelere girişen Rızâ Şah, İngiltere ve Rusya karşısında İran ekonomisini güçlendirmek için pek çok sektörde devlet tekelleri kurdu. Siyasî partileri, sendikaları ve basını tamamıyla kendi kontrolü altına aldı ve meclisi yalnızca bir imza makamı haline getirdi.

Rızâ Şah döneminde meydana gelen önemli gelişmelerden biri de Almanlar’ın siyasî ve iktisadî olarak İran’a sızmasıdır. Bunun üzerine İngiltere ve Rusya, 1941 yılında Rızâ Şah’a bir ültimatom vererek casus telakki ettikleri pek çok Alman’ın sınır dışı edilmesini istediler. Şahın reddetmesi üzerine 25 Ağustos 1941’de İngiliz ve Rus askerî birlikleri İran’ı işgal ederek şahı tahttan indirdiler. Johannesburg’a sürgüne gönderilen Rızâ Şah Pehlevî burada 1944’te ölünce İngiliz ve Amerikalılar’ın muvafakatiyle oğlu Muhammed Rızâ İran tahtına geçti.

Muhammed Rızâ Şah iktidara gelir gelmez bir taraftan Âyetullah Kâşânî’nin başını çektiği Fidâiyyân-ı İslâm, diğer taraftan 1942 yılında kurulmuş olan solcu Tudeh Partisi’nin baskısıyla karşılaştı. Tudeh Partisi, 1945’te Ruslar’ın da desteğiyle Azerbaycan ve Kürdistan’daki merkezî otoriteyi yıktı. Ruslar’ın 1946 Mayısında bölgeden çekilmesiyle destekten mahrum kalan Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ile Kürdistan Cumhuriyetçi Halk Partisi İran ordusuna karşı direnemeyerek çöktüler.

1941 yılında Almanlar’ın İran’dan çıkarılmasıyla boşalan üçüncü güç faktörünü Amerika Birleşik Devletleri doldurdu. Bu tarihten sonra Amerikalılar’ın İran’daki nüfuzu ve askerî varlığı giderek güçlendi. Nihayet 1947’de Truman doktrinine İran’ın da dahil edilmesiyle İran’ın siyasî konumu belirginleşmiş oldu. Öte yandan Tudeh Partisi’nin şiddete başvurması üzerine ülke anarşiyle karşı karşıya kaldı. Bir Tudeh üyesi Şubat 1949’da şaha suikast düzenleyince parti kapatılarak ülkede sıkı yönetim ilân edildi. Aynı yıl Muhammed Musaddık’ın başını çektiği Cephe-i Millî kuruldu. Cephe-i Millî, Hizb-i Zahmetkeşân, Hizb-i Millet-i Îrân, Câmia-yi Mücâhidîn-i İslâm, Fidâiyyân-ı İslâm


ve çeşitli sol entelektüellerin bir araya gelerek Şah Muhammed Rızâ’nın diktatörlüğüne karşı oluşturduğu bir hareketti.

Şah, 1950’de hânedanın topraklarını topraksız köylülere dağıtmak üzere kurduğu bir vakfa transfer etti. Ancak başbakanlığa getirdiği Ali Rezmârâ’nın 1951 yılı Mart ayında bir Fidâiyyân-ı İslâm üyesi tarafından öldürülmesi yüzünden şahın bu teşebbüsü sonuçsuz kaldı. 29 Nisan 1951’de başbakan olan Musaddık petrolü millîleştirdi. Bu arada Cephe-i Millî ittifakı çözülmeye başladı. Musaddık’ın uygulamalarından rahatsız olan muhafazakâr kanat desteğini çekti. İran diğer taraftan, Batılı şirketlerin uyguladığı ambargo sebebiyle yaklaşık üç yıl boyunca petrol gelirlerinden mahrum kaldı. Ülke ekonomik krizle yüzyüze geldi. Musaddık giderek bir diktatör gibi hareket etmeye başladı. Önce senatoyu, Temmuz 1952’de anayasa mahkemesini, Ağustos 1953’te de meclisi kapattı. Sıkı yönetim ilân ederek basını susturdu. Neticede Cephe-i Millî tamamıyla dağıldı. Menfaatleri tehlikeye giren İngiltere, Amerika’yı İran’da darbe yapması için ikna etti. Central Intelligence Agency’nin (CIA) planına uygun olarak 13 Ağustos’ta Musaddık azledilerek yerine General Zâhidî getirildi. Musaddık’ın direnmesi üzerine şah geçici bir süre ülkeyi terketmek zorunda kaldı, fakat Zâhidî’nin Tahran’da kontrolü ele geçirmesi üzerine geri döndü.

Petrol krizi Musaddık’ın devrilmesinden sonra Ağustos 1954’te çözüldü. Buna göre İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız firmalarından oluşan bir konsorsiyum İran Millî Petrol Şirketi adına petrol çıkaracaktı. İran 3 Kasım 1955 tarihinde Türkiye, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin oluşturduğu Bağdat Paktı’na girdi. 1959’da Irak’ın ayrılmasıyla pakt Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (CENTO) adını aldı. 1957 yılında Amerika’nın yardımlarıyla istihbarat örgütü Sâzmân-ı Ittılâât ve Emniyyet-i Kişver (SAVAK) kuruldu. Ülkede gelir dağılımını dengelemek üzere 1958’de Bünyâd-ı Pehlevî adıyla bir vakıf tesis edildi. 1961’de şah değeri 47.500.000 sterlini bulan kendi mülkiyetindeki çiftlikleri, köyleri, otelleri ve tanker filosundaki hisselerini bu vakfa devretti.

Şahın hayata geçirdiği en önemli uygulama 15 Ocak 1962 tarihli toprak reformudur. Buna göre toprak sahipleri birden fazla köyü ellerinde bulunduramayacak, fazla topraklar devlet tarafından satın alınıp topraksız köylülere dağıtılacaktı. Aslında toprak reformu, Ocak 1963 tarihli referandumla kabul edilmiş olan ve içinde kadın haklarının iyileştirilmesi, okuma yazma seferberliği gibi radikal reformlar da bulunan şahın altı maddelik programının bir parçasıdır. “Ak Devrim” olarak bilinen bu programla şahın gerçek hedefi, kendisiyle halk arasındaki iletişimi engellediğine inandığı aşiret, ulemâ ve toprak zenginleri gibi güç odaklarını ortadan kaldırmaktı. Şahın bu niyetini anlayan ulemâ ve Cephe-i Millî Ak Devrim’e karşı çıktı. Eylül 1963’te seçimlere gidildi. Cephe-i Millî’nin boykot ettiği seçimlerde yeni kurulmuş olan ve şahın programını destekleyen Millî Birlik Partisi mecliste çoğunluğu elde etti.

Bu arada şahla ulemâ arasındaki çekişme 1963 yılında doruğa ulaştı. Toprak reformu konusunda referanduma gidilmesinin teklif edilmesi ve Kum şehrinde ulemânın faaliyetlerinin polis tarafından engellenmesi üzerine Âyetullah Humeynî liderliğinde mitingler yapıldı. Tutuklanarak ölüm cezasına çarptırılan Âyetullah Humeynî, Âyetullah Şerîatmedârî’nin girişimiyle ölümden kurtularak önce Türkiye’ye, sonra da Irak’a sürgüne gönderildi.

Öte yandan Ak Devrim’le sosyal ve ekonomik kalkınmanın gerçekleşeceğini düşünen şah tam aksi bir sonuçla karşılaştı. Sermaye ve teknik donanımdan yoksun çiftçi, toprak reformu ile elde ettiği toprağını tefecilere ve eski toprak sahiplerine kaptırdı. Bunun sonucunda şehirlere göç eden milyonlarca insan buralarda işsizler ordusu meydana getirdi. Petrol gelirlerinin halka yansımaması, aşırı silâhlanma, yüksek enflasyon ve en ufak muhalefetin İran Gizli Servisi tarafından sert bir tavırla bastırılması, hayat standartları iyice düşmüş olan halkın şaha karşı olan nefretini giderek arttırdı.

Bu ekonomik tablonun yanı sıra dinî düşüncedeki birtakım gelişmeler de halkın faal olmasında etkiliydi. Gaip imamın dönüşünü beklemektense ulemânın aktif biçimde siyasete katılmasını savunan Mehdî Bâzergân’ın yanı sıra Şîa’yı bir protesto hareketi olarak telakki eden Ali Şerîatî’nin görüşleri de kitleler üzerinde tesirli oluyordu. Öte yandan sürgünde bulunduğu Irak’taki faaliyetleriyle Âyetullah Humeynî de İran’daki gelişmeler üzerinde son derece etkiliydi. Humeynî, Necef’te 1969 yılında yayımlanan Ĥükûmet-i İslâmî yâ Velâyet-i Faķīh adlı kitabıyla Şiî İslâm tarihinde yepyeni bir tez savunuyordu. Buna göre monarşi gayri İslâmî bir kurumdu. Monarşinin yerine yönetimi fukahanın elinde olan İslâmî bir hükümet kurulmalıydı.

Milyonlarca insanın katıldığı mitingler, Kum’daki medrese öğrencilerinin İran Gizli Servisi aleyhine yaptığı gösterilerle başladı. Daha önce şah tarafından bastırılmış olan Halkın Fedâîleri ve özellikle üniversite öğrencileri arasında geniş taban bulan Halkın Mücahidleri Örgütü yeniden canlandı. İranlılar kitleler halinde en yüksek dinî otorite kabul ettikleri Âyetullah Humeynî’nin şemsiyesi altında şaha karşı seferber oldular. Şahın çok güvendiği ordu bu isyanı bastıramadı.

Ülkede kontrolü yeniden sağlamak isteyen Şah Muhammed Rızâ birtakım çabalar içerisine girdi. 1975’te Hizb-i Restâhîz’i kurarak tek partili sisteme yöneldi ve partinin genel sekreteri Emîr Abbas Hüveydâ’yı başbakan olarak tayin etti. 1977’de Cemşîd Âmûzegâr’ı, 1978’de Ca‘fer Şerîf İmâmî’yi başbakanlığa getirdi. 1978 Kasım ayında Genelkurmay Başkanı Gulâm Rızâ Ezhârî’nin başında bulunduğu bir askerî hükümet kurdu, fakat yine sonuç alamadı. Son bir çare olarak Ocak 1979’da Cephe-i Millî’nin eski başkan yardımcısı Şahbur Bahtiyar’ı başbakanlığa getirdi. Bahtiyar hükümeti İran Gizli Servisi’ni dağıtmaya, Güney Afrika ve İsrail’e yapılan petrol ihracını durdurmaya ve Filistin davasını üstlenmeye çalıştıysa da muhalefeti engelleyemedi. 15 Ocak 1979 tarihinde Şah Muhammed Rızâ’nın ülkeyi terketmesiyle İran’da yepyeni bir dönem başlamış oldu.

Şahın ülkeden ayrılmasından sonra Âyetullah Humeynî Fransa’dan İran’a geri döndü. Paris’te iken İslâm Devrimi Konseyi’ni kuran Humeynî’ye önceleri direnen Bahtiyar, şiddet olaylarının patlak vermesi ve ordunun desteğini kaybetmesi üzerine 11 Şubat 1979’da istifa etti. Daha önce 6 Şubat’ta Humeynî tarafından geçici başbakan olarak tayin edilen Mehdî Bâzergân bir ay sonra hükümeti kurdu. Mart sonunda referandum yapıldı ve 1 Nisan tarihinde İslâm Cumhuriyeti ilân edildi. Ortaya konulmuş olan anayasa taslağı 270 üyeli Meclis-i Şûrâ, başbakan ve cumhurbaşkanı öngörmekteydi. Bu anayasanın gözden geçirilmesi talepleri üzerine Humeynî bu işi bir uzmanlar heyetine (Meclis-i Hübregân) havale etti. Heyetin, Âyetullah Humeynî’nin ortaya attığı, devlet yönetimini ulemânın uhdesine veren


“velâyet-i fakīh” teorisini anayasaya yerleştirmesiyle büyük bir değişikliğe gidilmiş oldu.

Bir müddet sonra Ebü’l-Hasan Benî Sadr cumhurbaşkanı seçildi ve İslâm Devrimi Konseyi ile birlikte 1980 baharında yapılacak meclis seçimlerine kadar ülkeyi idare etti. İki turlu olan seçimler 14 Mart ve 9 Mayıs 1980 tarihlerinde yapıldı. Âyetullah Humeynî ile özdeşleşen Âyetullah Bihiştî’nin başkanlığındaki Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî 130 sandalye ile mecliste çoğunluğu elde etti. Bir süre sonra İslâm Devrimi Konseyi’nin ilga edilmesiyle birlikte hükümetin teşkili konusunda Benî Sadr ile Âyetullah Bihiştî arasında giderek yoğunlaşan bir sürtüşme baş gösterdi. Aralarındaki çekişmenin büyümesi üzerine Âyetullah Humeynî, velî fakih olarak anayasadan aldığı yetkiyle 10 Haziran 1981 tarihinde Benî Sadr’ı önce silâhlı kuvvetler kumandanlığından, ardından cumhurbaşkanlığından azletti. Benî Sadr Fransa’ya kaçtı. 28 Haziran 1981’de Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî’nin merkezinde patlayan bombayla Âyetullah Bihiştî’nin yanı sıra pek çok bakan ve parlamenter hayatını kaybetti.

24 Temmuz’da yapılan seçimde Muhammed Ali Recâî cumhurbaşkanı oldu. 29 Ağustos’taki bir başka bombalı suikastle Muhammed Ali Recâî ve Başbakan Muhammed Cevâd Bahânûr hayatlarını kaybettiler. 2 Ekim’de yapılan seçimde Hüccetülislâm Seyyid Ali Hamaney’in cumhurbaşkanı olmasıyla bu makam da ulemânın eline geçmiş oldu. Suikastlerin ardında bulunduğu anlaşılan Halkın Mücahidleri Örgütü, devrim sonrası ortaya çıkan yeni rejimin karşılaştığı iç tehditlerden yalnızca biriydi. Rejim ulemânın kendi içindeki ihtilâflar sebebiyle de büyük bir sıkıntıya girdi. Ulemâdan Âyetullah Mahmud Tâlekānî ve özellikle kıdemli bir âyetullah olan Şerîatmedârî, devrim sonrası yönetim biçimi konusunda Âyetullah Humeynî’den farklı düşüncelere sahiptiler. Rejim ayrıca komünist Tudeh Partisi’yle de mücadele halinde idi. Devrim sonrası yeniden faaliyete geçen Tudeh Partisi, tutuklanan yöneticilerinin Sovyetler lehine casusluk yaptıklarını itiraf etmeleri üzerine Nisan 1983’te, Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî de iç çekişmeler sebebiyle Âyetullah Humeynî tarafından Haziran 1987’de kapatıldı. Ağustos 2000 tarihi itibariyle İran’da siyasî partiler bulunmamaktadır. Günlük politika, siyasî partiler gibi çalışan çeşitli eğilimler vasıtasıyla yürütülmekte ve fertler müstakil olarak 270 sandalyeli parlamentoya üye olmak için seçime girmektedirler.

İran, ihtilâlin başından beri içeride bu gelişmelere sahne olurken büyük bir dış tehlikeye karşı da mücadele etmek zorunda kaldı. Aralarındaki bir sınır meselesi bahanesiyle Irak, 1975 Şattülarap Antlaşması’nı ihlâl ederek 22 Eylül 1980’de İran topraklarına girdi. Irak’ın esas maksadı, nüfusunun yarıdan fazlasının Şiî olması sebebiyle kendisine bir tehdit olarak gördüğü yeni İran rejimini yıkmaktı. Savaşın ilk yıllarında gerileyen İran ordusu 1982 baharından sonra Hürremşehr dahil kaybettiği toprakları geri almaya başladı. Irak, Batı’dan sağladığı destekle ve özellikle Fransa’dan temin ettiği saldırı uçakları sayesinde füze ve hava saldırılarıyla İran’ın petrol endüstrisini büyük zarara uğrattı. Endüstrisi tehlikeye giren İran, Irak’ı destekledikleri için Küveyt ve Suudi Arabistan petrol tankerlerini hedef ilân ederek savaşı Basra körfezine taşıdı. Birleşmiş Milletler, Bağlantısızlar, Körfez ülkeleri ve İslâm ülkelerinin ara bulucu çabalarına rağmen devam eden savaşta yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre bu savaşta yalnızca İran’ın uğradığı zarar 97 milyar dolardır. Savaş, 18 Temmuz 1988’de İran’ın Birleşmiş Milletler tarafından yapılan ateşkes teklifini kabul etmesiyle son buldu.

İran İslâm Cumhuriyeti’nin Batı ile ilişkileri daima gergin oldu. Özellikle Amerika’nın şahı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren öğrencilerin 4 Kasım 1979 tarihinde Tahran’daki Amerikan elçiliğini basarak burada bulunanları 444 gün rehin tutmaları üzerine İran-Amerika ilişkileri oldukça gerginleşti. Âyetullah Humeynî’nin, 14 Şubat 1989’da The Satanic Verses (Şeytan Âyetleri) adlı kitabı sebebiyle İngiliz vatandaşı olan Hint kökenli Selman Rüşdi’nin öldürülmesine fetva vermesi İran’ın Batı ile ilişkilerini çıkmaza sokan ikinci önemli hadise oldu. Bu olaylar sonucunda Batı’nın ambargosu ile karşılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Son zamanlarda İran, Batı ile ilişkilerin düzeltilmesi konusunda yoğun siyasî tartışmalara sahne olmaktadır.

Ülkede tartışılan bir diğer konu da rejim meselesidir. Âyetullah Humeynî’nin velâyet-i fakīh teorisini esas alan 1979 tarihli İran anayasasında velî fakih son derece geniş yetkilerle donatılmıştır. Ayrıca ulemâ ordunun yanı sıra Meclis-i Hübregân, Şûrâ-yı Nigehbân, Dîvân-ı Âlî-i Kişver ve Şûrâ-yı Âlî-i Kazâî gibi anayasal kurumlarla yasama, yürütme ve yargıyı da kontrolünde bulundurabilmektedir. Bu yönetim biçimi ulemânın kendi içerisinde de tartışma konusudur. Kısmen bu tartışmalar üzerine Âyetullah Humeynî’nin 1989 yılında vefatından hemen önce anayasada birtakım düzenlemelere gidilmiştir. Fakat anayasa bu yeni haliyle daha da büyük problemlerle karşılaşmıştır. Tartışılan meselelerin başında velî fakihin vasıfları, yetkileri, otoritesinin kaynağı ve merci-i taklîdlerle ilişkisi gelmektedir. Bugün İran, yönetim biçimi konusundaki açmazların yanı sıra ağır ekonomik şartlar ve Batı ile sağlıklı bir ilişkinin kurulamaması problemleriyle karşı karşıyadır.

BİBLİYOGRAFYA:

E. G. Browne, A Literary History of Persia, Modern Times: 1500-1924, Cambridge 1953; Ali Djafar-Pour, Nâdir Şah Devrinde Osmanlı-İran Münasebetleri (doktora tezi, 1977), İÜ Ed. Fak.; Iran under the Pahlavis (ed. G. Lenczowski), Stanford 1978; E. Abrahamian, Iran: Between Two Revolutions, New Jersey 1982; M. Cevâd Meşkûr, Târîħ-i Îrân Zemîn, Tahran 1366 hş.; A. K. S. Lambton, Qajar Persia, Great Britain 1988; Abbas Amanat, Resurrection and Renewal, the Making of the Babi Movement in Iran: 1844-1850, London 1989; I. M. Lapidus, A History of Muslim Societies, Cambridge 1989, s. 571-591; Hüseyin Firdevst, Žuhûr u Suķūt-ı Salŧanat-ı Pehlevî, Tahran 1371, I-II; Ziyâeddin Alamûtî, Fuśûl ez Târîħ-i Mübârezât-ı Siyâsî ve İctimaǾî-yi Îrân, Tahran 1380; İsmail Safa Üstün, İran İslam Cumhuriyeti Yönetim Biçimi, İstanbul 1999.

İsmail Safa Üstün






4. Osmanlı-İran Münasebetleri.

Osmanlılar’ın İran bölgesine hâkim olan devletlerle siyasî münasebetleri, Fâtih Sultan Mehmed döneminde Anadolu’da Türk birliğinin teşekkülü sırasında gerçekleşmiştir. XV. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun doğu kesimine doğru ilerleme siyaseti takip eden Fâtih, Diyarbekir ve Tebriz merkez olmak üzere Doğu Anadolu, Kuzey Irak ve İran’ın büyük bir kısmını hâkimiyeti altında bulunduran Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’la rekabet içine girmişti. Uzun Hasan’ın Trabzon-Rum İmparatorluğu ile Karamanoğulları Beyliği’ni koruma gayretleri ve Orta Anadolu’ya yönelik faaliyetleri Osmanlı-Akkoyunlu savaşını kaçınılmaz hale getirmiş, iki müslüman Türk devleti arasında başlayan çatışmalar, 1473’te vuku bulan Otlukbeli Meydan Savaşı’nda Osmanlılar’ın kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Osmanlılar’ın İran’a yönelik asıl siyasî ve askerî ilgileri, din ve dünya görüşleri bakımından farklı bir ideolojiye sahip olarak ortaya çıkan Safevî Devleti’nin kuruluşuyla daha da arttı.

XVI. yüzyılın başlarında zayıflamaya devam eden Akkoyunlu Devleti toprakları hızla gelişen Safevîler’in eline geçti. Safevî Şahı İsmâil’in ön ayak olduğu iktidar mücadelesinde dayandığı başlıca kuvveti, Anadolu’dan Azerbaycan ve İran’a göç etmiş olan Oğuz-Türkmen kabileleri teşkil ediyordu. Bu oymaklar arasında XV. yüzyılda Anadolu’da İmâmiyye Şiîliği inancının, önceleri biraz daha basit ve İslâm öncesi Türk inançlarına fazla yer veren bir senkretizm şeklinde etkili olmasında Safevî ocağı şeyhleri Cüneyd ve oğlu Haydar’ın (Şah İsmâil’in babası) önemli payı olmuştu. İsmâil ve onun müridlerinin yeni devlet kurmak için başlattıkları askerî ve siyasî faaliyetleri, Şiî inancı ve mezhebinin yayılması, resmîleştirilmesi yolundaki hareketleri, Şiîliğe mütemayil Türkmen kabilelerinin mezhebî duygularını istismar etmelerine zemin hazırladı. Anadolu’nun büyük kısmını saran ekonomik-sosyal kökenli huzursuzluklar konar göçer grupların Alevîlik, Bektaşîlik ve Şiîliğe açık sempatilerinin de rolüyle Şah İsmâil’in giriştiği siyasî-mezhebî mücadelede önemli bir âmil oldu.

Oğuz-Türkmen oymakları içinde Şeyh Oğlu adıyla tanınan İsmâil, kendisinin İmam Ali ailesine mensubiyetini nefeslerinde iddia etmekle beraber annesi tarafından Uzun Hasan’ın torunu olmasından da faydalanmaktaydı. Akkoyunlu hükümdarlarından Elvend’e karşı Nahcıvan yöresinde kazandığı savaştan (1501) sonra Tebriz’e giren İsmâil, müridleri tarafından Uzun Hasan’ın ikametgâhına getirilerek dedesinin tahtına oturtulmuştu. Venedik’in Tebriz’deki resmî temsilcisi, İsmâil’in bir şah gibi tanınmasında Uzun Hasan’ın torunu olmasının büyük payı olduğunu belirtmektedir (Berchet, s. 157). Doğu sınırlarında meydana gelen bu değişiklik II. Bayezid’i oldukça endişelendirmiş, Osmanlı idaresi altındaki topraklarda yaşayan Şiî temayüllü Türkmen grupları üzerindeki etkili Safevî propagandası iki devleti karşı karşıya getirmişti. Ancak bu durum sıcak bir çatışmaya yol açmadı; II. Bayezid, sınır boylarında ve Türkmen gruplarının kalabalık olarak bulundukları yerlerde propaganda amacıyla gelip giden ve halife denilen ajanlara karşı sert tedbirler aldı (II. Bayezid Dönemine Ait 906/1506 Tarihli Ahkâm Defteri, s. XXIV-XXV). Buna rağmen Safevîler bu gruplar üzerinde etkili oldular ve 1511’de Teke bölgesi Türkmenler’inin de desteklediği Şahkulu isyanı patlak verdi. Ardından Nûreddin (Nur Halîfe) Şah İsmâil’in emriyle Varsak, Afşarlı, Karamanlı, Bozoklu ve başka Türkmen topluluklarından Safevîler için Anadolu’dan asker toplamakla görevlendirildi. Şah İsmâil’in etkili propagandası sonucu onu gerek dinî bir lider gerekse kazandığı zaferlerle bir kahraman olarak gören ve merkezî idarenin sistemi icabı aldığı tedbirlerden memnun olmayan Türkmen kitleleri Orta ve Doğu Anadolu’dan İran tarafına göç ettiler. Bu göçler ve isyanlar Anadolu’nun emniyetini artık iyice sarsmaya başlayınca tehlikeyi daha şehzadeliği sırasında anlamış olan yeni Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim İran seferine çıkmaya karar verdi.

Ulemâdan, Şîa mezhebine mensup olanlarla savaşmanın câiz olduğuna dair fetva alan Yavuz Sultan Selim’in esaslı bir hazırlıktan sonra, genişlemeye başlayan ve Anadolu’da mevcut nizamı altüst eden Safevî Devleti’nin “kökünü kazımak” ve doğudaki yarı müstakil mahallî beylerin ve diğer teşekküllerin kendine bağlılığını güçlendirmek amacıyla çıktığı sefer Çaldıran ovasında Şah İsmâil’in hezimetiyle sonuçlandı (920/1514). Savaşın ardından Osmanlı orduları Tebriz’e girdi. Böylece Osmanlılar doğrudan doğruya İran’a adım atmış oluyorlardı. Azerbaycan’da fütuhatı genişletmek niyetinde olan Yavuz Sultan Selim yeniçerilerin muhalefeti yüzünden ele geçirdiği yerleri, bu arada Tebriz’i boşaltıp geri döndü. Dönüş sırasında, o zamanki İslâm dünyasının en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Tebriz’in ilim ve sanat erbabından çoğunu aileleriyle birlikte İstanbul’a göç ettirdi.

Çaldıran Savaşı’ndan önce Şah İsmâil’e tâbi olan topraklar Fırat nehrine kadar uzanıyordu. Bu savaşın ardından Yavuz Sultan Selim’in doğuda uyguladığı askerî ve siyasî tedbirler Diyarbekir, el-Cezîre ve Kuzey Irak’ın bazı bölgelerindeki yerli beylerin birçoğunun bağlılığını sağlamıştı. Mısır’ın fethinden sonra Şah İsmâil’in barış ricasıyla İstanbul’a gelen elçisine olumlu bir cevap vermeyen Yavuz Sultan Selim, İslâm dünyasının lideri olma iddiasını daha da pekiştirmek için Şîa’nın kökünü kazımak ve İran ülkesini fethetmek düşüncesine daha sıkı bağlandı. 925’te (1519) başlayan Celâlî isyanı, Düzmece Murad olayı vb. iç karışıklıklar, onun bu fikrini gerçekleştirmesini daha da âcil hale getirdiyse de bu meselelerle olan meşguliyeti ve hemen ardından vefatı ikinci İran seferine çıkmasını engelledi.


Kanûnî Sultan Süleyman ve Şah Tahmasb’ın hâkimiyet yılları Osmanlı-Safevî münasebetlerine, dolayısıyla da İran tarihine yeni bir safha kazandırdı. 930’da (1524) Şah İsmâil’in ölümünden sonra baş gösteren karışıklıklar, o sıralarda bütün dikkatlerini Batı’ya yöneltmiş olan Osmanlılar’ın ilgisini pek çekmedi. Ancak Bağdat hâkimi Zülfikar’ın isyanı ve Kanûnî’ye bağlılık bildirmesi, Tebriz’de Ulama Han’ın Tahmasb’dan yüz çevirip Osmanlı sarayına ilticası gibi olaylar, iki devlet arasındaki ihtilâfın şiddetlenmesine ve neticede Kanûnî’nin Irakeyn Seferi’ne çıkmasına yol açtı. Öncü birliklerin ardından bizzat Kanûnî’nin başında bulunduğu kalabalık bir ordu Azerbaycan’a ulaşıp Tebriz, Sultâniye, Hemedan ve diğer şehir ve bölgeleri zaptetti (941/1534 yılı sonbaharı). Ardından Osmanlılar savaşmadan Bağdat’a girdiler. 941 (1535) baharında Safevî kuvvetlerinin Tebriz üzerine yürüdüğünü haber alan Kanûnî, Bağdat’tan Azerbaycan’a hareket edilmesine karar verdi. Bu arada barış teklifi reddedilen Tahmasb, Tebriz’den Dergezîn tarafına çekilmişti. Irakeyn Seferi, Irâk-ı Arab’da Osmanlı hâkimiyetinin güçlenmesini sağladı, fakat Azerbaycan kesiminde ilki kadar başarılı olunamadı. Bunda ekonomik durumun elverişli olmaması, Safevî taraftarlarının dayanışma ve direniş içinde bulunmaları gibi sebepler önemli rol oynadı; Osmanlı ordusu buradan çekilmek zorunda kaldı.

Tahmasb’ın Osmanlı sarayına iltica eden kardeşi Elkas Mirza’nın teşvikiyle Kanûnî Sultan Süleyman’ın 955 (1548) baharında giriştiği yeni İran seferi sonunda Van ve çevresi Osmanlı idaresine katıldı. Fakat Elkas’ın, Tebriz’in fethedilmesi durumunda İran’daki han ve beylerin Tahmasb’dan yüz çevireceklerine dair söyledikleri doğru çıkmamış, Azerbaycan Osmanlı ordusu tarafından zaptedildikten sonra onun kendi maiyetinde olan Acem beyleri bile şah tarafına kaçmışlardı. Bu yüzden Kanûnî, Azerbaycan’da askerî harekâtı genişletmekten vazgeçti; üçüncü vezir Kara Ahmed Paşa’nın Gürcistan üzerine gerçekleştirdiği askerî seferden başarıyla dönüşünün ardından İstanbul’a doğru yola çıktı.

Osmanlı ordusunun geri dönüşünden üç yıl sonra Şah Tahmasb ve oğlunun başında bulunduğu Safevî kuvvetleri, Doğu Anadolu’nun Osmanlı idaresi altındaki şehir ve bölgelerinde (Kars, Erzurum, Ahlat, Erzincan, Bayburt ve diğerleri) büyük bir yağma ve tahribata giriştiler. Buna benzer hareketler, meselâ otlakların yakılması, yiyecek maddelerinin yok edilmesi, yerleşmiş ahalinin zorla göç ettirilmesi, Safevîler’ce kendilerine tâbi Azerbaycan arazisinde de uygulanmaktaydı. Önceleri de yapılan bu gibi hareketlerde esas gaye, Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmak için geçeceği yolların etrafını ıssız ve çorak hale getirmekti. Tahmasb, birkaç defa yayımlanmış olan tezkiresinde bunu bir tedbir olarak niteleyip Osmanlılar’la askerî mücadelede önemli bir taktik şeklinde yorumlamaktadır. Hatta Kanûnî Sultan Süleyman, çıkacağı yeni şark seferinde bu taktiği hesaba katarak başka bir yolu tercih etmişti. Nitekim 961 (1554) yazında Osmanlı ordusu Gürcistan üzerinden Nahcıvan’a yöneldi. Diyarbekir Beylerbeyi İskender Paşa, Arpaçayı civarında Safevî askerlerini bozguna uğrattı. Daha önce Safevîler’in yaptığı tahribatın intikamı olarak Sa‘dçukuru (Revan), Karabağ ve Nahcıvan yağmalanıp tahrip edildi; Azerbaycan semtine gönderilen Kürt beyleri Merâga ve Sehend’i talan ettiler. Ancak diğer seferlerde olduğu gibi erzak ve mühimmat sıkıntısı, gerekli muhaberenin yapılamaması, Safevî askerlerinin geniş bir saldırıya hazırlandığı haberi üzerine Kanûnî Anadolu’ya döndü ve gerekli hazırlıkları tamamlayıp ertesi yıl yeniden sefere çıkma gayesiyle Amasya’da kışladı. Osmanlı ordusunun sınır boylarına yakın yerlerde kışlaması üzerine Safevîler barış teşebbüsünde bulundular. Kanûnî de uzun ve yorucu yeni bir sefer yerine uygun şartlar altında barışı kabul etti (DİA, III, 4-5). Safevî elçisinin Amasya’da kabulünden sonra kendisine verilen 11 Receb 962 (1 Haziran 1555) tarihli mektup antlaşmanın ana unsurlarını belirlemekteydi. Antlaşma, doğudaki Safevî Devleti’nin varlığının kabul edilmesi ve ona son vermek amacından vazgeçildiğini göstermesi açısından önemlidir. Antlaşma ile Irâk-ı Arab, Van gölü çevresi, Şehrizor eyaleti, Batı Gürcistan’daki prensliklerin (Başıaçık İmereti, Guriel, Megrel) Osmanlı tâbiiyetinde bulunduğunu, Azerbaycan ve Güney Kafkasya’nın orta ve doğu kısımlarının Safevî toprakları olduğunu tesbit etmekteydi. Ayrıca dinî konular üzerinde önemle duruluyordu.

Amasya barışı, Osmanlı ve Safevî topraklarında iktisadî ve ticarî gelişmeye yardım eden önemli bir âmil oldu. Tahmasb ile Kanûnî Sultan Süleyman arasındaki resmî yazışmalar, her iki hükümdarın barışın korunması için büyük titizlik gösterdiğini doğrulamaktadır. Her iki devletin barış ilkelerine gösterdiği saygı, Şehzade Bayezid’in 967’de (1560) oğulları ile Safevî sarayına ilticası sırasında dahi resmî münasebetlere zarar vermemişti. Tahmasb’ın bu siyasetini Kanûnî’nin vefatından sonra da sürdürdüğü bilinmektedir. Nitekim Kanûnî’nin ölümü ve II. Selim’in tahta çıkışı dolayısıyla Osmanlı sarayına gönderdiği mektup şekil ve görünüş itibariyle oldukça gösterişli, muhteviyatı bakımından da ilginçtir. Tahmasb’ın hastalığı ve ardından ölümü üzerine İran’da baş gösteren karışıklıklar, II. Şah İsmâil’in olumsuz faaliyetleri, sınır boylarındaki beylerin davranışları ve Anadolu’da Safevî propagandasının hızlanışı Osmanlılar’ı yeni bir İran seferine çıkardı. Savaş Azerbaycan’ın sınır bölgelerine saldırılarla başladı. Lala Mustafa Paşa serdarlığındaki kalabalık bir ordu Gürcistan üzerine hareket etti (986/1578). Çıldır’da Safevî birlikleri ağır bir yenilgiye uğratıldıktan sonra Kafkasya’dan saldırıya geçildi. Bu olaylarla başlayan yeni savaş dönemi 998 (1590) yılına kadar sürdü. Bu dönem zarfında Osmanlılar ilk defa Kafkaslar’da tutunmaya çalıştılar ve Hazar kıyılarına ulaştılar. Fakat burada uzun süre kalamadılar. Zira Osmanlı ordusu geniş bir coğrafî sahada, Güney İran’dan Kuzey Kafkasya’ya kadar önemli askerî başarılar kazanmış ve birçok yeri eline geçirmiş olmasına rağmen direnişi kıramadığı gibi Osmanlı hâkimiyeti de bu bölgedeki halk tarafından muhtemelen dinî özellik sebebiyle tam olarak benimsenmemişti. Safevî askerleri ve onların Gürcü müttefiklerini yenerek Şirvan’da 991’de (1583) yeniden Osmanlı idaresini yerleştiren Özdemiroğlu Osman Paşa aynı yılın sonbaharında ordusu başında Kırım’a vardı. Osmanlılar’ın dönüş yolu üzerindeki bazı bölgelerde Rus Kazakları’nın otları yakması ve zaman zaman arkadan ordu birliklerine âni baskınlar düzenlemesi neticesinde Osman Paşa büyük kayıplar verdi. Rusya diplomatları, 1597-1599’da Safevîler’i Osmanlılar’a karşı müşterek askerî ittifaka teşvik ederken daha önceki bu olayı İran’a askerî yardım gibi izah etmişlerdi (Buşyev, s. 56). Genellikle askerî garnizonların geniş bir sahaya yayılmış bulunması, aralarındaki irtibatın sağlanamaması, buradaki idarenin yerleştirilmesi ve askerî masraflar için kaynak tahsisi devleti malî zorluklara sürüklemişti. Öte yandan Kazvin’de Safevî tahtında oturan ve Osmanlılar’ın yanında doğudan Özbekler’in baskısına mâruz kalan Şah I. Abbas’ın barış teklifi, sahip oldukları


toprakların hukukunu tanımaları dolayısıyla İstanbul’da olumlu karşılandı. 998’de (1590) Osmanlı-Safevî barış antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre bu tarihe kadar Osmanlılar’ın elinde bulunan bölgeler yani Tebriz, Karacadağ, Gence, Karabağ, Şirvan, Gürcistan, Nihâvend, Lûristan ve Şehrizor Osmanlı idaresinde kaldı.

Bu dönemdeki Osmanlı-Safevî savaşları, sınır boylarında yaşayan ahali için kaçınılmaz bir faciaya dönüştü. Hem Osmanlı hem Safevî kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bu hareketler zaman zaman ağır yağma ve tahribat ölçülerine ulaşmıştı. 998 (1590) antlaşmasının ardından ülkesinde siyasî sükûneti sağlayıp Özbekler’i Horasan’dan çıkaran I. Abbas, Safevî Devleti’nin dayandığı ana unsur olan Türk oymaklarını kontrol altına aldığı gibi dâimî askerî birlikler kurarak ordusunu güçlendirmeye başlamıştı. III. Mehmed döneminin iç karışıklıkları, Celâlî ayaklanmalarının şiddetlenmesi ve uzun Osmanlı-Habsburg savaşları, Şah Abbas’a, 1012’de (1603) barışı bozarak kaybettikleri toprakları geri alma fırsatı verdi. Ayrıca Bağdat eyaleti de Safevîler’in eline geçti. 1021’de (1612) yapılan İstanbul (Nasuh Paşa) Antlaşması bu fiilî durumu resmî hale getirdiyse de mücadeleyi sona erdirmedi. Antlaşma ayrıca, İran’ın savaşlar boyunca süren ve Osmanlı tekstil sanayiinin önemli ham maddesi olan ipek yasağını da kaldırıyordu. Nitekim Şah I. Abbas, her yıl sultana 200 yük ipek ve 100 akçelik bazı işlenmemiş mallar göndereceğini taahhüt etmekteydi. Antlaşma her iki tarafı da tatmin edici bir nitelikte değildi. Özellikle Osmanlı devlet adamları doğudaki toprak kayıplarını telâfi etmek istiyorlardı. Bunun üzerine yeniden başlayan savaş aralıklarla sürdü, 1027’de (1618) Serâb’da yapılan ve önceki barışın şartlarını taşıyan Nasuh Paşa Antlaşması da savaşı durdurmaya yetmedi.

XVI. yüzyılda olduğu gibi bu savaşların esas sebeplerinden biri de iki tarafın milletlerarası ticaret yollarının kontrolünü ellerine geçirmek istemeleriydi. Yeni dönemde savaşların daha çok Irâk-ı Arab’da meydana gelmesi Bağdat, Basra ve civarının ticarî öneminin artması ile açıklanabilir. Nitekim her iki devlet de XVI. yüzyılın sonlarından itibaren karşılıklı olarak birbirine ambargo uygulamış ve her türlü malın geçişini yasaklamıştı. Bağdat birkaç defa elden ele geçti, nihayet 1638’de IV. Murad’ın fethinden sonra 1639’da Zühab’da (Kasrışîrin) akdedilen barış antlaşması Irâk-ı Arab’ı Osmanlı idaresine geri verdi ve güneyde sınırı Şattülarab nehri teşkil etti (bu belgenin Türkçe ve Farsça metinleri şimdiye kadar yalnız Safevî tarihçisi Muhammed Ma‘sûm’un eserinde bulunmuştur [Ħulâśatü’s-siyer, vr. 151b-154b]).

Bu ahidnâme, iki devlet arasında yetmiş beş yıldan fazla süren bir barış devri açtığı gibi ticarî yasakları da kaldırıp eski tarihî yolların yeniden canlanmasına vesile oldu. III. Ahmed, şair Dürrî Ahmed Efendi’yi Safevîler’le siyasî ve ticarî ilişkileri genişletmek üzere İran’a elçi olarak gönderdi (1132/1720). Fakat İran’ı derin bir siyasî bunalıma sokan Afganlı ayaklanmalarının sonuçları, özellikle Safevî Şahı Hüseyin Mirza’nın zorla tahttan indirilip İsfahan’da şahlık tahtına Afgan emîrlerinden Mîr Mahmud’un çıkması, ülkenin birçok bölgesini etkileyen isyanlar İstanbul’un doğu siyasetine yeni bir eğilim kazandırdı (Aktepe, tür.yer.).

Yeni şartların etkisi altında Osmanlılar dikkatlerini Kafkasya’ya ve Batı İran’a çevirdiler. Bunda, Çarlık Rusyası’nın Kafkasya ve İran’ın Hazar denizinin güney sahillerini işgal etme girişimlerini önleme isteği önemli rol oynadı. Gürcü Kralı Vahtang ve Ermeni papazlarının yardım ricalarını bahane eden Çar I. Petro’nun gerçekleştirdiği İran seferinden sonra Osmanlı ordusu 1135 (1723) baharında Revan ve Tiflis’i zaptetti. Aynı yılın sonbaharında İran elçisi St. Petersburg’da Rusya ile antlaşma imzaladı. Bu antlaşma ile Hazar denizinin batı ve güney yakalarındaki vilâyetler Rusya’ya ilhak ediliyor, bunun karşılığında Rus Çarlığı şahlık iddiasında olan Tahmasb’a askerî yardımda bulunacağını vaad ediyordu. Bu olay Osmanlı sarayını hayli endişelendirdi. Fransız diplomatlarının aracılığı ile 1136’da (1724) İstanbul’da Rusya ile akdedilen ahidnâme (İran Mukāsemenâmesi), her iki devletin işgalinde bulunan İran ve Kafkasya topraklarının bölüşülmesini resmî hale getiriyordu.

Ahidnâme imzalandıktan sonra Osmanlı ordusu kolayca Hemedan ve Kazvin’i ele geçirdiyse de başşehir İsfahan’ın zaptı için yapılan akın sırasında Afganlı Eşref Şah’ın birlikleri Osmanlı askerlerini bozguna uğrattı. Buna rağmen durumu gittikçe kötüleşen Eşref Şah, Osmanlılar’la barış yapmayı tercih etti. Yapılan antlaşmada III. Ahmed’in bütün müslümanların halifesi olarak tanındığı belirtiliyordu. Ayrıca İran Mukāsemenâmesi’nde adı geçen İran ve Kafkasya topraklarından başka Hûzistan, Zencan, Kazvin, Sultâniye ve Tahran eyaletleri de Osmanlı idaresine geçmekteydi.

Sünnî mezhebine bağlı Afganlılar’ın İran’da kurduğu devlete karşı mücadele eden Nâdir Beg Afşar’ın 1148 (1736) baharında Mugan sahrasında yapılan kurultayda şah seçilmesiyle İran’ın Osmanlı ve Rusya ile münasebetlerinde yeni bir safha açıldı. Kısa sürede Safevî Devleti’nin siyasî-coğrafî sınırlarından daha geniş bir sahada yeni bir devlet kuran Nâdir Şah, Osmanlı ve Rusya devletleriyle Safevîler’in çöküş döneminde akdedilmiş olan antlaşmaları yürürlükten kaldırdı. Büyük askerî başarılar kazanan Nâdir Şah’ın batıdaki seferleri, hükümdarlığının son döneminde zaman zaman başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Böyle olmakla beraber 1157’de (1744) yeniden şiddetlenen savaşta Nâdir Şah orduları, Kars ve Musul civarında Osmanlı birliklerini ağır yenilgiye uğrattı (1158/1745 yazı). Ancak ülkesinin zor ekonomik ve siyasî durumunu göz önüne alan Nâdir Şah barışı kabul etti. Uzun süren görüşmeler neticesinde 17 Şâban 1159’da (4 Eylül 1746) Tahran yakınlarında bir ordugâhta imzalanan Kerden Antlaşması’nın esas maddesi, IV. Murad devrinde akdedilen Kasrışîrin Antlaşması’nın devlet sınırları hakkındaki şartlarının iki tarafça yeniden tanındığını karara bağlıyordu.

Nâdir Şah ve I. Mahmud arasındaki resmî münasebetlerde dinî inanç ve mezhep meseleleri önemli yer tutuyordu. Nâdir Şah, İmâmiyye (İsnâaşerî) Şîaları’nın riayet ettiği Ca‘feriyye’nin, dört Ehl-i sünnet mezhebiyle yanyana bütün müslüman cemaatleri arasında beşinci meşrû mezhep gibi tanınması için büyük gayret sarfediyor ve bu alanda Osmanlı sarayının muvafakatini almaya çalışıyordu. Nâdir Şah’a göre böyle bir ıslahat, İslâm dünyasında siyasî mücadelelerde mezhep ayrılıklarının istismarını önlemek için yeterli olacaktı. Hem Osmanlı ulemâsı hem de nüfuzlu Şîa müctehidleri, Nâdir Şah’ın bu teklifinin gerçekleşmesini engellemekte başarılı oldular.

Lur asıllı Kerim Han Zend’in Orta ve Batı İran’da hükümdarlığının ilk yıllarında Osmanlı-İran münasebetleri sükûnet içinde geçti. Fakat İngiliz ticaret kolonisinin 1184’te (1770) Bûşir’den günden güne gelişmekte olan Basra’ya taşınması Kerim Han’ı endişelendirdi. İki devletin


ortak sınırları boyunca yerleşen ve zaman zaman Osmanlı veya İran tâbiiyetinden çıkmak isteyen Kürt oymakları, derebeyleriyle gizli ilişki kuran Kerim Han, Irak’ta yayılmış veba hastalığının ağır sonuçlarından ve siyasî karışıklıktan faydalanarak 1189 (1775) baharında kuvvetlerini Basra ve Irak Kürdistanı’na sefere gönderdi. Basra zapt ve yağma edildi; bu haber İstanbul’a ulaşınca yeni bir Osmanlı-İran mücadelesi başladı. Küçük çaplı bu silâhlı çatışmalar sırasında iki devletin temsilcileri barış görüşmelerini de sürdürüyorlardı. 1192’de (1778) Şîraz’da İran kuvvetlerinin Basra’yı boşaltması hakkında iki devlet arasında anlaşmaya varıldıysa da İranlı askerler, şehri 1193’ün (1779) baharında Kerim Han’ın vefatından sonra ülkede şiddetlenen iç savaşlar sebebiyle terkettiler. Bu arada Basra ve Irâk-ı Arab’ın diğer bölgeleri de yeniden Osmanlı yönetimine geçti. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde Tahran’ı başşehir seçen Kaçar Türk kabilesi soyluları İran’da yeni devlet kurdular. İlk dönemde Osmanlı-Kaçar ilişkileri iyi bir şekilde gelişmesine rağmen sınır hattının güneyinde ve Kuzey Irak kısımlarında önceleri olduğu gibi zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler bu iyi münasebetleri olumsuz etkiledi. Kürt, Lur, Arap vb. kabileler, İran veya Osmanlı Devleti yetkilileri tarafından suçlandıkları takdirde sınırı geçip komşu ülkeye sığınıyor ve bu tür olaylar iki devlet arasında anlaşmazlığa yol açıyordu. Kerbelâ, Necef ve Kâzımeyn’de yerleşik ahalinin çoğunluğunu teşkil eden Şiîler’le Sünnîler arasında meydana gelen anlaşmazlıklar da bazan Osmanlı-İran ihtilâflarını körüklüyordu. Şahın hacca giden hanımının bulunduğu kervanın Osmanlı temsilcileri tarafından aranmasını bahane eden Veliaht Abbas Mirza, 1821 sonbaharında büyük bir askerî kuvvetle sınırı geçerek Kars ve Bayazıt vilâyetlerini ele geçirdi ve Erzurum’u kuşatma altına aldı. Aynı zamanda İran askerleri tarafından Osmanlı idaresindeki Kuzey Irak ve Bağdat eyaletine geniş çaplı bir saldırı yapıldı. Süleymaniye ve Bağdat işgal edildi, Kerkük kuşatıldı. Osmanlılar’ın direnişi ve Azerbaycan’ı saran salgın hastalık İranlılar’ı geri çekilmeye mecbur bıraktı. 1823’te Erzurum’da yapılan barış antlaşması uyarınca İran kuvvetleri altmış gün zarfında işgal ettikleri topraklardan geri çekileceklerdi. 1833-1842 yıllarında sınır bölgeleri yeni çatışmalara sahne oldu. Bu çatışmalar 1847’de Erzurum’da Osmanlı-İran antlaşması ile neticelendi. Kasrışîrin’in ova kısmı İran, dağlık kısmı Osmanlı arazisi olarak teyit edildi. İran Süleymaniye’ye dair iddiasından vazgeçti. Osmanlı Devleti ise Muhammere (Hürremşehr) ve Heder adasını (şimdiki Abadan) İran toprağı olarak resmen tanıdı.

XIX. yüzyılın ortalarında Tahran’da Osmanlı, İstanbul’da İran dâimî diplomatik temsilcilikleri açıldı. Bu devirde İran’ın Batı ülkeleriyle dış ticaretinin önemli kısmı Türkiye arazisinden ulaştırıldı. Tanzimat dönemi ve özellikle XIX. yüzyılın son çeyreği, İran devlet adamı ve politikacılarının Osmanlı fikir akımlarından etkilendiği devreyi teşkil eder. Yüzyılın ikinci yarısında iki ülke ortak Avrupa tehdidine karşı bir yakınlaşma arayışında oldu. Mezhep farklılığının böyle bir yakınlaşmaya engel olmaması gerektiği vurgulanarak tarafları rencide edecek bazı dinî merasim ve uygulamalardan vazgeçilmesi kararlaştırıldı (BA, Y. A. HUS, 161/7). Ancak yüzyılın sonlarında İran şahının o sırada İstanbul’da bulunan Cemâleddîn-i Efgānî’nin bir talebesi tarafından öldürülmesi iki ülke arasında yeniden bir soğukluk başlattı. Efgānî’yi ısrarla Bâbıâli’den talep eden İran hükümeti isteği karşılanmayınca bunu çok ciddi bir diplomatik mesele yaptı (Özcan, XV [1995], s. 285-291). XX. yüzyılın başında tekrar bir yakınlaşma sağlanmış ve İran şahı İstanbul’a gelerek II. Abdülhamid’i ziyaret etmiştir.

Osmanlı, İran, İngiltere ve Rusya’yı temsil eden dört sınır komiseri, Osmanlı Devleti ile İran arasında sınır tesbiti gayesiyle 1849’da faaliyete başladıysa da bununla ilgili protokol 1869’da imzalandı. Sınır tesbiti 1914’te Osmanlılar’ın I. Dünya Savaşı’na katılmasından az önce tamamlandı.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, Y. A. HUS, 161/7; II. Bayezid Dönemine Ait 906/1506 Tarihli Ahkâm Defteri (haz. İlhan Şahin - Feridun Emecen), İstanbul 1994, s. XXIV-XXV; Şah İsmâil Safevî, MecmûǾa-i Esnâd ve Mekâtîbât-i Târîħî (nşr. Abdülhüseyin Nevâî), Tahran 1347; Târîħ-i Şâh İsmâǾîl, British Museum, Or., nr. 3248, vr. 39b, 40a-b; Âlemârâ-yı Şâh Tahmâsb (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1370, tür.yer.; Matrakçı Nasuh, Sefer-i Irâkeyn; Tahmasb, MecmûǾa-i Esnâd ve Mekâtîbât-i Târîħî (nşr. Abdülhüseyin Nevâî), Tahran 1350/1971; Feridun Bey, Münşeât, I-II, tür.yer.; Muhammed Ma‘sûm, Ħulâśatü’s-siyer, Bayerische Staatsbibliothek, nr. 213, vr. 151b-154b; Şah Abbas, MecmûǾa-i Esnâd ve Mekâtîbât-i Târîħî (nşr. Abdülhüseyin Nevâî), Tahran 1352-53/1973-74, I-II; Esnâd ve Nâmehâ-yi Târîħî: Devre-yi Śafevî (nşr. Z. Sabetyan), Tahran 1343/1964; Esnâd ve Mekâtîbât-ı Târîħî-yi Îrân: ez Temûr tâ Şâh-ı İsmâǾîl (nşr. G. Le Strange), London 1926, tür.yer.; A Narrative of Italian Travels in Persia in the Fifteenth and Sixteenth Centuries (ed. Charles Grey), London 1873, tür.yer.; Dürrî Efendi,


Relation de Dourry Efendi (trc. L. Langlès), Paris 1810; G. Berchet, La Repubblica di Venezia e la Persia, Torino 1865, s. 157; Mehmed Hurşîd, Seyahatnâme-yi Hudûd (nşr. Alaattin Eser), İstanbul 1997, tür.yer.; H. Mohammad Ali, Essai sur l’histoire des relations politiques Iran-ottomans de 1722 à 1747, Paris 1937; U. Najaryan, Turetsko-Iranskiye Otnoşeniya V XVI V. i v Pervoy Polovine XVII v., Erivan 1961, tür.yer.; Mehdî Han Esterâbâdî, Cihângüşâ-yi Nâdirî (nşr. S. A. Enver), Tahran 1341, s. 417-418; J. R. Walsh, “The Historiography of Ottoman-Safavid Relations in the Sixteenth and Seventeenth Centuries”, Historians of the Middle East (ed. B. Lewis - P. M. Holt), London 1962, s. 197-211; N. Felsefi, “Ceng-i Çaldıran”, Çend Maķāle-yi Târîħ ve Edebî, Tahran 1342/1963, s. 1-88; a.mlf., Zindegânî-yi Şâh ǾAbbâs-ı Evvel, Tahran 1965, I, tür.yer.; E. Eberhard, Osmanische Polemik Gegen die Safawiden in 16 Jahrhundert Nach Arabischen Handschriften, Freiburg 1970, tür.yer.; Münir Aktepe, 1720-1724 Osmanlı-İran Münasebetleri, İstanbul 1970; Cl. Cahen, “La problème du Shi’isme dans l’Asie mineure turque pré ottoman”, Le Shi’isme imamite, Paris 1970, s. 115-129; V. Çoçiyey, Mejdunarodniye otnoşeniye Blijnego Vostoka v. XVI-XVIII v.v., Tiflis 1972, tür.yer.; R. W. Olson, The Siege of Mosul and Ottoman-Persian Relations 1718-1743, Bloomington 1975, s. 122, 165-183; Mükâleme-yi Nevvâb-ı Cennetmekân Şâh Tahmâsb bâ Elçiyân-ı Rûm (nşr. K. Tabatadze), Tiflis 1976; Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976; P. Buşyev, Istoriya Posolstv i diplomatiçeskix otnoşeniy Russkogo i Iranskogo gosudarstv v 1586-1612 gg., Moskva 1976, s. 56; A. Sehâb, Târîħ-i Zindegânî-yi Şâh ǾAbbâs-ı Kebîr, Tahran 1355/1976; Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkasellerini Fethi (1451-1590), Ankara 1976, tür.yer.; Guity Nashat, The Origins of Modern Reform in Iran 1870-1880, Illinois 1982, s. 33-34, 52, 72, 101-103, 162; A. Allouche, The Origins and Development of Ottoman-Safavid Conflict (906-962/1500-1555), Berlin 1983; Natek Hümâ, Îrân der Rehyâb-i Ferhengî 1834-1848, London 1988, s. 132-155; J. L. Bacqué-Grammont, “XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlılar ve Safevîler”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 203-219; a.mlf., “Une lettre du prince ottoman Bayezid b. Mehmed sur les affaires d’Iran en 1480”, SIr. (1973), s. 213-234; a.mlf., “Etudes turcosafavides, I. Notes sur le blocus du commerce iranien par Selîm Ier”, Turcica, VI, Paris 1975, s. 68-88; a.mlf., “Etudes turcosafavides, XVI. Quinze lettres d’Uzun Süleyman Paşa, beylerbey du Diyar Bekir (1533-1534)”, Anatolia Moderna, I, Paris 1991, s. 137-186; Cezmi Eraslan, “İslâm Birliği Siyaseti Çerçevesinde II. Abdülhamid’in İlk Yıllarında Osmanlı-İran Münasebetleri (1878-1882)”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 221-240; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri (1578-1612), İstanbul 1993; a.mlf., “Şah I. Tahmasp’ın III. Murad’a Cülûs Tebriki”, TD, XI/15 (1960), s. 1-24; Cavid Baysun, “Müverrih Râşid Efendi’nin İran Elçiliğine Dair”, TM, IX (1951), s. 145-151; Çağatay Uluçay, “Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu?”, TD, VI/9 (1954), s. 53-90; VII/10 (1955), s. 117-142; VIII/11-12 (1956), s. 185-200; Bekir S. Baykal, “Uzun Hasan’ın Osmanlılara Karşı Kati Mücadeleye Hazırlıkları ve Osmanlı-Akkoyunlu Harbinin Başlaması”, TTK Belleten, XXI/82 (1957), s. 261-284; Tayyib Gökbilgin, “Arz ve Raporlarına Göre İbrahim Paşa’nın Irakeyn Seferindeki İlk Tedbirleri ve Fütûhatı”, a.e., XXI/83 (1957), s. 449-482; J. I. Sohrweide, “Der Sieg der Safawiden im Persien und Seine Rückwirkungen auf die Schi’iten Anatoliens im 16. Jahrhundert”, Isl., XL (1965), s. 92-223; J. Matuz, “L’accession ou pouvoir des safavides vue par un historien ottoman contemporain”, Iranica, VI (1966), s. 24-44; Şehabeddin Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, TD, XVII/22 (1968), s. 49-78; Hans-Joachim Kissling, “Šâh IsmâǾîl Ier, la nouvelle route des Indes et les ottomans”, Turcica, VI, Paris 1975, s. 89-102; B. Fragner, “Ardabīl Zwischen Sultan und Schah Zehn Urkunden Schah Ŧahmāsps II.”, a.e., VI (1975), s. 177-225; M. R. Nâsırî, “Çend Sened-i Târîħî. Sevâd-i Nâme-yi Kerîm Ħân Zend be Sulŧân ǾAbdülĥamîd Ħân-ı Evvel”, Berresîhâ-yi Târîħî, I/56, Tahran 1975, s. 175-180; C. H. Imber, “The Persecution of Ottoman Shî’ites According to the Mühimme Defterleri 1565-1585”, Isl., LVI (1979), s. 245-273; Halil Sahillioğlu, “Dördüncü Murad’ın Bağdad Seferi Menzilnamesi”, TTK Belgeler, XIII/17 (1988), s. 43-81; Azmi Özcan, “Jamaladdin Afghani’s Honorable Confinement in Istanbul and Iran’s Demands for His Extradition”, Osm.Ar., XV (1995), s. 285-292; Gökhan Çetinsaya, “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı-İran İlişkileri”, KÖK Araştırmalar, Osmanlı özel sayısı, Ankara 2000, s. 11-23; İlhan Şahin - Feridun Emecen, “Amasya”, DİA, III, 4-5.

Aliyev Salih Muhammedoğlu





III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

1. Dinî Hayat ve Dinî Kurumlar. X. (XVI.) yüzyılda Safevîler’in iktidara gelmesiyle başlayan yaklaşık 150 yıllık bir süreçte halkın büyük bir çoğunlukla Şiî İslâm’ı benimsemesinin ardından İran’ın dinî hayatı, Hz. Peygamber’in ve onun kutsal halefleri kabul edilen Ehl-i beyt’in on iki imamına bağlılık etrafında şekillenmiştir. Ramazan ve kurban bayramları, hac mevsimi ve mevlid kandili gibi dinî gün veya zamanlar, diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi İran’da da kutlanmakla birlikte zaman bakımından bazı farklılıklar arzeder. Meselâ Kadir ramazanın 27’sinde değil 19’u ile 23’ü arasında bir gecede, mevlid kandili de rebîülevvel ayının 12’sinde değil 17’sinde kutlanır. Bunun yanında 1979’da Humeynî’nin verdiği bir tâlimatla Kudüs’ün işgalini protesto etmek amacıyla ramazanın son cuması “Kudüs günü”, Peygamber’in doğum gününü kapsayan hafta ise Sünnîler ile Şiîler arasında yakınlaşma tesis etme umuduyla “vahdet haftası” olarak kutlanmaktadır.

İran dinî takviminin daha belirgin bir özelliği ise on iki imamın doğum ve şehâdetleriyle (on ikinci imam için gaybet) bazı önemli olayların gerçekleştiğine inanılan günlerin kutlanması veya anılmasıdır. Bu günlerde imamların rehberliklerinin devam ettiği fikrini sürekli canlı tutmak amacıyla vaazlar verilir, dualar edilir. Bunların en önemlilerinden biri, Şiî inancına göre Peygamber’in Gadîr-i Hum’da birinci imam Ali b. Ebû Tâlib’i kendisine vekil tayin ettiği gün olan ve “Gadîr bayramı” adıyla kutlanan, İran İslâm Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ise resmî tatil kabul edilen 18 Zilhicce’dir. Diğer bir dinî gün ise ramazanın 19’unda Hz. Ali’nin katili İbn Mülcem’in Kûfe’de öldürülmesiyle ilgilidir. Şâban ayının 15’indeki kutlama, on ikinci imamın doğumuyla alâkalı olup bugün, şimdilerde onun dünyaya dönüp evrensel adaleti tesis edeceği inancından hareketle “dünya mazlumlar günü” adıyla yeni bir anma gününe dönüştürülmüştür.

İran’ın dinî günleri içinde duygu yoğunluğunun en çok yaşandığı gün, hiç şüphe yok ki İmam Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesinin anma zamanı olan muharrem ayının ilk on günüdür. Kerbelâ, Şiîler için başka hiçbir tarihî olayla karşılaştırılamayacak kadar önemlidir. Öyle ki bu olayın İslâm’ın gelişinden önce bile haber verildiğine ve kutsal tarihin merkezî hadiselerinden biri olduğuna inanılmaktadır. Kerbelâ’yı anma, yaşanan bir tarihî trajediyi dinî bir görev olarak hatırlamanın ötesinde İmam Hüseyin’in temsil ettiği Ehl-i beyt’e ve onun nihaî zaferine sadakatin bir ölçüsü haline gelmiştir. Özellikle trajedinin vuku bulduğu âşûrâ gününde “deste” ismi verilen siyah giyimli organize gruplar ağıtlar eşliğinde göğüslerini, bazan da zincirlerle sırtlarını döverler. Daha uç bir uygulama olan kama ile başa vurma gösterisi ulemânın tavsiyeleri sonunda artık ender hale gelmiştir. Bunun yanında “tâziye” adı verilen ve Kerbelâ’da yaşananları canlandıran temsillere de artık pek yer verilmemektedir. Kerbelâ bilinci, sadece Muharrem ayı ile başlayıp Hüseyin’in şehâdetinin 40. günü olan 20 safere kadar devam etmekle sınırlı kalmamakta, yıl içindeki çeşitli günlerde de “ravzahânî” denilen anma törenleri düzenlenmektedir.

Bizzat imamlardan nakledilen hadislerden hareketle onların türbelerine gerçekleştirilen ziyaretlerin İran’ın dinî hayatında önemli bir yer işgal ettiği şüphesizdir. Bu ziyaretler mânevî destek


kazanma, rahmet ve şefaate nâil olmanın yanında imamlarla ve onların ortaya koyduğu İslâm vizyonuyla bağları kuvvetlendirme vazifesi de görür. Bunu, ziyaretler sırasında okunması gereken duaları içeren kitapçıklarda da görmek mümkündür. “Ziyaretnâme” ismi verilen bu dualarda imamların belirli erdemleri sayılır ve onlara olan bağlılık ifade edilir. Ziyaret için mutlaka ziyaret mahalline gidilmesi zorunlu değildir; bu amaçla kişi türbenin bulunduğu tarafa yönelip gerekli dua vb. metinleri okuyabilir. Şiîler’in altı imama ait türbelerin bulunduğu Irak’taki Necef, Kerbelâ, Kâzımeyn (Kâzımiye) ve Sâmerrâ şehirleriyle (bk. ATEBÂT) diğer dört imamın türbelerinin bulunduğu Medine’deki Cennetü’l-bakī‘ mezarlığına seyahat etmeleri büyük bir erdem olarak görülür. Irak’ın türbe şehirleri, özellikle İranlı ve diğer Şiî ulemânın aksiyon şehri olan Necef İran’ın dinî hayatının önemli bir parçasıdır. Birçok ulemâ orada ya uzun süre ikamet etmiş ya da eğitim görmüştür. Uzun yıllar ölüler defin için İran’dan Necef’e götürülmüştür. İmam Ali er-Rızâ’nın Meşhed’deki türbesi, Safevîler öncesi dönemden bu yana zaman zaman Sünnîler’in de rağbet ettiği, hem ülke içinden hem de ülke dışından insanların geldiği en önemli ziyaretgâhlardan biridir. Türbe, yüzyıllardır etrafına yapılan binalarla bugün Âsitân-i Kuds-i Rezevî ismi verilen büyük bir külliye haline gelmiştir. Külliyede 1984’te kurulan bir üniversite, genişletilerek restore edilen ve 30.000’in üzerinde yazma eser barındıran bir kütüphane, bir araştırma merkezi ve yayınevi bulunmaktadır. Ziyaretler, aynı zamanda imamların “imamzâde” olarak bilinen ahfadı için de gerçekleştirilmektedir. Muhtemelen uzak beldelerdeki imamların türbelerine seyahat edemeyenler için türetilmiş olan bu ziyaretlerde de imamzâdelerin erdemlerinden bahsedilip dualar okunur ve onlardan şefaat dilenir. İran’da 1000’den fazla imamzâde türbesi bulunmaktadır (bk. İMAMZÂDE). Tahran’ın güneyinde Bihiştizehrâ Mezarlığı’nın yakınlarında bulunan İmam Humeynî’nin türbesi de (harem) ziyaretgâhlardan biridir. Halkın ziyaretlerinden başka burada resmî olarak gerçekleştirilen anma ve yas törenleri yılda üç defa tekrarlanmaktadır. Ancak bu ziyaretler hiçbir zaman farz olan haccın yerini tutan bir ibadet olarak görülmemiştir. Sadece Safevî-Osmanlı savaşları sebebiyle Mekke yolculuğunun zorlaştığı dönemlerde İranlılar hac ibadetini yerine getirememişlerdir. Buna, Osmanlılar’ın bazı zamanlarda İranlılar’a hac yasağı koymuş olması da eklenmelidir (Suraiya Faroqhi, s. 134-139). İslâm Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında hacca politik bir boyut kazandırmak için bazı teşebbüsler gerçekleştirilmiş, 1982’den 1987’ye kadar Mekke’de Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve İsrail aleyhine gösteriler düzenlenmiştir.

İran’da Şiîliğin ilk kalelerinden biri sayılan Kum, Meşhed hariç tutulursa Şiîler için en kutsal şehirdir, hatta bir eğitim merkezi olması sebebiyle Meşhed’den de önemlidir. Bir ara eğitimdeki üstünlüğünü Safevîler’in başşehri olan İsfahan’a kaptıran Kum, XIX. yüzyılın başlarından itibaren ve özellikle de 1920’lerde şehrin Havze-i İlmiyye olarak bilinen medreseler topluluğundan sorumlu olan Şeyh Abdülkerîm Hâirî’nin önderliğinde yeniden üstünlüğünü kazanmış, Hâirî’nin ölümünden birkaç yıl sonra bu görevi devralan Burûcirdî medreselerin güçlenip gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. İmam Humeynî de 1924’ten itibaren Kum’da bulunmuş ve İslâm Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan hareketi 1962’de burada başlatmıştı. Devrimden bu yana Kum şehrine önemli yatırımlar yapılmış ve din eğitimi gören öğrencilerin sayısında büyük artışlar olmuştur. Mekteb-i Zehrâ adıyla kızlara özel bir okul açılmış, Medrese-i İmam Humeynî ismiyle kurulan bir başka okulda çeşitli ülkelerden gelen öğrencilere eğitim verilmeye başlanmıştır. Bu arada Kum’daki kütüphanelerin, özellikle de Âyetullah Mar‘aşî Necefî Kütüphanesi’nin katalogu yayımlanmış, birkaç araştırma merkezi ve yayınevi faaliyete geçmiştir.

Şiîler’in on iki imama olan bağlılıkları, bu imamların bizzat yazdığı veya okuduğu dualardan oluşan bir dua literatürünün doğmasına sebep olmuştur. Hz. Ali’ye atfedilen dualar arasında en çok okunanı “Duâ-i Kümeyl”dir. Duaya bu ismin verilmesinin sebebi, Hz. Ali’nin Hızır’dan öğrendiği bu duayı Kümeyl b. Ziyâd en-Nehaî’ye öğretmiş olmasıdır. Duanın cuma geceleri okunması önemle tavsiye edilmektedir. Ayrıca hem Hz. Peygamber’e hem de İmam Ali’ye atfedilen Cevşen-i Kebîr ve Cevşen-i Sagīr dualarının savaşlarda ve diğer tehlike anlarında okunması önerilir. Bir diğer önemli dua İmam Hüseyin’in kurban bayramının arefesinde okuduğu duadır. Cuma gününün son vakitlerinde okunan duâ-i simât ise İmam Muhammed el-Bâkır ve Ca‘fer es-Sâdık’a atfedilir. İmam Ali er-Rızâ’ya nisbet edilen dua, ramazan ayı boyunca seher vaktinde okunan duâ-i seherdir. Şâban ayının 15’inde okunan dua ise bütün imamlara atfedilir. Dördüncü imam olan Ali Zeynelâbidîn’in bu açıdan diğer imamlardan farklı bir yeri vardır. Çünkü o dua kitabı bulunan tek imamdır. eś-Śaĥîfetü’s-seccâdiyye isimli dua kitabı metafiziksel bir zenginliğe sahiptir. Bunun yanında sıradan günlük olaylarla karşılaşıldığında veya özel dinî günlerde yapılan, fakat kimin tarafından yazıldığı veya okunduğu belli olmayan dualar da vardır. Şeyh Abbas el-Kummî tarafından derlenen ve ziyaret dualarını da kapsayan Mefâtîĥu’l-cinân adlı kitap İran’da hemen hemen her evde bulunacak kadar meşhurdur.

İranlı Şiîler’in imamlara olan bağlılıkları, 329 (941) yılındaki gaybet-i kübrâdan bu yana fukahanın “niyâbet-i âmme” adı verilen bir prestij ve otorite yetkisiyle donatılmasına sebep olmuştur. Buna göre fukaha on ikinci imamın dönüşüne kadar onun vekilidir. Şiî dünyasında bu tarihten XII. (XVIII.) yüzyıla kadar iki muhalif düşünce ekolü oluşmuştur. Bunlardan birincisi olan Ahbâriyye, fıkhın rasyonel metodolojisine karşı çıkarak her dinî hükmün Peygamber’den veya imamlardan gelen bir hadis ile (haber) desteklenmesi gerektiğini söyler. Diğer grubu oluşturan Usûliyye ise rasyonel metodu savunarak yeni problemler karşısında ictihadda bulunmak gerektiği kanaatindedir. Muhammed Bâkır Bihbehânî önderliğinde gelişen Usûliyye ekolünün bu mücadelede öne geçmesi ve Ahbârîler’in marjinal bir statüye düşürülmesiyle -günümüz İran’ında Ahbârîler’e ancak Hûzistan bölgesinde Arapça konuşan Şiîler arasında rastlanılmaktadır-, Şiî toplumu müctehidlerle (merci-i taklîd), ictihad yapacak kadar bilgili olmayıp taklit adı verilen bir yöntemle müctehidlere uymak zorunda olan mukallidler arasında ikiye bölünmüş durumdadır. Bir mukallid daima seçtiği müctehidin fetvalarına uymak mecburiyetindedir. Merci-i taklîdin tercih edilmesi prensipte iki ölçü ile gerçekleşmektedir: Takvâ ve ilim. Ancak sıradan müminler bu özelliklerin derecesini doğrudan ölçme imkânına sahip bulunmadığı için tercihler genelde prestije veya bilim çevrelerindeki şöhrete göre yapılmaktadır. Bir müctehid, kendisinin merci olarak seçilebileceğini ictihadlarından oluşan ve “Tavżîĥu’l-mesâǿil” yahut “Risâle-i ǾAmeliyye”


adlarıyla anılan bir eser yayımlayarak ilân eder ve daha sonra onun fikirleri başka meslektaşları veya kendinden daha aşağı durumda olanlar tarafından propaganda edilir. Merci-i taklîd rütbesi için herhangi bir resmî adaylık ve benzeri bir sistem yoktur; bu rütbeye zamanla elde edilen şöhretle ulaşılır. İran’ın Şiî ulemâsına atfedilen “hiyerarşi” yanıltıcı bir resmî sınıf sistemi ima etmektedir; Osmanlılar’ın devlet destekli Sünnî ulemâ sistemine benzer bir sistem İran’da hiçbir zaman olmamıştır. Bununla birlikte ictihad makamına ulaşan ulemâ ile diğerleri arasında sadece unvanla sınırlı kalan bir sınıflandırma söz konusudur. Bu unvanlardan “âyetullah” sadece müctehidlere, “âyetullahi’l-uzmâ” ise çok yüksek sayıda mukallidi olan müctehide verilir. Öğrenimlerinin ilk dönemlerinde bulunan veya ictihad mertebesine gelemeyen ulemâya ise “hüccetü’l-İslâm” adı verilir. Eskiden alt seviyedeki ulemâ için yaygın olarak kullanılan “sikatü’l-İslâm” unvanına artık pek rastlanmamaktadır. Bir zamanlar çok yetkin ulemâ için kullanılan “molla” ve “âhund” unvanları da ciddi anlamda itibar kaybetti ve artık genelde dinî eğilimleri olmayan insanlar tarafından küçük düşürücü anlamlar yüklenerek kullanılır oldu.

Taklid kurumunun yanında geleneksel medrese sisteminin korunması da Şiî İran’da ulemânın otoritesine güç katmıştır. Medresenin ders programı başlangıç, orta ve ileri olmak üzere üç temel seviyeyi içermektedir. Başlangıç seviyesinde Arapça grameri, belâgat, mantık ve basit düzeyde İslâm hukuku metinleri gibi dersler okutulmaktadır. Orta seviyede ise öğrenciler İbn Sînâ, Molla Sadra ve Hâdî-i Sebzevârî gibi İslâm filozoflarının görüşlerine muttali olurlar. Bunun yanında usûl-i fıkıh okunur. İleri seviyede, bütün disiplinlerden fazla olmak üzere medresenin varlık sebebini oluşturan İslâm hukuku üzerinde yoğunlaşılır. Bu derslerde okumadan başka çeşitli konularda tartışmalara da yer verilir. Müctehid unvanını alabilmek için bu son seviyenin mutlaka tamamlanması gerekir. Medrese sistemi geleneksel olarak son derece esnek ve resmiyetten uzak olarak tanınmıştır. Medresede okuma belirli bir zaman dilimiyle sınırlandırılmamış, ictihad yetkisi belirli bir imtihana değil bir veya birkaç hocadan icâzet alma yöntemine dayalı olmuştur. Bundan başka öğrenciler belirlenmiş program dışında ilgi alanlarına göre -meselâ İslâm hukuku üzerine yoğunlaşan hocaların tasvip etmediği “irfan” dersi gibi- tek başlarına veya küçük gruplar halinde bir hoca gözetiminde özel olarak çalışabilirler. Devrimden sonra medreselerde belirli bir standartlaşmaya gidildi ve 1994’te bazı kurallar içeren bir düzenleme yapıldı, geleneksel programa yabancı diller ve sosyal bilimlerden dersler ilâve edildi (A. Firûzî, I/1 [1373/1994], s. 20-21). Medreselerdeki hocalar da organize olarak Peyâm-i Ĥavze adıyla bir dergi çıkaran ve zaman zaman politik konularda beyannâme yayımlayan Câmia-i Müderrisîn-i Havze-i İlmiyye-i Kum isimli bir teşkilât kurdular.

Ulemânın sahip olduğu otoritenin gücü politik alanda her fırsatta, hatta Humeynî’nin başlattığı devrim hareketinden önce bile çok açık bir şekilde görülmüştür. Merci-i taklîdin politik konularda ortaya koyduğu tutum sık sık hükümet politikalarıyla çatışmakta ve bu da ulemâya önemli bir muhalefet görevi yüklemektedir. Bu anlamda 1905-1909 anayasa devrimi sırasında, I. Dünya Savaşı yıllarında ve II. Dünya Savaşı sonrasında önemli olaylar meydana gelmiştir. Bununla birlikte birçok ulemâ, özellikle Şah Rızâ döneminde politik konulardan uzak durmayı tercih etmiş, dolayısıyla Pehlevî monarşisinin devrilmesinde ulemâ kaynaklı muhalefetin nihaî noktada önemli bir katkısı olmamıştır. Ancak ulemânın bu yolu hazırladığında da şüphe yoktur. İmam Humeynî’nin, on ikinci imamın zuhurunu bekleyen fukahanın bütün yönetim icraatlarını üstlenmesi şeklinde yorumladığı ve İslâm Cumhuriyeti’nin anayasal temeli yaptığı “velâyet-i fakīh” doktrini, fukahanın niyâbet-i âmme yetkisini ifa etmesinin radikal değilse bile mantıkî bir uygulaması olarak görülebilir. Bu doktrinle İslâm Cumhuriyeti’nin rehberliğini üstlenen merci en üst politik otorite makamına yükseltildi. Bununla birlikte diğer taklid mercilerinin bulunması ve zaman zaman verilen fetvaların farklılığı pratikte problemler doğurdu. Meselâ İslâm Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında işlenebilir toprakların dağılımı konusunda hükümetin benimsediği görüşe bazı müctehidler karşı çıktılar. Bu durumda İmam Humeynî, velî-i fakīhin kararının diğer müctehidlerinkinden önde geldiğini açıklayan bir fetva yayımladı (Humeynî, İstiftâǿât, I, 19). Bu uygulama, Humeynî’nin halefi olarak rehber makamına gelen Ali Hamaney’in benzer bir kararı ile de teyit edildi (İstiftâǿât, s. 9). Hamaney dışında Muhammed Behcet, Muhammed Fâzıl Lenkerânî, Mekârim Şîrâzî ve Âyetullah Sîstânî halen taklid merciidir. Yine Kum’da ikamet eden ve 1989’da Humeynî’nin halefi olma mertebesinden çekilmeye zorlanan, bu sebeple de kamuoyunda pek görünmeyen Âyetullah Muntazırî de bazı İranlılar tarafından takip edilmektedir.

Rehberin fıkhî görüşlerine verilen üstün yetkiyle birlikte başka otoriteler de belli bir dereceye kadar yönetimde temsil edilmektedir. Meclisten geçirilen kanunların şeriata uygunluğunu kontrol etme görevi, rehberin tayin ettiği altı fakihle meclisin seçtiği bilim adamlarından oluşan konseye (Şûrâ-yı Nigehbân) verilmiştir (anayasanın 91-99. md.leri, bk. Ķānûn-i Esâsî-yi Cumhûrî-yi İslâmî-yi Îrân, s. 49-51). Meclisle konsey arasında özellikle sosyal içerikli kanunlar konusunda fikir ayrılıkları oluşması üzerine İmam Humeynî, Şubat 1987’de iki organ arasında uzlaşma sağlama görevi üstlenen bir denetleme kurulu (Mecma-i Teşhîs-i Maslahat-ı Nizâm) oluşturdu. Ancak Humeynî’nin bu icraatı daha önce verdiği “Yöneten fakihin kararı diğer fakihlerinkinden önde gelir” şeklindeki fetvası ile çelişen bir görüntü arzetmekteydi. 1989’da Hamaney, rehber makamına geçtikten sonra kendisine fetva için gelen konularda araştırma yapma görevini verdiği bir fetva konseyi (Şûrâ-yı Fetvâ) kurdu. Humeynî’nin ölümünden sonra ise velâyet-i fakīh prensibinin uygulanması daha fazla açılımlar gerektiren ve bazan da çatışmalara yol açan bir problem haline geldi. Konuyla ilgili tartışmalardan bazıları Ĥükûmet-i İslâmî dergisinde yayımlandı. Bu yöndeki tartışmalar Muhammed Hâtemî’nin 1997’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte iyice arttı.

Devrimden sonra ilk, orta ve yüksek öğretimde büyük bir ilerleme gerçekleştirilmiş, ders kitapları, Eğitim Araştırma ve Planlama Kurumu tarafından evrensel ve temel kimlik olarak yeni bir vurguyu yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. Bu arada eğitimin her kademesinde Şiî-İslâm inançları ve ibadetlerle velâyet-i fakīh anlayışı güçlü bir şekilde işlenmektedir. Diğer taraftan ülke çapındaki camilere Kum’daki ilim havzalarından mezun olan öğrenciler tayin edilmekte, camilerin bakımı resmî statüye yakın evkaf kurumu tarafından sağlanmaktadır.

Devrimin dinî hayatta önemli ve görünür bir şekilde gerçekleştirdiği başka bir değişim alanı ise cuma namazıydı. Bu namazın câizliği öteden beri Şiî fukaha


arasında tartışma konusu olmuştu. Çünkü birçok fakih, on ikinci imamın gaybetiyle birlikte cuma namazının askıya alınması gerektiğini düşünüyordu. Buna karşılık Usûlîler’in on ikinci imamın yokluğunda ulemâya önemli yetkiler tanıması sebebiyle Kaçar döneminde birçok İran şehrinde cuma namazı kılınmış ve bazı bölgelerde cuma imamları kendi bölgelerinin nüfuzlu kişileri haline gelmişti. Başşehir Tahran’da cuma imamının seçimi mahkemenin yetkisinde bulunuyordu. Ancak zamanla bu görev babadan oğula geçmeye başladı ve cuma namazı gerçek önemini kaybetti. 1940’larda cuma namazının ülke çapında canlandırılması ve gündemdeki politik konuların hutbelere taşınması yönünde çağrılar olmuşsa da devrimin hemen öncesine kadar böyle bir şey gerçekleştirilemedi. Meselâ 1972’de Âyetullah Muntazırî, Necefâbâd’da cuma namazı kıldırmaya başlayınca hutbelerinde İslâmî hükümet, Filistin meselesi ve on ikinci imamın gaybetinde cuma namazının farziyeti gibi konulara yer verdi. Devrimden birkaç ay sonra Âyetullah Tâlekānî, İmam Humeynî’ye velî-i fakīh olarak bütün ülkede cuma namazının kılınmasını sağlamasını ve cuma imamları tayin etmesini önerdi. Humeynî bu öneriyi kabul etti ve Tahran’ın cuma imamlığına Tâlekānî’yi getirdi. O günden bu yana cuma namazları, dinin camiyle sınırlı kalmaması gerektiğini vurgulamak amacıyla Tahran Üniversitesi kampusunda kılınmaktadır. Bugün cuma imamları, Hamaney’in genel danışmanlığı altında görev yapan özel bir sekreterlik tarafından tayin edilmektedir. İran’da cuma namazları, aynı zamanda hükümet politikalarının halka duyurulduğu ve kamuoyu fikrinin yönlendirildiği toplantılar mahiyetindedir.

Şiîliğin İran’da bir çoğunluk mezhebi haline gelmesini sağlayan Safevî hânedanının kökleri Erdebil’deki tasavvuf ehline dayanır. Buna rağmen İran’da tasavvufî gruplar daima marjinal bir konumda olmuş ve zaman zaman Şiî İran için tehlike arzetmiştir. Şiî âlimleri kendilerini on ikinci imamın umumi vekili ve toplumun dinî kimliğinin muhafızı olarak gördüğünden Safevîler’den bu yana ulemâ ile tarikat ehli arasında karşılıklı bir husumet var olagelmiştir. İran’da bir âlimin bir tarikata mensup olması hayal bile edilemez. İran’da aktif olan en önemli tasavvufî grup, VIII. (XIV.) yüzyılda kurulan ve kısa bir süre sonra Şiîliği benimseyen Ni‘metullāhiyye tarikatıdır. Ni‘metullāhiyye XI. (XVII.) yüzyılda ortadan kaybolmuşsa da 150 yıl kadar sonra Dekken bölgesinde tekrar taraftar buldu. Tarikatın kendine has bazı durumları olduğundan ulemâ sınıfından karşılık almakta gecikmedi ve liderlerinden birkaçı idam edildi. Sonraki yıllarda Ni‘metullāhiyye fikirlerini yumuşatma yolunu tercih ettiğinden husumet azaldı, bu sayede İran toplumunda kendine barınacak bir yer buldu. Fakat bundan sonra tarikatta bölünmeler oldu ve birbirine düşman gruplar oluştu. Bunların en aktif olanı, Münevver Ali Şah’a (ö. 1892) dayanıp onun üçüncü halefi Mûnis Ali Şah’a (ö. 1953) nisbet edilen ve Zü’r-riyâseteyn ismiyle de tanınan gruptur. Günümüzde halen aktif olan bir diğer tarikat da Kübreviyye’nin Şiî yorumu olan ve varlığını Ni‘metullāhiyye’den daha istikrarlı sürdürebilen Zehebiyye’dir. Tarikat Tebriz ve Şîraz’da yaygındır.

İran’da ulemâ, tasavvufa karşılık “bâtınî bilgi” anlamına gelen irfan disiplinini savunur. Diğer dinî bilimlerde olduğu gibi bu disiplinde de eğitim hocatalebe ilişkisine dayanmakla birlikte irfan geleneğinde tarikatta olduğu gibi müridin mürşide veya pîre sınırsız itaati söz konusu değildir. Bu disiplinde yoğun bir gayret ve okunan metinlerin içselleştirilmesi önemli bir unsurdur. Okunan metinler arasında İbn Sînâ’nın kitapları, Sühreverdî’nin İşrâkī yazıları ve Fuśûśü’l-ĥikem başta olmak üzere Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserleri bulunmaktadır. Bu arada Molla Sadra’nın el-Esfârü’l-erbaǾa adlı eseri de önemli bir yer tutar. Bununla birlikte irfan disiplini Şiî İran’ın medreselerinde önemli bir kabul görmemiştir.

İran’da yaklaşık % 8’lik bir oran oluşturan Sünnî azınlık daha çok ülkenin sınır bölgelerinde yaşamaktadır ve çoğunluğu oluşturan Şiîler’den etnik anlamda farklılık arzetmektedir. Kürt nüfus Kürdistan, Batı Azerbaycan ve Kirmanşah (Bâhtarân) bölgelerinde yaşamaktadır. Kürtler’in özellikle Kirmanşah’ta yaşayan bir kısmı on iki imam Şîa’sı, bir kısmı da Ehl-i Hak mezhebinden olmakla birlikte çoğu Şâfiî mezhebine bağlıdır. İran körfezi kıyısında yaşayan ve Arapça konuşan Şâfiî Araplar vardır. Hûzistan bölgesindeki Araplar ise Şiî’dir. Türkmenistan’a sınır olan ve Türkmen çölü olarak bilinen kuzeydoğu bölgesinde yaşayan Türkmenler ise Hanefî mezhebine mensuptur. Belûcistan ve Sîstan bölgelerindeki Belûcîler de Hanefî’dir. Bununla birlikte Farsça konuşan iki Sünnî topluluk vardır: Merkezî Fars’ta bulunan Lâristan’daki Şâfiîler ile Afgan sınırındaki Türbeticâm, Havâf ve Tayyâbâd şehirlerinde yaşayan Hanefîler. Gîlân eyaletine bağlı ve yerleşimin seyrek olduğu Tâliş kıyılarında Tâlişî denilen Fars aksanıyla konuşan Şâfiîler yaşamaktadır. Bölgenin Azerbaycan’a sınır olması ve bu ülkeden çok sayıda göçmenin gelmesiyle birlikte Tâliş halkı dil açısından Türkleşmekte, mezhep açısından ise Şiîleşmektedir. Sünnî halkın yaşadığı bölgelerde tarikatlar daha yaygındır. Kürdistan bölgesinde tutunan Nakşibendiyye’nin Mehâbâd ve Senendec şehirlerinde halen aktif olan iki tekkesi bulunmaktadır. Sünnîler arasında Kādiriyye tarikatının da önemli sayıda taraftarı vardır. Bununla birlikte her iki tarikata birden dahil olanlara da rastlanmaktadır. Hatta bazan aynı tekkede hem Nakşibendiyye hem de


Kādiriyye zikirleri aynı gecede arka arkaya icra edilir. Kürdistan’daki Kādirîler arasında genelde Rifâîler’e mahsus olan şiş batırma törenleri de görülmektedir.

İran anayasası (bölüm I, md. 129) Hanefî ve Şâfiî mezheplerini tanımış, kendi dinî eğitimlerini gerçekleştirmelerine izin vermiş, evlilik, boşanma, miras gibi konularda kendi hukuklarına yasal geçerlilik kazandırmış, mezheplerden birinin mensuplarının çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde, yerel konseylerin yetkisi dahilinde bulunan mahallî düzenlemelerin çoğunluğun mezhebine göre yapılması gerektiğini vurgulamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Muhammed Bâkır el-Meclisî, Tuĥfetü’z-zâǿir, Tahran 1261/1854, s. 421; Muhammed Şerîf Râzî, Gencînâ-yi Dânişmendân, Tahran, ts., I, 40-62; Ebü’l-Kāsım Ca‘fer b. Muhammed b. Kavleveyh el-Kummî, Kâmilü’z-ziyârât, Necef 1356/1937, s. 177; Suraiya Faroqhi, Pilgrims and Sultans, London 1944, s. 134-139; Muhammad Râzî, Âŝârü’l-ĥücce, Kum 1332 hş./1953; Humeynî, “el-İctihâd ve’t-taķlîd” (er-Resâǿil içinde), Kum 1385/1965, II, 94-172; a.mlf., İstiftâǿât, Kum 1375 hş./1996, I, 19; Hamid Algar, Religion and State in Iran, 1785-1906: The Role of the Ulama in the Qajar Period, Los Angeles 1969; a.mlf., “Religious Forces in Eighteenthand Nineteenth-Century Iran”, CHIr., VII, 705-731; a.mlf., “Religious Forces in Twentieth Century Iran”, a.e., VII, 732-764; a.mlf., “NiǾmat-Allāhīyyā”, EI² (İng.), VIII, 44-48; a.mlf., “Dahabīya”, EIr., VI, 578-581; a.mlf., “Emāme JomǾa”, a.e., VIII, 386-391; a.mlf., “Emāmzāda”, a.e., VIII, 395-397; a.mlf., “Fatwā”, a.e., IX, 428-436; Shahrough Akhavi, Religion and Politics in Contemporary Iran, Albany 1980; Menûçihr Sadûkī Sühâ, Ĥükemâ ve ǾUrefâ-yi Müteǿaħħirîn-i Śadrü’l-müteǿellihîn, Tahran 1359 hş./1980; Hüseyin Zevrek, KâǾbe der Zencîr, Tahran 1362 hş./1983; Ķānûn-i Esâsî-yi Cumhûrî-yi İslâmî-yi Îrân, Tahran 1370 hş./1991, tür.yer.; Abdürrızâ Îzadpenâh v.dğr., Kâvişî der Fıķh ve ǾUlûm-i Vâbeste-yi Ân, Kum 1372 hş./1993; Ali Hameney, İstiftâǿât, Washington 1374 hş./1995, s. 9; Wilayah and Marjaiyah Today, Houston-Texas 1995; MecmûǾa-yi Muśavvebât-i MecmaǾ-i Teşħîś Maślaĥat-i Nizâm (ed. E. Amîr Hûşenk Sâsân-Nizhâd), Tahran, ts.; Ahmad Kazem Moussavi, Religious Authority in Shi’ite Islam: From the Office of Mufti to the Institution of Marja’, Kuala Lumpur 1996; Muhsin Kedîvar, Ĥükûmet-i Velâyî, Tahran 1378 hş./1999; A. Fîrûzî, “Seyr-i Târîħ-i Teşkil-i Şûrâ-yı ǾÂlî ve Müdîriyet-i Ĥavze”, Peyâm-i Ĥavze, I/1, Kum 1373/1994, s. 7-23; Abbas Zeryâb, “Education”, EIr., VIII, 184-187.

Hamid Algar





2. Dil ve Edebiyat. a) Dil ve Lehçeler (Fars Dili).

Hint-Avrupa dil ailesinin bir kolu olan Farsça, milâttan önce yaklaşık 1500 yılına kadar Hintçe ile birlikte tek bir dil halinde idi. Hint ve İran milletlerinin birbirinden ayrılmasıyla İran dili müstakil olarak gelişti; Uman’dan Mezopotamya’ya, Karadeniz’in doğu kıyılarından ve Kafkasya’dan Pamir yaylasına ve Sind bölgesine kadar çok geniş bir coğrafyaya yayıldı. Bu kadar geniş bir alana yayıldığı için bazan bağımsız denecek kadar aslından uzaklaşmış dilleri ve bazan da aslı ile yakından ilgili lehçeleri meydana getirdi. Elde bulunan belgeler alfabe ve içerik bakımından İran dillerini eski, orta zaman ve yeni İran dilleri gibi birbirinden çok farklı üç devreye ayırma imkânı vermektedir. Başlangıçtan Ahamenî İmparatorluğu’nun yıkılışına (m.ö. 330) kadar geçen süre içinde konuşulan, yazılı belgeleri bulunan Med dili, Saka dili, Eski Farsça ve Avesta dili eski İran dilleri grubunu oluşturur.

İran’ın bilinen ilk devleti olan Medler’in dillerini yazı dili olarak kullanıp kullanmadıkları bilinmemektedir. Ahamenîler Devleti zamanında devlete ait belgelerin Pasargard, Şuş ve Bâbil şehirleriyle Medler’in ilk başşehri olan Hemedan’da saklandığı bilinmektedir. Milâttan önce VII. yüzyılın başlarında Med Kralı Deioces (Diyûkis), kendisine yazılı olarak gönderilen dava ve mahkeme özetlerine yazılı cevap veriyordu. Yabancı dillerde gönderilen yazıların ise onun makamında Med diline tercüme edildiği sanılmaktadır. Bazı bilginler, Eski Farsça’nın yazıldığı çivi yazısının Medler tarafından da kullanıldığını ve hatta Eski Farsça’nın yazı şeklinin Medler’den alındığını iddia etmişlerdir. Ancak Darius’un (Dârâ) Bîsütun kitâbelerinde İran diliyle yazan ilk kişinin kendisi olduğunu söylemesi bu iddiayı geçersiz kılmaktadır.

Milâttan önce VI. yüzyılın ilk yarısında Med krallarının sarayında konularını İran efsanelerinden alarak şiir söyleyen şairler vardı. O zamana ait birçok hikâye ve destanın Yunanlı tarihçilerin eserlerinde nakledilmiş olması, Medler döneminde destanların veya destan şiirlerinin var olduğunu göstermektedir. Fakat bunların hiçbiri günümüze kadar gelmediği gibi Med diliyle yazılmış müstakil bir eser veya belge de zamanımıza ulaşmamıştır. Milâttan önce 835 yılında yazılmış olan Asur krallarının kitâbelerinde Medler’den bahsedilmekte ve onlarla ilgili birkaç özel ad zikredilmektedir. Yunanca ve Latince bazı eserlerde de Med dilinden birkaç kelime nakledilmiştir. Medler’in yerine geçen Ahamenî krallarına ait kitâbeler bu dile ait en fazla kelime ihtiva eden belgelerdir.

Milâttan önce 1000’li yıllardan milâttan sonra 1000’li yıllara kadar Karadeniz sahillerinden Çin sınırına kadar uzanan geniş topraklarda yaşayan Sakalar’ın dillerine ait herhangi bir belge bulunmamaktadır. Yunanca ve Latince kitaplarda Karadeniz sahillerinde yaşamış olan Batı Sakaları’ndan, Orta Asya’da yaşamış olan Sakalar’dan Hintçe, Yunanca ve Latince eserlerde de birkaç özel isim günümüze ulaşmıştır.

Pârisî-i Bâstân, Furs-i Kadîm veya Furs-i Hahâmenîşî adlarıyla da anılan Eski Farsça, Ahamenîler devrinde (m.ö. 559-330) İran’ın resmî dili oldu. Sanskrit ve Avesta dilleriyle yakın akrabalığı olan bu dilden günümüze ulaşan en önemli belgeler Ahamenî krallarının kitâbeleridir. En eskileri Büyük Darius’un (m.ö. 610-570) dedesinin babası Ariyâramna’ya, en yenisi III. Erdeşîr’e (m.ö. 358-338) ait olan bu kitâbelerin en önemlisi, Hemedan-Kirmanşah yolu üzerinde Bîsütun dağındaki bir kayaya kazınmış olan Darius’un Bîsütun kitâbesidir. Çivi yazısıyla yazılan bu kitâbelerde 500 kadar Eski Farsça kelime bulunmaktadır. Bunların dışında üzerinde Eski Farsça kelimeler bulunan bazı mühür ve kaplar günümüze ulaşmıştır. Yunan tarihçileri eserlerinde Eski Farsça birkaç özel isim ve kelimeyi değiştirerek nakletmişlerdir. Darius kitâbelerinde kullanılan bazı kelimeler biraz değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Meselâ “kapauta” (mavi, gri) kelimesi Yeni Farsça’da “kebûd”, “sinkabruş” (kırmızı) “şengerf”, “haçâ” (-den), “ez” olmuş, “ber” (getirmek) kelimesi de Yeni Farsça’da ve diğer İran dillerinde yaşamaya devam etmiştir.

Eldeki metinlerin yetersiz oluşundan dolayı Eski Farsça’nın dil bilgisi kurallarını tam olarak tesbit etmek mümkün değildir. İsmin sekiz hale sokulabildiği Eski Farsça’da fiil çekimleri çok karışıktır. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların dışında istek, niyet, temenni ve ihtimal durumlarını bildiren kipler vardır. Bu kiplerin çoğu, Fars dilinin daha sonraki devrelerinde son hecelerdeki sesli harflerin düşmesiyle ortadan kalkmış; düşünceler başka şekillerde, özellikle ön ekler veya başka ekler vasıtasıyla ifade edilmiştir. Yeni Farsça’da kelimelerin son harfi değişmez, Eski Farsça’da bunun tam tersidir. Yine Eski Farsça ile Yeni Farsça’yı birbirinden ayıran en önemli özellik Yeni Farsça’da ismin halleri için hal ekleri kullanılmasıdır. Eski Farsça’da bu duruma çok az rastlanmaktadır.


Eski devir İran dillerinden sayılan Avesta dili İran’ın kuzey bölgelerinde konuşulmaktaydı. İranlılar’ın kutsal kitabı olan Avesta bu dille yazılmış olduğundan Avesta dili denilmiştir. Muhtemelen bu dille yazılmış tek eser olan Avesta’nın hem dili hem de yazı şekline “Avestâî” adı verilir. Avesta kitabı Yasna, Yaştlar, Vispered, Vendidâd ve Hurda Avesta adlı beş kitaptan meydana gelir. Bunlardan ilâhiler mecmuası olan Yasna’nın on yedi ilâhisinin dili Avesta’nın diğer bölümlerinin diline göre farklı ve eskidir. Diğer bölümlerden ayırt etmek için bunlara ilâhiler anlamına gelen “gata”lar veya “gah”lar adı verilmiştir. Gataların dilini Zerdüşt’ün dili sayanlar vardır (Gatalar Ali Nihat Tarlan tarafından Zerdüşt’ün Gataları adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir [İstanbul 1935]). Avesta, Zerdüştî din adamları tarafından muhtemelen Sâsânîler devrine kadar (m.s. 226-651) sözlü olarak nesilden nesile nakledilmiştir. Sâsânîler döneminde halk tarafından anlaşılmaz duruma düşmesi üzerine unutulmasını önlemek için Zerdüştî din adamları yeni bir yazı icat etmişler, bu yazıyı sadece Avesta’yı yazmak için kullanmışlardır. “Avesta yazısı” denilen bu yazı, Sâsânî devrinin diğer yazıları gibi Ârâmî alfabesinden alınmış olup sağdan sola doğru yazılır. Ârâmî harfleriyle Avesta harfleri şekil olarak birbirine benzemekle birlikte yazılışları farklıdır. Avesta’nın harfleri birbirinden ayrı yazılır, hiçbir şekilde bir sonraki harfle birleşmez. Her ünlü için özel bir işaret mevcut olduğu gibi kısa ve uzun ünlülerin işaretleri de ayrıdır. Avesta, Sâsânîler döneminin kutsal kitabı olduğu için o dönemin dili olan Orta Farsça’yı önemli ölçüde etkilemiş, bazı kelimeler biraz değişiklikle bugünkü Farsça’ya da geçmiştir. Avesta’nın bir ilâhisinde kullanılan şu kelimeler buna örnek gösterilebilir: “Peres” (sormak) Yeni Farsça’da “purs”a, “raoçah” (gün) “rûz”a, “dâ” (yaratmak) kelimesi “nihâden”e, “hşapâ” (gece) kelimesi “şeb”e dönüşmüştür.

Part hânedanının kuruluşundan (m.ö. 250) Sâsânî Devleti’nin yıkılışına kadar olan zaman aralığında ortaya çıkmış olan Part dilleri, Orta Farsça, Soğdca, Hoten dili ve Hârizm dili orta zaman İran dilleri grubunu oluşturur. Milâttan önce III. yüzyılda Eşkânîler Devleti’ni kuran Part kavminin dili olan Part dilleri Ârâmî yazısından alınmış ve Part yazısıyla yazılmış olan eserlerin dili (Partça) ve Süryânî yazısından alınmış ve Mani yazısıyla yazılmış olan eserlerin dili (Mani Partça) olmak üzere başlıca iki gruba ayrılır.

Sâsânî devri öncesi şahların kitâbelerinin önemli bir kısmı Partça yazılmış olup en eskileri Avraman’da bulunan milâttan önce 21-22 yılına ait kitâbelerdir. Bunların en önemlileri Kâ‘be-i Zerdüşt (Nakş-ı Rüstem) duvarının üzerindeki I. Şâpûr, Paikuli’deki Nersî, Fars’ta Hacıâbâd’daki Şâpûr kitâbeleridir. Muhtemelen Eşkânî şahlarının kabirlerinin bulunduğu eski Part şehri olan Nesâ’da son kazılarda ele geçen seramik belgeler Ârâmî yazısıyla yazılmış olup Avraman’da bulunan kitâbelerin yazısına yakındır. Bugün bu belgelerin Ârâmî değil Part diliyle yazılmış olduğu kesinlik kazanmıştır. Ermenice kaynaklarda geçen Partça kelimelerin harekeleriyle kaydedilmiş olması Part dilinin araştırılması konusunda büyük bir önem taşır. Part dili milâttan sonra IV. yüzyılın sonlarında, yani Sâsânî şahlarının kuzey kavimlerinin saldırısına karşı İran’ın doğu bölgelerini ele geçirmelerinden sonra gerilemeye başlamıştır. Part dili, Eşkânîler devrinde ve hatta ondan sonra da Orta Farsça’ya (Pehlevî dili), onun aracılığıyla da bugünkü Farsça’ya tesir etmiştir. Son zamanlarda Orta Asya’da Turfan kazılarında bulunan eserlerin tamamı Mani dini mensuplarının Süryânî yazısıyla yazdıkları Partça eserlerdir.

Bugün elde bulunan Mani dini eserlerinin hemen hemen tamamı yazılış tarihlerinden (m.s. III, IV. yüzyıllar) sonraya, milâttan sonra VIII ve IX. yüzyıla aittir. Bu eserler Mani devrinin dilinden farklı bir dille yazılmıştır. Mani zamanında kullanılan isimlerin çoğu atılmış, fiiller yeni kurallara göre çekilmiştir. Kullanılan kelimeler, Süryânî dilinden alınan birkaç terimin dışında saf Partça ve Farsça kelimelerdir. Mani belgeleri orta zaman İran dillerinin araştırılması için çok önemlidir.

Eski Farsça ile Yeni Farsça arasında bir köprü durumunda olan Orta Farsça, Sâsânîler devrinde İran’ın resmî diliydi. Ârâmî yazısından alınmış Pehlevî kitâbeleriyle Pehlevî kitapları bu döneme ait başlıca eserlerdir. Pehlevî kitâbelerindeki yazının daha gelişmiş bir şekliyle yazılan Pehlevî kitapları Zerdüşt dinini konu alan Dinkerd, Bundehişn, Dâdistân-ı dinî, Mâdigân (Mâtikân), Hezâr Dâdistân, Ardâvirâfnâme, Minug-i Ħıred, Nâmehâ-yı Minûçihr, Pendnâme-i Azerbâd-ı Mârsipendân ve Avesta’nın bazı bölümlerinin Pehlevîce tefsiri olan Zend gibi dinî kitaplarla Yâdgâr-ı Zerîrân, Kârnâme-i Erdeşîr-i Bâbekân (Kârnâmek-i Artakşir-i Pâpekân), Draħt-ı Âŝûrî (Draħt-ı Âŝûrik), Ħusrev-i Gubâdân-ı Verizek (Ħusrev-i Kavâtân-ı Aritek) ve Mâdigân-ı Şetreng gibi din dışı kitaplar olmak üzere iki gruba ayrılır. Avrupalı uzmanlarla İranlı ve Hindistanlı Zerdüştîler tarafından anlaşılır hale getirilen bu kitaplar Eski Farsça ile ilgili çok miktarda malzeme ihtiva etmektedir.

Pehlevî metinlerinde karşılaşılan başlıca zorluk yazı karakterinden kaynaklanmaktadır. Ârâmî alfabesinden alınmış olan yirmi dört ünsüz bu metinlerde sadece on dört harf ile ifade edilmiştir. Sâsânî devri kitâbelerinde ve sikkelerinde de aynı yazı kullanılmakla birlikte harflerde fazla tasarrufa gidilmemiştir. Pehlevî yazılarında bazı kelimeler ünlü harfleri yoksa birkaç şekilde okunabilir. Doğru okuma için her defasında bazı işaretler gereklidir. Bu işaretlerin birçoğu, son zamanlarda ele geçirilmiş olan Eski Farsça ve Partça yazılmış eserlerin yardımıyla çözümlenmiştir. Pehlevî alfabesinde kullanılan sesli harflerin şekli Mani metinlerinde kullanılanlardan daha eskidir. Bunlar muhtemelen milâttan önce IV. yüzyıldan kalmıştır. Bu metinlerin çözülmesindeki ikinci zorluk Ârâmî kelimelerin Ârâmî şekliyle yazılması, okunurken Pehlevî karşılığının okunması demek olan “huzvariş” şeklinde kullanılmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Orta zaman İran dillerinden olan Soğdca merkezleri Semerkant ve Buhara olan Soğd ülkesinde konuşuluyordu. Soğdca bir dönem Orta Asya’nın milletlerarası dili sayılmış ve kullanım alanı Çin’e kadar uzanmıştır. Son zamanlarda Orta Asya’da ve Çin’de bu dille yazılmış bazı eserler bulunmuştur. Bunlar Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık’la ilgili eserler ve din dışı eserler olmak üzere iki grupta incelenir. Hıristiyanlık’la ilgili Soğdca eserler Süryânî yazısıyla, Maniheizm ile ilgili olanları ise Maniheistler’in özel yazısıyla yazılmıştır. Budizm, Hıristiyanlık ve Maniheizm dinleriyle ilgili Soğdca eserler arasındaki birtakım dil farklılıkları muhtemelen lehçe ve zaman farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Hıristiyan dinine ait Soğdca eserlerdeki kelimelerin telaffuzu yazıldığı tarihteki, Budist eserlerdeki kelimelerin telaffuzu ise esas ve orijinal telaffuzunu göstermektedir. Muhtemelen milâdî IX. yüzyıla kadar canlı bir dil olan Soğdca, Farsça ve Türkçe’nin etkisiyle önemini kaybetmiştir. Bugün bu dilin bir lehçesi


Yagnab vadisinde konuşulmakta olup Eski Soğdca’nın çözülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Soğdca metinlerin çoğunda ünlüler kullanılmadığı için telaffuzla ilgili zorluklar vardır. Soğd dili İran’ın batısında kullanılan Farsça’dan tamamen uzaklaşmıştır. Bugün bir İranlı’nın bu dili anlaması mümkün değildir. Soğdca’ya en yakın dil XII. yüzyıla ait bir dil olan Hârizmce’dir. Hârizm dili VIII. (XIV.) yüzyıla kadar Hârizm’de kullanılmış ve bu tarihten itibaren yerini Türkçe ve Farsça’ya bırakmıştır. Bu dille ilgili eserler, içinde Hârizmce cümlelerde geçen kelime ve deyimleri açıklamak için sözlük bulunan Arapça iki fıkıh kitabı ile Zemahşerî’nin Arapça Muķaddimetü’l-edeb’i ve onun Hârizm diline çevirisidir. Muķaddimetü’l-edeb’deki Hârizmce kelimelerde hareke bulunmaması ve harflerin noktalarının çoğu yerde ihmal edilmesi yüzünden okuma güçlükleri vardır. Hârizm dili, çevre bölgelerin dillerine yani Soğd, Hoten ve Osset dillerine yakındır. Muķaddimetü’l-edeb’den ve yukarıda bahsedilen iki fıkıh kitabından bu dilin önemli ölçüde Arapça ve Farsça’nın etkisi altında kaldığı anlaşılmaktadır.

Kâşgar’ın güneydoğusundaki eski Hoten ülkesinde konuşulan Hoten diliyle yazılmış çok az eser bulunmaktadır. Bunlar da henüz tamamen tercüme edilip anlaşılır hale getirilememiştir. Hoten yazısı Hint yazısından alınmıştır. Kelimeler kullanılan bazı ünlüler vasıtasıyla tahminî olarak anlaşılmaktadır.

Yeni İran dilleri Yeni Farsça (Derî), Osset dili, Peştu dili, Belûç dili ve Kürtçe olmak üzere beş grupta incelenir. Yeni Farsça İran dillerinin ve lehçelerinin en önemlisidir. Güneybatı İran dilleri grubuna giren ve Eski Farsça ile Orta Farsça’nın devamı olan Yeni Farsça, III (IX) ve IV. (X.) yüzyıllardan itibaren İran’ın doğu bölgelerinde kurulan devletlerin resmî dili olmuş, Derî, Pârsî-i Derî, Pârsî ve Fârsî gibi çeşitli adlarla anılmıştır. Yeni Farsça saray ve yönetim dili olunca şair ve yazarlar bu dille eser vermeye başladılar. Rûdekî, Dakīkī, Firdevsî, Kisâî-yi Mervezî gibi şairler bu dili önemli bir edebiyat dili haline getirdiler. Mensur eserlerde de büyük bir ilerleme gözlendi. İran’ın değişik bölgelerinde yetişen şairler bu dile mahallî lehçelerinden kelime ve deyimler kattılar. Yeni Farsça, mahallî etkinin yanında daha İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren Arapça’nın da etkisi altına girerek Arapça’nın bazı terkiplerini, kelimelerini, fiil çekim ve kelime türetme sistemini kabul etti. Bu durum çeşitli lehçelerin doğmasına sebep oldu. Başlangıçta kelime bilgisi ve söz dizimi bakımından çok karışık bir dil olan Yeni Farsça giderek çok sade ve kurallı bir dile dönüştü, Eski Farsça’nın karışık çekimlerinden kurtuldu. Fiillerde yeni çekim sisteminin ve isim hal eklerinin geniş olarak kullanımı, eskiden zor ve dolambaçlı yollardan ifade edilebilen düşüncelerin kolayca ifade edilmesini sağladı.

Yeni Farsça, dil bilgisi kuralları bakımından Orta Farsça’nın devamı olup aralarında çok az fark vardır. Bu farkların en önemlisi, Yeni Farsça’da geçişli ve geçişsiz fiillerin görülen geçmiş zamanı aynı şekilde çekilirken Orta Farsça’da geçişli fiillerin görülen geçmiş zamanının mülkiyet zamirleriyle ve geçişsizlerinkinin ise “bûden” (imek) fiilinin şimdiki zamanı “-hâ” ile çekilmesidir. Bunun dışında sessiz harfler üzerine kurulan yazı şekli yüzünden bazı harfler ses değişmesine uğramıştır. X. yüzyıla kadar Eski Farsça’nın iki sesli harfi olan “y” ve “v” Yeni Farsça’da da değişmeden kalmış, Eski Farsça’da iki sesli arasındaki “t”, “z” sesine dönüşmüştür. Meselâ sonraları “bâd” (rüzgâr) olarak telaffuz edilen “bâz” kelimesi Eski Farsça’da “vâta” şeklinde idi. 360 (971) yılında yazılmış olan Ebû Mansûr el-Herevî’nin el-Ebniye Ǿan ĥaķāǿiķi’l-edviye adlı eserinde “b” ile “p” arasında bir ses veren Eski Farsça bir harfi kullandığı görülmektedir.

Eski Farsça’da fiil köklerine “dal” ön eki eklenerek yapılan türetmeler Yeni Farsça’da tamamen kullanımdan kalkmıştır. “Fra” (ön), “uz” (dışarı, yukarı), “hem” (dahi, birbiriyle), “ni” (aşağı), “apa” (uzak), “abi” (tarafına) gibi tek ön ekler ile “viâ” ve “adiâ” gibi iki ön ekler Yeni Farsça’da terkedilmiş, bunlar sadece birkaç kelimede kalmıştır. Böylece kelime türetebilecek önemli bir kaynak kurutulmuştur. Bunun yanında kelime türetebilecek isim tamlamaları sisteminin çoğu korunmuş, tamlamaları meydana getiren unsurlar birbirinden ayırt edilemez hal almıştır. Bu tür terkipler mahallî kelimelerde kullanıldığı gibi yabancı kelimelerde de kullanılmıştır.

Kafkasya’nın dağlık yörelerinin bir kısmında kullanılan Osset dilinin Iron ve Digoron adlı iki lehçesi vardır. Tarihî kaynaklarda anılan Ossetler (Alanlar) Kafkasya’ya Hazar denizinin doğusundan göç etmişlerdir. Bu sebeple dillerinin Soğd ve Hârizm dilleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bugünkü İran dilleri arasında özel bir yeri olan Osset dili Fars dilinin etkisinden uzak kalmış, buna rağmen İran’ın eski dillerinin özelliklerinin birçoğunu muhafaza etmiştir. İran’ın diğer dillerinde terkedilmiş olan isimlerin sekiz hale girmesi durumu bugünkü Osset dilinde varlığını sürdürmektedir. XIX. yüzyılda Osset dilini geliştirmek için sözlü edebiyat ürünleri yazıya geçirilmeye başlanmıştır. Yazılı hale getirilen eserlerin en tanınmışı Nart kahramanları destanıdır. Osset dilinde İran’ın diğer dillerinde karşılığı olmayan çok sayıda kelime vardır. Bu kelimelerin bir kısmının kaynağı günümüzde bu dilin konuşulduğu Kafkasya’dır. Bugünkü Farsça’da kullanılmakta olan birçok Arapça kelimenin çok azı Osset dilinde de yer almaktadır. Günümüzde Rus alfabesiyle yazılan Osset dili, taşıdığı eski özellikler bakımından İran dilleri araştırmalarında önemli bir yere sahiptir.

Afganistan’ın doğu ve Pakistan’ın kuzeybatı sınır bölgelerinde yaşayanların mahallî dili olan Peştu dili uzun bir geçmişe sahip olup Eski İran dillerinin izlerini taşımaktadır. Bu dilin Vezîrî, Âferîdî, Peşâverî, Kandehârî ve Benuçî gibi lehçeleri vardır. Peştu dili son yıllarda Afganlar tarafından bir edebiyat dili haline getirilmiştir.

Belûç dili (Belûcî), Belûcistan’ın bir bölümü ile Türkmenistan’ın bazı bölgelerinde konuşulmaktadır. Belûç dilinin muhtelif lehçeleri içinde en önemlileri, kendi aralarında da gruplara ayrılan Batı Belûç ve Doğu Belûç lehçeleridir. Fakat Belûç kabilelerinin birbirleriyle ilişkileri kesilmeden sürdüğü için aralarındaki farklılık fazla değildir. Belûç diliyle söylenmiş destan ve şiirler seyyahlar tarafından tesbit edilmiştir. Bu dilde Arapça ve Farsça kelimelerin yanında Sind dilinden giren kelimeler de vardır. Bugün Yeni Farsça’da bulunmayan Eski ve Orta Farsça’nın bazı dil bilgisi özellikleri Belûç dilinde varlığını sürdürmektedir.

Ortadoğu ve Kafkaslar’ın bazı bölgeleriyle çok az sayıda Türkmenistan’da konuşulan Kürtçe’nin birçok ağzı olup çeşitli araştırma ve incelemelere rağmen bu ağızların yapısı ve birbiriyle ilişkisi konusunda kesin sonuca varılamamıştır. Uzmanlar bu ağızları Kurmancî ve güney grubu olarak ikiye ayırmışlardır. Kurmancî grubu da doğu kolu (Süleymâniye ve Sineh bölgesinde) ve batı kolu (Diyarbakır, Rızâiye, Erivan, Suriye’nin ve Horasan’ın kuzey bölgelerinde) olmak üzere ikiye ayrılır. Güney grubu ise Kirmanşah


ve Bahtiyârî bölgelerinde konuşulmaktadır. Eski ve orta devreye ait Kürtçe yazılı belge bulunmamaktadır. İslâmî dönemde ise sadece bazı kitaplarda birkaç kıta şiir veya cümle nakledilmiştir. Bunlardan biri, MuǾcemü’l-büldân’da zikredilen Enûşirvân-ı Bağdâdî’nin Şeyŧânü’l-ǾIrâķ adlı mülemma kasidesidir.

BİBLİYOGRAFYA:

C. Salemann, A Middle Persian Grammar, Bombay 1930; A. Meillet - E. Benveniste, Grammaire du vieux Perse, Paris 1931; Safâ, Edebiyyât, I, 159-160; a.mlf., Genc-i Süħan, Tahran 1969, I, 1-13; I. Gershvitch, A Grammar of Manichean Sogdian, Oxford 1954; W. B. Henning, “The Khwarezmian Language”, Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1955, s. 43-49; H. W. Bailey, The Persian Language, The Legacy of Persia, Oxford 1963; a.mlf., “İran”, İA, V/2, s. 1030-1041; Pervîz Nâtil Hânlerî, Târîħ-i Zebân-ı Fârsî, Tahran 1366, I-III; Mihrî Bâkırî, Târîħ-i Zebân-ı Fârsî, Tahran 1373; Muhsin Ebü’l-Kāsımî, Târîħ-i Zebân-ı Fârsî, Tahran 1373; Ferheng-i Fârsî, I, 1-30; Muhammed Muîn, “Pârsî-i Bâstân” (Dihhudâ, Luġatnâme: Muķaddime [Muîn] içinde), s. 30-31; İhsan Yârşâtır, “Zebânhâ ve Lehcehâ-yi Îrânî”, a.e., s. 10-21.

Tahsin Yazıcı - Mürsel Öztürk





b) Edebiyat.

Hint-Avrupa dil grubunun Hint-İran dalını oluşturan İran dili, İran’ın Fars bölgelerinde geliştiği ve eserler verdiği için bu bölgenin adıyla anılmıştır. Selçuklular tarafından resmî dil kabul edilen Farsça edebiyat dili olarak da büyük rağbet görmüş, başta Anadolu olmak üzere Orta Avrupa içlerine kadar tanınma imkânı bulmuştur.

İslâm Öncesi İran (Fars) Edebiyatı. Milâttan önce VI-V. yüzyıllara ait belgelerden, İran’da o dönemlerde bir şiir ve edebiyat geleneğinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Milâttan önce 708-550 yılları arasında hüküm süren Medler döneminden günümüze herhangi bir belge ulaşmamıştır. Medler’den sonra İran’da hâkimiyeti ellerine geçiren Persler (Ahamenîler) devrinden (m.ö. 559-330) zamanımıza gelen belgelerin en önemlisi, Kirmanşah’ın Bîsütun dağındaki yüksek bir kaya üzerine kazılmış bulunan kitâbedir. Bu kitâbede Darius’un fetihlerinden söz edilmektedir.

Persler’in kullandığı Eski Farsça ile çağdaş olan iki dil daha vardır. Bunlardan ilki Zerdüşt’ün Avesta’sının eski bölümlerinin yazıldığı Avesta dili, ikincisi Hindistan’ın güney bölgelerinde bugün hâlâ konuşulmakta olan Sanskritçe’dir. Bu üç dil kelime ve gramer bakımından birbirine benzediği için İran ve Hint medeniyetlerinin aynı kökten geldiği kabul edilir. Daha sonra İran’da hâkim olan Partlar (Eşkânîler) döneminden (m.ö. 250-m.s. 226) bazı mühür ve sikkelerle birkaç kitâbenin yanı sıra Mani diniyle ilgili bazı belgeler günümüze kadar gelebilmiştir.

Zerdüşt’ün kutsal kitabı olan ve Part Hükümdarı Belâş’ın emriyle derlenip Sâsânî hükümdarlarından Erdeşîr-i Bâbekân ile oğlu I. Şâpûr zamanında yazıya geçirilen Avesta Fars edebiyatının en eski örneklerinden biri sayılır. Mes‘ûdî, et- Tenbîh ve’l-işrâf adlı eserinde Avesta’nın 12.000 öküz derisi üzerine yazılmış olduğunu, ancak bunların İskender’in saldırısı sırasında kaybolduğunu belirtmektedir. Avesta Sâsânîler döneminde, yani Zerdüşt’ün yaşadığı dönemden yaklaşık 850 yıl sonra yeniden kaleme alındığı sırada Avesta dili artık ölü bir dil haline gelmişti. Bu kitabı Pehlevîce’ye çeviren mûbedler (Mecûsî din adamı) gerekli gördükleri yerlere açıklamalar getirmişler, ayrıca Avesta dilinden Pehlevîce’ye Oim adı verilen bir sözlük hazırlamışlardır.

Sâsânîler devrinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Mani’nin (ö. 276) Eşkânî Pehlevîcesi ile yazdığı ve Turfan’da ele geçirilen belgeler İran edebiyatında büyük öneme sahiptir. Bu metinlerin bir kısmı Mani diniyle ilgili olup Orta Farsça’nın özelliklerini taşımaktadır. Orta Farsça döneminde İran edebiyatı biri epik ve dinî nitelikli millî destan, diğeri münazara türü olmak üzere iki yönde gelişmiştir. Bu türlerden ilkine Âyetkâr-i Zerîrân, ikincisine Draħt-ı Âŝûrik adlı eserler örnek gösterilebilir. Sâsânî devrine ait olmakla beraber Dînkert, Bondihişn, Vizîdegîhâ-yı Zâdisperem, Dâdistân-ı Dînîk, Nâmegîhâ-yı Minûçihr, Câmâspnâmek, Kârnâme-i Erdeşîr-i Bâbekân gibi Pehlevîce eserlerin hemen hepsi IX. yüzyılda kaleme alınmıştır.

Hindistan kökenli Kelîle ve Dimne, Sindbâdnâme, Bilavher ve Bûdasef adlı eserlerin Arapça tercümeleri incelendiği zaman bunların Orta Farsça’ya da çevrilmiş olduğu anlaşılır. İslâmî dönem İran edebiyatına bu eserlerin bazılarının sadece konuları girmiştir. Eski İran kültürünün en önemli eseri, İran hükümdarları hakkında efsanevî ve tarihî bilgileri içeren Ħudâynâmek İslâm devrinde kaleme alınan tarih kitaplarının en önemli kaynaklarından biri sayılır. Aynı şekilde Sâsânî hükümdarlarından Enûşirvân’ın veziri Büzürgmihr’in öğütleri de İslâmî dönemde yazılan eserlerin birçoğunda malzeme olarak kullanılmıştır. Pehlevîce, İslâmiyet’ten sonra 400 yıl kadar hem konuşma hem yazı dili olarak varlığını sürdürmüştür. Bugün elimizde İslâmiyet’in İran’a girdiği yüzyıllarda Sâsânî Pehlevîcesi ile yazılmış birkaç eser mevcuttur.

İslâm Sonrası Fars (İran) Edebiyatı. 31 (651) yılında İran İslâm hâkimiyeti altına girdikten sonra İranlılar zamanla İslâmiyet’i benimsediler. İslâmiyet büyük bir hızla yayılmaya başlayınca Zerdüşt inancındaki Ahura Mazda’nın yerini Allah, Ehrimen’in yerini de şeytan aldı. İranlılar o zamana kadar kullandıkları güneş takviminden vazgeçerek ay takvimini, Pehlevî yazısını terkedip Arap alfabesini kullanmaya başladılar. Her alanda görülen bu çok hızlı değişime rağmen İranlılar, İslâm hâkimiyeti karşısında kendi din ve kültürlerini İran’ın çeşitli bölgelerinde, özellikle de Hazar denizi kıyılarında ve Taberistan’da sürdürdüler. Şarkılarını, eski destanlarını, efsanelerini zihinlerinde yaşattılar. 200 yıla yakın devam eden Arap hâkimiyeti döneminde İranlılar Arap dili ve kültürünün etkisi altında yaşadılar, Kur’an’ı öğrendiler, birçok idarî ve askerî terimi benimsediler ve bir edebî dil haline gelen Arapça ile eserler meydana getirdiler. Abbâsîler döneminde Endülüs, Mısır, Fas gibi ülkelerde hilâfetten kopmalar başlayınca bunun etkisi İran’da da görüldü. Hârûnürreşîd’in ölümünün ardından oğulları Emîn ve Me’mûn’un mücadelesi sırasında annesi İran asıllı olan Me’mûn’u destekleyen Tâhir b. Hüseyin halife tarafından Horasan valiliğine getirildi. Tâhir daha sonra bağımsızlığını ilân edince Horasan yarı müstakil bir devlet haline geldi. İranlılar, Arap kökenli devletlerin hâkimiyetinden kurtulup yarı müstakil devletler kurmaya başladığında bu devletlerin kurucuları, birtakım şecereler uydurup kendilerinin Sâsânî hânedanı veya hânedana mensup büyük aile ve kahramanların soyundan geldiklerini kanıtlama girişiminde bulundular. Bu durum İran tarihi, gelenek ve görenekleriyle destanlarının aranması ve toplanmasını gerekli kıldı. Böylece kuvvetli bir milliyetçilik ve millî dile dönüş hareketi ortaya çıktı. Sâsânî Pehlevîcesi’nin devamı olup Derî de (saraya mensup) denilen Farsça edebî dil halini aldı ve ilk ürünlerini vermeye başladı. Farsça yazan şairler, Araplar’a ait kaside ve gazel tarzında eserler verirken vezin olarak da aruzu kullandılar. Eldeki bilgilere göre ilk Farsça şiir söyleyenler, IX. yüzyıl dil âlimlerinden Ebû Hafs-ı Soğdî ve


Ebü’l-Abbâs-i Mervezî’dir. Bu dönemden itibaren hükümdar sarayları şair ve ediplerin toplandıkları merkezler halini almış, edebî hareketler de bu saraylarda doğup gelişmiştir. Bu sebeple edebiyat tarihçileri, genellikle bütün şair ve edipleri mensup oldukları hânedanlara göre sınıflandırmışlardır.

Tâhirîler Dönemi (821-873). İslâmiyet’ten sonra İran’da kurulan ilk bağımsız devlet olan Tâhirîler zamanında Arapça ile aşırı derecede ilgilenildiği için Fars edebiyatı ciddi bir gelişme göstermedi. Kaynaklarda, bu devirde Farsça eser veren şair olarak Hanzale-i Bâdgîsî ve Mahmûd-i Verrâk-ı Herevî’nin adları zikredilmektedir. Bu şairlerin eserlerinden günümüze kadar gelenler tezkirelerde nakledilen birkaç beyitle sınırlıdır.

Saffârîler Dönemi (867-903). Hânedanın kurucusu Ya‘kūb b. Leys Arapça bilmediği, dolayısıyla Arapça şiiri de anlayamadığı için şairlerin şiirlerini Farsça söylemelerini istedi. Bu dönemde İran’ın eski gelenekleri canlandı, hükümdarlar Farsça yazan şair ve edipleri himaye etmeye başladılar, Farsça hızlı bir gelişme sürecine girdi. Ebû Sâlik-i Gürgânî, Fîrûz-i Meşrikī, Bessâm-i Kürd-i Hâricî, Muhammed b. Muhallid-i Sigezî ve Muhammed b. Vasîf-i Sigezî bu dönemde yaşayan belli başlı şairlerdir.

Sâmânîler Dönemi (874-999). Fars edebiyatının tam anlamıyla gelişme sürecine girdiği bu devirde birçok şair, edip ve ilim adamı yetişti. Buhara ve Semerkant, Arapça ve Farsça eserler meydana getiren âlim, şair ve ediplerin toplandığı birer ilim ve edebiyat merkezi haline geldi. Kendileri de edip olan bazı emîr ve vezirler şair ve ediplerin münazara meclislerine katılmışlar, onları koruyup teşvik etmişlerdir. Meselâ Emîr II. Nasr b. Ahmed, veziri Ebü’l-Fazl-ı Bel‘amî vasıtasıyla Rûdekî’den Kelîle ve Dimne’yi nazmetmesini, Mansûr b. Nûh da Taberî tefsirinin Farsça’ya çevrilmesini istemiştir. İslâmiyet’ten sonra Farsça nazmın ve nesrin temelleri bu devirde atılmıştır denilebilir. Ebû Şekûr-i Belhî, Ebü’l-Müeyyed-i Belhî, Şehîd-i Belhî, Rûdekî, Emmâre-i Mervezî, Kisâî-yi Mervezî, Ma‘rûf-i Belhî, Ebû Şuayb-i Herevî, Revnakī, Emîr Ağâçî-i Buhârâî ve Dakīkī-i Belhî bu dönemin belli başlı şairleridir. Bu şairlerden hemen hemen hepsi kasideleriyle tanınmış olup içlerinde mesnevi yazanlar da vardır. Devrin en meşhur şairi Rûdekî’nin sekiz mesnevisi olduğu söylenir. Bunlardan ikisinin adı (Kelîle ve Dimne ve Sindbâdnâme) bilinmektedir. Kaside, gazel, rubâî ve mesnevi dallarında daha başarılı olan ve Farsça şiiri Arap şiirinin etkisinden kurtaran ilk şair kabul edilen Rûdekî kendisinden sonra gelen şairler tarafından üstat sayılmıştır.

Bu dönemde ayrıca birçok mensur eser kaleme alınmıştır. Ebû Mansûr’un 957’de yazdığı Şâhnâme-yi Ebû Manśûrî, Firdevsî’nin ünlü Şâhnâme’sinin temelini oluşturur. Sâmânî Veziri Ebû Ali Bel‘amî’ye ait, Târîħ-i BelǾamî adıyla bilinen ve 963’te gerçekleştirilen Terceme-i Târîħ-i Ŧaberî, bir heyet tarafından hazırlanan ve 976’da tamamlanan Terceme-i Tefsîr-i Ŧaberî, müellifi belli olmayan 982 tarihli coğrafyaya dair Ĥudûdü’l-Ǿâlem mine’l-meşrıķ ile’l-maġrib bu döneme ait belli başlı mensur eserlerdir. Bu devirde gerek şiir gerekse nesirde dil sade ve anlatım tabiidir. Edebî sanatlara fazla yer verilmemiş, tavsif ve teşbihler tabii olarak kullanılmıştır. Devrin önemli özelliklerinden biri de ilk Sâmânî emîrlerinin, din ve mezhep gözetmeksizin saraylarında Budist, hıristiyan ve Mani dinine mensup olanlarla ateşperestlerin yanı sıra Sünnî ve Şiî mezheplerine mensup kimseleri bir arada bulundurmaları ve bunların rahatça çalışabilmelerini sağlamalarıdır.

Sâmânîler, Mâverâünnehir ve Horasan’da hüküm sürdükleri sırada Âl-i Ziyâr’dan Merdâvic, Cürcân’da istiklâlini ilân edip ardından İsfahan ve Hemedan’ı topraklarına katarak Ziyârîler hânedanını kurdu. Daha sonra Gazneliler tarafından tarih sahnesinden silinen bu hânedanın himayesinde Farsça ve Arapça eserler veren şahsiyetler yetişmiştir. Bunlar arasında Dânişnâme-i ǾAlâǿî’nin yazarı İbn Sînâ, et-Tefhîm ve el-Âŝârü’l-Bâķıye adlı eserlerin müellifi Bîrûnî, Ķābûsnâme’nin yazarı Keykâvûs b. İskender ve Züllisâneyn Hüsrev-i Serahsî sayılabilir. Güney İran ve Irak’ta hüküm süren Büveyhî hânedanına mensup sultan ve emîrler daha ziyade Arapça yazan edip ve şairleri korumuşlardır.

Gazneliler Dönemi (962-1186). Gazneliler zamanında Fars edebiyatı büyük bir gelişme göstermiş, sultanların, vezirlerin ve devlet ricâlinin şair ve edipleri korumaları, hatta pek çoğunun bizzat edip ve şair olması sebebiyle bu alanda büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. Gazneliler dönemi şiiriyle Sâmânîler dönemi şiiri arasında göze çarpan en belirgin fark Sâmânîler devrinde mânanın lafız kadar kuvvetli olmaması, Gazneliler döneminde ise şiirin hem lafız hem mâna bakımından güçlü olması, felsefî düşünceleri de içermesi ve edebî sanatların daha çok kullanılmasıdır. Bu dönemde halk ağzından kelimelere yer verilmesinden vazgeçilmiş, Sâmânîler devrinde fazla özen gösterilmeyen şiir kuralları yerli yerine oturmuş, ancak nazım şekilleri bakımından bir değişiklik olmamıştır. Bu dönemde göze çarpan tek yenilik Minûçihrî ile başlayan musammat tarzıdır. Kaynaklarda Sultan Mahmud’un sarayında pek çok şairin bulunduğu kaydedilmektedir. Bunlar arasında en tanınmış olanlar şunlardır: Firdevsî, biri Farsça, diğeri Arapça iki divan sahibi Ebü’l-Feth el-Büstî, Gazâirî-i Râzî, Ferruhî-i Sîstânî, Esedî-i Tûsî, Escedî, bilinen ilk İranlı kadın şair olan Râbia bint Kâ‘b-i Kozdârî-i Belhî, Emîrüşşuarâ Unsûrî ve Minûçihrî-i Damgānî. Bu şairlerden Unsûrî ve Ferruhî kasideleriyle, Esedî münazara tarzındaki manzumeleriyle, Minûçihrî kasidelerinin yanı sıra ilk musammatları yazması ve hamriyyâtı ile, Firdevsî ise Şâhnâme adlı mesnevisiyle tanınmıştır. Gazneliler devrinde nesir Sâmânîler dönemine göre daha olgunlaşmıştır. Bu dönemin en önemli mensur eserleri, Sultan Mahmud ve Sultan Mesud’un divan başkâtibi Ebû Nasr-ı Mişkân’ın Münşeǿât’ı ve Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin Târîħ-i Beyhaķī’sidir.

Selçuklular Dönemi (1040-1300). Kâşgar’dan Halep’e, Kirman’dan Konya’ya


kadar yayılan, Mâverâünnehir, Horasan, Kirman, Irak, Azerbaycan ve Anadolu’yu içine alan Selçuklu Devleti’nde edebiyatın önceki dönemlere göre bazı değişiklikler göstermesi, muhtelif üslûp ve akımların ortaya çıkması tabiidir. Nitekim Horasan bölgesinde yetişen şairlerin çoğu, kısmen eskiye bağlı kalarak “sebk-i Horasânî” diye adlandırılan üslûbu sürdürürken Irak ve Azerbaycan bölgelerinde yetişen şairler daha ağdalı ve edebî sanatlarla süslü bir üslûbu benimsediler ve şiirlerinde o zamana kadar kullanılmamış yeni mazmunlar kullanarak “sebk-i Irâkī” adı verilen bir üslûp geliştirdiler.

Selçuklular zamanında da hükümet merkezleri şair ve ediplerin toplandıkları yerler oldu. Horasan ve Irak gibi birbirinden çok uzak bölgelerdeki emîr ve sultanlar arasında çıkan olaylar ve bu bölgelerde yaşayan insanların düşünce tarzı, zevkleri ve yaşayışlarının birbirinden farklı olması, Horasan ve Irak’ta yetişen edip ve şairlerin kaynaşmasına sebep olduğu gibi eserlerine de yansımıştır. Sultan Sencer döneminin sonuna kadar Horasan civarında yetişen şairler Horasan üslûbunu sürdürdüler. Bu bölgede yaşayan Reşîdî, Am‘ak-ı Buhârî ve Sûzenî-i Semerkandî gibi şairler Sâmânîler ve Gazneliler dönemi şairleri tarzında eser verdiler. Azerbaycan ve Irak bölgelerinde yetişen şairler ise Arapça terkip, deyim ve terimlere, Arap veya Fars kıssalarına yer vermişlerdir. Nizâmî-i Gencevî ve Hâkānî-i Şirvânî gibi bazı şairler, basit mazmunları ve ortak kavramları yeni mazmunlarla ifade etmeye özen gösterdiler. Ancak ifrata kaçtıkları için şiirleri zor anlaşılır hale geldi. Bu hususta Evhadüddîn-i Enverî ve Ebü’l-Ferec-i Rûnî’nin etkisi büyük oldu. Aynı dönemde yetişen şairler özellikle mecaz, kinaye, istiare gibi sanatları çok kullandılar. Bunların yanı sıra hiciv türü şiir de yaygınlık kazandı.

Selçuklular’a yenilmelerine rağmen bir süre daha Gazne ve Hindistan’da varlıklarını sürdüren Gazneliler’in hâkim olduğu bölgelerde de birçok şair ve edip yetişti. Mesnevileriyle tanınan mutasavvıfşair Senâî-i Gaznevî, kaside ve habsiyyâtıyla bilinen Mes‘ûd-i Sa’d-i Selmân, kasideleriyle ünlü Ebü’l-Ferec-i Rûnî, Ebû Hanîfe-i İskâfî ve Eşref-i Gaznevî, muhtemelen Fars şiir ve edebiyatının Hindistan’da gelişmesine imkân hazırlamıştır.

Fîrûzkûh, Tohâristan ve İran’ın doğu bölgelerinde yarı müstakil bir devlet kurmuş olan Gurlular da edip ve şairleri korumuşlardır. Gur hükümdarlarından Alâeddîn-i Cihânsûz da şairdi. Bu hânedanın en ünlü edip ve şairi Çehâr Maķāle adlı eserin müellifi Nizâmî-i Arûzî’dir. Ebü’l-Kāsım-ı Refîî, Ebû Bekr-i Cevherî, Alî-i Sûfî, Şerefülefâzıl Muhammed b. Ömer-i Ferkadî, Hukârendû-yi Gūrî ve Ziyâeddin Herevî Gurlu saraya mensup diğer şairlerdir.

Irak Selçukluları sarayları da edebiyat ve şiirin rağbet bulduğu merkezlerdi. Melikşah’ın oğlu Muhammed Tapar’ın yanında büyük bir itibarı olan, şairliğinin yanı sıra Târîħ-i Âl-i Selçûķ, Tenzîrü’l-vezîr ve Şikârnâme gibi eserleri telif eden Ebû Tâhir-i Hâtûnî, Horasan’da maddî sıkıntı içine düştüğü için Irak’a gelerek I. Tuğrul’a intisap eden İmâdî-i Gaznevî, Horasan’daki karışıklıklardan kaçıp Sultan Arslan Şah b. Tuğrul’un cülûsu sırasında ona kaside sunan Esîr-i Ahsîkesî, Sultan Arslan Şah ve oğlu Tuğrul’dan teşvik gören ve gazelleriyle Sa‘dî-i Şîrâzî’yi hatırlatan Cemâleddîn-i İsfahânî, Arslan Şah b.Tuğrul’a kasideler sunan Mücîrüddîn-i Beylekânî, Gıyâseddin Mahmûd ve Arslan Şah b. Tuğrul için kasideler yazan Hâkānî-i Şirvânî bu şairler arasında zikredilebilir. Bu şairlerin hemen hepsi Irak Selçukluları’nın son zamanlarında atabeglere yönelmiştir. Mücîrüddîn-i Beylekânî ve Esîr-i Ahsîkesî, Azerbaycan’dan Irak’a gelerek Şemseddin İldeniz’e intisap etmiştir. Hâkānî, Atabeg Kızılarslan’dan iltifat görürken Zahîr-i Fâryâbî, Muhammed Cihan Pehlivan’ın oğlu Nusretüddin Ebû Bekir tarafından taltif edilmiş, Nizâmî-i Gencevî Şîrîn ve Ħüsrev adlı mesnevisini Cihan Pehlivan’a, İskendernâme’yi de onun oğlu Ebû Bekir’e takdim etmiştir.

Hârizmşahlar’ın hükümran olduğu bölgelerden Hârizm ve ardından Cürcâniye de birer ilim ve edebiyat merkezi halini aldı. Sencer’in 1141’de yenilmesinden sonra Merv’i ele geçiren Atsız b. Muhammed şehirdeki âlimlerden Kadı Abdurrahman b. Muhammed el-Kirmânî, Kadı Hüseyin b. Muhammed-i Ersâbendî, Ebû Mansûr el-Abbâdî ile felsefeci


Ebû Muhammed-i Herekî’yi Hârizm’e götürdü. Bunların yanı sıra Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî ve bir süre Hârizm sarayında bulunan Fahreddin er-Râzî’yi de anmak gerekir. Kamerî-i Cürcânî, Şâhfûr-i Eşherî ve Seyfeddîn-i A‘rec gibi şairler Hârizm sarayına mensuptular. Ayrıca Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr’in müellifi Reşîdüddin Vatvât ile et-Tevessül ile’t-teressül’ün müellifi Bahâeddin Muhammed b. Müeyyed el-Bağdâdî de bu saraya mensup şahsiyetlerdir.

Selçuklu döneminin belli başlı mutasavvıf şairleri arasında dûbeytleriyle tanınan Baba Tâhir-i Uryân, tasavvufî düşünceleri ilk defa şiirle ifade eden Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, Baba Kûhî-i Şîrâzî, seci ve kafiyeli nesrin ilk temsilcisi Hâce Abdullah-ı Herevî ve Teźkiretü’l-evliyâǿ adlı eserin yazarı Ferîdüddin Attâr’ı saymak gerekir. Diğer önemli şairler arasında İsmâilî dâîsi Nâsır-ı Hüsrev, Lâmiî-yi Gürgânî, Burhânî, Sâmânîler devri şairlerinden Esedî’nin oğlu ve Luġat-ı Fürs’ün müellifi Esedî-i Tûsî, Vîs ü Râmîn’in yazarı Fahreddin Es‘ad Gürgânî, kaside üstadı ve Ķavsnâme’nin müellifi Katrân-ı Tebrîzî, matematikçi ve astrolog olmakla birlikte daha çok rubâîleriyle meşhur olan Ömer Hayyâm, Sultan Sencer’in emîrü’ş-şuarâsı olan ve kaside, gazel, kıta ve rubâîleriyle tanınan Muizzî, kaside şairi Ezrakī-i Herevî, İlhanlılar’dan Hızır Han’ın emîrü’ş-şuarâsı Am‘ak-ı Buhârî, Seyyidüşşuarâ lakabıyla bilinen yine İlhanlılar sarayına mensup Reşîdî-i Semerkandî, gazelleriyle meşhur Edîb Sâbir, Muhtârî-i Gaznevî, mânadan çok edebî sanatlara önem veren Abdülvâsî‘-i Cebelî, hicivleriyle ünlü Sûzenî-i Semerkandî, Esîr-i Ahsîkesî, Hârizmşahlar’ın saray şairi ve kaside yazarı Reşîdüddin Vatvât, Azerbaycan bölgesinde yetişen şairlerden Mücîrüddîn-i Beylekânî, Fars edebiyatının en büyük kaside üstadı ve yeni mazmunlar kullanmaya özen gösteren Evhadüddîn-i Enverî, Felekî-i Şirvânî, kaside ve gazel üstadı Cemâleddîn-i İsfahânî, Azerbaycan bölgesinin en meşhur kaside şairi Hâkānî-i Şirvânî, kaside şairi Zahîr-i Fâryâbî ve mesnevi türünün üstadı, hamse sahibi, Azerbaycan bölgesi şairlerinden Nizâmî-i Gencevî zikredilmelidir.

Bu devrinde nesir de nazma paralel bir gelişme göstermiş, önceki dönemlere göre Farsça yazmaya rağbet artmış ve tarihî, tasavvufî, ahlâkî, edebî, tıbbî birçok eser meydana getirilmiştir. Farsça giderek gelişip daha da olgunlaşırken Farsça’ya giren Arapça terim ve kelime sayısı da artmıştır. Bu devirde önceki dönemlere göre çok daha fazla mensur eser kaleme alınmıştır. İsmâilîler, bir yandan dâîleri vasıtasıyla intihar saldırıları gerçekleştirip devlet ricâlini öldürme, yaralama adam kaçırma gibi yöntemlerle etrafa korku salarak Kazvin ve İsfahan’da nüfuz kazanmak isterken bir yandan da yazdıkları eserlerde fikirlerinin halk tarafından kolay anlaşılması için Arapça kelime kullanmaktan kaçınmış ve Farsça kelime kullanmaya özen göstermişlerdir. Selçuklular dönemi nesrinde görülen bu değişmeler Gazne ve civarına sirayet etmediği için o bölgede yetişen edipler daha önceki dönemlerde revaçta olan sade üslûbu sürdürmüşlerdir.

Selçuklular devrinde yazılmış belli başlı mensur eserler şunlardır: XI. yüzyılda Râdûyânî’nin şiir sanatları hakkında kaleme aldığı Tercümânü’l-belâġa, aynı yüzyılın ortalarında Hücvîrî’nin yazdığı, Farsça en eski tasavvufî eser olan Keşfü’l-maĥcûb li-erbâbi’l-ķulûb, Nâsır-ı Hüsrev’in 1045-1052 yılları arasında Hicaz, Şam, Mısır, Anadolu ve Mekke’ye yaptığı seyahatleri sırasında gördüklerini anlattığı Sefernâme’si, Hâce Abdullah-ı Herevî’nin XI. yüzyılın ikinci yarısında kaleme aldığı, secili nesrin en güzel örneklerinden biri olan Münâcât ve Maķālât’ı, Nizâmülmülk’ün 1091’de yazdığı Siyâsetnâme’si, İsmâil b. Hasan el-Cürcânî’nin 1110’dan sonra kaleme aldığı, daha sonra Arapça’ya ve kısaltılarak İbrânîce’ye tercüme edilen tıbba dair Źaħîre-i Ħârizmşâhî adlı eseri, Gazzâlî’nin Kimyâ-yı SaǾâdet’i, İbnü’l-Belhî’nin 1105-1116 yılları arasında yazdığı Fârsnâme’si, Ömer Hayyâm’ın Nevrûznâme’si, müellifi belli olmayan 1126’da telif edilmiş Mücmelü’t-tevârîħ ve’l-ķıśaś, Kadı Hamîdî’nin Maķāmât-ı Ĥarîrî


ve Maķāmât-ı BedîǾüzzamân-ı Hemedânî’ye nazîre olarak yazdığı Maķāmât-ı Ĥamîdî’si, Nizâmî-i Arûzî’nin 1156’da kaleme aldığı Çehâr Maķāle’si, Muhammed b. Münevver’in Esrârü’t-tevĥîd’i, Reşîdüddin Vatvât’ın Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķı’ş-şiǾr’i, Muhammed b. Ali er-Râvendî’nin XII. yüzyılın sonlarına doğru yazdığı ve 1212’de Anadolu Selçuklu Hükümdarı Keyhusrev b. Kılıcarslan’a takdim ettiği, Selçuklular tarihi bakımından önemli bir kaynak sayılan Râĥatü’ś-śudûr’u ve Ferîdüddin Attâr’ın XIII. yüzyılın ilk yarısında kaleme aldığı Teźkiretü’l-evliyâǿ adlı eseri. Bu arada İranlı oldukları halde Farsça kitapların yanı sıra Arapça eserler verenlerle sadece Arapça yazanlar arasında yirmi ciltlik et-Tibyân adlı Kur’an tefsirinin müellifi Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Gazzâlî, MecmaǾu’l-emŝâl sahibi Meydânî, Zemahşerî, Şehristânî, Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl, Fahreddin er-Râzî ve Hatîb et-Tebrîzî gibi şahsiyetleri de zikretmek gerekir.

Moğol ve Timurlular Dönemi (1220-1505). Moğol istilâsı, Cengiz Han’ın XIII. yüzyılın başlarında İran’a saldırmasıyla başladı. Moğollar’ın saldırısından kurtulmayı başaran birçok âlim, şair, edip ve tarihçi İran’ın Moğol istilâsına uğramayan bölgeleriyle Hindistan, Irak ve Anadolu’ya kaçtı. Şems-i Kays Fars’a, Bahâeddin Veled ve oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile Necmeddîn-i Dâye gibi şahsiyetler Anadolu’ya, bazı kimseler Sind, Mültan ve Delhi’ye gittiler ve zor şartlar altında da olsa buralarda varlıklarını sürdürdüler. Bu ortamda yetişen en büyük şair Hallâkulmeânî lakabıyla ünlenen Kemâleddîn-i İsfahânî’dir. Cengiz ölünce Hârizmşahlar ülkelerine yeniden sahip olmak istediler. Cengiz’in yerine geçen oğlu Ögedey tekrar İran’a girerek ikinci defa yağma ve katliamlar yaptı. Hülâgû’nun İran’a gelişine kadar Cengiz yasaları uygulandığı için sosyal hayat altüst olmuştur. Böyle bir ortamda şiir ve edebiyat da bir duraklama devrine girdi. Bu döneme ait, Moğol zulmünden kaçarak başka ülkelere gidenlerle gizlenenlerden kalan eserler günümüze ulaşmıştır.

Hülâgû, İran’da İsmâilîler’in kalelerini ve özellikle Alamut Kalesi’ni ele geçirip onların nüfuzunu kırdıktan sonra Bağdat’ı işgal ederek başşehri Merâga olan İlhanlılar Devleti’ni kurdu. Bir asır kadar İran’da hükümran olan İlhanlılar yavaş yavaş İslâmiyet’in etkisi altına girmeye başladılar. Moğollar’ın hâkim olduğu bu dönemde medreselerin, ilim ve edebiyat mahfillerinin, Bağdat, Hârizm, Nîşâbur, Merv ve Buhara gibi önemli edebiyat, ilim ve irfan merkezlerinin ortadan kalkması, âlim ve sanatçıların ülkeyi terketmeleri veya gizlenmeleri ilim ve edebiyatın gerilemesine yol açtı. Bu arada Moğol istilâsından fazla etkilenmeyen Fars bölgesindeki Salgurlular’dan bilhassa Atabeg Ebû Bekir Sa’d-i Zengî, Lûristan’da hâkim olan Atabekân-ı Şebânkâre’den Nusretüddin Ahmed, Sîstan ve Herat’ta hüküm süren Âl-i Kert’e mensup atabegler şair ve edipleri himaye ettiler. Şems-i Kays, Mecd-i Hemger ve Sa‘dî-i Şîrâzî, Fars Atabegleri’nden Ebû Bekir Sa‘d’ın sarayına mensup şairlerdir.

Bu olumsuz gelişmelere rağmen Moğollar zaman içinde İranlılar’la karışıp kaynaştılar. Nasîrüddîn-i Tûsî, Şemseddin Cüveynî, kardeşi Atâ Melik Cüveynî ve Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî gibi âlimler Moğol sarayında divan kâtipliği, müşavirlik, vezirlik gibi önemli görevler üstlendiler. İlhanlılar şair, edip ve tarihçileri himayeleri altına almaya başlayınca ilim dünyası yeniden canlandı. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin isteği üzerine müsbet ilimlere de önem verilerek Merâga’da bir astronomi gözlemevi kuruldu. Reşîdüddin Fazlullah Tebriz’de Rub‘-i Reşîdî adlı medrese, dârüşşifâ ve büyük bir kütüphane yaptırdı, buralara vakıflar tahsis ettirdi. Tarihçilik önceki dönemlere nisbetle önem kazandı. Dönemin bu karmakarışık siyasî olayları içerisinde yine de bazı devletlerin


saraylarında şiir ve edebiyat revaç buldu. Sultan Üveys ve Sultan Ahmed Celâyir gibi hükümdarlar şair ve edipleri himaye ettiler. Selmân-ı Sâvecî, Ubeyd-i Zâkânî ve Nâsır-ı Buhârî bunların ihsanlarına mazhar oldular. Fars’ta ise Hâfız-ı Şîrâzî ve İmâd-i Fakīh gibi şairler, İncû hânedanının son hükümdarı Şeyh Ebû İshak ve Şah Şücâ‘dan iltifat gördüler.

Moğollar devrinde yer yer duraklayan edebî hareketler Timur ve sülâlesi zamanında tekrar eski canlılığını kazanmaya başladı. Timur din büyüklerine ve âlimlere saygılı davranmış ve gittiği yerlerdeki âlim ve sanatkârları Semerkant’a göndermiştir. Bu arada el-Muŧavvel’e yazdığı şerhle tanınan Sa‘deddin et-Teftâzânî’ye bir mektup göndererek kendisini Semerkant’a davet etmiştir. Ancak ilim adamlarına saygı göstermesine rağmen acımasız bir hükümdar olduğu için şairler onun yanına gitmeye pek rağbet etmemişlerdir. Timur’un oğlu Şâhruh ilim ve edebiyata babasından daha çok önem vermiştir. İsmet-i Buhârî ve Besâtî-i Semerkandî gibi şairler onun sarayına mensuptular. Şâhruh’un oğlu olan ve Esterâbâd’da hüküm süren Gıyâseddin Baysungur ile Semerkant’ta hüküm süren Şehzade Uluğ Bey de ilme önem veren hükümdarlardandır. Özellikle Uluğ Bey, matematik ve astronomiye olan ilgisi ve Semerkant’ta kurdurduğu rasathâne ile tanınmıştır. Uluğ Bey’in çocuklarından Hüseyin Baykara Herat’ı bir ilim, sanat ve edebiyat merkezi haline getirmiştir. Hüseyin Baykara’nın yakın arkadaşı ve veziri Ali Şîr Nevâî’nin bu kültür hareketlerindeki katkılarını da belirtmek gerekir.

Bu dönemlerde istikrarlı devletler yerine ülkenin çeşitli bölgelerinde muhtelif devlet ve devletçiklerin bulunması sebebiyle şairler hükümdar ve emîrlerin saraylarından uzaklaşarak halka yöneldiler. Halkın zevkine daha çok hitap ettiği için gazel ve manzum hikâye revaç buldu ve kaside fazla itibar görmemeye başladı. Şiir ve edebiyata yeteneği olan kimseler hat ve tezhip gibi güzel sanatlarla uğraştıkları için şiir giderek gerekli bilgi birikimine sahip olmayan, hatta bazıları okuma yazma dahi bilmeyen avam tabakasının elinde kaldı. Konuşma dilinde kullanılan kelime ve tabirlerin şiire girmesine yol açan bu durum, Safevîler devrinde ortaya çıkacak olan sebk-i Hindî’nin gelişeceği ortamı hazırladı. Bu dönemde yetişen şairlerin çoğu, düşünce tarzları halkın düşünce tarzına daha yakın olduğundan halk arasında şöhret kazandı. Bu arada bazı şairler başkalarının şiirlerini kendi şiirleriymiş gibi gösterdiler. Bu durum, onların eserlerinde pek çok lafız ve mâna hatasına düşmelerine sebep oldu. Dönemin kayda değer bir diğer özelliği de muamma türünün revaç bulmasıdır. Bu oluşumların dışında kalan şair klasik tarzın son temsilcisi olan Abdurrahman-ı Câmî’dir. Câmî, şiirlerinde genellikle Emîr Hüsrev-i Dihlevî’yi örnek almakla beraber kasidede Hâkānî-i Şirvânî ve Senâî, gazelde Sa‘dî-i Şîrâzî ve Hâfız-ı Şîrâzî, mesnevide Firdevsî ve Nizâmî-i Gencevî’nin etkisinde kalmıştır. Ayrıca Timur’un fütuhatını anlatan Timurnâme adlı eserin müellifi ve Câmî’nin yeğeni Hâtifî-i Harcirdî, sebk-i Hindî’nin öncüsü sayılabilecek olan Baba Figānî-i Şîrâzî ve Nizâmî-i Gencevî tarzında yazılmış en güzel Leylâ ve Mecnûn mesnevilerinden birini kaleme alan Mektebî-i Şîrâzî’yi de anmak gerekir.

Moğol ve Timurlular döneminde yetişen şairler, içerik ve şekil bakımından her türden şiir söylemekle beraber Moğollar’ın baskı ve zulmünden rahatsız oldukları için tasavvufa yönelerek duygu ve düşüncelerini tasavvuf perdesi altında söylemeyi tercih etmişlerdir. Bu devirde Safiyyüddîn-i Erdebîlî, Alâüddevle-i Simnânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve öğrencisi Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâkī, Mahmûd-ı Şebüsterî ve Abdürrezzâk el-Kâşânî gibi çok ünlü mutasavvıflar yetişmiştir. Daha önceki dönemlerde kaside ilk sırada yer alırken bu devirde gazel birinci plana çıkmış, Moğollar’la haşır neşir olurken Farsça’ya pek çok Moğolca hatta Çince kelime girmiştir. Selçuklular döneminde başlayarak gelişen, Irak ve Azerbaycan bölgelerinde yetişen şairlerce benimsenip kullanılan sebk-i Irâkī, Moğol ve Timurlular devrinde bazı önemsiz değişikliklere uğramakla birlikte Timurlular’ın son zamanlarına kadar varlığını korumuştur.

Nesirde başlangıçta kısa bir duraklama dönemi geçirmesine rağmen tekrar canlanarak özellikle tarihî ve tasavvufî konularda pek çok eser meydana getirilmiştir. Moğollar’ın İran’ı istilâsı sırasında onların ulaşamadıkları bölgelerde nesir bir yandan Selçuklular devrindeki olgun, akıcı ve edîbane üslûbuyla devam ederken Moğollar’ın hâkimiyeti altında bulunan bölgelerde “nesr-i fennî” adı verilen anlaşılması güç, yersiz mübalağa, lüzumsuz ifade ve sanatlarla dolu, çok ağdalı olmakla beraber gevşek, ham ve tatsız bir dil kullanılmaya başlandı. Moğol istilâsından sonra Farsça’da göze çarpan önemli bir husus da birçok Türkçe ve Moğolca kelimenin bu dile girmesidir. Bu kelimelerin çoğu günümüz Farsça’sında da kullanılmaktadır.

Atâ Melik Cüveynî’nin 1260’ta yazdığı, Moğollar’ın ortaya çıkışı, Cengiz Han, Hârizmşahlar ve İsmâilîler hakkında önemli bilgiler içeren Târîħ-i Cihângüşâ, Minhâc-ı Sirâc Cûzcânî’nin kaleme aldığı Ŧabaķāt-ı Nâśırî, aslı Arapça olup Ebû Nasr Muhammed b. Abdülcebbâr el-Utbî tarafından XI. yüzyılın başlarında yazılan ve XIII. yüzyılda Ebü’ş-Şeref Nâsıh-ı Gülpâyigânî tarafından Farsça’ya çevrilen, Gazneli Sultan Mahmud dönemini anlatan Târîħ-i ǾUtbî, Gāzân Han zamanında vezirlik yapmış olan Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî’nin kaleme aldığı, Moğollar dönemi tarihi için en önemli kaynak mahiyetindeki CâmiǾu’t-tevârîħ, Vassâf diye bilinen Abdullah-ı Şîrâzî’nin yazdığı Târîħ-i Vaśśâf, Hamdullah el-Müstevfî’nin telif ettiği Târîħ-i Güzîde, yine aynı müellifin kaleme aldığı Žafernâme, Nizâmeddîn-i Şâmî’nin aynı adlı eseri, Hâfız-ı Ebrû’nun yazdığı Zübdetü’t-tevârîħ, Fasîh-i Hâfî’nin kaleme aldığı Mücmel-i Faśîĥî, Şerefeddin Ali Yezdî’nin Timur dönemini anlatan Žafernâme,


Abdürrezzâk es-Semerkandî’nin MaŧlaǾ-ı saǾdeyn, Muînüddîn-i İsfizârî’nin Ravżâtü’l-cennât ve Mîrhând’ın Ravżatü’ś-śafâǿ adlı eserleri bu dönemde yazılmış önemli tarih kitaplarıdır.

Muhammed Avfî’nin 1220’de yazdığı ve Farsça en eski tezkire sayılan Lübâbü’l-elbâb, Abdurrahman-ı Câmî’nin 1478’de kaleme aldığı Nefeĥâtü’l-üns, Devletşah’ın 1487’de yazdığı Teźkiretü’ş-şuǾarâǿ ve Hüseyin Baykara’nın kaleme aldığı söylenen Mecâlisü’l-Ǿuşşâķ gibi tezkireler; Şems-i Kays’ın 1233’te yazdığı aruz ve kafiye hakkındaki el-MuǾcem fî meǾâyîri eşǾâri’l-ǾAcem, Nasîrüddîn-i Tûsî’nin 1236’da telif ettiği Aħlâķ-ı Nâśırî, Devvânî’nin XV. yüzyılın ikinci yarısında kaleme aldığı Aħlâķ-ı Celâlî, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin 1495’te yazdığı Aħlâķ-ı Muĥsinî, aynı müellifin Kelîle ve Dimne tarzında kaleme aldığı Envâr-ı Süheylî adlı ahlâk kitapları; Muhammed Avfî’nin yazdığı CevâmiǾu’l-ĥikâyât ve levâmiǾu’r-rivâyât, Moğol istilâsı sırasında Anadolu’ya kaçan Necmeddîn-i Dâye’nin 1228’de kaleme alıp Alâeddin Keykubad’a takdim ettiği Mirśâdü’l-Ǿibâd adlı tasavvufî eseri Moğollar ve Timurlular dönemlerinde yazılmış önemli kitaplardır.

ǾAvârifü’l-maǾârif’in müellifi Şehâbeddin es-Sühreverdî, matematik, astronomi ve mantık dallarında Taĥrîr-i Öķlîdis (Euclides), Taĥrîr-i Mecisŧî (Almageste), Şerĥ-i İşârât adlarını taşıyan eserlerin sahibi Nasîrüddîn-i Tûsî, astronomi, coğrafya ve eşya ile ilgili ǾAcâǿibü’l-maħlûķāt ve ġarâǿibü’l-mevcûdât, coğrafya ile ilgili Âŝârü’l-bilâd adlı eserlerin yazarı Zekeriyyâ el-Kazvînî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teǿvîl, ŦavâliǾu’l-envâr, Minhâcü’l-vüśûl gibi Arapça eserlerle Nižâmü’t-tevârîħ adlı Farsça eserin müellifi Kādî Beyzâvî, İbn Sînâ’nın el-Ķānûn’u ile Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl’ün Ĥikmetü’l-işrâķ’ına yazdığı Arapça şerhler ve Dürretü’t-tâc adlı Farsça eseriyle tanınan Kutbüddîn-i Şîrâzî, el-Mevâķıf, el-Fevâǿidü’l-ġıyâŝiyye ve Şerĥu Muħtaśari’l-Müntehâ adlı eserlerin müellifi, kelâm âlimi Kādî Adudüddin el-Îcî de Moğollar ve Timurlular dönemlerinde yetişen ve daha çok Arapça eser veren müellifler arasında zikredilebilir.

Safevîler Dönemi (1501-1736). Bu dönemde, sarayların ve hükümdarların azametinin göstergesi sayılan kaside değerini yitirdi. Hükümdarlar, şairlerden sultanları öven kasideler yerine Ehl-i beyt’e ağıt yazmalarını istediler. Kasideleri itibar görmeyen şairler, Horasan ve Irak üslûplarını terkederek Hz. Ali ve on iki imamla ilgili kasideler ve özellikle Kerbelâ Vak‘ası’nı konu alan mersiyeler kaleme aldılar. Gazel ise eğlence meclislerinin bir unsuru haline geldi. Aynı dönemde Şiîlik devletin resmî mezhebi olduğu için edebiyat da daha çok Şiîliği yayma yolunda bir gelişme gösterdi. O zamana kadar Arapça yazılmakta olan dinî eserler Farsça yazılmaya başlandı. Moğollar ve Timurlular döneminin ağır ve ağdalı üslûbu sürdürülürken bir yandan da şiire yeni bir özellik kazandıran, ince duygular ve hayallerle süslü sebk-i Hindî gelişti. Pek çok şair ve edibin yetişmesine, ayrıca birçok hükümdar ve şehzadenin şiir ve edebiyatla uğraşmasına rağmen bu devir yine de Fars edebiyatında bir gerileme dönemi sayılır. Bu dönemde gazel ve tasavvufî şiir terkedildi. Seci, kafiye, teşbih, cinas, istiare gibi edebî sanatlar anlaşılması çok güç bir tarzda kullanıldı. Bazı şairlerin İran’ı terkedip özellikle Hindistan’a gitmelerine ve şiirin halk tabakalarının uğraş alanı içine girmesi gibi olumsuz sayılabilecek gelişmelere rağmen bu dönemde yine de değerli şair ve edipler yetişti. Devrin en önemli özelliklerinden biri, Fars edebiyatının İran dışında ve bilhassa Hindistan’da revaç bulması, İran dışında da Farsça yazan birçok edip ve şairin yetişmesidir.

Sebk-i Hindî’nin bânisi sayılan Baba Figānî-i Şîrâzî, Hâtifî, Hilâlî-i Çağatâyî ve Ehlî-i Şîrâzî’den sonra Ümîdî, Zamîrî-i İsfahânî, Vahşî-i Bâfkī, Kerbelâ Vak‘ası hakkında söylediği mersiyelerle tanınan Muhteşem-i Kâşânî, Zülâlî-i Hânsârî, Câmî-i Abbâsî, ünlü hekim Şifâî-i İsfahânî, Şâpûr-i Tahrânî, Celâl-i Esîr, Rükneddin Mes‘ûd-i Kâşî ve Sâib-i Tebrîzî Safevîler döneminin ünlü şairleridir.

Bâbürlü hânedanına mensup hükümdarlardan Bâbür, Ekber Şah, Nûreddin Cihangir ve Şah Cihan’ın sarayları Safevî yöneticilerinden yüz bulamayan şair, edip ve sanatkârların sığınağı oldu. Bâbürlüler’in sarayında resmî dil Farsça olduğu için hükümdarların teşvikiyle telif edilen tarih, tezkire, sözlük ve edebiyatla ilgili eserlerin yanı sıra birçok Hintçe kitap da Farsça’ya çevrildi. Resim ve sanatı himaye etmekten çok dinî ilimlere değer veren Evrengzîb’in RuķaǾât-ı ǾÂlemgîr adını taşıyan mektupları sade Farsça’nın güzel örneklerini teşkil eder. Geçici bir süre için gidip tekrar İran’a dönen veya Hindistan’a gidip bir daha dönmeyen şairler arasında Örfî-i Şîrâzî, Muhammed Rızâ Habûşânî, Nazîrî-i Nîşâbûrî, Zuhûrî-i Türşîzî,


Melik-i Kummî, Âkā Sâfî-i İsfahânî, Hayâtî-i Gîlânî, Mürşid-i Bürûcerdî, Cihangir’in melikü’ş-şuarâsı Tâlib-i Âmülî, bir süre Âsitân-ı Kuds-i Rezevî’nin hazinedarlığını yapmış olan ve Hindistan’a gittikten sonra Şah Cihan’ın saray şairleri arasına giren Kudsî-i Meşhedî, Kelîm-i Kâşânî, yahudi asıllı Saîdâ-yi Sermed-i Kâşî ve Sâib-i Tebrîzî’nin adları zikredilebilir.

Hindistan’daki müslümanlar ve Hintliler’den Farsça eserler veren pek çok şair yetişmiştir. Emîr Hüsrev-i Dihlevî’den sonra Hindistan’da yetişen en ünlü şair divanı, hamsesi ve ahlâka dair Arapça Mevâridü’l-kelim adlı eseri ve noktasız harflerle kaleme aldığı SevâŧıǾu’l-ilhâm adlı bir tefsiri olan, Ekber Şah’ın melikü’ş-şuarâsı Feyzî-i Hindî, Evrengzîb’e intisap eden, Naġme-i Çehâr Çemen adlı eserin sahibi Brahman mahlaslı Çondarbhân-ı Lâhûrî, Ganî-i Keşmîrî, ǾAzîz ü Şâhid adlı mesnevisiyle tanınan Ganîmet-i Goncâhî, Nasr Ali ve Bâbürlüler döneminin son ünlü şairi, sebk-i Hindî’nin önde gelen temsilcisi olan ve kaside, gazel, mesnevilerinden başka RuķaǾât, Nikât ve Çehâr ǾUnśur adlı mensur eserleri de bulunan Bîdil-i Azîmâbâdî bu grubu oluşturur.

Safevîler devrinde gelişimini tamamlayan sebk-i Hindî’nin belli başlı özellikleri yeni mazmun arayışlarına gidilmesi, daha önceki dönemlerde rastlanmayan hayalî tasvirlerin kullanılması, alışılmamış ve anlaşılması güç teşbih ve istiarelere başvurulması, halkın günlük konuşmasında kullandığı kelimelerin şiire girmesi, deyimlere fazla yer verilmesi, az kullanılan bahir ve vezinlere itibar edilmemesi, şahsî dertlerin dile getirilmesi ve aşk ıstırabının anlatımında ifrata kaçılması, halkın zevklerine uygun eserlerin ve mazmunların meydana getirilmesi, eskiden medrese çıkışlıların tekelinde olan şiirin halka inmesi ve gerçekçiliğe yönelmesi şeklinde özetlenebilir.

Hândmîr’in Ĥabîbü’s-siyer’i, İbn Bezzâz’ın Śafvetü’ś-śafâ’sı, Hasan-ı Rûmlû’nun XVI. yüzyılın sonlarına doğru yazdığı Aĥsenü’t-tevârîħ’i, İskender Bey Münşî’nin 1629’da kaleme aldığı Târîħ-i ǾÂlemǿârâ-yı ǾAbbâsî’si Safevîler döneminde yazılmış tarih kitaplarıdır.

Şah İsmâil’in oğlu Sâm Mirza’nın Tuĥfe-i Sâmî’si, Ali Şîr Nevâî’nin Mecâlisü’n-nefâǿis’i, Takī-i Kâşî’nin Ħulâśatü’l-eşǾâr ve zübdetü’l-efkâr’ı, Kadı Nûrullah et-Tüsterî’nin Mecâlisü’l-müǿminîn’i, Emîn-i Ahmed-i Râzî’nin Heft İķlîm’i, Ali b. Mahmûd el-Hüseynî’nin Bezmârâ’sı, Molla Abdünnebî Fahrüzzamân-ı Kazvînî’nin Teźkire-i Meyħâne’si, Vâlih-i Dağıstânî’nin Riyâżü’ş-şuǾarâǿsı ve Âzâd-ı Bilgrâmî’nin Ħizâne-i ǾÂmire’si bu dönemde yazılmış tezkire türü eserlerdir.

Cemâleddin Hüseyn-i İncû’nun Ferheng-i Cihângîrî’si, Sürûrî-i Kâşânî’nin Ferheng-i Sürûrî’si, Muhammed Hüseyin b. Halef-i Tebrîzî’nin Burhân-ı ĶāŧıǾı ve Abdürreşîd b. Abdülgafûr et-Tattavî’nin Ferheng-i Reşîdî’si bu dönemde yazılan sözlüklerdir.

Safevîler’in son zamanlarında Nâdir Şah İran hükümdarı olmuş, ancak padişahlığı uzun sürmemiş ve yönetim Zend hânedanından Kerîm Han Zend’in eline geçmiştir. Ülkede güven ortamının neredeyse tamamen ortadan kalktığı bu iki hükümdar döneminde Vâlih-i Dağıstânî, daha sonra “bâzgeşt-i edebî” (edebiyatta eskiye dönüş) adıyla anılacak olan akımın öncüsü Mîr Seyyid Ali Müştâk-ı İsfahânî, Hazîn-i Lâhîcî, Âşık, Âkā Muhammed Takī-i Sehbâ, Lutf Ali Beg Âzer, Hâtif-i İsfahânî, Sabâ-yi Kâşânî gibi şair ve edipler kurtuluşu eski şair ve ediplerin üslûbuna dönmekte bulmuşlardır. Mehdî Han b. Muhammed Nâsır-ı Esterâbâdî’nin Cihângüşâ-yı Nâdirî ve Dürre-yi Nâdire’si, Ebü’l-Hasan Muhammed Emîn-i Gülistâne-i İsfahânî’nin Mücmelü’t-tevârîħ’i ve Ali Rızâ b. Abdülkerîm-i Şîrâzî’nin Târîħ-i Zendîye’si, Lutf Ali Beg Âzer’in Âteşkede’si, Vâlih-i Dağıstânî’nin Riyâżü’ş-şuǾarâǿ adlı eseri, Hazîn-i Lâhîcî’nin Teźkire-i Ĥazîn’i Nâdir Şah ve Kerîm Hân-ı Zend dönemlerinde kaleme alınmıştır.

Kaçarlar Dönemi (1786-1925). Şair ve edipler, XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren yeniden Horasan ve Irak üslûplarına döndüler ve bu üslûpların önde gelen temsilcilerinden Firdevsî, Unsûrî, Ferruhî, Minûçihrî, Evhadüddîn-i Enverî ve Hâkānî-i Şirvânî tarzında eserler vermeye başladılar. Bu üslûp Kaçar döneminin sonuna kadar sürdürüldü. Seyyid Muhammed Sihâb, Seyyid Hüseyin Micmer-i İsfahânî, Sabâ-i Kâşânî, Andelîb-i Kâşânî, Mahmûd Hân-ı Kâşânî, Neşât el-İsfahânî, Mirza Ebü’l-Kāsım Kāimmakām-ı Ferâhânî, Visâl-i Şîrâzî ve altı oğlu Mirza Mahmûd, Mirza Muhammed, Mirza İsmâil, Mirza Ebü’l-Kāsım, Mirza Ahmed, Mirza Abdülvehhâb, Kāânî-i Şîrâzî, Fürûgī-i Bistâmî, Yağmâ-i Cendekî, Mirza Muhammed Ali Sürûş-i İsfahânî, Rızâ Kulı Han Hidâyet, Sipihr-i Kâşânî, Ebû Nasr-ı Şeybânî, Safî Ali Şah, Safâ-yi İsfahânî, Hâc Mirza Habîb-i Horâsânî, Edîbü’l-Memâlik Ferâhânî, Abdülcevâd Edîb-i Nîşâbûrî, Edîb-i Pîşâverî, Îrec Mirza, Ziyâ-i Leşker, Takī-i Dâniş, Melikü’ş-şuarâ Bahâr ve Vahîd-i Destgirdî bu devirde yetişen şairlerdir. Kaçar hânedanı içinde şiir ve edebiyatla uğraşan hükümdarlar da yetişmiştir. Feth Ali Şah’ın oğlu Ali Kulı Han hikmet ve riyâziye ile uğraşıyor, şiirlerinde Fahrî mahlasını kullanıyordu. Ni‘metullāhiyye tarikatına mensup olan diğer oğlu Muhammed Rızâ Mirza ise Efser mahlasıyla şiirler söylüyordu. Üçüncü oğlu Îrec Mirza’nın mahlası İnsâf idi. Abbas Mirza’nın oğlu Ferhad Mirza şer‘î ve edebî, Devletşah’ın oğlu Tahmasb Mirza ise şer‘î ilimlerle ilgileniyordu. Devletşah’ın torunu Bedîülmülk Mirza, Molla Sadra’nın bazı eserlerini Farsça’ya tercüme etmiştir.

Kaçarlar döneminde din, tasavvuf ve felsefeyle ilgili Farsça ve Arapça kitaplar da yazılmıştır. Ma‘sûm Ali Şah’ın Ŧarâǿiķu’l-ĥaķāǿiķ’ı, Rızâ Kulı Han Hidâyet’in Riyâżü’l-Ǿârifîn ve MecmaǾu’l-fuśaĥâǿ adlı eserleri, Muhammed Sâdık b. Mehdî’nin Nücûmü’s-semâǿ adlı kitabı, Seyyid Muhammed Sihâb’ın Reşeĥât-ı Sihâb’ı ile bir grup âlim tarafından kaleme alınan Nâme-yi Dânişverân bu devirde


yazılan tezkirelerdir. Muhammed Gıyâseddin Ġıyâŝü’l-luġāt, Rızâ Kulı Han Hidâyet Ferheng-i Encümenârâ adlı sözlüklerini bu dönemde hazırlamışlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

I. Pizzi, Storia della Poesia persiane, Torino 1894; Browne, LHP, I-V; R. Levy, Persian Literature: An Introduction, London 1913; Şiblî Nu‘mânî, ŞiǾrü’l-ǾAcem (trc. M. Takī Fahr-i Dâî-yi Gîlânî), Tahran 1316-27/1937-48; Rızâzâde Şafak, Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân, Tahran 1313-24; Bedîüzzaman Fürûzanfer, Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân, Tahran 1317; a.mlf., Süħan u Süħanverân, Tahran 1350 hş.; a.mlf., Mebâĥiŝî ez Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân (nşr. İnâyetullah Mecîdî), Tahran 1354 hş.; A. J. Arberry, Classical Persian Literature, London 1958; Zeynelâbidîn-i Mu‘temen, Taĥavvül-i ŞiǾr-i Fârsî, Tahran 1337-42/1958-69, I-II; a.mlf., ŞiǾr ve Edeb-i Fârsî, Tahran 1346/1967; Abdürresûl Hayyâmpûr, Ferheng-i Süħanverân, Tebriz 1340/1961; Celâleddin Hümâî, Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân, Tahran 1342/1963, I-II; F. Machalski, Persian Court Poetry of the Kacar Epoch Folia Orientalia, Krakov 1964, VI, 1-40; Nefîsî, Târîħ-i Nažm u Neŝr, I-II; Pervîz Nâtil Hânlerî, Zebânşinâsî ve Zebân-ı Fârsî, Tahran 1343; a.mlf., Târîħ-i Zebân-ı Fârsî, Tahran 1354 hş./1975, I; Kerîm-i Kişâverz, Hezâr Sâl Neŝr-i Fârsî, Tahran 1345-46/1966-67, I-V; Abbas İkbâl-i Âştiyânî, Târîħ-i Mufaśśal-ı Îrân ez Śadr-i İslâm tâ İnķırâz-i Ķacâriyye (nşr. Muhammed Debîr-i Siyâkī), Tahran 1346 hş./1967; Rypka, HIL; a.mlf., Poets and Prose Writers of the Late Saljuq and Mongol Periods, Cambridge 1968; a.mlf., Edebiyyât-ı Îrân der Zamân-ı Selçûķıyân ve Moġolân (trc. Ya‘kūb-i Ajend), Tahran 1364/1986; Zehrâ-yi Hânlerî (Kiyâ), Ferheng-i Edebiyyât-ı Fârsî-yi Derî, Tahran 1348/1969; Abbas Mihrîn-i Şûsterî, Târîħ-i Edebiyyât-ı Fârsî-yi Îrân: ǾAśr-ı Hahâmenişî, Tahran 1348 hş.; a.mlf., Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân: ǾAśr-ı Sâsâniyyân, Tahran 1349 hş.; Bahâr, Sebkşinâsî, Tahran 1349/1970, I-III; Yahyâ Âryânpûr, Ez Śabâ tâ Nîmâ, Tahran 2535, I-II; a.mlf., Ez Nîmâ tâ Rûzgâr-ı Mâ, Tahran 1374; Bânû Nusret Tecrübekâr, Sebk-i ŞiǾr der ǾAśr-ı Ķacâriyye, Tahran 1350 hş.; a.mlf., İran Edebiyatında Şiir-Kaçarlar Dönemi (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1995; Abdülhüseyin Zerrînkûb, ŞiǾr-i bî-Dürûġ ŞiǾr-i bî-Niķāb, Tahran 2536/1977; a.mlf., Seyrî der ŞiǾr-i Fârsî, Tahran 1363 hş.; a.mlf., Rûzgârân-ı Îrân, Tahran 1374 hş./1995; Ethé, Târîħ-i Edebiyyât; Zebîhullah Safâ, Târîħ-i Edebiyyât der Îrân, Tahran 1351-70, I-V; a.mlf., Muħtaśarî der Târîħ-i Taĥavvül-i Nažm u Neŝr-i Fârsî, Tahran 1353/1974; a.mlf., Genc-i Süħan, Tahran 1339 hş., I-III; a.mlf., Gencîne-i Süħan, Tahran 1348/1969, I-V; Muhammed İsti‘lâmî, Berresî-yi Edebiyyât-ı İmrûz-i Îrân, Tahran 2535/1976; a.mlf., Şinâħt-i Edebiyyât-ı İmrûz, Tahran 1349 hş.; Muhammed Resûl-i Deryâgeşt, Sâǿib ve Sebk-i Hindî, Tahran 2535/1976; Nihat Alptürk, Çağdaş İran Nazmı (doçentlik tezi, 1978), Atatürk Üniversitesi; Mehmet Kanar, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (doktora tezi, 1979), İÜ Ed. Fak. Arap-Fars Filolojisi; Hüsrev Ferşîdverd, Der Bâre-i Edebiyyât u Naķd-i Edebî, Tahran 1363, I-II; Gulâm Hüseyin Yûsufî, Çeşme-i Rûşen, Tahran 1363/1984; Ömer Okumuş, “Hint Üslubu (Sebk-i Hindî)”, EFAD, sy. 17 (1989), s. 107-117.

A. Naci Tokmak





c) Modern İran Edebiyatı.

Türkistan, Irak ve Hint üslûplarının tesirinde birçok merhaleyi aşan klasik İran edebiyatı, Kaçarlar döneminde ortaya çıkan “bâzgeşt-i edebî” (edebiyatta eskiye dönüş) akımını geride bırakarak XX. yüzyıla girdi. Bu süreçte Batı’da ilim ve teknoloji alanında büyük değişiklikler meydana geldi. Feth Ali Şah, zamanında ordunun modernize edilmesi, posta, telefon ve telgraf teşkilâtının, darphânenin ve Tebriz’de matbaanın tesisi ile modernleşme faaliyetlerinin öncüsü oldu. 1906 yılında Muzafferüddin Şah tarafından Meşrutiyet’in kabul edilmesinin ardından yenilikler birbirini takip etti.

Mirza Takī Han ve Mirza Ebü’l-Kāsım-ı Kāimmakām gibi ıslahatçı devlet adamlarının gayretleri sonucunda 1852’de Tahran Dârülfünunu’nun ve modern eğitim vermeyi hedefleyen ilk ve orta dereceli okulların açılışı, resmî ve yarı resmî gazete ve dergilerin yayımlanmaya başlaması, ders kitaplarının yazılması ve çeviri çalışmaları yeni atılımların yapılabilmesi için gerekli alt yapıyı oluşturdu. Yazarlar telif ve çeviri çalışmaları yoluyla yenilik hareketini hızlandırdılar. Halkın anlayacağı dilde sosyal eleştiriler yapılırken dil gösterişten uzak açık bir şekle dönüştü. Konuşma dilinde geçen kelimeler yazı dilinde de kullanılmaya başlandı. İran ve Kafkasya’da çıkan Âźerbâycân, Tebrîz, İttiĥâd, Ferheng, Nidâ-yi Vaŧan gibi gazetelerin yanı sıra İstanbul, Londra, Kahire, Kalküta, Berlin ve Paris’te Farsça olarak yayımlanan Aħter, Ķānûn, Ĥablü’l-metîn, Śûr-i İsrâfîl, ǾUrvetü’l-vüŝķā ve Kâve gibi gazete ve dergiler dilde sadeleşmeye gidilmesinde büyük rol oynadı. Tâlibof, Zeynelâbidîn-i Merâgī, Mirza Melkum Han, Cemâleddîn-i Efgānî, Şeyh Ahmed-i Rûhî ve Âgā Hân-ı Kirmânî yazı dilini konuşma diline yaklaştırmaya çalıştılar.

Roman. Tercüme faaliyetleri, dilde sadeleşmenin yanı sıra o zamana kadar İran edebiyatında görülmeyen bazı edebî türlerin de yerleşmesine yol açtı. Daha çok Fransız edebiyatından yapılan tercümeler İran edebiyatında tarihî roman ve tiyatro türlerinin doğmasında öncülük etti. Roman tekniği yönünden oldukça zayıf olan romancıların en önemli kaynağını Şâhnâme oluşturdu. İranlı ilk tarihî roman yazarı Hüsrevî-i Kirmanşâhî, Şems ü Ŧuġrâ adlı romanında (I-III, 1909-1910) Salgurlu atabeglerinden Âbiş Hatun dönemini işledi. Şeyh Mûsâ, ǾIşķ u Salŧanat’ında


(Fütûĥât-ı Kûrûş-i Kebîr; Hemedan 1919; Bombay 1924) Ahamenîler devrine kadar uzandı. Mirza Hasan Han Bedî‘, Dâstân-i Bâstân (Sergüzeşt-i Kûrûş) adlı romanında (Tahran 1921) Herodotos tarihiyle Şâhnâme’nin Bîjen ve Menîje hikâyelerinden yararlandı. San‘atîzâde-i Kirmânî, Dâmgosterân yâ İntiķāmħâhân-i Mezdek (Bombay 1920) isimli yarım kalmış romanında III. Yezdicerd döneminde İran’ın Araplar tarafından fethini ele aldı. Müşfik-i Kâzımî, Halîlî, Devletâbâdî ve San‘atîzâde gibi romancılar, Batı ve özellikle Fransız edebiyatının etkisiyle devrin sosyal aksaklıklarını gündeme getirip toplum meselelerine mizah ve hiciv açısından bakan romanlar kaleme aldılar. Dâstân-ı ǾIşķ-ı Şehrnâz (1916), Tahrân-i Mahûf (1924), MecmaǾ-i Dîvânegân (1924), Ürdîbihişt (1925), İnsân (1925), Esrâr-i Şeb (1926) gibi eserler yeni İran edebiyatında bu türün ilk örnekleridir.

Tarihî ve sosyal romanların teknik eksiklikleri, yazarların kişilik oluşturmada yetersiz kalışları, roman okumanın uzun zaman alması, okuyucuya gereken mesajların verilememesi, İran edebiyatında başka ölçülerde varlığını sürdüren hikâye türünün ön plana çıkmasına sebep oldu. Cervantes, Chateaubriand, Victor Hugo, Alexandre Dumas, Jules Verne ve daha sonra Çehov, Maupassant, Edgar Allen Poe, Oscar Wilde, Franz Kafka gibi yazarların eserlerinin Farsça’ya çevrilmesi, Avrupaî anlamdaki hikâye tarzının İran edebiyatında yerleşmesine tesir etmiştir.

Hikâye. Yeni İran edebiyatında kısa hikâyelere geçiş Seyyid Muhammed Ali Cemalzâde ile başladı. Cemalzâde, altı hikâyeden oluşan Yekî Bûd Yekî Nebûd adlı kitabında (Berlin 1922), daha önce Ali Ekber-i Dihhudâ’nın karikatürize ettiği insan tiplerini ele aldı. Eserin önsözünde amacının halk ağzında geçen kelime, deyim ve atasözlerini kullanarak çeşitli halk tabakalarına mensup insanların hayatlarını aksettiren hikâyeler yazmak olduğunu söyleyen Cemalzâde hikâyelerinde tembelliği ve geriliği mizahî bir üslûpla tasvir etti. Ancak insanların iç dünyasına yönelemedi. Hikâye dilini konuşma diline yaklaştırmakta başarılı olmakla birlikte açıklama ve yorumlara yer vermesi hikâyelerinin yer yer âdeta makaleye dönüşmesine yol açtı.

Daha çok Fransız edebiyatından etkilenen Sâdık Hidâyet çoğu ölümle sonuçlanan hikâyelerinde şüpheci, karamsar, güçsüz ve hayattan kaçan şahsiyetler üzerinde durdu. Zinde be Gûr (1930, trc. Mehmet Kanar [Diri Gömülen], İstanbul 1995), Se Ķaŧre Ħûn (1932), Sâye-i Rûşen (1933), Vagvag-i Sâhâb (1934), Bûf-i Kûr (trc. Behçet Necatigil [Kör Baykuş], İstanbul 1977), ǾAleviyye Ħânum (1944), Velingârî (1944) onun başlıca hikâye kitaplarıdır.

Büzürg-i Alevî, Hidâyet’in yanı sıra Freud’ün görüşlerinden de etkilendi. Hayatının bir kısmı hapiste geçtiği için Varaķpârehâ-yi Zindân (1941) ve Pencâh u Se Nefer (1951) adlı hikâyeleriyle İran edebiyatında hapis edebiyatının temelini attı. Aynı kuşağa mensup olan Sâdık-ı Çûbek, Hidâyet tarzındaki hikâyelerinde toplumun itilen ve ezilen insanlarını tasvir etti. Ħeymeşebbâzî (1945), Enterî ki Lûtiyeş Mürde Bûd (1949), Tengsîr (1963; trc. A. Naci Tokmak, Ankara 1979), ve Seng-i Śabûr (1965) gibi kısa hikâyelerinde halk dilinden de yararlandı.

Muhammed-i Hicâzî Hümâ (1928), Perîçehr (1929), Zîbâ (1932), Âyîne (1933), Endîşe (1940), Sâġar (1952), Âheng (1952), Sirişk (1953) ve Nesîm (1960) gibi hikâye kitaplarında içinde çirkinlik, huzursuzluk ve karışıklığın bulunmadığı er-demli bir şehir aradı ve okuyucuya hayata iyimser olarak bakmayı öğütledi. Daha


çok edebiyat tarihçisi ve araştırmacı kişiliğiyle tanınan Saîd-i Nefîsî, Ferengîs (1932) adlı romanında Goethe’nin Werther’inden etkilenirken kısa hikâyelerden oluşan Sitâregân-i Siyâh’ında (1932) İran toplumunda kadının yeri üzerinde durdu. Hikâyecilikle makale ve deneme türü arasında bir çizgide kalan Celâl Âl-i Ahmed, Ez Rencî ki mîberîm (1947) adlı kitabında siyasî tutukluların yaşamlarını inceleyerek Büzürg-i Alevî’nin başlattığı hapis edebiyatını sürdürdü Setâr, Zen-i Ziyâdî (1952), Sergüzeşt-i Kendûhâ (1954), Dîd u Bâzdîd (1955), Müdîr-i Medrese (1958) ve Nûn ve’l-ķalem (1961) gibi hikâye ve romanlarında taassubu alaya alırken gelenek ve göreneklere bağlı kaldı. Modernist akımının öncülerinden İbrâhim Gülistan, önceleri Celâl Âl-i Ahmed’in çizgisinde kalmakla birlikte sonradan Amerikan edebiyatından etkilenerek Şikâr-i Sâye (1955), Cûy u Dîvân u Teşne (1967), Âźermâh u Âħar-i Pâyîz (1969) gibi hikâyelerinde şairane sembolizmden faydalandı. Sosyal realizm taraftarı Mahmûd-i İ‘timâdzâde, Rus edebiyatından etkilenerek kaleme aldığı Be Sûy-i Merdüm (1948), Naķş-i Perend (1955), Şehr-i Ħudâ (1962), Duħter-i RâǾiyyet (1963) ve Mühre-i Mâr (1965) gibi hikâyelerinde çapraşık insanî duyguları ön planda tuttu ve eleştiriye yöneldi. 1953 ihtilâliyle birlikte edebiyat sahnesine çıkan Takī-i Müderrisî, Cemâl Mîr Sâdıkī, Behrâm Sâdıkī, Gulâm Hüseyn-i Sâidî (Govher Murad), Mahmûd-ı Keyânûş gibi hikâyecileri Nâdir-i İbrâhimî, Hûşeng-i Gülşîrî, Mehşîd-i Emîrşâhî, Resûl-i Pervîzî, Behmen-i Fürsî, Baba Mukaddem, Ahmed-i Mahmûd, Emîn-i Fakīrî, Nâsır-ı Takvâyî ve Mahmûd-ı Devletâbâdî gibi hikâyeciler takip etti. İran’da modern anlamda çocuk edebiyatı Tâlibof’un Kitâb-ı Aĥmed adlı eseriyle başladı. Eğitimini Avrupa’da tamamlayan pedagog Muhammed Bâkır-ı Huşyâr, yedion iki yaş grubundaki öğrenciler için elliden fazla hikâye kaleme aldı.

Kâşânlı Fazlullah Subhî-i Mühtedî derlediği halk masallarını önce radyo programlarında ele aldı, bunları daha sonra Efsânehâ (I-II, 1944-1947), Ħâce Mollâ ZülfǾalî (1947-1948) ve Efsânehâ-yi Ķohen (1949-1950) adıyla yayımladı. Halk masallarının çocuk eğitimindeki önemini kavrayan Sâdık Hidâyet de Âb-ı Zindegî, Âġā Mûşe ve Şengûl u Mengûl adlı masallarıyla çocuk edebiyatına yöneldi. Azerbaycan köylerinde öğretmenlik yaptığı sırada halk masallarını derleyen Samed-i Behrengî’nin bütün eserleri Ķıśśahâ-yi Behreng adıyla basıldı. Bu masallar başta Türkçe olmak üzere birçok dile çevrilmiştir. Abbas Yemînî-i Şerîf, Cebbâr Bâğçebân, Ressam Erjengî, Kûhî-i Kirmânî, Ali Nakī Vezîrî, Zeynelâbidîn-i Şehsüvârî gibi yazarlar pedagojik ağırlıklı çocuk hikâyeleri yazdılar. Öte yandan Ali Nakī Vezîrî, Ebü’l-Kāsım Cennetî-i Atâî çocuklar için piyes kaleme alırken Îrec Mirza, Muhammed Takī Bahâr, Pervîn-i İ‘tisâmî, Nîmâ Yûşic ve Cebbâr Bâğçebân çocuk şiirleri yazarak yeni nesle öncülük ettiler. Sâdık Çûbek’in Carlo Collodi’den çevirdiği Âdemek-i Çûbek (Pinokyo) adlı eser masal çevirilerinin ilk örneğini oluşturur.

Tiyatro. İran’da XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar çeşitli geleneksel seyirlik oyun türleri mevcuttu. Bunların belli başlıları halk arasında “tâziyenâme” denilen şebîhhânîler, sarayda bulunan soytarıların (delkak) ve “lûtî” adı verilen maskaraların gösterileriyle kukla oyunlarıydı (haymeşebbâzî). Şiîler arasında Kerbelâ Vak‘ası’nın etkisiyle ortaya çıkan tâziyeler XV. yüzyıldan itibaren giderek yaygınlaşmış, Safevîler ve özellikle Kaçarlar döneminde şairler tâziyenâme nazmetmek için teşvik edilmişlerdir. Özel mekânlarda icra edilen tâziye geleneği İran’da bugün de varlığını sürdürmektedir.

İran’da tiyatro edebiyatının gelişmesinde “mürşid” denilen nakkāl ve şehnâmehanların da katkısı olmuştur. İran şahlarının saraylarında, kıvrak zekâlı ve hazırcevap oluşlarının yanı sıra hareketleriyle de etrafındakileri eğlendiren oyuncular arasında Kel İnâyet, Kerîm-i Şîreî ve İsmâîl-i Bezzâz en meşhur olanlarıdır. Türk tiyatrosunda meddahların üstlendiği rolü İran tiyatrosunda maskaralar icra ettiler. Bu sanatçıların en tanınmışları Hüseyn-i Dûdî, Şeyh Şîpûr, Şeyh Kernâ ve Hasan-ı Gorbe idi. İran’da bölgesel özelliklere göre farklılıklar gösteren Pehlivân-ı Keçel, ǾArûsî-yi Hâlû, Çihâr Śandûķ gibi oyunlar Karagöz oyunlarına benzer. Düğün ve bayramlarda, çocuğa isim verme günlerinde bir çalgıcı grubu eşliğinde icra edilen bu gösterilerde toplum hayatının acı yönleri şakacı ve alaycı bir üslûpla dile getirilir. Kukla oyunlarının geleneksel İran tiyatrosu içinde ayrı bir yeri vardır. Kuklacı orkestranın çaldığı halk şarkıları eşliğinde programını sürdürür.

Modern İran tiyatrosunun alt yapısı, Fransız edebiyatından yapılan tercümeler ve 1850 yılında dârülfünun içinde inşa edilen tiyatro binasıyla oluşmaya başladı. Türk tiyatrosundaki gelişmelerin ışığı altında Farsça’ya çevrilen veya adapte edilen ve bir kısmı İstanbul’da basılan tiyatro eserlerinin başında Moliere’in piyesleri bulunuyordu. Çeviri piyeslerden sonra İranlı yazarlar telif piyesler kaleme almaya başladılar. Ferheng ve Teatr-i Millî adlı tiyatro toplulukları modern İran tiyatrosunun ilk kurumlarını oluşturdu. Bu yolda öncü olan Seyyid Ali Nasr’ın kurduğu Komedi-yi Îrân topluluğunda ilk defa Ermeni, Türk ve Mûsevî hanımlar rol aldılar.

Azerbaycan millî tiyatrosunun kurucusu olduğu kadar İran tiyatrosunun temelini atanlardan sayılan Mirza Feth Ali Ahundzâde’nin Âzerî Türkçesi ile kaleme aldığı bazı tiyatro eserleri (Ĥikâyet-i Mollâ İbrâhîm Kîmyâger, Ĥikâyet-i Mösyö Jordan, Sergüzeşt-i Vezîr-i Ħân-ı Lenkürân, Sergüzeşt-i Merd-i Ħasîs yâ Ĥâcı Ķara), Mirza Muhammed Ca‘fer-i Karacadâğî tarafından Farsça’ya tercüme edildi. Mirza Âgā Tebrîzî sade bir dille kaleme aldığı piyeslerinde piyes tekniğine fazla özen göstermedi. Yönetimi eleştiren uzun piyesler yazan Murtazâ Kulı Fikrî aktörlük de yaptı. Ahmed-i Mahmûdî, Ĥâcı Riyâyî Ħân yâ Târtûf-i Şarķī adlı piyesinde Moliere’in Tartuf’unu taklit etti. Seyyid Ali Nasr kadının toplumdaki yeri, cahillikle mücadele ve çok evlilik gibi sosyal sorunları işleyen başarılı piyesler kaleme aldı.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra İran’da tiyatro çalışmaları daha da hız kazandı. Hasan-ı Mukaddem, Rızâ Kemâl-i Şehrzâd, Saîd-i Nefîsî, Zebîhullah-ı Bihrûz, Mîrzâde-i Işkī, Ali Nakī Vezîrî, İbrâhim Hâce Nûrî ve Sâdık Hidâyet gibi piyes yazarları yetişti. Bu dönemde yazılan Pervîn Duħter-i Sâsân, Efsâne-i Âferîniş, ǾArûs-i Sâsâniyân, Nâdir Şâh-ı Efşâr, Şâh ǾAbbâs-ı Kebîr, Âħirîn Yâdgâr-i Nâdir Şâh, Ebû Müslim-i Ħorâsânî, Âħirîn Rûz-i Sâsâniyân, Dâstân-ı Ħûnîn yâ Dâstân-ı Bermekiyân, Kûrûş-i Kebîr gibi piyeslerin ortak özelliği, siyasî baskılardan kurtulmak için konularını daha çok eski İran tarihinden almasıdır.

1950’li yıllardan itibaren İran tiyatrosu Batı formlarına ayak uydurmakta güçlük çekmedi. Ali Nasîriyân, Behmen-i Fürsî, Gulâm Hüseyn-i Sâidî, Behrâm-ı Beyzâî, Ekber-i Râdî, Bîjen-i Müfîd, Pervîz-i Sayyâd, Muhsin-i Yelfânî, İbrâhîm-i Mekkî, Mustafa Rahîmî, Nâsır-i Îrânî, Nâsır-ı Şâhînper, Ferîde-i Fercâm, Hûceste Kiyâ, Gulâm Ali İrfân, Abbâs-ı Na‘lbendiyân,


Cevâd-ı Mücâbî, Safî ve Erselân Pûryâ gibi tiyatro yazarları eserlerini bu dönemde vermeye başladılar.

Şiir. Moğollar ve Timurlular devriyle başlayan ve Safevîler döneminde doruğa ulaşan Hint üslûbu ile yazılan şiirlere karşı tepki olarak Kaçarlar zamanında “bâzgeşt-i edebî” akımı doğdu ve eskileri aratmayan taklitçi şairler yetişti. Bu dönemden Meşrutiyet’e kadar şiirde herhangi bir değişiklik olmadı. Yeni mazmunlar Meşrutiyet’le birlikte şiire girmeye başladı. Konuların içeriği değişerek içtimaî ve siyasî nitelik kazandı. Meşrutiyet dönemi şairlerinin büyük bir kısmı, “Sanat toplum içindir” ilkesini benimseyerek refah ve huzur özlemini ifade eden şiirler yazdılar. Azınlıkta kalan bir grup ise, “Sanat sanat içindir” görüşünü benimsedi. Genel olarak gazete ve dergilerde yayımlandığı için “eş‘âr-ı matbûâtî” denilen şiirler, Meşrutiyet ruhunu dile getirip İran halkını harekete geçirmede çok etkili olmakla birlikte sonunda yerini klasik şiire bırakmak zorunda kaldı.

I. Dünya Savaşı’nın ardından meydana gelen değişiklikler İran edebiyatını da etkiledi. Nazma dayanan ve asırlarca değişmeden ayakta kalmayı başaran İran edebiyatı, çağdaş hayatın sorunlarına cevap veremez oldu. Güncel meseleleri şiirlerinde işlemek isteyen şairler, edebî sanatların ve katı şiir kurallarının çizdiği sınırların dışına çıkamadılar. İlk defa hikâye ustası Cemalzâde, Yekî Bûd Yekî Nebûd’un mukaddimesinde bu mesele üzerinde durarak “edebî demokrasi”den söz etti ve eski kalıplarla katı kuralların bağından kurtulma zamanının geldiğini söyledi. Buna karşılık Edîbü’l-Memâlik Ferâhânî, Fürûzanfer ve Vahîd-i Destgirdî gibi muhafazakâr şairler yenilik taraftarlarının karşısına çıktılar, eski kalıplar içinde yeni konuların dile getirilebileceğini savunarak eskiyeni tartışmasını başlattılar.

I. Dünya Savaşı’nın başlamasından Pehlevî hânedanının iktidara gelmesine kadar geçen yedi yıllık dönem şairler için bir uyanış dönemi oldu. Bahâr, şiirde eskiye bağlı olmasına rağmen yenilik taraftarlarına hoşgörüyle bakarken Işkī ve Lâhûtî gibi şairler şiirde sadeliğe yöneldiler. Bununla birlikte bu şairler aruzun katı kurallarından kurtulamadılar. Şiirde yenilik taraftarlarının bir kısmı rubâî, müstezad gibi kalıplardan yararlanarak ya da vezin ve kafiye ile oynayarak bir kısmı da hece veznini kullanarak yenilik arayışını sürdürdüler.

Yeni İran şiiri Nîmâ Yûşic ile birlikte yeni bir yola girdi. Başlangıçta eski kalıplara bağlı kalan Nîmâ zaman içinde kafiyelerle oynadı. Işkī ve Ârif gibi şairler toplumsal hareketleri slogan düzeyinde ele alırken Nîmâ bu hareketleri sanat alanına çekti. Klasik İran şiirinin kalıplarından kurtularak halkın heyecanlarını, duygularını ve arzularını yansıtan şiirler kaleme aldı. Yeni şiir arayışları Nîmâ’dan sonra da devam etti. Şairane nesir, kesik nesir, yarı serbest şiir, serbest şiir, mısraın beytin yerini aldığı ve kafiyesiz şiir demek olan beyaz şiir, dil bilgisi kurallarına uyulmayan ve halk diliyle söylenen halk şiiri bu arayışların örnekleridir.

Gerçek anlamıyla modern İran şiiri 1940’lı yıllarda başladı. Nîmâ’nın etkisinde kalan Ferîdûn-i Tevellelî yeni tasvirler ve terkipler yapmak için çaba gösterdi. Muhammed Alî-i İslâmî daha çok birbirine bağlı dûbeytler kalıbında şiirler yazdı. Sâye mahlaslı Hûşeng-i İbtihâc ve Ferîdûn-i Müşîrî bazan klasik, bazan da serbest tarzda şiirler yazdılar. 1941-1951 yıllarında hâkim olan lirizmden sonra 1951-1961 arasında aşkın yanı sıra cinsî meseleler de şiirde ilgi görmeye başladı. İlk şiirlerinde tabiat, kadın ve aşk üzerinde duran Nâdir-i Nâdirpûr daha sonra şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Ümmîd mahlaslı Mehdî Ahavân-i Sâlis, Horasan üslûbunun özelliklerini Nîmâ’nın şiirlerindeki özelliklerle kaynaştırdı. Siyâvüş-i Kisrâî, toplumsal düşünce çerçevesinde hem aşk şiirleri hem hamâsî şiirler söyledi. Fürûg-i Ferruhzâd şiirlerinde ölüm ve yoklukla aşk ve hayata ağırlık verdi. Kadınerkek eşitsizliği karşısındaki isyanını şiirlerine yansıttı. Ahmed-i Şamlû, Nîmâ’dan sonra şairane duyarlık üzerinde en çok duran şair oldu. Şamlû, mesnevi ve dörtlük kalıplarını kullandığı şiirlerinin yanı sıra vezinsiz aşk ve kahramanlık şiirleri de yazdı. Sührâb-ı Sipihrî, yeni İran şiirinde metafizik duyarlığa dayanan şiirin temsilcisi olarak ortaya çıktı. Bugün İran’da hem klasik hem yeni tarzda şiir yazılmakta, bir yandan da yenilik arayışları devam etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Browne, The Press and Poetry of Modern Persia, Cambridge 1914; a.mlf., Persian Literature; Ali Nihad Tarlan, Çağdaş İran Şiiri, Ankara 1938; a.mlf., İran Edebiyatı, İstanbul 1944; Azîz Devletâbâdî, Târîħ-i Taĥavvül-i Neŝr-i Fârsî-i MuǾâśır, Tebriz 1333/1954; Cennetî Atâî, Bünyâd-ı Nümâyiş der Îrân, Tahran 1333/1954; Yahyâ Âryânpûr, Ez Nîmâ tâ Rûzgâr-i Mâ, Tahran 1374 hş., III; Fr. Machalski, Persian Court Poetry of the Kācār Epoch, Krakov 1964, s. 1-40; Bozorg-i Alavî, Geschichte und Entwicklung der Modernen Persischen Literatur, Berlin 1965; Abdülalî-yi Destgayb, Sâyerûşen-i ŞiǾr-i Nev-i Fârsî, Tahran 1348/1969; İsmâil Nûrî-yi Alâ, Śuver u Esbâb der ŞiǾr-i İmrûz-i Îrân, Tahran 1348/1969; Muhammed İsti‘lâmî, Şinâħt-i Edebiyyât-ı İmrûz, Tahran 1349/1970; a.mlf., Berresî-i Edebiyyât-ı İmrûz-i Îrân, Tahran 2535/1976; a.e.: Bugünkü İran Edebiyatı Hakkında Bir İnceleme (trc. Mehmet Kanar), Ankara 1981; a.mlf., Edebiyyât-ı Devre-i Bîdârî ve MuǾâśır, Tahran 2535/1976; Muhammed Hukūkī, ŞiǾr-i Nev der Âġāz tâ İmrûz 1301-1350, Tahran 1353/1974; H. Bânû-yi Bülûrî, Mesâǿil-i Edebiyyât-ı Nevîn-i Îrân (trc. Hüseyin Muhammedzâde-i Sâdık), Tahran 1354/1975; Murtazâ Sultânî, Fihrist-i Rûznâmehâ-yi Fârsî der MecmûǾa-yi Kitâbħâne-i Merkezî ve Merkez-i Esnâd-i Dânişgâh-i Tehrân Merbûŧ be Sâlhâ-yi 1267 Ķamerî tâ 1320 Şemsî, Tahran 1354/1975; a.mlf., Fihrist-i Mecellehâ-yi Fârsî ez İbtidâ tâ Sâl-i 1320 Şemsî, Tahran 2536/1977; Abdülhüseyn Zerrînkûb, ŞiǾr-i bî-Dürûġ ŞiǾr-i bî-Nigâh, Tahran 2536/1977; Zeynelâbidîn Mu‘temen, Taĥavvül-i ŞiǾr-i Fârsî, Tahran 1355/1976, I-II; Mahmûd-i Keyânûş, Berresî-i ŞiǾr u Neŝr-i Fârsî-i MuǾâśır, Tahran 2535/1976; Bâkir Mü’minî, Îrân der Âstâne-i İnķılâb-ı Meşrûŧiyyet: Edebiyyât-ı Meşrûŧe, Tahran 2537/1978; Mehmet Kanar, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (doktora tezi, 1979), İÜ Ed. Fak. Arap-Fars Filolojisi; a.mlf., “İran Edebiyatında Hikâye ve Masal”, Yazko Çeviri, sy. 15, İstanbul 1983, s. 70-118; Menûçihr-i Şeybânî, Râhiyyân-i ŞiǾr-i İmrûz (nşr. Dâryûş-i Şâhîn), Tahran 1358/1979; Hamîd Zerrînkûb, Çeşmendâz-i ŞiǾr-i Nev-i Fârsî, Tahran 1358/1979; Muhammed Rızâ Şefîî Kedkenî, Edvâr-i ŞiǾr-i Fârsî ez Meşrûŧiyyet tâ Suķūt-i Salŧanat, Tahran 1359/1980; Ya‘kūb-ı Âjend, Edebiyyât-ı Nevîn-i Îrân ez İnķılâb-i Meşrûŧiyyet tâ İnķılâb-i İslâmî, Tahran 1363/1984; Hasan Âbidînî, Śad Sâl-i Dâstânnevîsî der Îrân, Tahran 1369/1990, I-II; Murtazâ-yı Kâhî, Rûşenter ez Ħâmûşî ber Güzîde-i ŞiǾr-i İmrûz-i Îrân, Tahran 1369/1991; İsmâil Hâkimî, Edebiyyât-ı MuǾâśır-ı Îrân, Tahran 1373/1994; Bânû Nusret Tecrübekâr, İran Edebiyatında Şiir, Kaçarlar Dönemi (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1995; Muhammed Emîn Riyâhî, Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1995; Meliha Anbarcıoğlu, “Çağdaş İran Nazmında Konu”, DDl., I/2 (1966), s. 85-175.

Mehmet Kanar





3. Eğitim ve Öğretim.

İran’da eğitim ve öğretimin tarihi Ahamenîler hânedanının kurucusu II. Kyros dönemine kadar uzanmaktadır. İskender’in ölümünden sonra İran’da hüküm süren Partlar’dan I. Balaş, Avesta’nın İskender’in istilâsı sırasında dağılmış olan parçalarını toplayıp bir araya getirdi. Bu dönemde dil Orta Farsça (Pehlevîce) olup yazı Ârâmî alfabesiyle idi.

Romalılar’ı yendikten sonra Romalı esirlerden bilgi ve sanatlarını İranlılar’a öğretmelerini isteyen I. Şâpûr devrinde tıp, felsefe ve astronomiye dair kitaplar Yunanca ve Hintçe’den Pehlevîce’ye


tercüme edildi (Arthur, s. 162). Enûşirvân zamanında özellikle çocuk eğitimi konusunda büyük gelişmeler kaydedildi. Eski İran’da dinî ve ahlâkî faaliyetler, savaş usulleri eğitim öğretim programı içinde yer alıyordu. Öğrenime yedi yaşlarında başlanır, gençler on beş yaşında güreş kemeri bağlardı. Şehzadeler ve seçkin kişilerin çocukları yirmi yaşına kadar öğrenimlerine devam ederdi. Yüksek öğrenim asilzadelerin tekelindeydi, ancak aşağı tabakadan olanlar da öğrenim görme imkânı bulabilirlerdi. Yüksek öğrenim sırasında Avesta tefsiri, edebiyat ve riyâzî ilimler yanında savaş usulleri, jimnastik ve mûsiki öncelikle üzerinde durulan konular arasındaydı. Sâsânîler devri eserlerinde küçük çocukların aile içinde eğitimi tavsiye edilmiştir. Diğer dinlerin eğitim ve öğretimi azınlıkların isteklerine bağlı idi. Bu dönemde Cündişâpûr’da felsefe, tıp ve öteki ilimlerin okutulduğu bir mektep kurulmuş ve şehir büyük bir ilim merkezi olmuştur. Aristo ve Eflâtun’un bazı eserleriyle Kelîle ve Dimne bu devirde Farsça’ya çevrilmiştir. Enûşirvân’ın kurduğu Ârâmîce öğretim yapan tıp okulunda Hintli, Yunan ve Süryânî doktorlar da görev yapıyorlardı. Bu okul Hint ve Yunan kültürlerinden etkilenmiş ve müslüman tıp kültürünün oluşmasında önemli rol oynamıştır.

İran’da İslâmî eğitim ve öğretim fetihlerle birlikte başladı. Yerli halk Kur’an’ı ve Sünnet’i öğrenmek ve idarecilerle anlaşabilmek için Arapça öğrenmeye yöneldi. İran’ın batısında inşa edilen Basra ve Kûfe şehirleri hem dinî ilimler hem de filoloji alanında çok etkili oldu. İslâm’ın İran’a yayılmasında önemli olan ve dil bilen İranlılar’dan oluşan bir nesil, Basra ve Kûfe camilerinde Sîbeveyhi ve Ali b. Hamza el-Kisâî’nin başkanlığında Arapça sarf ve nahvi öğrettiler (Belâzürî, s. 274, 341-342). Emevîler devrinde birçok İranlı mevâlî eğitim ve öğretim alanında faaliyet göstermiştir. Emevîler’in son dönemlerinin kâtibi olan İran asıllı Abdülhamîd el-Kâtib Arap nesrinde bir çığır açmış, Emevîler’in son, Abbâsîler’in ilk döneminin yazar ve mütercimleri arasında yer alan İbnü’l-Mukaffa‘, İran eğitim ve öğretim tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Hûzistan’da Cündişâpûr şehri ilmî hayatın ve özellikle tıbbın merkezi olma özelliğini sürdürmüş ve buradan meşhur tabipler yetişmiştir.

Abbâsîler’in iktidara gelmesi ve Bağdat’ın kurulmasından sonra birçok siyaset ve ilim adamı buraya yerleşti. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr hilâfet sarayında kütüphane yaptırdı. İbnü’l-Mukaffa‘ Kelîle ve Dimne’yi Arapça’ya çevirdi. Bağdat’ta tıp ve eczacılık ilimlerinin okutulması ve bu amaçla hastahane kurulması kararlaştırıldı. İranlı bilginler hizmetlerine burada da devam ettiler. Halife Me’mûn döneminde Bağdat’ta Beytülhikme’nin kurulmasından sonra Pehlevî dünyasındaki ilmî eserler Arapça’ya çevrilmeye başlandı. MütevekkilAlellah’ın halifeliği sırasında Irak ve İran’da fikrî ve ilmî özgürlük sınırlandı. Doğu İran’da çeşitli hânedanların kurulması ile yeni ilim merkezleri oluştu. Bunların en belirli örnekleri Sâmânîler devrinde Horasan ve Mâverâünnehir idi. Saffârîler’den Ya‘kūb b. Leys’in, “Benim anlamadığım dilde niçin şiir söylensin” diyerek Farsça’yı ikinci defa dirilttiği bu dönemde Farsça eserler kaleme alındı (Târîħ-i Sîstân, s. 209). Sâmânîler’in himayesindeki âlimlerin Semerkant, Buhara, Merv, Nîşâbur, Herat ve Belh’te oluşturduğu ders halkalarında birçok âlim yetişti. Fârâbî Mâverâünnehir’den yükseldi. İran’ın büyük tabip ve kimyageri olan Ebû Bekir er-Râzî bir süre Rey ve Bağdat hastahanelerinde hocalık yapmış, İbn Sînâ da Rey, İsfahan ve Hemedan’daki Büveyhî saraylarında itibar görmüştür. Sâmânî Emîri I. Mansûr b. Nûh’un, Mâverâünnehir’in Hanefî âlimlerinden Taberî’nin tefsiri CâmiǾu’l-beyân’ın ve Kur’an’ın Farsça’ya tercümesi için fetva istemesi ve buna izin verilmesi, birçok eserin Farsça yazılması ve bu dille okutulması yeni öğrenim kurumlarının açılmasına zemin hazırlamıştır (Muhammed Melâyirî, I, 126). Gazneli Mahmud’un Hint seferleri Fars dili, edebiyatı ve İslâmî ilimlerin Hindistan’da yayılmasını sağladı. Gazneli Mahmud’un yanında bulunan Bîrûnî, Kitâbü Taĥķīķi mâ li’l-Hind’i bu sayede yazdı. Firdevsî, Farsça en büyük kahramanlık destanı Şâhnâme’yi bu dönemde kaleme aldı. Sâmânîler’in ilk ve son devirleriyle mescidlerin yanında sûfîler için hankahlar yapıldı. İslâm dünyasında ilk defa Horasan’da inşa edilen medreselerden ikisi Taberistan’da Ali evlâdından Nâsır-ı Kebîr ve Dâî-i Sagīr tarafından inşa edildi. Buhara, Nîşâbur ve Büst’te yapılan medreseler İslâm dünyasının en eski medreseleridir (Nerşahî, s. 131; Beyhakī, s. 158, 172; Evliyâullah Âmülî, s. 110-113). Büveyhîler zamanında Bağdat’ta Dârülilim kurulmuş (Ali Asgar Fakīhî, I, 300, 534-536), Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle Şîraz’da bir hastahane ile kütüphane, Bağdat’ta bir hastahane yaptırmıştır. Şîraz’daki kütüphanenin benzerine dünyada rastlanmadığı, her odanın bir ilim dalına tahsis edildiği, Bağdat’taki hastahanenin İslâm dünyasının en büyük tıp merkezlerinden biri olduğu kaydedilmektedir (Abdürrahim Guneyme, s. 92-93, 228; Ali Asgar Fakīhî, I, 241-242).

İran’a Selçuklular’ın hâkim olduğu dönemde Alparslan’ın vezirliğini yapan Nizâmülmülk Sünnîliği korumak, İsmâilî dâîlerinin ve Ezher Camii mübelliğlerinin propagandalarını etkisiz hale getirmek için ülkesinin doğusunda “Nizâmiye” diye tanınan medreseleri tesis etti. Bu medreselerin en ünlüleri Merv, Belh, Nîşâbur, Herat, Rey, İsfahan, Taberistan, Âmül, Basra, Bağdat ve Musul’da bulunmaktaydı. Nîşâbur’da kurulan ilk Nizâmiye Medresesi’nin başmüderrisliğine İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî getirildi. Gazzâlî de Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nde müderrislik yaptı. İlk Nizâmiye Medresesi 459’da (1067) muhteşem bir programla açıldı. Yayımlanan fermanda öğrenci ve hocaların mesken ve geçim durumları, öğrenim dereceleri, hocaların lakapları, müderris, müderris nâibi, muîd ve hâzinü’l-kütüb gibi görevliler, ders adları ve ücretsiz öğrenim için malî destekle ilgili çeşitli konulara yer verilmiştir. Nizâmülmülk’ün bir yılda yetmiş medrese yaptırdığı rivayet edilmektedir. Onun bu girişimi, diğer yerlerde resmî ve özel medreselerin açılmasında büyük bir teşvik unsuru oldu. Diğer taraftan çeşitli mezhep mensupları bu konuda birbirleriyle yarışa girdiler. Ancak açılan bu medreselere rağmen ilim ve düşünce hayatı gerilemeye ve tıp, riyâziye, fizik, kimya, coğrafya bu tarihten itibaren önemini kaybetmeye başladı. Nizâmülmülk’ün öldürülmesinden sonra İran ve Irak toprakları İsmâilî fedailerinin faaliyet gösterdiği alanlar oldu. Selçuklular’ın ardından Hârizmşahlar devrinde de İran bölgedeki ve bölge dışındaki savaşlardan etkilendi. Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in son zamanlarında başlayan karışıklıklar sırasında Horasan’daki bazı medrese, kütüphane ve mescidler zarar gördü. Bu dönemde öğretim programları daha çok dinî bir muhteva taşımaktaydı. Öğretim hayatı zaman zaman siyasî baskılara mâruz kalıyordu. Bununla birlikte halife, sultan, vezir ve devlet adamları âlimleri ve ilmî müesseseleri korudular.

Hârizmşahlar’la Abbâsîler arasındaki mücadeleler, Moğol ordusunun Mâverâünnehir ve Horasan’ı istilâ ederek


buralardaki şehirleri yakıp yıkması, medrese ve kütüphaneleri tahrip etmesi ilim hayatına ağır bir darbe indirdi. Âlimlerin ülkelerini terketmeleri veya öldürülmeleri eğitim ve öğretimi büyük ölçüde engelledi. Moğol istilâlarından korunmuş Güney İran’da hüküm süren Salgurlular bu dönemde birçok ilim adamının sığınağı oldu. Semerkant’a giden âlim ve sanatkârlar sayesinde Mâverâünnehir’de ilim ve kültür hayatı yeniden canlandı. Hülâgû üzerinde büyük etkisi olan Nasîrüddîn-i Tûsî, Alâeddin Atâ Melik el-Cüveynî’nin de gayretiyle Bağdat’ın daha az tahrip edilmesini sağladı. Nizâmiye medreseleriyle Müstansıriyye’nin vakıflarını ihya etti. Ülkelerinden ayrılan âlimlerin geri dönmelerine yardımcı oldu. Merâga’da 400.000 ciltlik bir kütüphane tesis etti ve Merâga Rasathânesi’ni kurdu. Tarihçi ve devlet adamı Reşîdüddin’in gayretiyle Gāzân Han zamanında Tebriz civarında bir rasathâne ve bir medrese yaptırıldığı gibi sultanın adına izâfetle Gāzâniyye denilen bir külliye inşa edildi. Gāzâniyye’de bir cuma camii, bir hankah, Şâfiî ve Hanefîler için birer medrese, çocuklar için de mektep yapıldı. Zengîler de Fars bölgesinde mescidler, medreseler, hastahane ve hankahlar tesis ederek ilim adamlarını korudular.

Timur’un bölgeye gelişinden sonra Doğu İran ve Mâverâünnehir tekrar ilim ve kültür merkezi haline geldi. Şâhruh ve Hüseyin Baykara döneminde özellikle Herat, Semerkant ve Buhara’da medreseler, kütüphaneler yapıldı. Uluğ Bey Semerkant’ta bir rasathâne kurdu. İyi bir hattat olan Baysungur Mirza, Herat’ta hat ve minyatür sanatının hâmisi oldu.

Safevîler devrinde İran’da Şiîliğin resmî mezhep haline gelmesi ve Safevîler’in bu mezhebi yayma gayreti ülkenin eğitim ve öğretim hayatında büyük bir dönüşüme yol açtı. Bütün eğitim faaliyetleri bu amaca göre düzenlendi. Bu devirde dinî ilimleri tahsil eden öğrencilerin sayısı artarken aklî, tıbbî ve riyâzî ilimlere ilgi azaldı. Safevîler’in başşehri olan İsfahan’da, ayrıca Tebriz, Kazvin, Şîraz, Meşhed, Kum, Kâşân ve Kirman’da büyük medreseler inşa edildi. Ahmed b. Muhammed el-Erdebîlî, Muhakkık-ı Sânî-i Kerekî, Molla Muhammed Bâkır-ı Meclisî, Molla Abdullah-ı Şüsterî, Şeyh Bahâî, Şeyh Lutfullah-ı Âmilî gibi Şîa fakihleri sarayda çok etkili duruma geldiler.

Safevîler’in yıkılmasının ardından Kaçarlar’dan Ağa Muhammed Han Tahran’ı başşehir yaptıktan sonra ülkede huzur ve emniyeti sağlamış, ilim ve sanatta büyük gelişmeler gözlenmiştir. Feth Ali Şah döneminde İngiltere ve Fransa ile temasların artması sonucu Batı teknolojisi ve eğitimi İran ordusuna girmeye başladı. Bu amaçla Avrupa’ya öğrenci gönderildi. Başşehir Tahran’da yeni birkaç medrese yapıldı, fakat müsbet ilimler gelişemedi. Nâsırüddin Şah’ın ilk yıllarında bazı ıslahat teşebbüsleri oldu; İran’ın ilk yüksek öğrenim müesseseleri askerlik, mühendislik, tıp, yabancı diller dallarında kuruldu. Avrupa’da eğitim gören öğrenciler ülkelerine döndüklerinde Batı dillerinden tercümeler yapmak, yeni eserler yazmak, basımevi kurmak ve gazete çıkarmak suretiyle özgür bir düşünce ortamı hazırlamaya çalıştılar. Nâsırüddin Şah tarafından Avrupa’ya gönderilen Mirza Hasan yabancı dil öğreten okullar açtı. Ayrıca büyük bir kütüphane ile bir medrese yaptırdı. Bütün ilim dallarıyla ilgili ayrıntılı bir müfredat programı hazırlandı. Medrese-i Nâsırî adı da verilen bu medresenin yeri daha sonra Tahran Üniversitesi’ne tahsis edildi.

Muzafferüddin Şah devrinde Sadrazam Mirza Ali Han Emînüddevle ilim ve sanat adamlarını himaye etti. Ülkenin eğitim ve öğretim hayatını yeniden düzenlemek için Encümen-i Maârif adıyla bir kurum oluşturdu. Bu dönemde kurulan Medrese-i İlmiyye, Medâris-i Edeb, Medrese-i İftitâhiyye, Medrese-i Hayriyye ve Medrese-i Şeref-i Muzafferî’de modern usule göre öğretim yapılıyordu. Medrese-i İlmiyye’nin ilk ve orta kısmında çoğu üniversite mezunu olan veya Avrupa’da yetişmiş hocalar ders veriyordu. Tebriz, Meşhed, İsfahan, Şîraz, Kirman gibi eyalet merkezlerinde tesis edilen bu tür medreseler İran’da meşrutiyet idaresinin kurulmasında önemli rol oynamıştır.

Rızâ Şah Pehlevî 1925 yılında iktidara geldiğinde yeni eğitim ve görüşlerin yayılması için dışarıya öğrenci gönderdi. Yüksek Siyaset Medresesi, Yüksek Hukuk Medresesi, Ziraat Okulu, Dârü’l-Muallimîn ve birkaç koleji içine alan ilk üniversite 1934’te Tahran’da açıldı. Edebiyat, Felsefe, Eğitim Bilimleri, Tabii İlimler, Matematik, Tıp, Sanat, Hukuk, Siyasî Bilimler ve İktisat fakültelerinden oluşan üniversitede zamanla diğer fakülteler de kuruldu. Bu dönemde eski medreseler de faaliyetlerini devam ettirdiler.

İran’da okuma yazma bilenlerin oranı 1980’e kadar % 60 iken İslâm devriminden sonra % 85’e kadar yükselmiştir. Devrimin ardından ülkede ilmî faaliyet büyük gelişme göstermiş, İslâm Üniversitesi, Peyâm-i Terbiyet-i Müderris, İmam Hüseyin, Hâce Nâsır, Allâme Tabâtabâî üniversiteleri kurulmuş, İslâm Ansiklopedisi merkezleri, İlimler Akademisi, Fars Edebiyatı, Cihâd-ı Dânişgâhî gibi araştırma merkezleri açılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), s. 274, 341-343; İbn Ebû Tâhir, Baġdâd fî târîħi’l-ħilâfeti’l-ǾAbbâsiyye, Bağdad 1388/1968, s. 76, 243; Nerşahî, Târîħ-i Buħârâ (nşr. Müderris-i Rezavî), Tahran 1363, s. 131; İbn Hibbân, Meşâhîrü Ǿulemâǿi’l-emśâr (nşr. Merzûk Ali İbrâhim), Beyrut 1408/1987, s. 76, 142, 152; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Źikru aħbâri İśbahân (nşr. S. Dedering), New York 1941, I, 59; Târîħ-i Sîstân (nşr. Bahâr), Tahran 1314 hş., s. 209; Beyhakī, Târîħ (Behmenyâr), s. 158, 172; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, Beyrut 1388/1968, IV, 272, 278-279; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VIII, 449-450; XII, 440; İbnü’l-Kıftî, İħbârü’l-Ǿulemâǿ (nşr. Behîn Dârâî), Tahran 1347, s. 223-224; İbn Ebû Usaybia, ǾUyûnü’l-enbâǿ, Beyrut 1408/1987, II, 13-20, 24, 28-29; Cüveynî, Târîħ-i Cihângüşâ (nşr. Muhammed Kazvînî), Tahran 1367, s. 1, 9, 11, 159; İbnü’l-İbrî, Târîħu muħtaśari’d-düvel (nşr. Antûn Sâlihânî el-Yesûî), Beyrut 1958, s. 120-125, 136, 287; Evliyâullah Âmülî, Târîħ-i Rûyân (nşr. Menûçihr-i Sütûde), Tahran 1348 ş., s. 110-113; Süyûtî, Târîħu’l-ħulefâǿ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1409/1989, s. 302, 304; Münîrüddevle Pîrniyâ, Târîħ-i Îrân-i Bâstân, Tahran 1331 hş.; Hidâyet Mehdî Kulı, Ġuraniş-i Târîħ-i Îrân, Tahran 1333 ş.; Nûrullah Kisâî, Medâris-i Nižâmiyye, Tahran 1342, tür.yer.; C. Arthur, Îrân der Zamân-ı Sâsâniyyân (trc. Reşîd Yâsemî), Tahran 1347 hş.; Îsâ Sıddîk, Târîħ-i Ferheng-i Îrân, Tahran 1354 hş.; Zebîhullah Safâ, Târîħ-i ǾUlûm-i ǾAķlî, Tahran 1356 hş.; Menûçihr-i Sadûkī Süha, Târîħ-i Ĥükemâǿ ve ǾUrefâǿ, Tahran 1359 hş.; Cl. Huart, Îrân ve Temeddün-i Îrânî (trc. Hasan Enûşe), Tahran 1363; Ehsan Naraghi, Enseignement et changements sociaux en Iran, Paris 1992; Hüseyin Mahbûbî Erdekânî, Târîħ-i Müǿessesât-ı Temeddünî-yi Cedîd der Îrân, Tahran 1370; Muhammed Melâyirî, Târîħ ve Ferheng-i Îrân der Devre-i İntiķāl-i Tahrân, Tûs 1372, I, 126; Abdürrahim Guneyme, Târîħ-i Dânişgâhhâ-yi Büzürg-i İslâmî (trc. Nûrullah Kisâî), Tahran 1372 hş., s. 92-94, 228; Ali Asgar Fakīhî, Âl-i Büveyh, Tahran 1375 hş., I, 241-242, 300, 534-536; Ahmed Tefazzulî, Târîħ-i Edebiyyât Pîr ez İslâm (nşr. Jâle Amuzgâr), Tahran 1376 hş.

Nûrullah Kisâî





4. Sanat.

İslâm öncesinde güçlü bir sanat çevresinin bulunduğu İran’da sanat, İslâmî dönemde özellikle Orta Asya sanat muhitlerinden aldığı tesirlerle şahsiyet kazanmıştır. İslâm hâkimiyetinin ardından İran’da sanat alanında ilk gelişmeler Abbâsîler döneminde gerçekleşmiştir. Ancak bu devirde yapılan eserlerin büyük bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. IX ve X. yüzyıllarda İran’da kurulan bağımsız devletler arasında özellikle Horasan’daki


Tâhirîler, Sîstan’daki Saffârîler, Doğu İran ve Mâverâünnehir’de hüküm süren Sâmânîler ve Güney İran ve Irak’ta hâkim olan Büveyhîler İran’da sanat hayatının gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Daha sonra bölgeye hâkim olan Türk hükümdarlarının da İran sanatının gelişmesinde büyük katkıları olmuştur.

Mimari. İslâmiyet’in yayılmasından sonraki dönemde İran’da başta gelen sanat alanını mimari oluşturmakta, özellikle camiler, türbeler, medreseler, hankahlar ve kervansaraylar önemli bir yer tutmaktadır. Bu eserlerde malzeme olarak tuğla yoğun biçimde kullanılmış olup taş yok denecek kadar azdır. 1135 yılında ilk defa kökeni Asya’nın sivil mimarisine dayanan dört eyvanlı, avlulu şema cami mimarisinde uygulanmış, bu plan daha önce yapılmış eserlere de zaman içinde tatbik edilmiştir. Tek başına veya külliyelerin bünyesi içinde yer alan türbe mimarisi Orta Asya sanatı ile irtibatın neticesinde ortaya çıkmıştır.

Abbâsîler devrinde İran’da inşa edilen eserlerden çok azı günümüze kadar gelebilmiştir. VIII. yüzyılda yapılan camiler arasında İsfahan, Merv, Horasan ve Nîşâbur’daki camiler haklarında en fazla bilgi bulunan eserlerdir. İran’da Abbâsîler’den öncesine ait olduğu iddia edilen bazı cami kalıntılarına da rastlanmaktadır. Bunlar arasında, 650 yıllarından kaldığı tahmin edilen Bem Cuma Camii ile 700 tarihlerine ait olduğu belirtilen Kâc Cuma Camii Sâsânî dönemi özellikleri göstermektedir.

İran’da iyi durumdaki en eski cami IX. yüzyıla ait Damgan Târîhâne Camii’dir. Yapı, kıble duvarına dikey neflerden oluşan ibadet mekânı ve üç tarafı revaklı avlusuyla Abbâsî camilerinin ana özelliklerini göstermekle birlikte pişmiş tuğladan taşıyıcı ayakları, bunlar üzerinde yer alan ve düz çatıyı taşıdığı anlaşılan oval kemerleri ve tonoz teşkilâtıyla daha çok mahallî anlayışa uygundur. Aynı özellikleri gösteren Belh’teki Hacı Piyâde Camii de bu döneme aittir. 875 tarihli Şîraz Cuma Camii de benzer özelliğe sahiptir. Bu yapının farklı yönü, taşıyıcı desteklerinin taş malzeme kullanılarak inşa edilmesi ve kemerlerinin sivri olmasıdır. Büveyhî devri eseri olan Nâîn Cuma Camii (Mescid-i Aleviyyân), Arap tarzı camilerden mahallî anlayışa doğru uzanan yolda önemli bir merhale teşkil eder. Avlusu cami planına dahil edilen minare şeması ve eyvan anlayışına göre tertiplenmiş teşkilâtıyla dikkat çeken bu eserin mihrap ve çevresinde yer alan, Abbâsî dönemiyle irtibatına rağmen yerel özellikler de gösteren oyma alçı süslemeleri büyük önem taşımaktadır. X. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı tahmin edilen Neyrîz Cuma Camii’nin kıble eyvanı dikkat çekicidir. Büyük eyvanlı camilere örnek olarak gösterilen yapının Sâsânîler devrine ait olduğu ve sonradan camiye dönüştürüldüğü ileri sürülmektedir. Bugün İran sınırları dışında kalmakla beraber geleneksel olarak bölgenin sanat ve kültür sahası içinde yer alan Belh’teki IX. yüzyıla ait Nevgünbed Camii bilhassa örtü sistemindeki farklılaşma bakımından önemlidir. Yuvarlak destekler üzerinde bulunan caminin dokuz kubbesi, bölgedeki kubbeli camilerin oluşumu ve gelişimi bakımından dikkate değer bir örnek olup kubbeli cami tipinin Orta Asya menşeli olduğunu göstermesi bakımından da ayrıca ehemmiyetlidir.

Kubbe mimarisinin gelişimi açısından önem taşıyan mezar anıtlarından günümüze ulaşan dikkate değer eser, Mâzenderan bölgesinde Deştigürgân’da bulunan Kābûs Kümbeti’dir. 1007 yılından önce Ziyârîler’den Kābûs b. Veşmgîr tarafından yaptırılan eser tuğladan inşa edilmiştir. 57 m. yüksekliğinde olan silindirik gövdeli yapının üzeri konik çatıyla örtülüdür. Silindirik gövde, eşit aralıklarda geniş köşeli yivlerle dikey olarak bölümlenmiş olup ilginç bir görünüme sahiptir.

İran mimarisi Gazneli, Selçuklu ve Hârizmşahlar döneminde en parlak devrini yaşamıştır. Kubbe ve taşıyıcı sistemlerin gelişiminin yanı sıra, özellikle Selçuklu devrinde dört eyvanlı avlulu ve mihrap önü kubbeli plan cami mimarisinde ilk defa uygulanmış ve bu uygulama giderek yaygınlık kazanmıştır. Alçı süsleme ve mukarnas gibi yeni elemanların da inşa programına dahil olduğu bu devirde İran mimarisinin en önemli tezyinî malzemelerinden birini teşkil edecek olan fîrûze başta olmak üzere sırlı ve tuğla çininin artarak kullanımı dikkat çekicidir.

İran sınırları içinde Gazneli devrine ait pek az eser bulunmaktadır. Bunların arasında Sengbest’teki 1028 tarihli Arslan Câzib Türbesi tuğla malzemesi ve kare planlı kubbesi ile önemli bir eserdir. Türbe, dış cephelerdeki sade görünümüne karşılık içte zengin tuğla işçiliğe ve kalem işi süslemelere sahiptir. Ayrıca Tûs-Serahs yolu üzerinde yer alan ve 1019-1020 yıllarında inşa edildiği anlaşılan Ribât-ı Mâhî adlı kervansaray kare planlı, köşeleri kuleli olup içte dört eyvanlı avlusu vardır. Eyvanların arkada yer alan kubbeli mekânlarla birleştirilmiş olması, Gazneliler’in bu mimari fikre Selçuklular’dan önce daha XI. yüzyılın başlarında sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Selçuklu dönemi eserlerinin en meşhurlarından olan İsfahan Cuma Camii, VIII. yüzyılın ikinci yarısına ait bir Abbâsî camiinin yerine 1072-1092 yılları arasında yapılmıştır. Mihrap önü kubbesi, sekiz pâye tarafından taşınan sivri kemerler üstünde üç dilimli tromplarla geçişi sağlanan ve dıştan önce sekizgen, sonra onaltıgen olan kasnak bölümü üzerinde yükselen sivri bir kubbe olup önemli bir gelişimi göstermektedir. Daha küçük ölçüde ele alınan kuzeydeki kubbeli mekânda ise kubbe sekizgen bir kasnak üstüne oturmaktadır (bk. İSFAHAN CUMA CAMİİ).

1135 tarihli Zevvâre Cuma Camii, Selçuklu cami mimarisinin gelişim sürecinde önemli bir aşama olarak görülmektedir. İlk defa bu yapıda mihrap önü kubbeli mekânı ile dört eyvanlı avlulu şema birlikte ele alınmıştır. İlk yapımından kısa bir süre sonra 1158-1160 yıllarında dört eyvanlı plana göre yeniden düzenlenen Erdistan Cuma Camii’nin hemen ardından İsfahan Cuma Camii’nde de bu yeni plan uygulanmıştır. 1108-1118 arasında inşa edilen Gülpâyigân Cuma Camii XIX. yüzyılda dört eyvanlı avlulu hale dönüştürülmüştür. 1113 veya 1119 tarihli


Kazvin Cuma Camii, Mescid-i Haydariyye ve 1134 tarihli Bersiyân Mescidi mihrap önü kubbeli mekânları ile dikkat çekici yapılardır.

Selçuklu medreseleri hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Ancak bunların da dört eyvanlı avlulu plana sahip oldukları yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda anlaşılmıştır. Daha önce Karahanlı ve Gazneliler’de görülen mezar anıtı mimarisi Selçuklu döneminde en olgun biçime ulaşmıştır. Eberkûh’ta yer alan Ali Kümbeti (1056) taştan sekizgen planlı kubbeli, Damgan’daki Çihilduhterân Kümbeti ise (1050) tuğladan silindirik planlı ve kubbelidir. Tahran’ın batısında Harakān’da bulunan tuğladan sekizgen planlı iki Selçuklu kümbetinin çift kubbe ile örtülü oldukları ve XI. yüzyıl içinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Demâvend’de yer alan kümbet de aynı özelliklere sahip olup aynı yüzyılın önemli bir eseridir. Merâga’da Surh Kümbeti (1147), Burc-i Âcurî (1168) ve Kebûd Kümbeti (1196), Urmiye’de Se Kümbet (1167), Hemedan’da son olarak 1317’de (1938) tamir gören Aleviyyân Kümbeti (XII. yüzyıl sonu) Azerbaycan bölgesindeki önemli mezar anıtlarıdır. Bugün İran sınırları dışında kalan Nahcıvan’da da bazı mezar anıtları bulunmaktadır. İran’ın doğusundaki Râdkân ve Kişmer kümbetleri, Türk çadırlarının kümbet mimarisine yansımasını gösteren yivli gövde ve sivri konik külâhları ile XIII. yüzyıla ait dikkate değer örneklerdir.

Türbe mimarisinin Horasan bölgesinde sistemli bir şekilde geliştiği görülmektedir. Çoğu kare ve kubbeli yapılarda ön cephenin yanında diğer cephelerde de özenli işçilik dikkat çekmektedir. Selçuklu türbeleri, İran’da olduğu kadar Orta Asya ve Hindistan’da da ilgi gören çift kubbeli tipin örnekleridir.

Selçuklu kervansaraylarının önemli bir kısmı zamanla yok olmuştur. Melikşah tarafından Nîşâbur-Sebzevâr yolu üzerinde inşa ettirilen Ribât-ı Za‘ferânî kare planlı, dört eyvanlı avlulu bir plana sahip olup bugün harap durumdadır. Meşhed-Serahs yolunda yer alan Ribât-ı Şerif, çift avlulu ve dört eyvanlı şeması yanında dıştan kale görünümü, içten ise bir sarayı andıran zengin süslemeleriyle dikkat çeken bir eserdir.

Az sayıda örneği bulunan Hârizmşahlar dönemi camilerinin eyvanlı tipte olduğu anlaşılmaktadır. Selçuklu cami geleneğiyle irtibatı olan bu camiler kubbe kullanılmayıp eyvanlarla yetinilmiş olmasıyla Selçuklu camilerinden ayrılır. Horasan’da Zevzen’de yer alan 1219 tarihli çok harap durumdaki cami bunların en güzel örneğidir. Hârizmşahlar devri mimarisinin mimari, işçilik, malzeme ve tezyinî anlayış bakımından Selçuklu mimari geleneğiyle bir bütünlük arzettiği görülmektedir. Bu döneme ait kare gövde üzerine yerleşen yüksek kasnaklarıyla dikkat çeken mezar anıtları, bölge mimarisinin önemli bir öğesi olan çift kubbe sistemini destekleyen yüksek kasnakların gelişimi açısından dikkat çekmektedir. Hârizmşahlar’dan günümüze kalan Fahreddin er-Râzî ve Sultan Alâeddin Tekiş kümbetleri bugün İran’ın doğusunda Türkmenistan sınırları içinde bulunmaktadır.

İlhanlılar mimaride Selçuklu geleneğini sürdürmüşlerdir. Yapı malzemesi yine tuğladır. Süslemede alçı, tuğla ve sırlı tuğla kullanılmıştır. XIII. yüzyılın sonunda inşa edilen Verâmin’deki Alâeddin Türbesi tuğladan silindirik gövdeli olup konik külâhla örtülüdür. Lincân’da Pîr-i Bekrân Türbesi bir eyvanın sonradan türbeye dönüştürülmesiyle oluşmuştur. İlhanlı devri mezar anıtları içerisinde en meşhuru Olcaytu Hudâbende’nin Sultâniye’deki türbesidir. XIV. yüzyılın ilk yarısında inşa edilen ve türbe mimarisinin değişik örneklerinden biri olan yapı süslemeleriyle de önemlidir. Netanz’daki Cuma Camii (Şeyh Abdüssamed-i İsfahânî Külliyesi; 1304-1309) cami, türbe ve hankahtan oluşmaktadır. 1312-1322 yılları arasında dev ölçüde inşa edilen ve kısa müddet sonra çöken Tebriz’deki Mescid-i Ali Şah’ın kalıntıları bile İlhanlı mimarisinin ihtişamı hakkında yeterli bilgi vermektedir. Verâmin Cuma Camii (1322-1326) İlhanlı camileri içinde dört eyvanlı şeması, mihrap önü kubbesi, kıble eyvanının düzenlenişi ve çini tezyinatı bakımından önemlidir.

İran’da İlhanlılar’dan sonra inşa edilen eserler Selçuklu ve İlhanlı mimari geleneklerinin izlerini taşımaktadır. Batı İran ve Irak’ta hâkim olan Celâyirliler döneminde dikkate değer bir mimari faaliyet görülmez. Güney İran’da hüküm süren Muzafferîler devri camileri, dört eyvanlı avlulu planın devamı bakımından önem taşımaktadır. Çeşitli tamirat ve tâdilât geçirmiş olan Kirman Cuma Camii (1349), dev ölçülerdeki kıble eyvanının doğrudan doğruya mihrap önü mekânını teşkil etmesiyle daha çok Hârizmşahlı mimarisini hatırlatmaktadır. Yine birçok tamir ve tâdil faaliyetiyle değişikliklere uğrayan Yezd Cuma Camii’nde (1375) dört eyvanlı avlulu şemanın değişik bir tertibi


görülmektedir. Dev ölçülerdeki kıble eyvanı kubbeli mihrap önü mekânıyla irtibat halindedir. Kıble eyvanının büyük piştakı üzerinde çifte minare vardır. Bu düzenleme, daha sonraki dönemlerde İran’da yapılan mimari eserlerde yaygın olarak uygulanmıştır.

Mimari açıdan çok zengin ürünlerin verildiği Timurlular devrinde İran ve Orta Asya mimarilerinin birbiriyle çok yakın temas içinde bulunduğu görülmektedir. Bunda Timurlular’ın Orta Asya kökenli olmasının payı vardır. Timurlular da İlhanlılar gibi sanatçıları belli sanat merkezlerinde iskân etmişler, değişik bölgelerden gelen sanatkârlar ölçü ve tezyinata mükemmeliyet kazandırmışlardır. Timurlu sanatının güçlü olduğu bölge Doğu İran’dır. Timurlu devri mimarisi geniş külliyeler ve büyük bina teşkilâtlarıyla dikkat çekmektedir. Zengin sırlı tuğla, mozaik, renkli sır altı ve sır üstü çini tezyinata sahip olan Timurlu devri eserleri yüksek kasnaklı soğan biçimi dış kubbeleri, içindeki zengin geçiş elemanları üzerinde yükselen iç kubbeleriyle hemen teşhis edilebilmektedir. Meşhed’deki Gevher Şâd Camii 1418 yılında tamamlanmış olup dört eyvanlı cami planının tekâmülünde önemli bir merhaleyi temsil etmektedir. Muzafferîler devrinde gelişen anlayışın üstünde bir durum gösteren bu cami, İmam Ali er-Rızâ Meşhedi ile irtibat halinde bulunan büyük bir külliyenin parçasıdır. Kıble eyvanı ve mihrap önü mekânını örten büyük kubbesi kadar zengin mozaik ve sırlı çini tezyinatıyla göz doldurmaktadır. 1438-1445 yılları arasında inşa edilen Hargird’deki Gıyâsiyye Medresesi de dört eyvanlı medreselerin en gelişmiş örneklerinden biri olarak tanınmaktadır. Timurlu mimarisinin önemli bazı örnekleri bugün İran dışında kalan Semerkant ve Herat şehirlerinde bulunmaktadır.

Kısmen İran sınırları içinde kalan Karakoyunlular ve Akkoyunlular’ın yaptığı eserler Türk mimarisinin gelişimi içerisinde değerlendirilmektedir. Karakoyunlular devrinde başlayıp Akkoyunlular devrinde tamamlandığı kabul edilen Tebriz’deki Mescid-i Kebûd (870/1465-66) çinileriyle ünlüdür. Yapıda mihrap önündeki merkezî kubbe üç yönden üçer açıklıkla yanlara bağlanmaktadır.

İran’da mimari Safevîler devrinde millî bir kimlik kazanmıştır. Safevî mimarisinin önemli eserleri daha çok başşehir İsfahan’da veya büyük idarî merkezlerde inşa edilmiştir. Safevî mimarisinin erken devri hakkında fikir verebilecek eser sayısı çok sınırlıdır. Safevî mimarisinin en güzel eserlerinin bânisi olan Şah I. Abbas’tan önceki hükümdarlar mimariye fazla ilgi göstermemişlerdir. Şah I. Abbas’ın İsfahan’da yürüttüğü imar faaliyetiyle irtibatlı Meydân-ı Şâh teşkilâtı içinde yer alan ve 1612’de başlanıp 1630’da bitirilen Mescid-i Şâh İran’daki cami mimarisinin şaheserlerinden biridir. Dört eyvanlı avlulu planın uygulandığı yapı, ihtişamlı cümle kapısı ve kubbesinin yanı sıra göz alıcı çini tezyinatıyla da dikkat çeker. İsfahan’da Meydân-ı Şâh teşkilâtına dahil başka bir eser olan Şeyh Lutfullah Camii 1602-1618 yılları arasında inşa edilmiştir.

Safevî mimarisinde özellikle dinî şahsiyetler için türbe inşasına büyük önem verilmiştir. Bunlar arasında Erdebil’deki Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî Türbesi’nin özel bir yeri vardır. Safevî hânedanının kurucusu Şeyh Safiyyüddin’in türbesi ve ona bağlı bina teşkilâtındaki imar faaliyeti XVII. yüzyılda da sürdürülmüştür. Bu dönemde eski camiler, medreseler ve şahların da gömülmüş olduğu kutsal kişilerin türbeleri, tamamen Safevî özelliği gösteren kapılar ve dış cephe düzenlemeleriyle yeniden tanzim edilmiştir. Safevî mimarisinin en önemli faaliyet alanlarından olan saray mimarisinin güzel örnekleri günümüze kadar gelebilmiştir. XVII. yüzyılda yapıldığı bilinen İsfahan’daki Meydân-ı Şâh’a bakan Âlî Kāpû Sarayı ve İsfahan saray bünyesi içinde yer alan Çihilsütûn Köşkü bu türün en güzel örneklerindendir.

Safevîler toplum hizmetine yönelik mimari eserlerin inşasına da önem vermişler, birçok yol, köprü, medrese ve konaklama yeri yaptırmışlardır. Bu eserler


arasında Şah II. Abbas tarafından İsfahan’da inşa ettirilen Pul-i Hâcû meşhurdur. 1704-1714 yıllarında Şah Hüseyin Mirza’nın İsfahan’da yaptırdığı Mâder-i Şah Medresesi, klasik İran mimarisinin son örneği olarak kabul edilmekte, çok zengin süslemeleri ve dört eyvanlı planıyla dikkat çekmektedir.

İran mimarisi Zend ve Kaçarlar döneminde duraklamaya başlamıştır. Zendler’in Şîraz’da yaptırdığı eserler Avrupa ve Hindistan tesirleri göstermektedir. Kaçarlar’ın Avrupa etkilerine daha fazla açık bir mimari anlayışları vardı. Bu devirde Avrupa mimari elemanları daha sık olarak mimariye girmeye başlamıştır. Kazvin, Zencan, Simnân ve Tahran’da dört eyvanlı planı olan camiler, Kâşân’daki Mescid-i Agā Büzürg ve XIX. yüzyılın sonlarına ait olan Tahran’daki Sipehsâlâr Cami ve Medresesi Kaçarlar döneminin önemli yapılarıdır. Tahran’daki Gülistan Sarayı, Şîraz’daki Bâğ-ı Taht bu devrin dikkate değer sivil mimari eserleridir. Tezyinî malzeme olarak sırlı tuğlanın kullanıldığı bu binalarda Avrupa etkileri çok belirgindir. İran mimarisi, XX. yüzyılın başlarında Avrupa’ya ve milletlerarası faaliyete açılarak kendi özelliklerini büyük ölçüde kaybetmiş, ancak bu durum son yıllarda değişmeye başlamıştır.

İran’da mimarinin ana malzemesi kerpiç ve tuğladır. Mimari süslemede alçı ve çininin yanı sıra tuğlaların kullanış biçimi de önemlidir. Mozaik, renkli sır, sır altı ve sır üstü teknikleriyle yapılmış çinilerin yanında tuğlalar bazan renkli sırla kaplanarak, bazan tezyinî mahiyette dizilip örülerek göz alıcı bir mimari süsleme elde edilmiştir. Bilhassa devirlere göre değişiklikler gösteren bu malzeme içinde farklı tekniklerde yapılmış olan çiniler İran mimarisine damgasını vurmuştur. Binaların hem iç hem dış kısımlarında, özellikle de kubbelerde, giriş kapılarında ve cephelerde kullanılan çiniler yapılara çok renkli ve göz kamaştıran bir hususiyet kazandırmıştır. İran’daki mimari süslemenin erken örnekleri hakkında yeterli bilgi yoktur. Günümüze kadar ayakta kalmış eserler genel olarak çok sade ve süslemesizdir. X. yüzyıldan itibaren Sâmânî ve Büveyhî eserlerinin zengin süslemeleriyle İran mimarisinde tezyinî anlayışın temellerinin atıldığı görülmektedir. Bilhassa Sâmânîler devri süslemeleri desen zenginliğiyle dikkat çekmektedir.

Orta Asya mimarisiyle yakın ilişki içerisinde olan Gazneli mimari süslemesinin esasını alçı ve tuğla süslemeler teşkil etmektedir. Selçuklu mimarisinin mevcut örneklerinde zengin tuğla süslemeler görülmekte ve binaların cephelerinin yanı sıra içlerinde de yaygın olarak süslemenin tercih edildiği anlaşılmaktadır. Bunlarda tuğla süsleme özellikle tercih edilmekle birlikte alçı süslemeler de kullanılmıştır. Zengin geometrik desenler içinde renkli çininin kullanılmaya başlanması, bilhassa İran’da mimarinin ve dolayısıyla mimari süslemenin gelişimi açısından büyük bir önem taşımaktadır.

İlhanlılar ve onları takip eden mahallî devletler mimari süslemede genel olarak çiniyi tercih etmişlerdir. Yaptırdıkları binaları çinilerle süsleyen hükümdarlar ve diğer önemli kişiler, bu sanat kolunun mimariye bağlı olarak önem kazanmasına büyük destek vermişlerdir. Fîrûze çinilerin geniş anlamda kullanılmaya başlanmasıyla birlikte renk tesiri büyük bir önem kazanmıştır. Timurlular devrinde değişik çini tekniklerinin kullanılması, mimari süslemede ihtişamın ve çok renkliliğin büyük bir gelişim göstermesine sebep olmuştur. Alçı kullanımının da büyük önem kazandığı Timurlu devri mimari süslemesinde fîrûze ve lâcivert çiniler eserlere bir zarafet katmıştır. Bu durumun zirveye çıktığı Safevî devri eserleri, iç ve dışta zengin bitki ve geometrik tezyinatıyla âdeta bir halı görüntüsüne sahiptir. Çini tezyinatı, önemli ölçüde kullanılıp ve Safevî geleneğini devam ettirmekle beraber Avrupa etkileri ve hatta ithal çinilerin kullanımıyla Kaçarlar devrinde geleneksel anlayıştan uzaklaşma başlamıştır. İç mekânların geniş yüzeylerini itinayla süsleyen ustaların devamlı tercih ettiği kitâbeler mimari süslemenin de vazgeçilmez unsuru olmuştur. Bu kitâbelerle irtibat halinde veya onları destekleyici şekilde bitkiler ve geometrik tezyinî elemanlar çok değişik biçim ve şekillerde bütün yüzeylerde kullanılmıştır.

Hat. Abbâsîler’in hizmetinde İranlı hattatların bulunduğu ve IX. yüzyıldan itibaren İran’da önemli bir hat sanatı faaliyetinin mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak bu erken devirden günümüze ulaşan


hat örneklerinin sayısı çok azdır. Güzel hat örnekleri daha çok mimari süslemelere bağlı olarak değerlendirilebilmektedir. Hat sanatı özellikle Büveyhîler devrinde gelişmiştir.

X ve XI. yüzyıllarda kûfî ile yeni yuvarlak kıvrımlı terkipler arasındaki tercih mücadelesi yavaş yavaş yuvarlak kıvrımlı yazı lehinde gelişme göstermiştir. İran’da yazılan en erken tarihli hat örneklerinden olan 1027 tarihli Kur’ân-ı Kerîm, Îsâ b. Abdullah b. Ebû Abdullah el-Belhî imzasını taşımakta olup kûfî yazıların tesirine açık kıvrımlı bir yazı tipine sahiptir. Âbidelerde kûfî yazının hâkimiyeti XIX. yüzyıla kadar sürmüştür. Ancak Ribât-ı Şerif’te bulunan ve 1154-1155’teki onarım sırasında yazıldığı anlaşılan çiçekli sülüs hatlı alçı kitâbede olduğu gibi erken tarihli farklı örnekler de vardır. XII. yüzyıldan itibaren kitap yazımında yuvarlak harflerin kullanılması tercih edilmiştir. Bu devrin en önemli hattatı Muhammed b. Ali er-Râvendî’dir. Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Abdürrahîm ve kûfî ustası Ebû Bekir b. Ahmed b. Ubeydullah el-Gaznevî devrin diğer önemli simalarıdır. İran’da XII. yüzyılda sülüs, XIII. yüzyılda nesih yazı hâkim olmuştur. Din dışı yazılarda genellikle İranlı sanatkârlar tarafından icat edilen ta‘lik kullanılmıştır. Hasan b. Arabşah sülüs ve İbn Ca‘fer b. Muhammed muhakkak yazılarıyla tanınmaktadır. XIV. yüzyıl başında Abdülmü’min el-Alevî el-Kâşî önemli bir hattat olarak dikkat çeker. Hat sanatı Timurlu sanat muhiti içinde altın çağını yaşamıştır. Bilhassa nesta‘lik yazı ehemmiyet kazanırken hat hânedan mensuplarınca da icra edilen bir sanat alanı olmuştur. Timur’un vezirlerinden Emîr Bedreddin ile Timur’un torunları İbrâhim Mirza, Gıyâseddin Baysungur ve Hüseyin Baykara önemli hattatlar arasında yer almaktadır. Divanî ve deştî yazıların keşfedildiği bu devrin en tercih edilen yazısı yine İran’da icat edilen nesta‘liktir. Bu yazının mûcidi, “kıbletü’l-küttâb” unvanıyla tanınan Mîr Ali Tebrîzî ve oğlu Abdullah Timurlular’ın hizmetinde bulunmuştur. Mevlânâ Ca‘fer-i Tebrîzî ve Mevlânâ Ezher-i Tebrîzî, Mîr Ali’nin üslûbunu devam ettirmiştir. “Üstâd-i üstâdân” unvanıyla bilinen Ezher-i Tebrîzî’nin oğlu Muhammed b. Ezher ve talebesi Sultan Ali Meşhedî, Sultan Hüseyin Mirza’nın hizmetinde Herat’ta bulunmuşlardır. Meşhur minyatürcü Bihzâd’ın da çalıştığı bu atölyede bulunan diğer meşhur hattatlar “kâtib-i sultân” unvanlı Mîr Ali Hüseynî ve Zeynüddin Mahmûd-i Meşhedî’dir. XV. yüzyılın diğer önemli hattatları, yüzyılın başlarında Şîraz’da çalışan Mahmûd b. Murtazâ el-Kâtib el-Hüseyin, yüzyılın ortalarında Hindistan’a giden Şîrazlı Ya‘kūb b. Hasan Sirâceddin ve İbnü’l-Bevvâb’dır. Bunlar arasında Ya‘kūb b. Hasan’ın hatta dair Tuĥfetü’l-muĥibbîn adlı bir kitabı vardır. Safevîler döneminde hat sanatı Tebriz ve İsfahan’da büyük bir ilgiye mazhar oldu. Şah İsmâil’in sarayında çalışan Şah Mahmûd Nîşâbûrî’nin ardından İsfahan’da çalışan “reîsü’r-rüesâ” unvanlı Baba Şah İsfahânî, Şemseddîn-i Tebrîzî, Mîr İmâd, Ali Rızâ-yi Abbâsî ve Derviş Abdülmecîd Tâlekānî İran hattının en önemli isimleri arasında yer alır.

Minyatür. İran’da İslâm öncesi devirlerde de mevcut olan minyatür İslâmî dönemin sanat ortamında büyük ilgi görmüştür. İslâmî dönem İran minyatür sanatının en erken örnekleri İlhanlılar devrine aittir. Daha önceki devirlere ait eserlerin Moğol istilâsı başta olmak üzere çeşitli istilâlar ve savaşlar sırasında yok olduğu anlaşılmaktadır. Minyatür sanatının İslâmî dönemde yeniden doğuşunda çok önemli bir merhale teşkil eden İlhanlı devri eserleri, yoğun biçimde kendisini gösteren Çin tesirleriyle Irak tesirlerinin bir terkibi şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiata ve tarihî konulara büyük ilgi duyulan İlhanlı muhitinde yapılan bütün minyatürlü eserler, Moğollar’ın Uzakdoğu sanat muhitine yakınlığına bağlı olarak hemen farkedilen bir hususiyete sahiptir. Çin resimlerinin etkisinin hemen görüldüğü bu eserler, detaylara önem veren ve kullandığı renkler itibariyle güçlü tesirler bırakan


çok güzel örneklerdir. Başta Reşîdüddin’in CâmiǾu’t-tevârîħ’i olmak üzere çeşitli eserlerin resmedildiği minyatür atölyeleri bizzat İlhanlı saray muhiti içinde yer almaktaydı. Bu atölyeler, İlhanlı hânedanı ve onların en önemli memurlarından oluşan seçkinlerin isteklerine hizmet verecek şekilde donatılmıştı. İlhanlılar’ın son devirlerinde Çin tesirlerinin yerini alan Irak tesirleri minyatürde değişik bir anlayışın doğmasına sebep olmuştur.

İlhanlı sonrasında İran minyatürü mahallî devletlerin ve hânedanların himayesinde gelişme göstermiştir. Bunların başında gelen İncû hânedanı dönemi, XIV. yüzyıl başında Irak’la irtibatı olan ana hususiyetleriyle mahallî bir anlayışa sahip çok renkli minyatürleriyle tanınmaktadır. Mahallî devletlerden Muzafferî ve Celâyirli idarecileri minyatüre büyük ilgi duymuşlar, hat sanatının hâkimiyetine rağmen Muzafferîler muhitinde minyatür değişik bir görünüm kazanmıştır. Minyatürlerin boyutları küçülmüş, çiçek ve geometrik motifler hâkim olmaya başlamıştır. İlhanlı anlayışının etkisini hissettirdiği Celâyirli minyatürlerinin hat sanatıyla yakın bir irtibatı olup saray hayatına ait sahneleriyle dikkati çekmektedir. Çin etkilerinin ortadan kalktığı Celâyirli minyatürlerinde özgün bir sanat anlayışına ulaşılmıştır. Bilhassa Ahmed Celâyir devrinde en ileri seviyeye erişen Celâyirli minyatürcüleri arasında Cüneyd adlı sanatçı önemli bir simadır. Celâyirli minyatür üslûbu, Timurlu devri minyatür sanatı için bir hazırlık safhası teşkil etmiş ve daha sonraki sanatçıları etkilemiştir.

Minyatür sanatı Timurlu devrinde özellikle hânedan mensupları arasında büyük ilgi görmüştür. Bizzat Timur’un kendisinin minyatüre önem verdiği ve saray atölyesinin başında Abdülhay adlı bir sanatçıyı görevlendirdiği bilinmektedir. Timur’un oğulları ve torunları tarafından da desteklenen minyatür sanatı, Şâhruh devrinde Herat’ta ve Şîraz’da bulunan iki farklı ekolün eserleriyle temsil edilmektedir. XV. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Semerkant’ta Uluğ Bey çevresinde bir başka minyatür ekolü teşekkül etmiştir. Emîr Şâhî, Gıyâseddin, Mevlânâ Halîl ve Sultan Ali bu devrin en önemli minyatür ustaları arasında anılmaktadır. Timurlu minyatürü özellikle Hüseyin Baykara döneminde Herat’ta büyük gelişme göstermiştir. Bu devrin en meşhur minyatür üstadı Bihzâd’dır. Timurlular devrinde minyatür ustaları Celâyirli tesirleriyle Çin tesirlerini birleştirerek bir sentez oluşturmuşlar, bilhassa Bihzâd’ın önderliğinde tamamen özgün bir üslûba ulaşmışlardır. Timurlu minyatürü, ihtişamı ve şiirselliğiyle dikkati çeken ve sûfî telakkisinden de destek alan saraylı bir anlayışa sahiptir. Bu anlayışı Safevî minyatürüne de intikal ettirmiştir.

Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinde de minyatür sanatına önem verilmiştir. Safevî devri minyatürleri büyük ölçüde Timurlu devri minyatür üslûbuna bağlıdır. Bu dönemde saray çevresi dışında ticarî nitelikte bir minyatür faaliyetinin mevcut olduğu bilinmektedir. XVI. yüzyıl boyunca değişik merhalelerden geçen Safevî minyatürleri XVII. yüzyılın sonlarına doğru ehemmiyetini kaybetmeye başlamıştır. Erken devirde özellikle Bihzâd’ın şahsında önem kazanan minyatürcülüğün diğer önemli simaları olan Sultan Mahmud, Âgā Mîrek, Şeyhzâde gibi isimleri Mirza Ali, Muzaffer Ali, Sâdıkī, Rızâ-yi Abbâsî gibi isimler takip etmiştir. XVII. yüzyılda da Safî, Muhammed Kāsım ve Muhammed Yûsuf gibi sanatkârlar öne çıkmıştır. Safevîler’in son devrinde Avrupa etkileri çok güçlenmiştir. Ali Kulı Cebbâr, Muhammed Zaman, Muîn Musavvir ve Muhammed Ali bu devrin en tanınmış minyatür ustalarıdır.

Avrupa tesirlerinin güçlü olduğu Kaçar hânedanı yönetimindeki İran’da minyatürden Batı tarzı resme geçilmiştir. Mirza Baba, Mehr Ali, Abdullah Han, Muhammed Hasan Han, Ebü’l-Kāsım gibi ressamlar, genel olarak yağlı boya tablolarında şah ve yakın çevresinde bulunan kişilerin portrelerini yapmışlardır. XIX. yüzyılın ortalarında iyice Avrupalılaşan İran resmi minyatür anlayışının dışına çıkmıştır. Ahmed Mehr, Seyyid Mirza, Muhammed Bekir, Muhammed Ca‘fer bu devirden önemli isimler olarak ön plana çıkan sanatçılardır. Nâsırüddin Şah devrinde Ebü’l-Hasan Gaffârî Sâniulmülk ile XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Muhammed Gaffârî Kemâlülmülk, Kaçar geleneksel anlayışının en son ressamları oldukları kadar modern resmin de temsilcileridir.

İran sanat çevrelerinde minyatür kadar rağbet gören bir alan da bina içlerindeki duvar boşluklarının resimlerle süslenmesidir. Bu uygulama Sâmânîler devrinde başlamış, Timurlu ve Safevî devirleriyle birlikte Kaçar döneminde de devam etmiştir. Önceleri bilhassa tarihî konular ve manzara resimleri ilgi görmekte iken Safevî devri sonlarından itibaren şahıs portrelerine önem verilmeye başlanmıştır. Genelde duvar resimlerinde figüratif temayülün fazla olduğu görülmektedir. Resim sanatıyla yakın ilgisi bulunan lâkeli eşya süslemesi, değişik resim örneklerinin temsil edildiği seramik ve seramikle irtibatı olan sanat kolları da İran’da ilgi çekmiştir.

Seramik. Seramik sanatı İran’ın geleneksel sanat dallarından biridir. IX. yüzyılda Çin’le irtibatı olan İran’da porselen ticaretinin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Önceleri Abbâsî seramikleriyle yakın ilişkisi bulunan İranlı seramik ustaları Çin’den gelen etkilerle birlikte yeni bir seramik tarzı ortaya koydular. IX. yüzyıla ait Çin taklidi seramikler yanında Irak üslûbuyla yapılmış seramik örneklerine de rastlanmaktadır. Beyaz sırlı yuvarlak sığ kaplarla temsil edilen mahallî seramiklerin yanında çok renkle zenginleştirilmiş opak beyaz sırlı seramiklerde Irak ve Mısır etkileri, kazımalı ve yeşil, sarı, kahverengi gibi renkli seramiklerde ise yoğun olarak Irak etkisi görülmektedir.

IX. yüzyılda bilhassa Tâhirîler’in başşehri Nîşâbur ile Sâmânîler’in bazı şehirlerinde seramik üretiminin yapıldığı bilinmektedir. Horasan’da ve Abbâsî üslûbunda kahverengi, siyah, kırmızı toprak boyalı ve sarımsı kahverengi hamurlu bir seramik türü mevcuttu. Bir süsleme unsuru olarak bu seramiklerin üzerinde dualar ve atasözleri yazılıyordu. Ayrıca hükümdarların taleplerini karşılamak için yapıldığı anlaşılan, çok renkli sır altı tekniğiyle renklendirilip bitki süslemeleriyle desteklenmiş, hayvan ve insan tasvirleri


ihtiva eden bir başka seramik çeşidi de vardır. Nîşâbur ve Semerkant’ta yapılan seramikler çok renkli ve beğenilen türler arasındaydı. Bunların dışında Rey ve Sâve IX. yüzyılda seramik üretilen önemli merkezlerdir. X. yüzyılda, kırmızı hamurlu renksiz sır altına ince kazınmış desenler bulunan ve maden sanatıyla da irtibatlı bir seramik tipi ortaya çıktı. Bu seramikler üzerinde genellikle kuş motifleri hâkimdir. Diğer bir tür de amol adıyla tanınan kahverengi, yeşil kazımalı ve boyalı seramiklerdir. XI. yüzyıla kadar devam eden ve Sâmerrâ örneklerini andıran yeşil ve mavi süslemeli, kalıp ve oyma ile şekil verilmiş seramiklerin yanında kırmızı hamurlu ve koyu yeşil sır altında kuş ve hayvan tasvirleri ihtiva eden seramikler de revaçtaydı.

Selçuklular devrinde seramik sanatında büyük bir canlanma olmuş, ancak bu dönemden günümüze az sayıda eser ulaşmıştır. Önceleri doğu şehirlerinde gerçekleşen seramik üretiminin merkezi Moğol tehdidi sebebiyle Batı İran’a taşınmıştır. Bu dönemde Kâşân, Rey şehirleri, Azerbaycan, Fars, Hûzistan ve Kirman bölgeleri önemli seramik merkezleriydi. Erken dönem Selçuklu seramikleri, Sung Çin seramikleriyle yakın bir alâka içinde olup beyaz hamurlu ve oymalı veya kalıplamayla elde edilmiş şekilleriyle dikkati çekmektedir. Oyma ve kazıma motifler çok renkli sırlı eserler üzerinde görülmektedir. “Lakabî” olarak adlandırılan seramiklerin merkezi Kâşân, yapımı hayli zor ve lüks bir seramik olan mînâî türünün merkezi Rey şehridir. Daha sonraları Kâşân’da da kullanılan bu teknik seramik sanatına büyük bir yenilik getirmiştir. Minyatür sanatı ile de yakınlığı olan bu bol figürlü seramiklerde Selçuklu tipleri, kıyafetleri ve o devrin hayatını canlandıran konular işlenmiştir. Rey ayrıca beyaz zemin üzerinde sır altı siyah boyalı desenli seramikleriyle de tanınmaktadır. XII. yüzyılda Rey, Kâşân ve Sâve gibi önemli merkezlerde perdah tekniğiyle imal edilen seramiklerin üzerinde idarecilerin ve hükümdarların zevkine uygun sahneler görülmekte ve özellikle süvari tasvirleri önemli bir yer tutmaktadır. XIII. yüzyılın bir diğer seramik tipi Kâşân’da üretilen mavi ve siyah seramiklerdir. Koyu mavi sırla örtülü, kalıp ve kazımayla elde edilmiş süslemeleriyle teşhis edilen bu tip seramiklerin Sultanâbâd, Sâve ve Sultâniye’de de imal edildiği anlaşılmaktadır.

İlhanlılar döneminde seramik sanatı Moğollar’ın imha ettiği seramik merkezlerinin yeniden faaliyete geçmesiyle büyük bir canlanma göstermiştir. Çin tesirlerinin yoğun olduğu İlhanlı seramikleri perdah ve sır altı tekniğiyle imal edilmiş eserleriyle dikkati çekmektedir. Seramik eserler üzerinde yer alan tasvirler, özellikle minyatür sanatıyla irtibat halinde olup hayvan ve bitki motifleri ihtiva etmektedir. Az sayıda örneğin mevcut olduğu Timurlu devri seramiklerinde bilhassa mavi beyaz Ming hânedanı Çin porselenlerinin tesiri görülmektedir. Bu devirde en önemli seramik merkezinin Verâmin şehri olduğu anlaşılmaktadır. Seramik sanatının önemli gelişim gösterdiği Safevîler devrinde bilhassa Şah I. Abbas’ın himayesi altında çok yoğun seramik imalâtı yapıldığı bilinmektedir. Bu dönemde İsfahan, Meşhed ve Kirman gibi merkezlerin yanı sıra özellikle kendine has bir seramik tipiyle Kubaçi şehri öne çıkmıştır.

Kaçarlar devrinde ince beyaz hamurlu, çiçek desenli, mavi, mor, kahverengi ve zeytûnî seramiklerle beraber sır üstü mînâî tekniğiyle pembe, mavi, sarı, yeşil ve siyah renkli kelebek ve çiçek desenleri ihtiva eden seramikler imal edilmiştir. Bunların yanında sır altı çiçek vb. süslemeli Tahran imali sert beyaz hamurlu kaplarla, Çin ve Avrupa tesirleri gösteren mavi ve siyah desenli Nâîn imali seramikler dikkat çekicidir. XIV. yüzyıl başında ortaya çıkan bu çiçekli ve kelebekli desenlerin üretimi 1935 yılına kadar sürmüştür.

Madenî Eserler. İran, İslâm öncesi devirlerde önemli madenî eşya üretim bölgelerinden biriydi. İran’da erken devirlerde imal edilmiş madenî eserlerde çok güçlü bir şekilde Sâsânî etkisi görülmekte olup bunların büyük bir kısmı bronz ve pirinçten imal edilmiştir. İran maden eserleri arasında gümüş ve altından yapılmış eşyanın sayısı çok azdır. Bunda İslâmiyet’in bu madenlerin kullanımını sınırlandırmasının da rolü vardır. Altın ve gümüşten yapılmış eserler zaman içinde eritildiğinden günümüze daha çok bronz ve pirinç eserler ulaşabilmiştir. Erken devirde imal edildiği belirlenen madenî eserlerde hayvan figürleri önemli bir yer tutmaktadır. Bu zengin figürlü eşyaların bir özelliği de üzerinde hüsn-i hatla yazılmış dua cümlelerinin bulunmasıdır. X ve XI. yüzyıllarda bu özelliklerini koruyan madenî eserler, XII ve XIII. yüzyıllarda çok zengin dekoratif şekillerle süslenmeye başlamıştır. Selçuklu devri madenî eserlerinde gümüş, bakır ve altın dolgulu hayvan ve insan, özellikle de zodyak tasvirleri dikkat çekmektedir. Bunların


üzerinde yer alan yazılarda eşyanın sahibi ve yapan ustaya yönelik dualar önemli bir yer tutmaktadır.

XIII. yüzyılın sonunda artan Moğol baskısıyla madenî eşya üretim alanı Doğu İran’dan batıya ve hatta Irak’a taşınmıştır. Saray hayatı ve av sahnelerinin önemli bir yer tuttuğu bu eserlerin üzerindeki resimlerin minyatür sanatıyla yakın bir irtibatı bulunduğu dikkat çekmektedir. İlhanlı madenî eserlerinin günümüze ulaşan çok az sayıdaki örnekleri XIV. yüzyıl başlarına aittir. Önemli bir kısmı dolgulu tipte olan İlhanlı eserlerinin üretim merkezi Şîraz’dır. Irak etkilerinin devam ettiği İlhanlılar sonrası dönemde ve bilhassa İncû hânedanı devrinde madenî eserler imali ehemmiyet kazanmıştır. Özellikle figürlü madalyonlar ve dua örnekleriyle süslenen bu devir eserleri üzerindeki süvari ve tahtta oturan hükümdar tasvirleri önemli bir yer tutmaktadır. Bu tür bir madenî eser imalâtının Muzafferîler döneminde de yapıldığı görülmektedir. Timurlu devrinde yapılan eserler Çin tesirlerine açık oluşlarıyla dikkat çekmektedir. Bronzların yanında bilhassa pirinç eşyanın bir yekün teşkil ettiği Timurlu madenî eserleri üzerinde Timurlu geleneğini yansıtan süslemeler bulunmaktadır.

Altın ve gümüş kaplamaların rağbette olduğu Safevîler dönemi madenî eserleri, hat ve minyatür sanatının tesirlerine açık bir süsleme anlayışına sahiptir. Kuyumculukla yakın ilişkisi bulunan XVI ve XVII. yüzyıl madenî eserleri oyma ve kazıma teknikleriyle de takviye edilmiştir. Madalyonlar içinde tabiat, insan ve hayvan tasvirleri dikkat çekmektedir. Safevî geleneğini devam ettirmekle beraber Kaçarlar devri madenî eserlerinin eski kaliteye sahip olduğunu söylemek zordur. Bu eserlerin üzerinde, kazıma ve oyma teknikleriyle yapılmış madalyonlar içinde hükümdar ve fantastik hayvan tasvirleri yer almaktadır.

Halı ve Kumaş. Halı ve kumaş, İslâm öncesi devirlerden beri İran’ın en önemli üretim alanlarından biridir. Ancak erken devirlerden örnek bulunmadığı veya çok sınırlı kaldığı için bu alanda tarihî kaynaklardaki bilgilerle yetinilmektedir. Abbâsî sarayında İran menşeli halılar mevcuttu. “Gördes (Türk) düğümü” diye tanınan düğüm tekniğiyle yapılan Selçuklu halıları hakkında fazla bilgi yoktur. İlhanlılar’dan Gāzân Han’ın Şîraz’da halı imali için bir atölye kurduğu bilinmektedir. Timurlu devri halıları hakkında en önemli kaynak devrin minyatürleridir.

Minyatürlerden anlaşıldığına göre XV. yüzyıl başlarında geometrik bir anlayışla tanzim edilen halıların yerine, yüzyılın ortalarından itibaren bordürlü ve göbekli çiçek motiflerinin hâkim olduğu yeni bir üslûp geçmeye başlamış ve yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu üslûp hâkim olmuştur. XVI. yüzyıl minyatürlerinde halı daha seyrek tasvir edilmesine rağmen bu yüzyıldaki halı sanatının durumu hakkında fazla bilgi vardır. XV. yüzyılın önemli halıcılık merkezi Tebriz’dir. Safevî hânedanından Şah İsmâil ve Tahmasb’ın halıcılığa önem verdikleri bilinmektedir. XVI ve XVII. yüzyıllar İran halıcılığının yükselme devridir. Yezd, Kâşân, İsfahan, Tebriz saraylarındaki halı atölyeleri önemli imalât merkezleridir. XIX. yüzyılda Hemedan, geometrik desenli ve stilize hayvan motifli halılarıyla ön plana çıkmaktadır. Bu yüzyıl içinde Kâşân’da imal edilen ipek seccadeler de çiçek desenleriyle dikkat çeker. Avrupa etkisi yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini göstermektedir.

Uzakdoğu ve İslâm öncesi devrin etkileriyle dokunan kumaşlarda İslâmiyet’in yayılmasıyla birlikte kûfî bordürler görülmeye başlanmıştır. Horasan’da dokunduğu bilinen bu erken devir kumaşlarından çok az örnek günümüze ulaşmıştır. X ve XI. yüzyıllara ait örnek sayısı da kısıtlıdır. Bunlar üzerinde stilize hayvan motifleri önemli bir yer tutmaktadır. Zaman içinde motiflerin daha çizgisel bir nitelik kazandığı görülmektedir. Timurlu kumaşları hakkında en iyi kaynak olan minyatürler bu devrin kumaşlarının ihtişamı için dolaylı bir bilgi vermektedir. İpekli ve sırmalı Safevî devri kumaşları ve XVII. yüzyılda yapılan brokadlar İran dokuma sanatının en önemli eserleri arasındadır. Safevî geleneğine bağlı olarak gelişen Kaçarlar devri dokumaları zengin ve lüks hususiyetleriyle dikkati çekmektedir. Özellikle Kirman’ın çok renkli ve çiçekli kumaşlarıyla İsfahan’ın bitki ve hayvan motifli basmaları XIX. yüzyıl dokumacılığının en güzel örnekleridir. Bunların dışında Kâşân, İsfahan, Yezd ve Şîraz’da yapılan lüks işlemeler ve Kirman’ın yünlü işlemeleri, Reşt’te yapılan aplike işleri bu devrin en güzel eserleridir.

BİBLİYOGRAFYA:

N. Meshkati, A List of the Historical Sites and Monuments, Tahran, ts.; M. Smith, Persian Art, London 1876; F. Sarre, Denkmaler Persischer Baukunst, Berlin 1910; G. Marteau - H. Vever, Miniatures Persanes, Paris 1912; T. W. Arnold, Painting in Islam, Oxford 1928, tür.yer.; G. Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1930, tür.yer.; A. Sakisian, Persian Art, London 1931; I. Stchoukine, Les miniatures persanes, Paris 1932; a.mlf., La peinture iranienne sous les derniers Ǿabbâsides et les ilkhâns, Bruges 1936; L. Bihyon v.dğr., Persian Miniature Painting, London 1933; N. A. Reath - E. B. Sachs, Persian Textiles, New Haven 1937; E. Diez, Iranische Kunst, Wien 1944; Ernst Kühnel, Doğu İslâm Memleketlerinde Minyatür (trc. Suut Kemal Yetkin - Melâhat Özgü), Ankara 1952, tür.yer.; D. N. Wilber, The Architecture of Islamic Iran the Ilkhānid Period, Princeton 1955; a.mlf., Persian Garden and Pavilions, Vermont 1962; B. Gray - A. Godard, Iran: Persian Miniatures, New York 1956; B. Gray, Persian Painting, Geneve 1961; a.mlf., Persian Painting, New York 1977; A. Godard, L’art de l’Iran, Paris 1962; B. W. Robinson, Persian Miniatures, Oxford 1957; a.mlf., Persian Drawings, New York 1965; a.mlf., Persian Miniature Painting, New York 1965; L. Honarfar, Historical Monuments of Isfahan, Teheran 1958; O. Grabar, Persian Art Before and After the Mongol Conquest, Ann Arbor 1959; L. Lockhart, Persian Cities, London 1960; K. Erdmann, Oriental Carpets, London 1960, tür.yer.; a.mlf., Seven Hundered Years of Oriental Carpets, Berkeley 1970, tür.yer.; N. Egami, Exhibition of Persian Art, Tokyo 1961; R. Ettinghausen, Seven Thousand Years of Iranian Art, Washington 1962; A. U. Pope, Persian Architecture, London 1965; a.mlf. - E. Yanshanter, Highlights of Persian Art, Boulder 1979; G. M. Meredith-Owns, Persian Illustrated Manuscripts, London 1965; H. E. Wulff, The Traditional Crafts of Persia, Cambridge 1966; Fihrist-i Binâhâ-yi Târîħî ve Emâkin-i Bâstânî-yi Îrân, Tahran 1345 hş.; M. T. Mustafavi, Persian Architecture at a Glance, Tehran 1967; Mazhar Şevket İpşiroğlu, Painting and Culture of Mogols, London 1967; K. Emami, Modern Persian Painting, New York 1968; E. Atil, Exhibition of Twenty-Five Hundered Years of Persian Art, Washington 1971; a.mlf., v.dğr., Islamic Metalwork, Washington 1985, tür.yer.; S. J. Falk, Qajar Painting, London 1972; N. Ardalan - L. Bakhtiyar, The Sense of Unity: The Sufi Tradition in Persian Architecture, Chicago 1973; G. Fehérvári, Islamic Pottery: A Comprehensive Study Based on the Barlow Collection, London 1973, tür.yer.; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1973, I, 19-98; C. Edward, The Persian Carpet, London 1975; C. Mac Lenicina, Persian Art, Leningrad 1975; R. Murdoch Smith, Persian Art, London 1976; A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope - P. Ackerman), Tahran 1977, I-XV; J. W. Allan, Persian Metal Technology 700-1300, London 1979; C. Adle, Art et société dans le monde iranien, Paris 1982; A. S. Melikian - Chirvani, Islamic Metalwork from the Iranian World: 8th-18th Centuries, London 1982; N. Titley, Persian Miniature Painting, Austin 1983; Suut Kemal Yetkin, İslam Ülkelerinde Sanat, İstanbul 1984, tür.yer.; T. W. Lentz - G. D. Lory, Timur and Pirncely Vision: Persian Art and Culture in the Fifteenth Century, Washington 1989; Abdürrefî‘ Hakīkat, Târîħ-i Hünerhâ-yi Millî ve Hünermendân-ı Îrânî, Tahran 1369 hş., I-II; D. James, After Timur Qurans of the 15th and 16th Century Art, Oxford 1992; Muhammed Ali Muhlisî, Fihrist-i Binâhâ-yi Târîħî Âźerbaycân-ı Şarķī, Tahran 1371 hş.; W. Kleiss - M. Y. Kiani, Iranian Caravansarais, Tahran 1995.

A. Engin Beksaç