IRAK

(العراق)

Ortadoğu’da bir İslâm ülkesi.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. ORTAÇAĞ MÜSLÜMAN COĞRAFYACILARINA GÖRE IRAK

III. TARİH

IV. KÜLTÜR ve MEDENİYET

Resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Irâkıyye olup başşehri Bağdat’tır. Kuzeyde Türkiye ile 331 kilometrelik bir sınırı bulunan Irak’ın toprakları doğuda İran, güneyde Suudi Arabistan ve Küveyt, batıda Ürdün ve Suriye ile çevrilidir; Basra Körfezi’ndeki dar bir kıyı şeridiyle de dünya denizlerine açılır. Suudi Arabistan ve Küveyt’le aralarında oluşturdukları tarafsız bölgede bu üç ülkenin göçer vatandaşları serbestçe dolaşma hakkına sahip idi; ancak sonradan bu tarafsız bölge adı geçen üç ülke arasında bölünmüştür. 438.317 km²’lik yüzölçümüne sahip ülke topraklarının 900 km²’den fazlası sulak alanlarla kaplıdır; nüfusu 20.400.000’dir (1995).

Tek partili bir cumhuriyetle yönetilen ülke idarî açıdan on sekiz muhafazaya ayrılmıştır; bunlardan başşehir Bağdat özel bir statüye sahiptir. Muhafazaların en yüksek sivil yöneticisi İçişleri Bakanlığı’nın önerisiyle cumhurbaşkanı tarafından tayin edilen muhafızdır (vali). Muhafazalar kāim-makam (kaymakam) tarafından yönetilen kazalara, onlar da müdîr tarafından yönetilen nahiyelere ayrılmıştır. Ülkenin kuzeyinde bulunan Kürt ve Türkmen nüfusun yoğun olduğu Erbil, Dohuk ve Süleymâniye muhafazaları kısmî özerkliğe sahiptir.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Ülke toprakları, yüzey şekilleri ve iklim bakımından birbirinden hayli farklı özellikler gösteren şu dört bölgeye ayrılır: Kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık alan, dağların eteklerinde uzanan tepelik el-Cezîre bölgesi, batıda Fırat vadisinden Suudi Arabistan ve Ürdün sınırına kadar uzanan çöller, Fırat ve Dicle arasında kalan yerlerle bu iki nehrin birleşmesinden meydana gelen Şattülarap’ın oluşturduğu delta ve bataklıkları içeren alüvyonlarla kaplı alan.

Irak’ın kuzey ve kuzeydoğusunda Alp kıvrım kuşağı içerisinde bulunan ve Güneydoğu Toros dağları ile Zagros dağlarının uzantısı olan yüksek dağlar yer alır. Dicle’nin kollarından Habur ile Büyük ve Küçük Zap sularının derin vadilerle parçaladıkları bu dağların yükseltisi genellikle 2000 metrenin üzerindedir (en yüksek nokta Revândiz dağında 3658 m.). Dağların 1800-2000 metreye kadar olan yerlerinde meşe ormanlarına rastlanır ve aşırı kesimlerin seyrelttiği bu ormanlar ülke yüzölçümünün ancak % 3-4’ünü kaplar. Bu seviyenin üzerinde yüksek dağlara mahsus (alpin) çayırlıklar yer alır. Dağların eteklerinde, güneye ve batıya gidildikçe yükseklikleri basamaklar halinde azalan plato ve tepeliklere rastlanır. Güneyde Bağdat yakınlarına kadar uzanan el-Cezîre bölgesinin plato ve tepelikleri genellikle step karakterli çalılık ve otsu bitkilerle kaplıdır. Ülkenin batı ve güneybatısında, Arabistan yarımadasının büyük kesimlerini kaplayan çöllerin uzantısı olarak Ürdün-Suudi Arabistan sınırlarından Fırat vadisine kadar devam eden, sürekli bitki örtüsünden yoksun geniş çöller bulunmaktadır. Doğuda 900 m. dolaylarındaki yükselti batıya doğru giderek azalır. Bu durumu ile geniş bir düzlük görünümünde olan çöl alanının karakteri kuzeyden güneye farklılıklar gösterir. Kuzeyde Suriye çölünün (Bâdiyetüşşâm) devamını teşkil eden kesim genellikle taşlıktır ve geniş kuru dere (Vâdî Havran, Vâdî Ubeyd gibi) yatakları tarafından derin biçimde yarılmıştır. Güneyde Hacere adıyla anılan havza ise hemen tamamen kumlarla kaplıdır. Çöller Irak topraklarının yaklaşık % 40’ını kaplar.

Irak’a hayatiyetini veren Fırat-Dicle havzasıdır. Dicle nehri, Mezopotamya olarak bilinen bu havzaya kuzeydeki dağlık bölge ile güneyindeki el-Cezîre platolarında açtığı derin ve sarp yamaçlı vadilerden geçerek ulaşır; bu arada Büyük ve Küçük Zap nehirlerinin de katılmasıyla güçlenip Tikrît dolaylarında geniş bir tabana yayılır. Fırat nehri ise Suriye sınırında derin bir vadiyle Irak topraklarına girer ve kuzeybatıdan güneydoğuya doğru akarak el-Cezîre bölgesini geçtikten sonra yayvanlaşıp genişler. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kuzey-güney yönünde uzanan dar ve uzun bir kapalı havza vardır. Bu havzaya yerleşmiş olan Sersâr ırmağı sularını aynı adla anılan göle boşaltır. Fırat ve Dicle nehirleri Bağdat dolaylarında birbirlerine yaklaşıp sonra yeniden uzaklaşırlar. Aşağı kesimlerinde çeşitli kollara ayrılan ve kenarlarında geniş bataklıklarla sulak alanlar yer alan iki nehir Kurna yakınlarında Gurmet Ali denilen mevkide birleşerek Şattülarap adını alır ve tek kol halinde 160 km. katettikten sonra Basra körfezine ulaşır. Irak’ın bu kesiminde akarsuların getirdiği bol alüvyal malzeme körfezin


kuzeyini doldurarak verimli bir deltanın oluşmasını sağlamıştır.

Bölgeler arasında yüzey şekilleri gibi iklim özelliklerinde de farklılıklar dikkati çeker. Kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık alanda yüksek dağ iklimi (alpin iklim) şartları yaşanırken el-Cezîre yöresinde kışlar ılık ve yarı nemli, yazlar ise sıcak ve kurak geçer; bahar mevsimleri pek hissedilmez. Yüzey şekillerinin de etkisiyle sıcaklıklar kuzeyden güneye doğru artarken yağışlar belirgin şekilde azalır. Dağlık alanlarda yıllık ortalama sıcaklık 10ºC dolaylarındadır. Bu bölgelerde derece yılın kırk-elli gününde sıfırın altına düşer; ocak ayı ortalaması ise -5º kadardır. Dağların yüksek kesimlerinde çok daha şiddetli soğuklar hüküm sürer. Buna karşılık güneye gidildikçe hava ısınır ve ortalamalar artarak meselâ Musul’da 20º iken Bağdat’ta 23º, Nâsıriye’de 25º’ye çıkar. Bu kesimlerde yazlar dayanılmaz derecede sıcak geçer ve güneyde yılın altı ayında sıcaklık gündüzleri 35º’nin üzerinde seyrederken pek çok yerde de gölgede 50º’yi aşar. Yıllık ortalama yağış miktarı da bölgelere göre büyük farklılıklar gösterir ve dağlık yörede 1000 mm. dolaylarında iken güneye gidildikçe azalarak Selâhaddin çevresinde 600, Musul’da 350, Bağdat’ta 140 ve Nâsıriye’de 110 milimetreye düşer. Yağışlar yıldan yıla değişir ve meselâ Bağdat’ta bazı yıllarda 300 milimetreye ulaşırken bazı yıllarda ancak 50 milimetreyi bulur. Dağlık bölge dışında kar yağışlarına hemen hiç rastlanmaz.

Yazın sıcaklığın fazla, yağışların yok denecek kadar az olması bir yandan buharlaşma, bir yandan da sulama sorunlarını doğurmaktadır. Buharlaşmanın şiddeti sebebiyle tarıma elverişli toprakların büyük kısmı çoraklaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tuzlanma yüzünden birçok tarım alanı kullanılmaz hale gelmiştir. Yine bu sebeple Fırat ve Dicle nehirlerinin sularının tuzluluk oranı da güneye gidildikçe artar. Buharlaşma ve yağış azlığı nehirlerin su miktarını da etkiler ve meselâ mayıs ayında 4500-5000 m³/sn. olan Fırat’ın debisi yaz sonlarında 250-300 m³/sn.’ye iner; benzer durum Dicle’de de görülür. Nisan sonuyla mayısta Fırat ve Dicle’nin yol açtığı vadi tabanlarını etkisi altına alan taşkınlar ülkenin kuraklık sorunu yaşanan geniş bölümü ile çelişki doğurur.

Irak’ta yerleşme ve nüfusun dağılışı üzerinde yüzey şekilleri, daha çok da Fırat ve Dicle nehirleriyle yer altı zenginlikleri önemli rol oynamaktadır. Nehirlerin arasındaki bereketli topraklar yerleşme ve nüfus bakımından yoğunluk kazanırken dağlık alanlar, çöller ve geniş bataklıklar ıssızdır. Irak’ın XX. yüzyılın başlarında 2 milyon civarında olan nüfusu 1947’de 4.186.000, 1957’de 6.298.000, 1965’te 8.220.000, 1977’de 12.171.500, 1987’de 16.335.198 ve 1995’te 20.400.000’e ulaştı. Ülkede % 70 dolaylarında bulunan kentleşme oranının en yüksek olduğu kesim, 5 milyonu aşan nüfusu ile Bağdat ve onun güneyinde yer alan Basra (700.000), Necef (250.000), Hille (225.000), Kerbelâ (200.000), Nâsıriye (150.000) çevreleridir. Zengin petrol yatakları sebebiyle kuzeydeki şehirler de giderek kalabalıklaşmaktadır; Musul (650.000), Kerkük (800.000), Erbil (400.000) ve Süleymâniye (325.000) bunlardandır. Halkın geri kalan kısmı nüfusu 10.000’den az olan kasaba ve köylerde veya göçebe halinde yaşar. Özellikle çöl alanları ile el-Cezîre platolarında göçebelik yaygındır. Dağlık kesimlerde, kışları vadi tabanları veya yamaçlarındaki köylerde geçiren insanlar yazın yüksek yaylalara çıkarlar. Yerleşim merkezlerinin belirli alanlarda toplanması sebebiyle ülkede nüfus yoğunluğunun (km2/45) dağılışı büyük farklılıklar gösterir. Bağdat, Musul, Kerkük, Basra gibi kalabalık şehirlerin çevresinde kilometrekareye 200 kişi düşerken Fırat-Dicle arasında tarımın yoğun olduğu alanlarla petrol yataklarının çevrelerinde bu sayı 100 civarındadır, el-Cezîre bölgesi ve özellikle çöl alanlarında ise beşin altına düşer, hatta çöllerin büyük bir kesimi tamamen ıssızdır. Ülke nüfusunun % 77’sinin ana dili Arapça’dır. Kürtçe konuşanların oranı % 10, Türkçe konuşanların oranı % 1,4’tür. Nüfusun % 0,8’i de Farsça konuşur. Irak halkının % 95,5’u müslümandır (% 61,5’u Şiî, % 34’ü Sünnî). Ülkedeki hıristiyanların oranı ise % 3,7 kadardır.

Irak ekonomisinde petrol üretimi ve tarım ön plandadır. Petrol yatakları Basra körfeziyle kuzeyde Musul-Kerkük yörelerinde yoğunlaşmıştır. Osmanlı yönetiminden alınan izinlerle 1902 yılında İngilizler tarafından başlatılan sondaj faaliyetleri 1907’de olumlu sonuçlanmış ve 1927 yılında Kerkük yöresinde başlayan üretim her yıl artarak 1975 yılında


100 milyon tonu aşmıştır. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilâtı’nın (OPEC) kurucu üyelerinden olan Irak, 1970’li yıllarda ihracat gelirlerinin % 90’ından fazlasını petrolden kazanıyordu. Ancak 14 milyar tonla dünya petrol rezervlerinin yaklaşık % 5’ine sahip olan ülkede bu yoldan elde edilen büyük gelir, önceleri tarım ve sanayide modernleşmeye harcanırken 1980’lerde on yıl süren Irak-İran ve ardından başlayan Körfez savaşları sırasında daha çok silâhlanmaya ayrılmış, savaş sonrasında ise 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararı kapsamında hemen tamamen kaybedilmiştir. 20 Mayıs 1996 tarihinde gıda ve ilâç alımı için verilen yılda 4 milyar dolarlık petrol ihraç etme izni hafif bir rahatlama sağlamışsa da yeterli olmamıştır; dolayısıyla bugün (1999) ekonomik gelişme durmuş vaziyettedir.

Petrol üretiminin beraberinde endüstriyel gelişme getirmesine ve toprakların ancak % 15 kadarının ekime elverişli olmasına rağmen ülke ekonomisinde tarım önemli bir yer işgal etmekte ve çalışan nüfusun yarısı bu işle uğraşmaktadır. Tarım ürünlerinin başında kuzeyde buğday (yılda ortalama 1.500.000 ton) ve arpa (1.000.000 tona yakın), güneyde hurma (350-400.000 ton) gelir. Üretimi dünya sıralamasının en başında yer alan hurma sadece meyve olarak değil endüstriyel ham madde olarak da kullanılır. Irak Sanayi Bakanlığı hurmadan şeker, alkol ve konsantre protein elde etmek için bir proje başlatmıştır. Bunların dışında özellikle Güney Irak’ta şeker kamışı ve bataklıkların çevresindeki sulak alanlarda çeltik tarımı da önemli yer tutar. Kuzey Irak’taki bakliyat ve narenciye ile akarsu boylarındaki sebze ve karpuz üretimi ise ülke ihtiyacının ancak bir kısmını karşılayabilmektedir. Toprak mülkiyetinin dağılışındaki dengesizliği gidermek, ağaların gücünü azaltmak ve ülke genelinde tarım gelirlerini artırarak âdil bir dağılım sağlamak için 1958 ve 1980 yıllarında yapılan reformlar kısmen olumlu sonuçlar vermiştir. Ülke topraklarının % 10’unu kaplayan meralarda koyun, dağlık alanlarda daha çok keçi ve delta düzlüklerinde sığır beslenir.

XX. yüzyılın başlarına kadar özellikle deve ve atlarla yapılan taşımacılık gelişen ekonomi ve teknolojiye bağlı olarak yerini büyük ölçüde kara ve demiryollarına bırakmıştır. Doğal yapısı gereği tarihî çağlardan beri ulaşım bakımından önemli bir konuma sahip olan Irak’ta yollar genellikle Fırat ve Dicle nehirlerini izler. 2300 kilometreyi aşan demiryolu üç ana hat halinde ülkenin başlıca şehirlerini birbirine bağlar ve Basra-Bağdat-Musul hattı kuzeyde Suriye topraklarından geçerek Türkiye’ye ulaşır. Karayollarının uzunluğu ise 30.000 kilometreye yaklaşır; bunun yaklaşık üçte biri asfalt kaplıdır. Kuzeye uzanan karayolu Habur kapısında Türkiye karayollarına birleşir. Deniz aşırı taşımacılık Basra, Ümmükasr ve Fâv limanlarından yapılır. Gemiler Şattülarap’dan 100 km. kadar içerilere girerek Basra Limanı’na ulaşır. Ayrıca Fırat ve daha çok Dicle üzerinde Basra’dan Bağdat, hatta Musul’a kadar yük ve yolcu taşıyan küçük gemiler çalışır. Bununla birlikte nehir ulaşımı geçmişteki önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Bağdat ve Basra’da birer milletlerarası hava limanı bulunmaktadır.

Ambargo öncesi dönemlerde Irak’ın ihracat gelirleri ithalât giderlerinin üzerinde idi ve petrol yanında hurma, bir miktar da pamuk, yün, deri ve çimento ihraç edilip askerî malzeme, tarım makineleri, otomobil, motor, elektrikli eşya ve kimyasal maddelerle tahıl, şeker, çay gibi gıda maddeleri ithal ediliyordu. Dış ticarette Rusya, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Türkiye, Japonya, Fransa ve Arap ülkelerinin önemli yeri vardı.

BİBLİYOGRAFYA:

R. Blanchard, “Asie occidentale”, Géographie universelle (nşr. P. Vidal de la Balche - L. Gallis), Paris 1929, VIII; J.-F. Nodinot, 22 Etats arabes une nation, Paris 1980, s. 69-86; G. Barbina, La riforma agraria in Iraq, [baskı yeri yok] 1983; Makram Sader, Le développement industriel de l’Irak, Beirut 1983; C. Issawi, The Fertile Crescent: 1880-1914: Documentary Economic History, New York 1988; Iraq: the Gulf and the Arab World (ed. P. Lamarchand), [baskı yeri yok] 1992; “Mésopotamie (lraq)”, RMM, LIII (1929), s. 332-337; “Economic Development in Iraq”, The Muslim World League, XI/2, Makkah 1983, s. 42-43; Metin Tuncel, “Dicle”, DİA, IX, 281-282; a.mlf., “Fırat”, a.e., XIII, 31-33; “Iraq”, EBr.2, XXI, 899-905.

Erdoğan Akkan





II. ORTAÇAĞ MÜSLÜMAN COĞRAFYACILARINA GÖRE IRAK

Ortaçağ İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Irak’ın sınırları, nehirleri, yeryüzü şekilleri, iklimi, idarî taksimatı, iktisadî ve içtimaî yapısı hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Bu arada Irak isminin menşei ve kapsadığı coğrafî alan hakkında da değişik dönemlere göre farklı bilgiler verilmiş ve genellikle Irak kelimesinin Arapça mı, Farsça mı olduğu hususu üzerinde durulmuştur. Arap coğrafyacılarının bir kısmı, bölgenin Fırat ile Dicle arasında yer alan alçak, ziraata elverişli ve ormanı bol bir araziye sahip olması sebebiyle Arapça “kıyı” veya “aşağı memleket” anlamına gelen bu ismi taşıdığını söylerken diğer bir kısmı, ismin aynı anlamdaki Farsça îrâh / îrâf / îrâk kelimesinden Arapçalaştırıldığını ileri sürmüştür (Yâkūt, IV, 106; Strange, s. 41). Modern coğrafyacılardan Besim Darkot ise ikinci iddiayı muhtemel görürken Aşağı Irak’ın en eski yerleşim merkezlerinden birinin Erek (Sumerce Erekh / Uruk) adını taşıdığına da dikkat çekmektedir (İA, V/2, s. 667). Sâsânîler döneminde Irak’ı da içine alacak şekilde İran’ın tamamına Îrânşehr adı veriliyor, dil-i Îrânşehr (İran’ın kalbi) tabiriyle de Irak’a işaret ediliyordu. Bölgenin Farsça ilk adının Sûristan olduğu, sonraları İranlılar’ın buraya Irakistan da dedikleri bilinmektedir. Irak isminin ilk defa Bâbil toprakları için kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ortaçağ İslâm coğrafyacıları yalnız Aşağı Mezopotamya’ya Irak, Yukarı Mezopotamya’ya ise el-Cezîre diyorlardı. İslâmî literatürde fetihten itibaren Irak’ın eş anlamlısı olarak Aşağı Mezopotamya için Sevâd (kara) adının da


benimsendiği görülür; bu ad bölgeye ziraata elverişli alanların koyu renkli görünüşü dolayısıyla verilmiştir.

Ortaçağ İslâm coğrafyacıları, el-Cezîre bölgesinin başladığı kuzey sınırı hariç Irak’ın yerleşim merkezlerinin birbirlerine olan uzaklıklarını genellikle doğru tesbit etmişlerdir. Mes‘ûdî, Makdisî ve Yâkūt, Irak’ın idarî taksimatı ve sınırları hakkında çok geniş bilgi verirler ve bölgenin o güne kadar geçirdiği idarî yapılanmayı kendi dönemlerindeki durumuyla karşılaştırırlar. Irak kuzeyde Tikrît’ten güneyde Basra körfezine, doğuda Hulvân’dan batıda Kādisiye’ye kadar uzanan bölge olarak kabul edilebilir. Makdisî kuzey sınırının Enbâr’dan Sinn’e kadar uzandığı görüşündedir (Aĥsenü’t-teķāsîm, s. 134) ve onun bu görüşü birçok coğrafyacınınki gibi Sâmerrâ’nın kuruluşunu (221/836) takiben yerleşen anlayış doğrultusundadır. Irak, doğuda coğrafî bakımdan aralarında herhangi bir tabii sınır bulunmayan Hûzistan gibi Basra ve Kûfe şehirlerinden sonra başlayan ve tedrîcen yükselen bozkır tabiatlı toprakları da içine alıyordu. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda Irak’ın batıda Suriye çölü, güneyde Arabistan çölleri ve Basra körfezinin kuzey kısmı, doğuda Zagros dağlarının kolları ve Batı Hûzistan ile kuzeyde Enbâr’dan Tikrît’e kadar uzanan geniş bir bölgeyi kapsadığı anlaşılır.

İslâm fetihlerinden sonra kurularak Irakeyn (iki Irak) adıyla anılan Basra ve Kûfe şehirleri, Sâsânîler’in başşehri Medâin’in yerine bölgenin merkezi haline geldi. Daha sonra Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, idare-yi bu iki şehre eşit uzaklıkta kurduğu Vâsıt’a taşıdı. Bağdat, Abbâsîler döneminde kurulan yeni şehirlerin en görkemlisi olması yanında uzun süre bölgenin merkezi olma niteliğini de korudu. Daha sonraki dönemlerde Irakeyn tabiri Irak ve Cibâl’i de içine alarak İran’ın batı yaylasına kadar uzandı. Irak’ta Selçuklu hâkimiyetiyle birlikte Cibâl bölgesi Irâk-ı Acem, Irak olarak bilinen Aşağı Mezopotamya da (Sevâd) Irâk-ı Arab tabiriyle anılmaya başlandı.

Tarihin ilk dönemlerinden beri Irak’ın beşerî coğrafyasını belirleyen faktörlerin başında Dicle ve Fırat nehirleriyle onlara bağlı sulama faaliyetleri gelmektedir. Irak’ın, özellikle güney bölgesinin topraklarının teşekkülünde bu nehirlerin doğrudan etkisi vardır. Genellikle Fırat nehri bahar aylarında sık sık taşıyor ve yatağını değiştirerek geniş bataklıklar meydana getirip yerleşim birimlerinin bir kısmını yok ediyordu. Bataklıkların oluşmasında arazinin kuzeyden güneye doğru alçalmasının ve güneyde neredeyse en alt seviyeye ulaşmasının önemli rolü vardır. Güney Irak’ta Kûfe, Vâsıt ve Basra şehirleri arasında yer alan bataklığa Batîha ismi verilir. İslâm ordularının Irak topraklarına girmesinden itibaren bölgedeki Acemler’in sürekli savaşla uğraşmaları bataklıkların normalden fazla gedik açmasına sebep olmuş ve bunları onarmakla görevli dihkanların âciz kalmaları neticesinde bataklık alanları artmıştı. Fırat’ın düzensiz sularını kontrol altına almak için yapılan çalışmalar fetihlerden sonra da sürdürüldü. Sührâb, ilk örnekleri Eski Bâbil Krallığı dönemine (m.ö. 1830-1530) kadar uzanan ve Enbâr civarından başlayan bu kanalların geniş bir listesini verir. İslâm kaynaklarında rastlanan Nehrü Îsâ, Nehrü Sarsar, Nehrü Mâlik ve Nehrü Kûsâ, Fırat’tan ayrılan en önemli dört kanalın adlarıdır. Emevî Devleti’nin kurucusu Muâviye b. Ebû Süfyân’ın başlattığı, bataklıkların kurutularak tarıma elverişli hale getirilmesi faaliyetleri Haccâc b. Yûsuf ve Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin Irak valilikleri sırasında yeni tekniklerle geliştirilerek devam ettirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu faaliyetlerden yine bahsedilmekteyse de Abbâsîler’den itibaren bu konuyla ilgili rivayetlerde bir azalma göze çarpar. Büveyhîler döneminde başlayıp Selçuklular döneminde yoğunlaşan tarıma elverişli toprakları emîr ve askerlere iltizam ve iktâ yoluyla verme düzeni, buraların aşırı kullanım sonucunda çoraklaşmasına ve yerlerine yenilerinin istenmesi de ekonominin yegâne kaynağı olan tarımı gerileterek ülkenin can damarını teşkil eden sulama sisteminin bozulmasına yol açmıştır.

Fırat ve Dicle nehirleri Irak’ın sulanmasında etkili oldukları gibi bölge içerisinde ulaşımın gelişmesinde de önemli rol oynamışlardır. Emevîler ve Abbâsîler döneminde milletlerarası ticaretin başlıca iki ana yolu Dicle ve Fırat nehirlerini izlemekteydi. Uzakdoğu’ya giden gemiler bu iki nehrin ulaştığı Basra körfezinden denize açılıyordu. Ortaçağ’da Akdeniz’de ticaretle uğraşanlar, Fırat’ı Dicle’ye en çok yaklaştığı noktaya kadar takip ettikten sonra Bağdat’a geçerek Dicle yoluyla Basra körfezine ve Hint Okyanusu’na çıkarlardı. Irak içerisinde Dicle ve Fırat’a dayalı ulaşım Bağdat merkezli beş karayolu ile destekleniyordu. Bunlar Hulvân üzerinden İran ve Orta Asya’ya giden doğu, Musul ve el-Cezîre’ye giden kuzey, Basra ve Vâsıt’a giden güney, Kûfe, Arabistan ve Hicaz’a giden güneybatı ve Rakka, Suriye, Mısır’a giden batı yolları idi.

Ortaçağ İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Irak’ın iktisadî durumu hakkında geniş bilgi bulunmaktadır. İbn Hurdâzbih, bölgenin mâmur alanlarıyla bunlar için tarhedilen vergileri ayrıntılı biçimde ele alır. İbn Hurdâzbih’in ve diğer coğrafyacıların eserlerini telif ettikleri dönemde Irak, dünya ticaretinde rol oynayan önemli merkezlerden biriydi. Bölge coğrafî konum itibariyle bir taraftan İran, Hindistan, Orta Asya ve Çin, diğer taraftan el-Cezîre, Mısır, Akdeniz ve Anadolu arasında bir köprü vazifesi görüyordu. II. (VIII.) yüzyılda Bağdat ve III. (IX.) yüzyılda Sâmerrâ şehirlerinin kuruluşu bölgede yeni pazarların doğmasına ve ticarî hayatın canlanmasına sebep oldu. Nitekim Ortaçağ İslâm coğrafyacıları eserlerinde Irak tarihinde yeni kurulan şehirlerin arzettiği önemi özellikle dile getirirler.

Ortaçağ’da Irak halkının temel geçim kaynağı tarım ve ticarete dayanıyordu. Şehirde yaşayanlar ticaret ve el sanatlarıyla, köyde oturan ve kendilerine Nabatî adı verilenler ise çiftçilikle uğraşıyorlardı. Bedevîler hayvancılığı, Türkler ve Deylemliler ise askerliği meslek edinmişlerdi. Bölgede yaşayan hıristiyanlar tıp ve eczacılık, yahudiler ise ticaret ve para işleriyle meşgul oluyorlardı. Araplar bölgeyi fethettikleri zaman Irak’ta köylerin idaresinden sorumlu olan ve devlet adına vergi toplayan dihkanları yerlerinde bıraktılar. Bölgede İslâm fethinden Abbâsî Halifesi Me’mûn zamanına kadar bürokrasi Araplar’ın elinde idi. Me’mûn’un hilâfete gelişiyle birlikte yerli Acemler yönetimde söz sahibi olarak bölgenin siyasî ve kültürel hayatına katkıda bulundular. Mu‘tasım-Billâh döneminden itibaren ise dışarıdan gelen Türkler askerlik ve bürokrasiyi onların elinden aldılar.

Tarım tahıl, hurma ve meyve, özellikle de üzüm olmak üzere üç temel ürüne dayanıyordu. Hz. Ömer, Irak’ta üzümün bol miktarda üretilmesi üzerine bundan vergi alınmasını kararlaştırmıştı. IV. (X.) yüzyıldan itibaren turunçgillerin de yetiştirilmesine başlanmıştır. Anavatanları Himalayalar’ın güneyi olan bu meyveler Hint bölgesinden Uman’a, buradan Basra’ya, daha sonra da diğer Irak şehirlerine yayılmıştı. Bölgenin en önemli ihraç ürünü hurmadır. Hurmalıklar Sevâd bölgesi


ağırlıklı olmak üzere batıda Kādisiye’ye, kuzeyde Enbâr ve Hît’e kadar uzanan geniş bir bölgeye yayılmıştı. Kaynaklarda Basra ve çevresinde hurmanın 300 çeşidinin üretildiği kaydedilmektedir. Bataklıkların yer aldığı bölgelerde ise şeker kamışı yetiştirilir. Ziraata elverişli toprakların yoğunlaştığı Bağdat ile Nehrevan arasında ekim alanlarının yanında bağlarla meyve ve sebze bahçelerinden başka geniş ormanlar da bulunmaktadır.

Makdisî başta olmak üzere İslâm coğrafyacıları Irak’ı Batlamyus sistemindeki yedi iklimden dördüncünün merkezine yerleştirmişlerdir. Irak halkı kültürel ve ahlâkî açıdan ılımlı karakteriyle tanınır; akla önem veren, sanattan hoşlanan ve farklı kültürlerle ilişki kurup bunları kolayca hazmedebilen bir toplumdur. İslâm fıkhında re’y ekolünün Irak’ta ortaya çıkması da halkın bu karakteriyle ilgili olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿarķ” md.; Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 28 vd.; Hârizmî, Śûretü’l-arż (nşr. Hans von Mήik), Leipzig 1926, s. 21-22, 129-133; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 418-422; Ya‘kūbî, Kitâbü’l-Büldân (Âyetî), s. 4-48, 101, 141, ayrıca bk. İndeks; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 5 vd., 132, 234; Sührâb, Kitâbü ǾAcâǿibi’l-eķālîmi’s-sebǾa ilâ nihâyeti’l-Ǿimâre (nşr. Hans von Mÿik), Vien 1347/1929, s. 117-137; İbn Rüste, el-AǾlâķu’n-nefîse, s. 89 vd.; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (Zebîdî), bk. İndeks; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 48 vd.; a.mlf., Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), I, 103-106; II, 63; İbn Havkal, Śûretü’l-arż, s. 16 vd.; Ĥudûdü’l-Ǿâlem (Minorsky), s. 56, 76, 137-140; Makdisî, Aĥsenü’t-teķāsîm, s. 32, 34, 53, 113-135; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân (Cündî), IV, 105-107; A. Houtum-Schindler, Eastern Persian Irak, London 1897; İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1956, s. 9-10, 64, 120, 124, 199-205; Dorothy Mackay, Müdünü’l-ǾIrâķı’l-ķadîme (trc. Yûsuf Miskûnî), Bağdad 1961; Şevkī Dayf, et-Teŧavvür ve’t-tecdîd fi’ş-şiǾri’l-Ümevî, Kahire, ts. (Dârü’l-Maârif), s. 35-42; Hüseyin Mûnis, İbn Baŧŧûta ve riĥletüh, Kahire 1980, s. 78-83; Abdülazîz ed-Dûrî, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-iķtiśâdî fi’l-ķarni’r-râbiǾi’l-hicrî, Beyrut 1974; Kerîm Câbir el-Ânî, Nižâmu milkiyyeti’l-arż fi’l-ǾIrâķ mine’l-fetĥi’l-İslâmî ĥattâ nihâyeti’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Tunus 1984; G. L. Strange, Büldânü’l-ħilâfeti’ş-Şarķıyye (trc. C. Avvâd - B. Fransis), Beyrut 1985, s. 40-113; a.mlf., “Description of Mesopotamia and Baġhdād Written About the Year 900 A.D. by Ibn Serapion”, JRAS (1895), s. 176, 255-315; Na’il Hannoon, Studies in the Historical Geography of Northern Iraq During the Middle and Neo-Assyrian Periods, Toronto 1986; M. Streck, Ħıŧaŧü Baġdâd ve enhârü’l-ǾIrâķı’l-ķadîme (trc. Hâlid İsmâil Ali), Bağdad 1986; M. Fehd Bedrî, el-Ĥayâtü’l-ictimâǾiyye ve’l-ķademât fi’l-müdünü’l-ǾIrâķıyye, Bağdad 1988; Herzfeld, “el-ǾArab ve aħbârühâ fi’t-târîħ”, MMİADm., V (1925), s. 428-432; M. G. Morony, “Continuity and Change in the Administrative Geography of Late Sasanian and Early Islamic al-Iraq”, Iran, XX, London 1982, s. 1-49; M. Hartmann, “Irak”, İA, V/2, s. 667, 670-673; A. Miquel, “ǾIrāķ”, EI² (İng.), III, 1250-1253; Hakkı Dursun Yıldız, “Batîha”, DİA, V, 195-196.

Mustafa S. Küçükaşcı





III. TARİH

1. Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar. Tarihte Mezopotamya adıyla bilinen stratejik öneme sahip sulak ve bereketli Irak toprakları en eski çağlardan itibaren pek çok göç ve istilâya mâruz kalmış, çok çeşitli medeniyetlere beşiklik etmiştir. Bunların başında Sumer medeniyeti gelir. Daha sonra burası başlıcalarını Akkad, Bâbil, Asur, Med-Pers, Grek, Roma-Bizans ve Sâsânîler’in temsil ettiği diğer büyük medeniyetlere sahne olmuş, İslâm öncesi dönemde de Güney Arabistan’dan gelerek Hîre’de devlet kuran Lahmîler ve diğer bazı kabileler vasıtasıyla Câhiliye Arapları ile tanışmıştır.

Irak, gerek üzerindeki Arap unsurları gerekse ziraata elverişli arazisinin genişliğiyle Arabistan’da yaşayan Araplar tarafından biliniyordu. Hz. Peygamber’in vefatının ardından yarımadada siyasî birliğin sağlanmasından sonra öncelikli hedefin Irak olması tabii idi. Çünkü daha önce ülke dışına çıkmaya başlayan İslâm ordularına Hz. Muhammed tarafından Sâsânî İmparatorluğu da hedef gösterilmişti (Buhârî, “Ǿİlim”, 7; “Cihâd”, 101; “Meġāzî”, 82; İbn Sa‘d, I, 260). Sâsânîler’le yapılacak mücadelenin ilk safhasını teşkil edecek olan Irak’ın fethi, yalnız bölgeyi Fars hâkimiyetinden kurtarmayı veya Bizans-Sâsânî mücadele alanı olmaktan çıkarmayı değil asıl burada İslâmiyet’in yayılmasını hedefliyordu. Bu suretle Irak kaybolan siyasî birliğini yeniden elde edecek ve önce İran, daha sonra da Hindistan, Horasan ve Mâverâünnehir’de gerçekleştirilecek fetihlerin merkez üssü olacaktı.

Irak Fırat nehrinin güneyindeki topraklarla Arabistan arasında, özellikle Hîre ve çevresinde yoğunlaşmış çoğu hıristiyan olan Araplar’ın yerleştiği tampon bir bölge konumundaydı. Sâsânîler, Lahmî idaresini ortadan kaldırarak onun yerine doğrudan merkeze bağlı bir valilik ikame etmek istediler. Bunun üzerine Irak’ta yaşayan Benî Hanîfe hariç diğer Arap kabilelerinin tamamı Lahmîler’in yanında yer aldı ve meydana gelen Zûkār Savaşı’n-da İranlılar’a karşı büyük bir üstünlük sağladılar. Böylece Araplar’a Irak kapıları açıldı.

Zûkār Savaşı’ndan sonra başta Şeybânîler ve onların reisi Müsennâ b. Hârise olmak üzere Bekir b. Vâil kabilesinin birkaç kolu, Übülle şehriyle Hîre arasındaki geniş alanda Sâsânîler’le mücadeleyi sürdürdüler. Hz. Ebû Bekir hilâfete geçince Medine’ye gelen Müsennâ ondan, kabilesine yakın bölgelerde bulunan Sâsânî birlikleriyle savaşmak üzere görevlendirilmesini istedi; isteğinin kabulü üzerine de kendisi Hîre dolaylarında, amcasının oğlu Süveyd b. Kutbe de Basra körfezi, Übülle ve çevresindeki topraklarda akınlara başladılar. Irak fetihleri ve bölgenin İslâmlaşması için ön hazırlık mahiyetinde olan bu seferlerde Sâsânî birlikleri yıpratılmış ve bölge hakkında ayrıntılı bilgi edinilmiştir. Daha sonra Müsennâ kardeşi Mes‘ûd’u takviye istemesi için Medine’ye yolladı. Hz. Ebû Bekir de ridde savaşlarının sona ermesinin ardından Hâlid b. Velîd’i başkumandan sıfatıyla yardıma gönderdi (12/633). Böylece Sâsânî İmparatorluğu’na karşı Irak cephesi başkumandanlığı kurulmuş ve yalnız İslâm tarihinin değil bütün insanlık tarihinin en büyük, en hızlı ve en kalıcı fetih harekâtından biri başlatılmış oluyordu. Müsennâ ile birleşen Hâlid b. Velîd, Basra körfezinden Aynüttemr’e uzanan toprakları fethederek Tikrît’e kadar Güneybatı Irak’ın kontrolünü sağladı; Aynüttemr ve çevresi Sâsânî Devleti’nin Arap yarımadası tarafında kalan en son toprakları idi. Bu başarı üzerine Hâlid b. Velîd halifenin emriyle Irak cephesinden Suriye’ye kaydırıldı (13/634).

Hz. Ömer halife olunca Hâlid’in yerine geçen Müsennâ b. Hârise’ye takviye olarak Ebû Ubeyd es-Sekafî’yi gönderdi. Ebû Ubeyd Sâsânîler’le girdiği bir çarpışmada öldürülünce İslâm ordusu dağılma tehlikesiyle karşılaştı; ancak Müsennâ yetişerek bu tehlikeyi bertaraf etti ve az zayiatla kurtulmalarını sağladı. Köprü Savaşı adıyla bilinen bu çarpışma müslümanların Sâsânî orduları karşısında uğradığı en ağır mağlûbiyettir (13/634). Bunun üzerine Hz. Ömer Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi kabilesiyle birlikte Sevâd’a gönderdi (14/635). Cerîr b. Abdullah Nuhayle Savaşı ile Sâsânî kuvvetlerinin yıpratılmasında önemli bir rol oynadı ve 16 (637) yılında Celûlâ Savaşı’na da katıldıktan sonra buraya yerleşerek Sâsânîler’le müslümanlar arasında tampon vazifesi gördü. Elde edilen başarılar üzerine İslâm ordularının son bir hamle ile bu bölgenin tamamını fethedeceklerine kanaat getiren Hz. Ömer, valilere ve kabilelere haber göndererek eli silâh tutan herkesi


cihada davet etti ve kumandanlığa da Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı getirdi. Irak topraklarında bulunan Müsennâ’ya ve Cerîr’e de haber göndererek İranlılar’ı yıpratmak için vurkaç taktiği uygulamalarını istedi. Ayrıca Irak’ta yaşayan başka dinlere mensup Arap kabilelerinin müslüman olmalarının sağlanmasına yönelik çalışmaları hızlandırdı. Medine’den yaklaşık 10.000 kişilik bir kuvvetle hareket eden Sa‘d b. Ebû Vakkās, yolda kendisine katılanlarla ve Müsennâ ile birleşerek Hîre’den 15 km. uzaklıkta bulunan Kādisiye’de Sâsânî birlikleriyle karşılaştı; Sa‘d’ın asker sayısının burada 40-50.000’e ulaştığı veya daha fazla olduğu kaydedilir. 6 Muharrem 15’te (19 Şubat 636) başlayan savaşta İranlılar ağır bir yenilgiye uğradılar ve başşehir Medâin’e doğru geri çekilmek zorunda kaldılar. Sa‘d’ın ordusu onları takip ederek hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Medâin’e girdi ve başşehri teslim aldı. Buraya 180 km. uzaklıkta bulunan Celûlâ’da 1 Zilkade 16 (24 Kasım 637) tarihinde yapılan savaşta da müslümanlar Sâsânîler’e büyük bir darbe daha vurdular ve bölgenin bütün topraklarını sistemli bir biçimde fethettiler. Hz. Ebû Bekir tarafından başlatılan ve Hz. Ömer zamanında tamamlanan Irak’ın fethi sırasında ele geçirilen coğrafyayı tam olarak belirlemek mümkün değildir; Fırat’ın yatağının değişmesi bu belirsizliğin en büyük sebebidir.

Hz. Ömer, Irak işlerini düzene sokmak ve fetihlerin kalıcılığını sağlamak için çeşitli tedbirler aldı. İlk olarak daha sonraları ikisine birden “Irakeyn” denilen Basra ve Kûfe şehirlerini kurdurup (14-16/635-637) bölgeyi idarî bakımdan bu iki merkeze bağladı. Irak’ın güneyinden sorumlu olan Basra valisi aynı zamanda Ahvâz, Fars, Kirman, Mekrân, Sicistan ve Horasan’ı, orta ve kuzeyinden sorumlu olan Kûfe valisi ise Hemedan, Rey, Kazvin, İsfahan ve Azerbaycan’ı idare ediyordu. Başlangıçta askerî garnizon işleviyle kurulan ve Irak’ta yerleşmeye, İslâmiyet’in yayılmasını hızlandırmaya, sınırları korumaya, İran, Horasan, Mâverâünnehir ve Hindistan’da yeni fetihlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olan Basra ile Kûfe kısa süre içinde bütün İslâm dünyasının birer dinî, kültürel ve siyasî merkezi haline geldi. Irak’ta gerçekleştirilen bu teşkilâtlandırmalara rağmen müslümanların buraya kesin biçimde yerleşmeleri Nihâvend Savaşı’ndan sonra mümkün oldu (21/642). Nu‘mân b. Mukarrin’in kumandasında kazanılan ve “fetihlerin fethi” adıyla tarihe geçen bu savaş İran kapılarını İslâmiyet’e açarken Irak topraklarında da kesin hâkimiyetin kurulmasını sağlamıştır.

Irak, tarihin en erken dönemlerinden itibaren Arap yarımadasından göç alan bir ülke konumundadır. İslâmiyet’in ilk yıllarında Necid bölgesinden pek çok kabile buraya göçmüştü; fetihlerden sonra da bu göçler artarak devam etti. İlk yıllarda yeni kurulan şehirlere yönelen göçlerin zaman içerisinde bölgenin tamamına yayıldığı görülür. Hz. Osman devrinde Ezd, Tay, Kinde, Abdülkays ve Emevîler döneminde Şeybân, Selûl, Hazrec gibi kabileler Irak’a hicret ettiler. Göçün hızlanmasında bölgede yaşayan halkın çoğunluğunun İslâmiyet’i benimsemesi önemli rol oynadı.

Irak’ın devlet merkezi Medine’ye olan uzaklığı, bölgede yaşayan büyük sayıdaki dinî azınlıklara tanınan hoşgörünün suistimal edilmesi ve müslüman halk arasında beliren fikir ayrılıkları, ilk yıllardan itibaren burada merkezî otoriteye karşı bir direnme duygusunun doğmasına yol açmıştır. Bu muhalefet sebebiyle Hz. Ömer ve Hz. Osman sık sık vali değiştirmek zorunda kalmışlar, bu da bölgenin idarî yapısında istikrarsızlık doğurmuştur. Iraklılar ilk tepkilerini 655 yılında Hz. Osman’a baş kaldırarak gösterdiler. Hz. Ali hilâfete gelince Kûfe’yi başşehir yaparak onları bir süre yanına çekmeyi başardıysa da daha sonra ona da karşı çıktılar. İslâm dünyasında Cemel, Sıffîn ve Tahkîm gibi birçok ihtilâf ve çekişmenin Irak topraklarında meydana gelmiş olması bu istikrarsızlığa açıkça delâlet etmektedir. Zamanla meselelerin hallinde Irak mı, Suriye mi son söz sahibidir şekline giren ihtilâf iki bölgenin arasında rekabete dönüştü. Hz. Ali’nin şehâdetinden sonra hilâfet merkezinin Dımaşk’a nakledilmesi üzerine bu mücadele Suriye’nin üstünlüğü ile sona erdi (40/661).

Hz. Osman zamanında çoğaltılan mushaflardan ikisi Irak’a gönderildi. Bunlardan biri Ebû Abdurrahman es-Sülemî tarafından Kûfe’de, diğeri Âmir b. Abdullah tarafından Basra’da halka okutuldu. Hz. Ömer’in Kûfe’ye gönderdiği Abdullah b. Mes‘ûd, Irak’ta verdiği kıraat ve tefsir dersleriyle ehl-i re’y ekolünün doğmasına zemin hazırladı. Bu tarihten itibaren Irak toprakları üzerinde Hz. Ali taraftarları, Hâricîler, Mevâlî ve Zübeyrîler adı verilen Emevîler’e muhalif gruplar oluşmaya başladı. Emevî iktidarı süresince bu gruplar bazan açıktan, bazan da gizli olarak merkezî otoriteye karşı devam eden bir mücadelenin içine girdiler.

Emevî Devleti’nin doğudaki toprakları Irak’tan yönetiliyordu ve burada görevlendirilecek kişilerin büyük önemi vardı. Emevîler, Irak’a hâkim olabilmek ve muhalefet hareketlerini bastırabilmek için eyalet valiliği sistemini getirdiler. Merkezi Kûfe olan bu eyalet Basra, Uman, Bahreyn, Kirman, Sicistan, Horasan ve Mâverâünnehir’i içine alıyordu. İbn Kuteybe, altmış dört yıllık bir süreçte on iki eyalet valisinin görev yaptığını kaydetmektedir (el-MaǾârif, s. 571). İlk defa Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh, merkezî otoriteden bağımsız olarak geliştirdiği bir yönetim şekliyle Irak’ın tamamına hükmetti ve zaman içerisinde bölgedeki istikrarsızlığı sona er-direrek asayiş ve emniyeti sağladı. Onun oğlu Ubeydullah da aynı statüde görev yapmakla birlikte aynı başarıyı gösteremedi. Iraklılar’ın davetiyle Kûfe’ye gelmek üzere yola çıkan Hz. Hüseyin Kerbelâ’da Ubeydullah’ın valiliği sırasında şehid edildi (61/680) ve taraftarları da valinin sert muamelesine mâruz kaldılar. Yezîd b. Muâviye’nin ölümünden sonra Basra’nın kuzeyinde oturan Temîm kabilesine mensup Araplar’ın Abdullah b. Zübeyr’in yanında yer almasıyla Irak Emevî hâkimiyetinden çıktı. Abdullah b. Zübeyr kardeşi Mus‘ab’ı Irak valiliğine tayin etti. Mus‘ab’ın ölümünden sonra kumandanlarından Mühelleb b. Ebû Sufre’nin Halife Abdülmelik b. Mervân tarafına geçerek 72 (691) yılında Irak valisi sıfatıyla bölgeye gelmesi üzerine Abdullah b. Zübeyr’in buradaki hâkimiyeti sona erdi. Stratejik öneminin yanında bir isyan bölgesi halini alan Irak’ta Emevî hükümranlığının yeniden tesisini 694 yılında vali olan Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî gerçekleştirdi. Ziyâd b. Ebîh’ten daha katı bir tutum sergileyen Haccâc, aldığı tedbirlerle başta Hâricîler ve Hz. Ali taraftarları olmak üzere bütün muhalefet hareketlerini kanlı bir şekilde bastırarak bunların sempatizanlarını politikadan uzaklaşmaya veya Irak’ı terketmeye mecbur bıraktı. Basra ve Kûfe’nin muhalefetini önleyebilmek için her ikisine eşit uzaklıkta Vâsıt şehrini kurdu. Çok sayıda Iraklı’yı Türkler’le savaşmaları için Horasan’a yolladı.

Emevîler döneminde ekonomik hayatın esası tarıma dayanıyordu ve bunda üretim bakımından en büyük pay Irak’a aitti. Bu dönemlerde Irak’ta görev yapan Ziyâd, Haccâc ve Hâlid b. Abdullah el-Kasrî gibi valiler, Hz. Ömer zamanında alınan tedbirlerin bir devamı olarak bataklıkları kurutup yeni tarım alanları açtılar; su yolları yapımı ve bunların ıslahı konusunda büyük gayret sarfettiler. Haccâc, Aşağı Fırat ve Dicle bölgelerindeki araziyi sulamak ve sel baskınlarını önlemek amacıyla kanallar açtırdı, bataklıkları kurutarak


tarım arazisi haline getirdi. Uman’dan çağırdığı çiftçiliği iyi bilen bazı Ezd kabilesi mensuplarından en çok verim alınacak bitkileri öğrenerek bunları ektirdi ve tarımda üretimi arttırmak için köylerden şehirlere göçü önledi. Sâsânî İmparatorluğu’nun ortadan kalkması ve Bizans’ın zayıflaması Emevîler’e geniş ticarî imkânlar sağladı. Ancak Irak, çok çeşitli ve bol miktarda mal ürettiği halde bu dönemde karışıklıklar içerisinde bulunduğu ve bir türlü sükûna kavuşamadığı için ticaretten Suriye kadar pay alamadı ve ekonomisini geliştiremedi. Abdülmelik’in idare ve para sistemindeki reformları sırasında Haccâc halifenin muvafakatiyle Arapça’nın resmî muamelelerde kullanımını yaygınlaştırdı ve Farsça tutulan divan defterlerinin Arapça’ya tercüme edilmesini sağladı. Arap para sistemine geçilmesi ve hububat alım satımında tek tip ölçü kullanılması bu alanda yapılan yeniliklerdendir.

Ömer b. Abdülazîz hilâfete gelince Vali Yûsuf b. Mühelleb’i azlederek Irak eyaletini ikiye ayırdı ve tayin ettiği valilerden halktan haksız olarak toplanan vergileri iade etmelerini istedi. Irak bütçesinin açık vermesi üzerine de bunu kapatmak için Dımaşk’tan malî yardım gönderdi. Ömer b. Abdülazîz’den sonra uygulanan yanlış politikalar ve onun ıslahat hareketine aykırı yapılan düzenlemeler, özellikle Yezîd b. Abdülmelik zamanından itibaren ıslahat programının dondurulması, Irak’ın yeniden gerilemesine ve Emevîler lehine olan gelişmenin durmasına yol açtı. 745-747 yılları arasında Irak’ta hâkimiyetin Hâricîler’in eline geçtiği görülür (bk. HÂRİCÎLER). Diğer taraftan Hişâm b. Abdülmelik’ten sonra Güney Arapları ile Kuzey Arapları arasındaki mücadele yeniden başladı. Başta Hâricî isyanları olmak üzere bölgede meydana gelen karışıklık ve ayaklanmaların temelinde, bazı Emevî halifeleri tarafından da desteklenen bu mücadelenin önemli rolü bulunmaktadır. II. Mervân Irak topraklarındaki bu karışıklığı bir süre giderdi ve Hâricî isyanlarını bastırdı. Bu dönem, 718 yılında başladığı tahmin edilen Abbâsî propagandasının Irak üzerinde yoğunlaştığı bir devredir. Emevîler’in yıkılması ve Abbâsî Devleti’nin kurulmasında Irak bir merkez üssü görevi yapmış ve burada yaşayan halkın önemli bir kısmı Abbâsî hareketinin yanında yer almıştır. II. Mervân bölgedeki iç karışıklıkları gidermeye muvaffak olduysa da Abbâsî hareketinin yaygınlaşmasını engelleyemedi ve Zap Suyu Savaşı’nda yenilerek öldürülmesiyle bölgedeki Emevî hâkimiyeti sona erdi (132/750).

Muâviye b. Ebû Süfyân Irak’ta Emevî hâkimiyetini tesis ederken halkın duygu ve temayüllerini dikkate alan mutedil bir siyaset takip etmiştir. Emevîler Irak valilerini kendileri tayin etmekle beraber valiler hakkındaki şikâyetleri dinler ve gereğini yerine getirirlerdi. Emevîler zamanındaki idarî ve siyasî teşkilâtta Irak beş büyük eyaletten birini teşkil ediyor ve merkezi Kûfe olan bu eyalet Basra, Uman, Bahreyn, Kirman, Sicistan, Horasan ve Mâverâünnehir’i kapsıyordu.

Bu dönemde Iraklılar’ın zaman zaman vergi ödemekte zorlandıkları görülür. Özellikle muhalif gruplar, bölge sakinlerinin haklarının yenildiği ve buradan toplanan vergilerin Suriye halkına harcandığını iddia etmişlerdir ki Hâricî ve Şiîler’in çıkardıkları karışıklıklarda bu iddia önemli rol oynamıştır. Nahiv ilminin temelleri Ebü’l-Esved ed-Düelî ve arkadaşları tarafından Irak’ın Basra şehrinde atılmış ve Emevîler’in son zamanlarına kadar Basra bu ilmin yegâne merkezi olarak kalmıştır; daha sonra da Kûfe nahiv mektebi teşekkül etmiştir. Tâbiîn neslinin müctehidleri çeşitli bölgelerde ayrı birer muhit ve ilmî gelenek oluşturmuşlardır. Bunların en meşhurları Irak (ehl-i re’y) ve Hicaz (ehl-i hadîs) ekolleridir. Re’y taraftarı fıkıhçıların özellikle Irak bölgesinde yetişmiş olmasının önemli sebepleri vardır ve bunların başında bu bölgedeki fıkhî çalışmaların Hz. Ömer’in Kûfe’ye gönderdiği Abdullah b. Mes‘ûd tarafından başlatılmış olması, hadis uyduran fırkaların ortaya çıkması yüzünden hadisleri kabul hususunda ihtiyatlı davranılması ve hadis külliyatının Irak’ta yeterince yayılmamış olması gelmektedir.

Ebü’l-Abbas es-Seffâh ve yeni hânedan adına Kûfe’de umumi biat alınmasıyla Irak’a hâkim olan Abbâsîler ile Iraklılar arasında devletin başlangıcından itibaren ortak bir çıkar ilişkisi mevcuttu. Abbâsîler Emevî hâkimiyetine son verirken aynı zamanda Iraklılar’ı da memnun olmadıkları bir yönetimden kurtarıyorlardı. Yaklaşık 100 yıl kadar devam eden Irak-Suriye mücadelesi ilk defa Irak’ın zaferiyle sonuçlandı ve iktidarın merkezi Hz. Ali zamanında olduğu gibi Kûfe’ye taşındı. Abbâsîler yönetimi ele geçirip yüzlerini doğuya doğru çevirdiklerinde devletlerini sembolize edecek yeni başşehirler aramaya başladılar ve Kûfe bir süre sonra yerini Enbâr ve Hâşimiyye’ye bıraktı. Abbâsî Devleti’nin gerçek kurucusu sayılan Ebû Ca‘fer el-Mansûr, bir süre Hâşimiyye’de oturduktan sonra Kûfe’ye yakınlığından dolayı burayı beğenmeyerek uzun araştırmalardan sonra kurduğu Bağdat’ı başşehir yaptı. Bu değişikliklerle idarenin ağırlık merkezi Akdeniz havzasında yer alan Suriye’den ticaret yollarının kavşağında bulunan tarıma elverişli geniş arazilere sahip Irak’a geçti. Ayrıca idarî ve sosyokültürel alanlarda hissedilen Bizans tesiri de yerini İran tesirine bıraktı. İlk fetihlerle birlikte Irak’ta kurulan şehirler, bir taraftan göçebelerin yerleşik hayata geçişini hızlandırırken diğer taraftan bölgenin hızla İslâmlaşmasını sağladı. Irak’a önceden yerleşmiş Arap kabileleriyle sonradan göç edenler ve bölgenin diğer unsurları kısa sürede kaynaşarak iktisadî, içtimaî, siyasî ve askerî bir birlik oluşturdular. İlk dönemlerde devletin toprak bütünlüğünü koruyan Abbâsîler Bağdat’tan sonra da Sâmerrâ’yı başşehir seçmekle Irak’ı yalnız siyasî alanda değil dinî, içtimaî, askerî ve iktisadî alanlarda da geliştirerek ön plana çıkardılar. Böylece devlet Hint Okyanusu ile Akdeniz arasında büyük bir ekonomik refaha ulaştı. Bu gelişmede özellikle merkez olarak kurulan Bağdat’ın büyük rolü vardı. Bölgede ticaret canlandı ve buraya doğru mal akışı hızlandı. Çin’den başlayan İpek yolunun içinden geçtiği Irak aynı zamanda İran, Ermenistan, Bizans, Suriye ve Mısır arasındaki ticaret yollarının kavşağında yer alıyordu.

Abbâsî Devleti’nin kuruluşuyla bir süre istikrara kavuşan Irak Hârûnürreşîd’den sonra yeniden siyasî mücadelelere sahne oldu. Emîn ile Me’mûn arasındaki savaşlar sırasında Me’mûn’un orduları Irak topraklarında, özellikle de Bağdat’ta büyük hasara sebep oldu. Aynı zamanda Arap ve İranlı unsurların iktidar mücadelesi olan bu savaş, Tâhir b. Hüseyin’in 197’de (813) Bağdat’ı ele geçirmesiyle Me’mûn lehine sonuçlandı. Me’mûn’dan sonra hilâfete gelen Mu‘tasım-Billâh 221’de (836) Sâmerrâ şehrini kurarak hilâfet merkezini muhalefetin arttığı Bağdat’tan buraya nakletti. Abbâsî Devleti’ne karşı başlayan ayaklanmalar artarak devam ediyordu. Haccâc döneminde Irak’a yerleştirilen Zutlar zaman içerisinde çoğalarak ve bazı


grupların kendilerine katılmasıyla kuvvetlenerek Irak’tan Bağdat’a giden malları yağmalamaya başladılar. Mu‘tasım, bunların gittikçe tehlikeli bir hal alacaklarını hissederek üzerlerine 5000 kişilik bir kuvvet gönderdi ve daha fazla güçlenmelerine engel oldu. Mu‘tasım dönemi Abbâsî Devleti’nde ve özellikle Irak’ta Türk hâkimiyetinin öne çıktığı yıllardır. Onun oğlu Vâsiķ-Billâh iktidara geldiğinde Türk kumandanları devlet işlerini tamamıyla ele aldılar. Irak için daha büyük bir tehlike 255 (869) yılında “zenc” adıyla bilinen siyahî kölelerin isyanıyla ortaya çıktı ve ancak 270 (883) yılında liderleri Ali b. Muhammed’in esir edilmesiyle sona erdi.

279’da (892) Halife Mu‘temid-Alellah devlet merkezini yeniden Bağdat’a taşıdı. Bu sırada küçülen Abbâsî Devleti’nin elinde yalnızca Irak toprakları kalmış, İslâm dünyasında irili ufaklı pek çok devlet ortaya çıkmıştı. Bu yeni devletlerin bir kısmı hilâfet merkeziyle iyi münasebetler kurarak halifeler adına sikke bastırıp hutbe okuttular. Diğer bir kısmı ise onlara karşı çıkarak Bağdat’ı ele geçirmeye çalıştılar. Bu çabalar olumlu sonuçlar vermemişse de Abbâsîler’i yıpratarak maddî imkânlarını ve asker kaynaklarını kurutmuş ve devletin gittikçe zayıflamasına yol açmıştır. IV. (X.) yüzyıldan itibaren Irak’taki bazı Arap kabileleri de devlet kurma temayülü gösterdiler. Hamdânîler Musul ve çevresinde, Mezyedîler Hille ve Orta Irak’ta birer emirlik kurdular.

293’te (906) Batı Irak’ı işgalle başlayan Karmatî hareketi kısa bir süre içerisinde bölgede yayılarak Bağdat’ı tehdit eder hale geldi. Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh’ın daveti üzerine Bağdat’a giren Büveyhîler’den Ahmed, Muizzüddevle unvanı ile emîrü’l-ümerâlığa tayin edildi. Muizzüddevle, bir süre sonra Müstekfî’nin gözlerine mil çektirerek Mutî‘-Lillâh’ı halife ilân etti. Böylece Irak Büveyhîler’in hâkimiyeti altına girdi. Şiî Büveyhîler, siyasî sebeplerle esasen sembolik olan Abbâsî halifeliğinin devam etmesine ses çıkarmadılar. Irak’ta azalan Büveyhî nüfuzunu yeniden canlandırmaya çalışan Bahâüddevle’nin 1012’de ölümüyle oğulları arasında uzun süre devam eden bir iktidar mücadelesi başladı ve sonuçta babalarının sağladığı birlik parçalandı. Bahâüddevle’nin Türkler tarafından desteklenen oğlu Müşerrifüddevle 412’de (1021) Irak’ın tamamına hâkim olduysa da kargaşa sona ermedi. Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh, Büveyhîler’in ve Türk asıllı askerlerin kumandanı Arslan el-Besâsîrî’nin baskısı altındaydı. Halife tarafından Bağdat’a çağrılan Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’in gelmesiyle (Ramazan 447/Aralık 1055) hâkimiyet Büveyhîler’den Selçuklular’a geçti. Arslan el-Besâsîrî, 451 (1059) yılında bir süre Irak’ta Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh adına iktidarı elinde tuttu; fakat Tuğrul Bey’in müdahalesi sebebiyle bu durum uzun sürmedi. Esasen Mısır’ın Irak’a uzaklığı yüzünden Fâtımîler’in bu bölgede fiilî hâkimiyetleri söz konusu olmamıştır.

Selçuklu sultanları Irak’ı tayin ettikleri şahneler ve amîdlerle yönettiler. Sultan Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra kardeşi Sencer Büyük Selçuklu tahtına çıkarken (511/1118) yeğeni Mahmûd b. Muhammed Tapar da Irak Selçuklu sultanı oldu. Aynı yıllarda Hille şehrindeki Mezyedî Emirliği’nin başına geçen Dübeys b. Sadaka, Selçuklu şehzadeleri arasındaki taht kavgalarından istifade ederek Irak’ı hâkimiyeti altına almak için çalıştı. Bu arada Halife Müsterşid-Billâh ile de mücadeleye girdi, ancak Abbâsî kuvvetleri karşısında yenildi (517/1123). Daha sonra Melik Tuğrul b. Muhammed Tapar’ı (I. Tuğrul) Bağdat’ı ele geçirmeye kışkırtan bu maceraperest Arap emîri, Halife Müsterşid-Billâh’a teslim edilmekten korkup Sultan Mesud’a sığındı ve onunla gittiği Merâga’da öldürüldü (529/1135); böylece Irak halkı büyük bir fitneden kurtulmuş oldu. Abbâsî halifeleri de Irak Selçuklu sultanları arasındaki kardeş kavgalarında zaman zaman taraf olarak anlaşmazlıkları körüklüyorlardı. Halife Müsterşid-Billâh, Irâk-ı Arab’ı doğrudan Abbâsî halifeliğinin hâkimiyeti altına almak amacıyla I. Tuğrul’a karşı Sultan Mesud’u destekledi ve onunla bir anlaşma yaptı (526/1132). Ancak daha sonra Mesud’un ayaklanan Kızıl, Çavlı ve Sungur gibi kumandanlarla uğraşmasından yararlanarak Musul’u ele geçirmeye kalkıştı. Bunun üzerine sultan onu Bağdat’ı terketmek zorunda bıraktı (Şaban 529/Mayıs 1135) ve yapılan savaşta da esir aldı (Ramazan 529/Haziran 1135); halife aynı yıl içinde Bâtınîler tarafından öldürüldü. Nâsır-Lidînillah ise II. Tuğrul ile Atabeg Cihan Pehlivan’ın kardeşi Kızıl Arslan arasındaki mücadeleyi körükledi ve Bağdat’taki sultanlık sarayını yıktırdı. Hârizmşah Alâeddin Tekiş’in II. Tuğrul’u mağlûp edip Irak Selçuklu Devleti’ni ortadan kaldırarak İran ve Irâk-ı Acem’de hâkimiyeti ele geçirmesinden (590/1194) sonra bir kısım toprakları kendi idaresine almak için onunla savaştı; ancak bunda başarılı olamadı. Ardından Irak, başta Bağdat olmak üzere Moğollar’ın şiddetli saldırılarına mâruz kaldı. Doğudan batıya doğru ilerleyen Moğollar Bağdat’ı ele geçirip büyük tahribat yaptılar ve Halife Müsta‘sım-Billâh’ı katlederek Irak’taki Abbâsî hâkimiyetine son verdiler (656/1258).

Moğol istilâsından sonra Irak’taki genel durum, burada çeşitli devletlerle siyasî güçlerin iktidar mücadelesi yapmaları yüzünden kargaşalıkla nisbî huzur arasında değişen bir hal aldı. İlhanlılar’dan Gāzân Han’ın 694’te (1295) tahta çıkması ve Sünnîliği benimsemesiyle bölge yeniden canlanır gibi oldu; fakat onun yerine geçen Olcaytu’nun Şiîliği kabul etmesi üzerine kanlı mücadeleler tekrar başladı.

Moğol kabilelerinden Celâyirliler 740 (1340) yılında Bağdat’ı merkez edinerek yeni bir devlet kurdular. Bu devletin 784’te (1382) bölünmesiyle birlikte Azerbaycan ile Irak Sultan Ahmed Celâyir’e, Irâk-ı Acem ise kardeşi Bayezid’e düştü. Kardeşini ortadan kaldıran Sultan Ahmed, Timur 795’te (1393) Bağdat’ı ele geçirince Mısır’a kaçtı; Timur’un Semerkant’a dönmesi üzerine de Memlük Hükümdarı Berkuk’un yardımıyla şehri geri aldı. Timur 803’te (1401) Bağdat’ı ikinci defa işgal etti ve bu işgalde pek çok kişi öldürüldü; mahalle ve binaların çoğu tahrip edildi. Bu defa da Osmanlılar’a sığınan Sultan Ahmed Celâyir, bu hareketiyle vukuuna yardımcı olduğu Ankara Savaşı’nın (1402) arkasından Bağdat’ı tekrar ele geçirdiyse de daha sonra Karakoyunlu Kara Yûsuf’a bırakmak zorunda kaldı; fakat Timur’un ölümünden (807/1405) sonra yine geri aldı. Sultan Ahmed’in 813’te (1410) Karakoyunlular’la yaptığı mücadeleyi kaybedip öldürülmesi üzerine Bağdat’taki Celâyirli hâkimiyeti sona er-di ve 1410-1467 yılları arasında Karakoyunlular’ın hâkimiyetinde kaldı. 871’de (1467) Irak Akkoyunlular’ın hâkimiyeti altına girdi ve Şiî-Sünnî rekabetinden kaynaklanan şiddetli çatışmalara sahne oldu. 895’ten (1490) itibaren gücünü kaybetmeye başlayan Akkoyunlu Devleti’nin yerini Safevîler aldı (914/1508); sadece yirmi altı yıl hüküm süren bu hânedanın Irak hâkimiyeti de 1534’te Kanûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi ile son buldu.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Ǿİlim”, 7, “Cihâd”, 101, “Meġāzî”, 82; Vâkıdî, Fütûĥu’ş-Şâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-Cîl), s. 184 vd.; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 260; İbn Kuteybe, el-MaǾârif (Ukkâşe), s. 571, ayrıca bk. İndeks;


Belâzürî, Fütûĥ (Müneccid), s. 242 vd.; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), bk. İndeks; Aħbârü’d-devleti’s-Selcûķıyye, bk. İndeks; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân (Cündî), IV, 105-107, ayrıca bk. İndeks; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), bk. İndeks; İbnü’t-Tıktakā, el-Faħrî, bk. İndeks; Cüveynî, Târîħ-i Cihângüşâ, I-III, bk. İndeks; Ebü’l-Ferec, Târîħu muħtaśari’d-düvel, Beyrut 1890, s. 277-299; Reşîdüddin, CâmiǾu’t-tevârîħ (trc. M. Sâdık Nes’et v.dğr.), Beyrut 1983, bk. İndeks; Yûnînî, Źeylü Mirǿâti’z-zamân, Haydarâbâd 1954-65, bk. İndeks; Ebü’l-Fidâ, el-Muħtaśar, Beyrut 1381/1961, bk. İndeks; İbn Kesîr, el-Bidâye, bk. İndeks; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982-83, bk. İndeks; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, IV, 330 vd.; Ebû Bekr-i Tihrânî, Kitâb-ı Diyârbekriyye (nşr. Necati Lugal - Faruk Sümer), Ankara 1962-64, I-II; G. Le Strange, Baghdad During the Abbasid Caliphate, Oxford 1924; a.mlf., The Lands of Eastern Caliphate, London 1966; S. H. Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925; Abbas el-Azzâvî, Târîħu’l-ǾIrâķ beyne’l-İħtilâleyn, Bağdad 1935-56, I-VIII; a.mlf., ǾAşâǿirü’l-ǾIrâķ, Bağdad 1937-56, I-IV, 1977; Mehmet Altay Köymen, Selçuklu İmparatorluğu Tarihi II: İkinci İmparatorluk Devri, Ankara 1954, bk. İndeks; a.mlf., Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1989, tür.yer.; İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1956, bk. İndeks; Ali Hüsnü Harputlu, Târîħu’l-ǾIrâķ fî žılli’l-ĥükmi’l-Ümevî, Kahire 1957; M. Tevfîk Hafâcî, Teŧavvurü’n-nüžumi’l-idâriyye ve’l-mâliyye fî bilâdi’l-ǾIrâķ ve’l-Fürs, İskenderiye 1957; a.mlf., Eŝerü’t-Türki’s-siyâsî ve’l-ictimâǾî fî bilâdi’l-ǾIrâķ fi’l-ķarneyni’ŝ-ŝâliŝ ve’r-râbiǾ baǾde’l-hicre, Kahire 1961; Sâbit İsmâil er-Râvî, el-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, İskenderiye 1958; Hüseyin Abdülhamîd, el-Fetĥu’l-İslâmî fi’l-ǾIrâķ ve’l-Cezîre, Bağdad 1961; Hasan İbrâhim Hasan, Târîħu’l-İslâm, Kahire 1962, bk. İndeks; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, bk. İndeks; Hüseyin Emîn, Târîħu’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Bağdad 1385/1965; Muhammed Sâlih el-Kazzâz, el-Ĥayâtü’s-siyâsiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsiyyi’l-aħîr, İskenderiye 1965; a.mlf., el-Ĥayâtü’s-siyâsiyye fi’l-ǾIrâķ, Kahire 1973; Muhammed Abdülfettâh Aliyyân, Ķarâmiŧatü’l-ǾIrâķ fi’l-ķarneyni’ŝ-ŝâliŝ ve’r-râbiǾ baǾde’l-hicre, Kahire 1967; Ca‘fer Hasbak, el-ǾIrâķ fî Ǿahdi’l-Moġūl el-İlhâniyyîn, Bağdad 1968; Thomas Arnold, ed-DaǾve ile’l-İslâm (trc. Hasan İbrâhim Hasan v.dğr.), Kahire 1970, bk. İndeks; Faruk Sümer, Oğuzlar: Türkmenler, Ankara 1972, bk. İndeks; a.mlf., Kara Koyunlular, Ankara 1984, I, bk. İndeks; Zambaur, Manuel, s. 133-138; Tâhâ Bâkır, Muķaddime fî târîħi’l-ǾIrâķı’l-ķadîm, Bağdad 1973; M. Sâid Rızâ, el-Keysâniyye ve eŝerüha’s-siyâsî ve’l-ictimâǾî fi’l-müctemeǾi’l-ǾIrâķī, Kahire 1973; a.mlf., el-ǾIrâķ fî Ǿaśri Benî Büveyh, Aynişems 1975; Painan Raşhid Wu, The Fall of Baghdad and the Mongol Rule in al-ǾIrāq 1258-1335, Utah 1974; Muhammed Fehd Bedrî, Târîħu’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsiyyi’l-aħîr, Bağdat 1974; F. McGraw Donner, The Arab Tribes in the Muslim Conquest of Iraq, Princeton 1975; Yûnus Muhammed Necât, el-Meĥârîbü’l-ǾIrâķıyye münźü’l-Ǿaśri’l-İslâmî ilâ nihâyeti’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsî, Bağdad 1976; Cl. Cahen, Les Peuples musulmans dans l’histoire Médiévale, Damas 1977, s. 367-403; Sâmi Saîd el-Ahmed, el-ǾIrâķu’l-ķadîm, Bağdad 1978-83, I-II; Necde Hammâş, el-İdâre fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Dımaşk 1980, s. 119-127; a.mlf., “Evżâǿü’l-fellâĥîn fi’l-ǾIrâķ ve’ş-Şâm fî śadri’l-İslâm”, Mecelletü Dirâsât târîħiyye, XVII-XVIII, Dımaşk 1984, s. 73-87; Hitti, İslâm Tarihi, I-IV, bk. İndeks; Şevkī Dayf, ǾAśrü’d-düvel ve’l-imârât, Beyrut 1980, s. 231-478; Dayfullah Yahyâ ez-Zehrânî, Mevâridü beyti’l-mâl fi’l-ǾIrâķ, Mekke 1981; M. Abdünnaîm Haseneyn, Îrân ve’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Beyrut 1982; el-ǾIrâķ fi’t-târîħ (haz. Salih Ahmed Ali), Bağdad 1983; Şâkir Sâbir ez-Zâbit, Târîħu’l-münâzaǾât ve’l-ĥurûb beyne’l-ǾIrâķ ve Îrân, Bağdad 1984; M. G. Morony, Iraq After the Muslim Conquest, Princeton 1984; Muhammed Abdüllatîf, el-ǾÂlemü’l-İslâmî fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Kahire 1984, s. 415-421; M. Mahmûd İdris, Târîħu’l-ǾIrâķ ve’l-Meşriķı’l-İslâmî ħilâle’l-Ǿaśri’s-Selcûķıyyi’l-evvel, Kahire 1985; Mahmûd Şît Hattâb, Ķādetü fetĥi’l-ǾIrâķ ve’l-Cezîre, Kahire, ts.; Nûri Abdülhamîd el-Ânî, el-ǾIrâķ fi’l-Ǿahdi’l-Celâyirî 738-814/1337-1411, Bağdad 1986; Saîd M. Useyrî, el-Ĥayâtü’l-Ǿilmiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Mekke 1987; Fâruk Ömer, Târîħu’l-ǾIrâķ fî Ǿuśûri’l-ħilâfeti’l-ǾArabiyyeti’l-İslâmiyye, Bağdad 1988; Brockelmann, Târîħu’ş-şuǾûbi’l-İslâmiyye (trc. Nebîh Emîn Fâris - Münîr el-Ba‘lebekkî), Beyrut 1988, bk. İndeks; Peter Sluglett - Marion Farouk, “Iraq”, The Middle East (ed. Michael Adams), Oxford 1988, s. 376-380; Bedr Abdurrahman Muhammed, el-Ĥayâtü’s-siyâsiyye ve mežâhirü’l-ĥađâra fi’l-ǾIrâķ ve’l-Meşriķı’l-İslâmî, Kahire 1410/1989; Coşkun Alptekin, “Irak Selçukluları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, VII, 295-337; M. Beyyûmî Mehrân, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-ķadîm, İskenderiye 1410/1990; Alâ Mahmûd Kaddâvî, el-ǾIrâķ fi’l-ķarni’t-tâsiǾ Ǿaşer el-mîlâdî, Musul 1993; Abdülkadir Yuvalı, İlhanlılar Tarihi: Kuruluş Devri, Kayseri 1994, bk. İndeks; M. Sa‘d eş-Şeybânî, Târîħu’l-ǾIrâķ, Tunus 1996; Jacob Lassner, “Provincial Administration under the Early Abbasids: the Ruling Family and the Amsar of Iraq”, St.I., L (1979), s. 21-35; İbrâhim Halîl, “EvżâǾu’l-ǾIrâķı’s-siyâsiyye fî Ǿahdi’s-Sulŧân el-Celâyirî 1382-1410”, Âdâbü’r-râfideyn, VIII, Musul 1997, s. 127-159.

İmâdüddin Halîl et-Tâlib





2. Osmanlı Dönemi.

a) XVI-XVIII. yüzyıl. Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı fethinden sonra Irak bölgesine ilgi duymaya başladılar. Bunda iktisadî sebepler kadar siyasî ve dinî âmiller de önemli rol oynamıştır. Bağdat’ın Safevîler’in hâkimiyetinde olması, Suriye limanlarını kontrolünde tutan Osmanlılar için endişe verici bir durumdu. Öte yandan Bağdat-Basra hattına hâkim olma ve böylece Basra’dan itibaren Anadolu ve Suriye’ye uzanan ticaret yollarında kontrolü sağlama isteği de ön plana çıkmaya başlamıştı. Ayrıca Osmanlılar’a karşı bu bölgeye doğru yayılan Safevîler’in nüfuzunu kırma ve dinî yönden de onlarla esaslı bir mücadeleye girişip etkilerini silme anlayışı önemli bir sebep teşkil etmekteydi.

Safevîler’in Bağdat’ı kendi idarelerine almaları, kale muhafızı Muslu kabilesinden Zülfikar Han’ın isyan edip Bağdat’ta istiklâlini ilân etmesi ve ardından Safevî ordusunun hareketi üzerine Kanûnî Sultan Süleyman’a tâbi olduğunu bildirmesi, ancak az sonra Safevî Şahı I. Tahmasb’ın onu bertaraf edip Bağdat’a yeniden hâkim olması (935/1529), bölgeyle yakından ilgilenen Osmanlılar’ın dikkatinin buraya yönelmesine yol açtı. Osmanlı ordusu 940 (1533) yılı sonbaharında Şark seferine çıktı. Irâk-ı Acem ile Irâk-ı Arab üzerine yapılan bu sefere Osmanlı kaynaklarında Irakeyn Seferi denir. Bu sefer sonunda Güney Azerbaycan ile Bağdat alındı (21 Cemâziyelevvel 941/28 Kasım 1534). Bağdat’a giren Kanûnî Sultan Süleyman Ramazan 941’e (Mart 1535) kadar orada kaldı. Bağdat’ta imar işlerini yoluna koydu ve burayı beylerbeyilik statüsüne sokarak idaresini Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa’ya verdi. Kâzımeyn Camii’nin yapımını emrederek Sünnîliğin burada yeniden yerleşmesini ve yapılanmasını başlattı. Yine o sırada Basra emîri bulunan Megāmisoğlu Râşid, sultana bağlılığını bildirdi ve daha sonra da bağlılık alameti olarak Basra’nın anahtarlarını gönderdi (945/1538). Basra özel statülü bir eyalet haline getirilerek idaresi Râşid’e bırakıldı. Ancak Râşid 953’te (1546) ayaklanınca Bağdat Beylerbeyi Ayas Paşa tarafından ele geçirilen Basra Bağdat beylerbeyiliğine bağlandı. 962’de (1555) Osmanlılar’la Safevîler arasında yapılan Amasya Antlaşması ile Osmanlılar’ın Irak üzerindeki hâkimiyeti resmen tanındı. Bağdat’ın 1032-1048 (1623-1638) yılları arasındaki kısa İran işgali dışında bu hâkimiyet XX. yüzyıl başlarına kadar sürdü.

Irak’ın Osmanlı topraklarına katılması siyasî, dinî ve iktisadî bakımdan dikkat çekici gelişmelere yol açtı. Bir yandan Yavuz Sultan Selim döneminde başlatılan Yakındoğu’daki Arap ülkelerini Osmanlı hâkimiyeti altına alma ve dolayısıyla İslâm’ın liderliğini üstlenme girişimi tamamlanırken, öte yandan Şiîliği temsil iddiasındaki Safevîler karşısında tam bir üstünlük sağlanmış oldu. Osmanlılar Bağdat’ı ele geçirmekle doğudaki müslüman-Arap dünyasının bütün siyasî ve ekonomik merkezlerindeki hâkimiyetini de tamamlamış oldu. Irak’ın ilhakı ise Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki yolların denetimini ve kontrolünü sağlayarak İpek yolunun kullanılmasını gerektiren ticaret akışı üzerinde Osmanlılar’ın tartışılmaz


üstünlüğünü ortaya koydu, Avrupalılar’ın bu alana yönelik rekabetini en alt seviyeye indirdi.

Osmanlı vekāyi‘nâmelerinde cennete benzetilen ve “Bağdâd-ı Bihiştâbâd” şeklinde anılan Bağdat, özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısında idarecilerin gözdesi oldu. Sadece savunmasının sağlamlaştırılmasıyla kalınmadı, milletlerarası ticaretin teşvik edilmesiyle şehir Yakın ve Uzakdoğu’ya kervanların gönderildiği bir merkez haline geldi. Aynı şey, körfez kıyısından başlayarak Bağdat’a uzanan Basra bölgesi için de söz konusuydu. Fakat 1021’de (1612) yerli reislerden Efrâsiyâb’ın Basra’da bir güç odağı olarak ortaya çıkmasından sonra kendisi ve halefleri, merkezî iktidarın yeniden güçlendiği 1078 (1668) yılına kadar eyaleti ellerinde tuttular.

Bu dönemde Basra ve çevresi tâcirlere ve Portekizli, İngiliz, Hollandalı denizcilere açıldı. Bir süre sonra vaha ve güney çöllerinin Araplar’ı olan Müntefiķler’in hâkimiyeti söz konusu oldu. 1620’li yıllarda yeniçeri zâbiti Bekir Subaşı, azebler ağası Mehmed Kanber’in desteğiyle Bağdat’ta belirli bir üstünlük elde etti ve muhtemelen geçen yüzyılda kaybettiği toprakları geri almak isteyen İran Şahı I. Abbas’ın da yardım vaadiyle Osmanlı sultanına karşı ayaklandı. Diyarbekir Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa’nın Bağdat’a yürümesi üzerine de Şah Abbas’tan yardım istedi. İran şahının Safî Kulı Han kumandasında gönderdiği Safevî ordusu üç aylık bir kuşatmadan sonra şehri zaptetti. Şehirde oturanların büyük bir kısmını köle olarak ele geçiren Safî Kulı Han, başta İmâm-ı Âzam ve Abdülkādir-i Geylânî’nin türbeleri olmak üzere İslâm büyüklerinin türbelerini yıkıp medreseleri kapattı ve Orta Irak’ın denetimini ele geçirdi (1032/1623). Hâfız Ahmed Paşa ve Boşnak Hüsrev Paşa’nın 1035 (1625) ve 1040 (1630) yıllarında şehri geri almak için başlattıkları girişimler sonuçsuz kaldı. İstanbul’da gücünü kabul ettiren IV. Murad, kırk günlük kuşatmadan sonra 17 Şâban 1048’de (24 Aralık 1638) Bağdat’ı tekrar ele geçirdi. 14 Muharrem 1049 (17 Mayıs 1639) tarihli Kasrışîrin Antlaşması ile de Bağdat’ın yeniden Osmanlı Devleti’ne bağlandığı resmen tescil edildi. Fakat daha sonraki yıllarda şehir ve çevresi yeniçerilerin, bedevî Arap kabilelerinin ve Kürtler’in çıkardığı ardı arkası kesilmeyen, İstanbul’dan tayin edilen idarecilerin güçlükle bastırabildiği karışıklıklara sahne oldu. Güneyde Müntefiķ, Şemmer, Benî Düceyl ve Benî Zübeyd kabileleri ayaklandılar ve İranlılar Basra’yı ele geçirdiler. 1112 (1701) yılında Bağdat Beylerbeyi Daltaban Mustafa Paşa ayaklanmaları bastırarak Basra’da yeniden Osmanlı hâkimiyetini sağladı. Bu karışıklıklara rağmen Osmanlılar Bağdat’a eski göz kamaştırıcı görünümünü yeniden verdiler ve burayı Osmanlı ihtişamını simgeleyen büyük yapılarla donattılar.

Eyüplü Hasan Paşa’nın 1116 (1704) yılında Bağdat’a tayini şehrin ve çevresinin idarî yapısında köklü değişikliklere sebep oldu. Gürcü kökenli olan ve sarayda yetişen Hasan Paşa İstanbul’da uygulanan idarî, sivil ve askerî yapıyı Bağdat’ta uygulamaya başladı. Çevresini, kendisi gibi eğitilmiş olan ve idareye sadık kalarak yeniçerilerin gücünü dengede tutan Gürcü kökenli kölemenlerle doldurdu. Bu sistem oğlu Ahmed Paşa tarafından bazan aile üyeleri, bazan da kölemen boyları eliyle 1831 yılına kadar devam ettirildi. Yeterince geniş muhtariyetten yararlanan ve Basra bölgesini de hâkimiyetleri altına alan Hasan Paşa ve Ahmed Paşa Irak’ta asayişi sağlayarak refahı arttırdılar. O sıralarda Bağdat, İran Şahı Nâdir’in bir saldırısına uğradıysa da Nâdir Şah dokuz aylık kuşatmadan sonra başarılı olamayarak Safer 1146’da (Temmuz 1733) geri çekilmek zorunda kaldı. On yıl sonra İran şahı Bağdat ve Musul’a yönelik yeni bir saldırı girişiminde daha bulundu, fakat yine başarılı olamadı. Aynı dönemde Musul Celîlîler’in hâkimiyeti altına girdi. Bu ailenin üyeleri bölgeyi, merkezî idarenin hâkimiyeti doğrudan ele aldığı 1249 (1834) yılına kadar Kuzey Irak’taki kabilelerin çıkardığı isyanları bastıramadan ve kendileri etkin bir güç ve merkezî idare için herhangi bir mesele oluşturmadan yönettiler.

Kölemen rejimi Irak’ta asıl etkisini kanun hâkimiyetini ve güvenliği sağlayan, ticareti geliştiren, şehri Yakın ve Ortadoğu’nun antreposu haline getiren, Ebû Leylâ Süleyman Paşa’nın valiliği döneminde (1749-1762) gösterdi. İngilizler Basra’ya 1176 (1763) yılında Doğu Hindistan Şirketi vasıtasıyla geldiler. 1186’da (1772) Bağdat şiddetli bir veba salgını sebebiyle yıkıma uğradı. Basra bir süre İran Şahı Zend Kerim Han tarafından işgal edildi (1776-1779). Barış ve asayiş, Bağdat’ın ve buna bağlı olarak Basra ve Şehrizor’un idareciliğine getirilen Büyük Süleyman Paşa tarafından tesis edildi. Ancak Vehhâbîler’in Hasâ vahalarını işgal etmeleri (1208/1794), Güney Irak’ı kuşatmaları ve Kerbelâ’yı yağmalamaları engellenemedi (1216/1802). Bundan sonra bütün çabalar Vehhâbî tehlikesini ortadan kaldırmak için harcandı.

Büyük Süleyman Paşa’nın halefi Ebû Gaddâre Ali Paşa Vehhâbîler karşısında başarılı olamayınca Bâbıâli Kölemenler dışında bir vali tayin etmek istedi. Ancak Fransız elçisinin araya girmesiyle Kölemenler’den Küçük Süleyman Paşa tayin edildi (1223/1808). Küçük Süleyman Paşa Vehhâbîler’i yendiyse de II. Mahmud’un merkezîleştirme hareketlerine karşı çıktığı için İstanbul’dan gönderilen Hâlet Efendi vasıtasıyla bertaraf edildi (1225/1810). Bu tarihten itibaren Irak Bâbıâli ile Kölemenler arasında bir dizi iktidar mücadelesine sahne oldu. Sonuçta Bâbıâli valiliğe Kölemen Dâvud Paşa’yı getirmek zorunda kaldı (1232/1817).

İdarî Durum. Osmanlı idaresi altında Irak birkaç beylerbeyiliğe ayrılmış vaziyetteydi. Bağdat’ın fethinden önce bir kısım yerler, Arap vilâyeti adı altında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı alışından sonra oluşturulan idarî bölgeye dahil bulunuyordu. Buralar daha sonra Diyarbekir beylerbeyiliğine bağlandı. Nitekim Irak’ın kuzeyi ile Suriye’nin kuzeyinde Fırat ırmağından batıya uzanan bölgede Sincar, Âne, Hît, Musul ve Hadîse adlı sancaklar yer alıyordu. 936 (1530) yılına doğru yapılan sayımları içine alan tahrir defterinde, Tel-Afar’ın da bağlı olduğu Sincar ve Tikrît’i ihtiva eden Musul sancağı ile Âne, Hît, Hadîse ve Deyrürahbe sancaklarına ait bilgiler bulunmaktadır. 928 (1522) yılına ait bir listede bunlardan Âne’nin Nasuh Bey, Musul’un Hacı Bey, Deyrürahbe’nin Abdurrahman Bey idaresinde olduğu, Sincar ve İmâdiye’nin ise boş olarak gösterildiği dikkati çekmektedir. 934-941 (1528-1535) yıllarına ait bir başka defterde ilgi çeken husus, Bağdat sancağının Zülfikar Bey’e tevcihi dolayısıyla 935’te (1529) kendisine bazı hediyeler verilmesidir. Bağdat’ın 940’ta (1534) fethedildiği bilindiğine göre burada muhtemelen Bağdat’ın dışında kalan ve Osmanlı idaresi altına giren yerler kastedilmiştir. 941 (1535) tarihli kayıtta Irak mîrimîranı tabirinin geçmesi de neresinin ve hangi bölgenin ifade edildiği konusunda tereddüt uyandırmaktadır. Söz konusu rûznâmçe defterinde Deyrürahbe beyi olarak Ali Bey (935/1529) ve Ahmed Bey (936/1530), Sincar livâsı beyi olarak İdrîs Bey (940/1534), Kerkük ve Tavuk / Dakūk livâsı beyi olarak Hüseyin Bey (941/1535), Musul sancak beyi olarak Hüseyin Bey’in (940/1534) adları zikredilmekte, ayrıca bazı Arap emîrlerinden bahsedilmektedir.


XVI. yüzyılın ikinci yarısına ait sancak listelerinde bugünkü Irak’ı içine alan idarî birimler Diyarbekir, Bağdat, Şehrizor, Basra, Lahsâ beylerbeyiliklerinin sınırlarına dahildi. Meselâ 970-981 (1563-1574) yıllarındaki tevcîhatı gösteren defterde (BA, MAD, nr. 563) Deyrürahbe, Sincar ve Eski Musul Diyarbekir’e bağlıydı. Şehrizor vilâyeti Irak’ın kuzey kesimlerini içine alıyordu ve burada Süricek, Zengâne, Havar, Keşşâf, Bacvanlı, Hezarmerd, Berend, Gāzî Kıran gibi sancaklar bulunuyordu. Bağdat vilâyetine Musul, Dertenk, Erbil, Zaho, Âne, Zengâbâd, Hille, Semevât, Tikrît, Rûmâhiye, Kerend, Vâsıt, Cessânbedre, Cevâzir; Basra’ya Kabban, Zekiye, Sehloğlu, Sadr Süveyb, Benî Hamîd, Garrâf, Rahmâniye, Ebû Garbe, Hemmâr, Tavil; Lahsâ’ya Uyûn, Katîf, Safvâ gibi sancaklar bağlıydı. 985’te (1578) başlayan Osmanlı-Safevî mücadelesi, bilhassa Kuzey Irak kesiminde Osmanlı sınırlarının daha da genişlemesiyle sonuçlandı. Osmanlılar bu dönemde özellikle sınır boylarında Pelengân ve Mihrivân adlı iki beylerbeyilik oluşturdular. Ancak bu iki idarî birimin sınırda bulunması uzun ömürlü olmalarını engelledi. Ayrıca bazı mevcut sancaklar ayrılarak Musul beylerbeyiliği teşekkül etti. 983-996 (1576-1588) arasındaki eyalet ve sancak tevcîhatını yansıtan defterde bir önceki listelere göre çok önemli farklar yoktur. Yalnız burada sancakların durumlarıyla ilgili bazı açıklayıcı kayıtlara yer verilmiştir. Meselâ Bağdat beylerbeyiliğine bağlı Musul önce sancak olarak zikredilmiş, ardından müstakil bir beylerbeyilik / eyalet haline getirilmiştir. Hille için Şatt-ı Fırat üzerinde bulunduğu, Bağdat’a dokuz konak mesafede olduğu; Zengâbâd’ın bir adının Kızıl Ribât olup dağlık ve ovalık bir bölgeyi içine aldığı, Bağdat’a sekiz konak mesafede bulunduğu, Cevâzir ve Vâsıt’ın Bağdat ile Basra arasında, halkının Arap olduğu; Tikrît’in Bağdat ile Musul arasında altı konak mesafede yer aldığı da belirtilmektedir (BA, KK, nr. 262).

XVII-XVIII. yüzyıllarda bu idarî yapıda pek önemli bir değişiklik olmadı. XVII. yüzyılın ilk yarısına ait idarî teşkilâtla ilgili risâlelerden Ayn Ali Efendi’nin listesinde Sincar’ın Diyarbekir, Âne’nin ise Rakka eyaleti içinde yer aldığı dikkati çekmektedir. Musul, Bağdat, Şehrizor, Basra ayrıca sancak adetleri, timarları, asker sayısıyla zikredilmişti. Bağdat sâlyâneli statüde olup vergilerini belirlenmiş bir miktar üzerinden yıllık olarak merkeze göndermekteydi ve on sekiz sancaktan oluşuyordu; bunların yedisi timar sistemine dahildi, sâlyâne miktarı ise 14 yük idi (1.400.000 akçe). Şehrizor yirmi sancaklı bir eyalet olup bunların altısında sancak beyi bulunuyor, diğerleri yurtluk-ocaklık şeklinde idare ediliyordu. Basra da sâlyâneli eyaletti, burada timar sistemi yoktu. Musul beş sancaklı bir eyalet olup bunlardan ikisi yurtluk ve ocaklıktı.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MAD, nr. 563; BA, KK, nr. 262; İbn Tayfûr, Târîħu Baġdâd, Leipzig 1908; Matrakçı Nasuh, Sefer-i Irâkeyn, tür.yer.; Selânikî, Târih (İpşirli), tür.yer.; Peçuylu İbrâhim, Târih, I, 173 vd., 204-207, 366; Du Loir, Les voyages du sieur du Loir avec la relation du siège de Babylone fait en 1639 par Sultan Murat, Paris 1654; J. de Thévenot, Relation d’un voyage au Levant, Paris 1655, s. 569-576; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 39, 74, 129, 200, 205 vd.; a.mlf., Cihannümâ, s. 409 vd.; La Boullaye Le Gouz, Les voyages et observations, Paris 1657, II, 285-345; P. Rycaut, Histoire de l’état présent de l’empire ottoman, Paris 1670, s. 160-180, 214-220; P. della Valle, Les fameux voyages de P. della Valle, Paris 1670, 17 ve 18. mektuplar; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 186, 193-194; IV, 392 vd.; Naîmâ, Târih, II, 264, 359, 446 vd.; III, 47; Nazmîzâde Murtaza Efendi, Gülşen-i Hulefâ, İstanbul 1143, s. 73, 79, 89, 135; Râşid, Târih, I, 126-127, 147-148, 306-307; II, 104, 123, 191, 224-226, 243-244, 486-488, 509-518, 535, 594; III, 195-200; IV, 104 vd.; Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1282, s. 115-117, 390-393, 429-439, 513-524; Silâhdar, Târih, I, 16-17, 399-400, 473-479; E. Ives, Journey from Persia to Baghdad, London 1778; Vâsıf, Târih, I, tür.yer.; J. Rousseau, Description du pachalik de Baghdad, Paris 1809; Şânîzâde, Târih, I, 267, 342, 406; II, 26-27, 306-308, 379-380; III, 21; J. S. Buckingham, Travels in Mesopotamia, London 1827; Cuinet, III, 215 vd.; Cl. Huart, Histoire de Baghdad dans les temps modernes, Paris 1904; G. Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1905, s. 24-85; Lutfî, Târih, III, 115 vd.; S. H. Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925; a.mlf., “Bakr”, EI² (Fr.), I, 992; a.mlf., “al-Baśra”, a.e., I, 1119-1120; a.mlf., “Ғјalīlī”, a.e., II, 412-413; a.mlf., “Ĥasan Paѕћa”, a.e., III, 259; Barkan, Kanunlar, s. 173-180, 194-195; Abbas el-Azzâvî, Târîħu’l-ǾIrâķ, Bağdad 1375/1955, III, tür.yer.; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri: 1578-1590, İstanbul 1962, s. 169-184; I. Rauf, Mosul During the Ottoman Era. The Period of Local Government: 1726-1834, Nadjaf 1975; A. Birken, Die Provinzen des Osmanischen Reiches, Wiesbaden 1976, s. 179, 182, 192, 203, 217, 222, 227, 228; Halil Sahillioğlu, “et-Taķsîmâtü’l-idâriyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿahdi’l-ǾOşmânî”, Studies on Turkish-Arab Relations, İstanbul 1986, s. 224-248 (aynı makale: “Osmanlı Döneminde Irak’ın İdari Taksimatı” [trc. Mustafa Öztürk], TTK Belleten, LIV/211 [1991], s. 1233-1257); A. Raymond, “Les provinces arabes”, Histoire de l’empire ottoman (ed. R. Mantran), Paris 1989, bl. X, s. 341-420; ayrıca bk. bl. XI-XIV; B. Lewis, “The Ottoman Archives as a Source for the History of the Arab Lands”, JRAS (1951), s. 139-155; Robert Mantran, “Baġdād à l’époque ottomane”, Arabica, IX/3, Leiden 1962, s. 311-324; a.mlf., “Règlements fiscaux ottomans, la province de Bassorah”, JESHO, X/2-3 (1967), s. 244-277; E. Mandaville, “The Ottoman Province of al-Hasā in the 16th and 17th Centuries”, JAOS, sy. 90 (1970), s. 486-513; Abdülkadir Özcan, “Daltaban Mustafa Paşa”, TD, sy. 13 (1987), s. 309-318; M. Cavid Baysun, “Bagdad”, İA, II, 203-211; a.mlf., “Aĥmad Paѕћa”, EI² (Fr.), I, 300; Besim Darkot, “Musul”, İA, VIII, 741-744; H. A. R. Gibb, “Afrāsiyāb”, EI² (Fr.), I, 244; A. A. Duri, “Baҗћdād”, a.e., I, 921-936; P. M. Holt, “ǾIrāķ”, a.e., III, 1289-1291; Yusuf Halaçoğlu, “Bağdat”, DİA, IV, 433-437; a.mlf., “Basra”, a.e., V, 112-114.

Robert Mantran





b) XIX. yüzyıl.

Memlük valilerinin sonuncusu olan Dâvud Paşa’nın on dört yıl süren (1817-1831) yönetimi sırasında başarılı bir şekilde uyguladığı çeşitli reformlarla giderek güçlenmesi, özellikle 1825’ten itibaren Bâbıâli ile ilişkilerinin bozulmasına yol açtı. 1831’de II. Mahmud’un merkezîleştirme siyasetinin bir sonucu olarak Dâvud Paşa’nın hâkimiyeti Halep Valisi Ali Rızâ Paşa tarafından askerî bir hareketle sona erdirildi ve Bağdat ile Basra merkeze bağlandı; 1834’te de Musul’daki Celîlî ailesinin kontrolüne son verildi. Revândiz ve Süleymâniye gibi yerlerdeki mahallî emirliklerin merkezî idareye bağlanması ise 1850 yılına kadar sürdü.

1831’den sonraki dönemin ilk yıllarında öncelikle güvenlik meseleleri ele alındı. Bir yandan aşiretler ve Şiîler tarafından başlatılan mahallî ayaklanmalarla uğraşılırken öte yandan Suriye’yi elinde tutan Mehmed Ali Paşa tehlikesiyle karşı karşıya gelindi. 1840’ta Mehmed Ali Paşa’nın Suriye’den çekilmesi üzerine Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü reformların tatbikine geçildi. Bu reformlar aşama aşama uygulandığı için Bağdat ve Basra’da 1844’ten, Musul’da 1848’den itibaren gerçekleştirilebildi. 1848’de yapılan bir düzenlemeyle merkezi Bağdat’ta bulunan ve daha sonra 6. Ordu ismini alan Irak ve Hicaz Ordusu kuruldu. Önceleri oldukça yavaş ilerleyen reformların uygulanması, 1849’dan sonra özellikle Vali Abdülkerim Nâdir Paşa ve Kumandan Mehmed Nâmık Paşa yönetiminde hız kazandı. Bir defterdar tayininin ardından askerlik ve vergi işlerini düzenlemek için nüfus sayımı, tarım ve sulamayı iyileştirmek için de arazi çalışmaları başlatıldı. Ancak bu yenilikler çok pahalıya mal oluyor ve patlak veren isyanlarla aşiretlerin vergi vermekten kaçınmaları da mahallî gelirlerin azalmasına ve hazineden yardım istenmesine yol açıyordu. Bu malî meseleler Osmanlı döneminin sonuna kadar


devam etmiş ve zaman zaman ordudaki maaşları ödemek için dahi para bulunamamıştır.

1851’e gelindiğinde Bâbıâli Irak’ın problemlerinin çözümünü kolaylaştırmak için tek ve geniş bir yönetim kurmaya karar vererek Musul’u Bağdat’a bağlı bir sancak statüsüne indirdi ve yeni vali Vecîhî Paşa’dan reformlara devam etmesini istedi. İşe aşiretlerin ıslahından ve vilâyette asayişin sağlanıp düzenli vergi toplanmasından başlanıldı. Bir süre sonra özellikle aşiretlerin ıslahında faydalı olacağı kanaatiyle askerî ve sivil yönetim birleştirilerek vali ve kumandanlık yetkilerinin aynı kişiye verilmesi kararlaştırıldı. Yeni göreve getirilen Mehmed Nâmık Paşa 1852 yazına kadar kaldığı valiliği süresince aşiretleri ıslah etmeye, nüfus sayımına, askerî birlikler için kaynak bulmaya ve sulama-nehir ulaşımı işlerine girişti. Halefi Gözlüklü Mehmed Reşid Paşa döneminde de reformlar başarıyla devam etti. Büyük ümitlerle işe başlayan Serdârıekrem Ömer Lutfi Paşa’nın valiliği ise başarısızlıkla sonuçlandı. 1860’lı yıllara ulaşıldığında Kırım Savaşı’nın sıkıntıları bitmiş, vilâyetlerde reform konusu yeniden gündeme gelmişti. Bu çerçevede Mehmed Nâmık Paşa 1861 Ekiminde ikinci defa vali ve kumandan olarak Bağdat’a tayin edildi. Bu dönemde iktisadî, askerî ve idarî reformlar tekrar başlatıldı ve başarıyla sürdürüldü. Telgraf ağı Fâv Limanı üzerinden Hindistan, Hânikīn üzerinden de İran hatlarına bağlandı; içeride de Kerbelâ, Necef, Kût, Bedre, Mendeli, Kârûn ve Ahvaz tâli hatları kuruldu. Irak için bir diğer dönüm noktası Midhat Paşa’nın valilik dönemi olmuştur (1869-1872). Midhat Paşa’nın temel başarıları arazi reformu, idarî ve askerî reformlar, eğitim reformu ve alt yapı yatırımları şeklinde özetlenebilir. Bunlar arasında öne çıkan ikisi 1858 tarihli Arazi Kanunnâmesi ile 1864 tarihli Vilâyât Kanunnâmesi’nin uygulamaya konulmasıdır. Özellikle Arazi Kanunnâmesi’nin uygulanışı ve modern Irak için yarattığı sonuçlar bugün de tartışılmaktadır. Bu dönemde Dicle ve Fırat nehirleri üzerinden ulaşım imkânları geliştirilmiş, Basra-İstanbul arasında buharlı gemi seferleri başlatılmış, Kâzımiye kasabası ile Bağdat arasında atlı tramvay yolu yapılmış, bir matbaa kurulmuş, Türkçe-Arapça olarak ez-Zevrâ adlı resmî gazete yayımlanmaya başlanmış, bir sanayi mektebi ve bir de hastahane yapılmıştır. Ayrıca Lahsâ, Küveyt ve Necid’de Osmanlı nüfuzu kabul ettirilmiştir. Midhat Paşa sonrası dönem devletin genel havasına uygun olarak Irak’ta da siyasî, idarî ve iktisadî istikrarsızlık içinde geçti; valiler pek bir iz bırakmadan kısa aralıklarla birbirlerini takip ettiler. Bu durum 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonuna kadar sürdü.

II. Abdülhamid yönetimi, bütün imparatorlukta ve özellikle müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde bir dizi reform hazırlığına girişti. Bu dönem boyunca özellikle Irak için 1878-1882, 1890-1892, 1898, 1905-1908 tarihlerinde yıllarında ayrıntılı reformlar hazırlandı ve uygulanmasına çalışıldı. Bütün bu projelerin ziraî gelişme, sulama, nehir ulaşımı, demiryolu (Bağdat demiryolu), petrol çıkarımı, aşiretlerin iskânı, idarî ve askerî reformlar gibi belli ortak konular üzerinde yoğunlaştığı görülür. Osmanlı yönetimi Irak’ın, sulama ve ulaşım sorunları halledildiği ve aşiretlerin iskânı sağlandığı takdirde büyük bir ziraî gelişme göstereceği inancındaydı. Reformların bir kısmı tamamlanırken bir kısmı malî ve idarî problemler ve aşiretlerin sonu gelmez ayaklanmaları gibi sebeplerle ya yarım kaldı ya da başarısızlıkla sonuçlandı. Öte yandan II. Abdülhamid yönetimi Irak’ta, adına “eşraf siyaseti” denilen ve kısaca vilâyetlerin eşraf vasıtasıyla idare edilmesine ve bu insanların ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasına dayanan bir politika uyguladı.

Çeşitli alanlardaki gelişmelerin yavaş seyretmesinin asıl sebebi Irak’ın kendine has sosyal yapısıdır. XIX. yüzyılda yerleşik ve yarı göçebe aşiretler nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. 1905’te halkın % 76’sı kırsal kesimde yaşıyordu ve aşiretler birbirlerinden göçebe, yarı göçebe ve yerleşik olarak ayrılıyordu. Göçebe aşiretler ülkenin % 60’ını kaplayan batı ve güneybatısındaki çölde dolaşıyorlardı. Bunların bütün XIX. yüzyıl boyunca oranları % 35’ten % 17’ye inerken yerleşik nüfusun oranı artmıştır. Yapılan tahminlere göre 1914 yılında Küveyt ve Necid dahil Irak’ın yaklaşık 3.650.000 olan nüfusu özellikle Musul vilâyetinde Araplar, Kürtler, Türkmenler, İranlılar, Nestûrîler, Ermeniler, Keldânîler, yahudiler, Yezîdîler, Sâbiîler olmak üzere etnik açıdan da bölünmüştü. Kürtler’le hıristiyanların büyük bölümü Kuzey Irak’ta yaşarken Bağdat’ta önemli bir yahudi kolonisi bulunuyordu. Osmanlı Irakı aynı zamanda mezhep bakımından da bölünmüş bir ülkeydi. Çoğunluk itibariyle Şiî Araplar güneyde, Sünnî Araplar batıda ve Sünnî Kürtler kuzeyde oturuyordu. Genel olarak Şiîler bütün Irak’ta nüfusun % 56’sını, Bağdat ve Basra’da ise çok daha büyük bir oranla çoğunluğu temsil ediyorlardı. Diğer bir önemli nokta da bu dönemde gerek siyasî gerek sosyal açıdan tarikatların oynadığı roldür. Kürtler arasında Nakşibendîlik ile Kādirîlik önde gelirken Araplar arasında Kādirîlik ile Rifâîlik etkindi.

II. Abdülhamid yönetiminde imtiyazlı bir konumda olan Irak eşrafının büyük çoğunluğu II. Meşrutiyet’in ilânını hoşnutsuzlukla karşıladılar. İttihat ve Terakkî ileri gelenleri de onlara karşı padişahla iş birliği yapan herkese olduğu gibi olumsuz bir tutum içindeydiler ve kısa zamanda imtiyazlı konumlarına son verme çabasına girdiler. İlk günler şehirlerde bazı protesto hareketleri yapılırken bazı aşiretler, özelikle de II. Abdülhamid döneminde bir nevi dokunulmazlık kazanan Kürt eşrafı ile şeyh aileleri çeşitli isyanlar başlattılar. Basra bölgesinde ise meydana gelen iktidar boşluğundan istifade eden Şiî aşiretleri ayaklandı. Yeni yönetim uzun zaman bunların bastırılmasıyla uğraşmak zorunda kaldı. İttihat ve Terakkî bir yandan da Bağdat, Basra ve Musul’da örgütlenme sürecine girdi. Üç vilâyette de genellikle Arap olmayan Sünnî memurlar ve subaylarla hıristiyan ve yahudiler partiyi desteklediler. II. Abdülhamid döneminde etkinlik kazanan aileler II. Meşrutiyet döneminde muhalefetin başını çektiler. İngiliz Lynch Şirketi’ne Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde imtiyaz verilmesi (1909) ve Irak’taki mîrî toprakların yabancılara satılabilmesi için hükümetin yaptığı girişimler (1913) İstanbul’da ve bölgede büyük tartışmalara yol açtı. Eşraf kendi arasında gruplaşmaya ve örgütlenmeye, bu şekilde İttihat ve Terakkî ile mücadele yolları aramaya başladı. İlk muhalif grup Bağdat’ta Nakîbü’l-eşraf ve ailesinin çevresinde oluştu. Bunu Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nın desteklenmesi ve kısa zamanda Bağdat ve Basra’da şubelerinin açılması (1911) takip etti. Üçüncü girişim Hürriyet ve İtilâf Fırkası etrafında gelişti; Bağdat ve Basra’daki örgütlenme başarılı oldu (1912). Basra’da Seyyid Tâlib Paşa önderliğinde yürütülen muhalefet, zaman içerisinde doğrudan Arap davası için çalışmaya ve Prens Sabahaddin’in Osmanlı Adem-i Merkeziyet Fırkası’nı desteklemeye yöneldi. Fakat Irak bölünmüş bir toplum olduğundan bu muhalefet hareketlerinin faaliyet alanı kısıtlı kaldı; Şiî Araplar’la Sünnî Kürtler pek etkilenmediler ve İstanbul


ile olan ilişkilerini ayrı platformlarda yürüttüler. İstanbul ve Irak’ta subaylar, öğrenciler ve mebuslar tarafından başka partiler ve siyasî cemiyetler de kuruldu. Bunlar genelde Araplar’a daha iyi imkânlar, kültürel ve siyasal haklar verilmesini talep ettiler ve adem-i merkeziyet prensibini savundular. İçlerinden özellikle Osmanlı ordusunda görevli Irak kökenli subayların katıldığı gizli cemiyetler zamanla önem kazandı. Suriye’ye göre Irak’ta daha yavaş gelişen Arap milliyetçiliğinin iki temel kaynağı eşraf ve subaylar olmuştur. Bu dönemde Irak’ta II. Abdülhamid zamanında başlatılan projeler hızlanarak devam ederken iktisadî, içtimaî ve kültürel alanlarda yeni gelişmeler meydana geldi. Meselâ basın büyük atılım gösterdi; Meşrutiyet öncesi vilâyet merkezlerinde sadece üç resmî gazete varken 1908-1914 yılları arasında büyük kısmı kısa ömürlü olmakla birlikte toplam altmış dokuz gazete ve on yedi dergi yayın hayatına girdi.

Gerek II. Abdülhamid gerekse II. Meşrutiyet dönemlerinde Osmanlı Devleti Irak’ta biri İran’dan, diğeri İngiltere’den gelen iki dış tehditle karşılaşmıştır. En önemli Şiî müctehidlerinin talebeleriyle birlikte Irak’ta oturması, ülkede nüfusun çoğunluğunu Şiîler’in oluşturması ve Şiîliğin özellikle Arap aşiretleri arasında hızla yayılması Osmanlı Devleti tarafından bir tehdit şeklinde algılanmış ve bunlara karşı her iki dönemde de çözüm arayışları sürdürülmüştür. Aynı zamanda İran-Irak sınırı bütün Osmanlı tarihi boyunca olduğu gibi Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde de çeşitli olaylara sahne olmuş ve çözümsüz problem olma niteliğini korumuştur. Öte yandan XIX. yüzyıl, İngiltere’nin önceleri Basra körfezini hedefleyen ilgisinin zaman içinde Irak’a yöneldiği bir dönemdir. İngiltere’nin Irak’taki ekonomik ve stratejik çıkarları giderek dinî, siyasî ve askerî alanları da kapsamış ve I. Dünya Savaşı öncesinde doruğa çıkmıştır. Bu sebeple İtilâf devletlerinin Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettikleri günün (5 Kasım 1914) ertesi sabahı İngiliz askerlerinin Şattülarap’ın ağzındaki Fâv mevkiini ele geçirmesi sürpriz değildir.

Savaşın başında Osmanlı kuvvetleri bu bölgede zayıftı; fazla bir direnişle karşılaşmayan İngilizler ilerlemeye devam ederek 22 Kasım’da Basra’yı işgal ettiler ve 1915 sonbaharında Bağdat üzerine yürüdüler. Fakat Osmanlı kuvvetleri toparlanmıştı. Bağdat’ın 40 km. güneydoğusunda büyük bir yenilgiye uğrayan (22-26 Kasım 1915) İngiliz birlikleri 160 km. aşağıdaki Kûtül‘amâre’ye çekilerek savunmaya geçtiler; yaklaşık beş ay süren bir kuşatmadan sonra da Nisan 1916’da teslim oldular. Bütün bu çatışmalar boyunca büyük kayıplar veren İngilizler’in yenilginin yaralarını sarmaları uzun sürdü ve Bağdat’ı ancak 11 Mart 1917’de ele geçirebildiler. Mayıs 1918’e gelindiğinde İngiliz birlikleri Kerkük’e kadar ilerleyebilmişti. İngilizler 23 Ekim’de, savaşın birkaç gün içerisinde biteceğinin anlaşılması üzerine Musul’u ve petrol yataklarını ele geçirmek için daha hızlı hareket etmeye başladılar. Fakat yine de 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi imzalandığında henüz hedeflerine ulaşamamışlardı ve Musul’u ancak kasım ayının ilk yarısında mütareke hükümlerine dayanarak işgal edebildiler. İngilizler’in Irak’ta ele geçirdikleri topraklarda kurdukları askerî yönetim 1920’ye kadar devam etti.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, Y.A.RES, nr. 19/54; nr. 35/1, 10, 23, 55; nr. 112/54; BA, Y.A.HUS, nr. 35/1, 200/78, 242/9, 248/44, 254/77, 261/50, 263/29, 281/83, 186/33, 186/102, 187/83; BA, Y.EE, nr. 14/211/126/7; nr. 14/1188/126/9; nr. 14/2256/126/11; nr. 31/252/76/81; Midhat Paşa’nın Hatıraları (haz. Osman Selim Kocahanoğlu), İstanbul 1997, s. 89-144; S. H. Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925, s. 260-320; a.mlf., Iraq, 1900 to 1950: A Political, Social and Economic History, London 1953, s. 41-66; P. M. Holt, Egypt and the Fertile Crescent: 1516-1922, London 1966, s. 247-254; Abdülazîz Süleyman Nevvâr, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-ĥadîŝ, Kahire 1968, tür.yer.; Ghassan R. Atiyyah, Iraq: 1908-1921, Beirut 1973, tür.yer.; S. A. Cohen, British Policy in Mesopotamia: 1903-1914, London 1976; H. Batatu, The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq: A Study of Iraq’s Old Landed and Commercial Classes and of its Communists, Ba’thists and Free Officers, Princeton 1978, s. 5 vd., 361; T. Nieuwenhuis, Politics and Society in Early Modern Iraq: Mamluk Pashas, Tribal Shaykhs and Local Rule Between 1802 and 1831, The Hague 1982, tür.yer.; A. Jwaideh, “Aspects of Land Tenure and Social Change in Lower Iraq During Late Ottoman Times”, Land Tenure and Social Transformation in the Middle East (ed. Tarif Khalidi), Beirut 1984, s. 333-356; Yaşar Yücel, “Midhat Paşa’nın Bağdad Vilayetindeki Alt Yapı Yatırımları”, Uluslararası Midhat Paşa Semineri: Bildiriler ve Tartışmalar, Edirne 8-10 Mayıs 1984, Ankara 1986, s.175-183; R. Owen, The Middle East in the World Economy: 1800-1914, London 1987, s. 82, 180-188, 272-286; Ahmet Nuri Sinaplı, Şeyhül Vüzera, Serasker Mehmed Namık Paşa, İstanbul 1987, s. 124-151; Charles Issawi, The Fertile Crescent: 1800-1914, New York 1988, s. 99-125, 246-268, 450-476; Mahmoud Haddad, “Iraq before World War I: a Case of Anti-European Arab Ottomanism”, The Origins of Arab Nationalism (ed. Rashid Khalidi v.dğr.), New York 1991, s. 120-150; Gökhan Çetinsaya, Ottoman Administration of Iraq: 1890-1908 (doktora tezi, 1994, University of Manchester), tür.yer.; Sinan Marufoğlu, Osmanlı Döneminde Kuzey Irak, İstanbul 1998, tür.yer.; Ömer Abdülazîz Ömer, Târîħu’l-Meşriķı’l-ǾArabî: 1516-1922, İskenderiye, ts. (Dârü’l-Ma‘rifeti’l-câmiiyye), s. 384-402; J. McCarthy, “The Population of Syria and Iraq: 1878-1914”, AAS, XV (1981), s. 3-44; E. Tauber, “Sayyid Talib and the Young Turks in Basra”, MES, XXV/1 (1989), s. 3-22; Selim Deringil, “The Struggle Against Shiism in Hamidian Iraq: A Study in Ottoman Counter-Propoganda”, WI, XXX (1990), s. 45-62; Halil Sahillioğlu, “Osmanlı Döneminde Irak’ın İdari Taksimatı” (trc. Mustafa Öztürk), TTK Belleten, LIV/211 (1991), s. 1233-1257; Cezmi Eraslan, “Irak’ta Türk-İngiliz Rekabeti (1876-1915)”, TD, XXXV (1994), s. 223-251.

Gökhan Çetinsaya





3. Son Dönem.

I. Dünya Savaşı sonrasında toplanan San Remo Konferansı’nda (19-26 Nisan 1920) galip devletler Osmanlı Devleti’nin Arap vilâyetlerini aralarında paylaştılar. Bu arada İngiltere, Milletler Cemiyeti tarafından ihdas edilen yeni bir milletlerarası vesâyet sistemi çerçevesinde Irak üzerinde manda yetkisine sahip oldu. Daha önce çeşitli zamanlarda ülke tek bir yönetim altında birleştirilmişse de 1920’de bir millî devlet olarak ortaya çıkan yapı geçmişte mevcut değildi. İngiltere 23 Ağustos 1921’de Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ı kral sıfatıyla tahta çıkardı. 10 Ekim 1922’de imzalanan İngiltere-Irak Antlaşması ile manda yönetimi şartları teyit edilirken yabancıların kanunî hakları ve İngiltere’nin çıkarları teminat altına alındı; 1924’te de yeni oluşturulan kurucu meclis bu antlaşmayı onayladı. Daha sonra hazırlanan anayasa ile yetkileri sınırlı çift meclisli bir parlamentoyu da içeren meşrutî bir monarşi kuruldu ve Mart 1925’te anayasanın yürürlüğe girmesiyle parlamento toplandı. 1925’te Milletler Cemiyeti, Kasım 1918’den beri İngilizler tarafından işgal altında tutulan Musul vilâyetinin Irak’a dahil edilmesi konusunda tavsiye kararı aldı. Temmuz 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile Musul Irak topraklarına katıldı. 1932’de hükümeti vesâyet ve denetimi altında tutan manda yönetimi milliyetçilerin yoğun baskıları karşısında sona erdi ve Irak bağımsız bir devlet olarak Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. Bu tarihe kadar İngiltere ülkenin kuzeydeki Türkiye sınırını garantiye almış, petrol arama ve işletme imtiyazının milletlerarası bir konsorsiyum olan Irak Petrol Şirketi’ne verilmesini sağlamış ve uygun gördüğü aşiret liderlerine


güç vererek monarşi için bir sosyal taban oluşturmuştu. İngiltere bu tarihten sonra da Irak’taki askerî üslerini elde tutmaya ve siyasî-iktisadî nüfuzunu kullanmaya devam etti.

Eylül 1933’te Kral Faysal’ın ölümüyle yerine oğlu Gāzî geçti. Gāzî döneminde Türkiye, İran ve Afganistan ile Sâdâbâd Paktı imzalandı (1937). Buna göre pakta üye ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar karşılıklı görüşmelerle çözümlenecekti. Aynı dönemde İngiltere ile ilişkiler bozulmaya başladı. Kral Gāzî’nin bir kaza sonucu hayatını kaybetmesiyle oğlu II. Faysal henüz dört yaşında iken kral oldu; nâibliğini de aynı aileden Abdülilâh üstlendi. Irak içinde İngiltere’ye karşı tepki giderek artıyordu. 1941’de bir grup subayın başını çektiği kısa ömürlü bir direniş hareketi ülkenin İngiltere tarafından ikinci defa işgal edilmesiyle sonuçlandı ve bu durum II. Dünya Savaşı sonuna kadar sürdü. 1945 ile 1958 yılları arasında çoğunluğu İngiliz yanlısı Nûrî es-Saîd’in başkanlığında genellikle aynı kişilerden oluşan yirmi dört hükümet kuruldu. Uzun süre muhalefet partilerinin yasaklandığı bu dönemde etkisini arttırmaya başlayan Sovyet nüfuzuna karşı bölge ülkeleri arasında dayanışmayı arttırmak amacıyla Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin de katıldığı Bağdat Paktı imzalandı (1955).

Irak toplumunun bu yıllardaki en önemli özelliği, daha önce bağımsız ve ayrı bir siyasî yapıda bir araya gelmemiş unsurlar içermesidir. Bugün olduğu gibi o dönemde de nüfus sosyal ve etnik köken, din ve mezhep, bölge ve aşiret bağları açısından birbiri içine geçen çeşitli kategorilere bölünmüştü. Müslümanlar nüfusun % 95’ini, hıristiyanlar % 3.6’sını, Sâbiî ve Yezîdîler % 1.4’ünü oluşturuyorlar, müslümanlar da Sünnî ve Şiî olarak ikiye ayrılıyorlardı. Şiîler ülkedeki en büyük dinî gruptu ve yapılan tahminlere göre bu grup toplam müslümanların % 52’sini, müslüman Araplar’ın % 70’ini meydana getiriyordu. Güney Irak büyük ölçüde Şiî, Orta, Batı ve Kuzey Irak ise genellikle Sünnî idi. 1920 öncesinde çeşitli sebeplerle az sayıda Şiî vatandaş devlet hizmetinde çalışabiliyordu; bu durum ancak 1940’lı, 50’li ve 60’lı yıllarda modern eğitimin hızlı biçimde gelişmesiyle birlikte değişti. Aynı zamanda etnik açıdan da bölünmüş olan nüfusun % 75’ini Araplar, % 18’ini Kürtler ve geri kalan % 7’sini de Türkmenler, Asurlular, Ermeniler ve diğer etnik gruplar oluşturuyordu. Büyük kısmı Sünnî olan Kürtler ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda çoğunlukta idiler ve önceleri genelde yarı göçebe iken zaman içinde sınır geçişlerine konan engeller ve diğer ekonomik faktörler sebebiyle yerleşik hayata teşvik edilmişlerdi. Daha geniş eğitim imkânları, köyden şehire göç ve çeşitli siyasî gelişmeler aşiret bağlarını zayıflattı. Ancak bununla birlikte nüfusun etnik ve dinî tablosunda önemli bir değişiklik olmamıştır ve bugünkü görünüm de hemen hemen o yıllardaki gibidir.

14 Temmuz 1958 günü bir grup subay tarafından iktidar ele geçirilerek Kral II. Faysal öldürüldü ve cumhuriyet ilân edildi. Yeni hükümet, General Abdülkerîm Kāsım’ın başını çektiği Hür Subaylar (ed-Dubbâtü’l-ahrâr) denilen askerî grubun öncülüğünde asker ve sivil üyelerden kuruldu. Parlamenter geleneğin zayıflığı ve çoğulcu demokrasiye olan sınırlı bağlılık, özellikle Hür Subaylar’ın bir geçiş döneminden sonra iktidarı ılımlı sivil politikacılara devretme kararı aldıkları zaman daha belirgin biçimde ortaya çıktı. Muhammed Hadîd, Kâmil Çadırcı ve Mehdî Kubbe gibi bazı politikacılar tanınmış ve saygın kişilerdi; ancak hiçbirinin tam olarak işleyen bir siyasî partisi ve hükümette herhangi bir tecrübesi yoktu. O yıllarda Irak’ta komünistlerin gücü hızla artıyordu. Muhtemelen onlara oy verecek seçmen oranını olduğundan fazla tahmin eden General Abdülkerîm Kāsım demokratik süreci durdurmayı tercih etti. Buna karşılık komünistler de seçimlerin yapılması için baskı uygulamaya başladılar; 1959 ve 1960’ta serbest seçimler ve Komünist Parti’nin yasallaştırılması amacıyla büyük kitle gösterileri düzenlendi. Böylece Ortadoğu’nun başka yerlerinde olduğu gibi Irak’ta da komünist dalga siyasî hayatı etkilemeye başladı; siyasetçiler milliyetçiler-Baasçılar ve komünistler şeklinde iki kutba ayrıldı. 1958 sonbaharında en önemli gündem maddesi Suriye ve Mısır arasında aynı yıl oluşturulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne Irak’ın katılıp katılmama tartışmasıydı. Milliyetçiler-Baasçılar kısmen inandıkları, kısmen komünistleri kontrol altına alabileceklerini umdukları için Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmak isterken komünistler buna karşı çıktılar. General Abdülkerîm Kāsım komünistleri kendinden uzaklaştırmak için üzerlerine gitmeye, onları ordudan ve önemli görevlerden ihraç etmeye başladı. Fakat bu önlemleri yeterli bulmayan milliyetçi ve Baasçı subaylar 1963 Şubatında gerçekleştirdikleri bir darbeyle onu devirip idam ettiler. Abdüsselâm Ârif liderliğindeki Baasçımilliyetçi cunta komünistlere karşı bir şiddet kampanyası başlattı. Dokuz ay sonra Baasçılar ile Nâsırcılar ve Ârif’in arası açıldı. Baas liderlerinin büyük bölümü İspanya’ya sürgüne gönderildi ve siyasî şiddetin yoğunluğu azaldı. Ârif’in devlet başkanlığı büyük ölçüde kuzeyde Kürt bölgelerindeki isyanları bastırmakla ve kendini iktidarda tutma çabalarıyla geçti. 1966’da bir helikopter kazasında ölünce yerini kardeşi Abdurrahman Ârif aldı; o da 1968 Temmuzunda ikinci bir Baas darbesiyle düşürüldü.

1958 sonrası Irak politikasındaki temel gruplar komünistler, Kürtler ve hem Nâsırcı hem Baasçılar’ı içeren panarap milliyetçileri idi. Kökleri gecekondularda, yeni gelişen işçi hareketinde ve meslek er-babı orta sınıflarda olan komünistlerin durumu 1958’i takip eden yıllarda ülkede başlıca siyasî güç olmalarına rağmen belirsizdi. Komünistler kısmen aldığı sosyal devlet tedbirleri ve Irak Petrol Şirketi ile yaptığı pazarlıklar sebebiyle, kısmen de liderleri parti tarafından yapılacak bir askerî darbeyi istemedikleri için başkan Abdülkerîm Kāsım’ı desteklediler. Uzun yıllar darbe ihtimali Komünist Parti çevrelerinde tartışmalı bir konu olarak kaldıysa da 1961’de parti yanlısı subayların çoğu ordudan atılınca bu ihtimal de ortadan kalktı. İkinci siyasî güç Kürt millî hareketiydi. Bu da en önemlisini Molla Mustafa Barzânî liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP) teşkil ettiği çeşitli cephelere bölünmüştü. Bu Kürt cephelerinin çoğunluğu bir çeşit bölgesel otonomi peşindeydi. Fakat hükümetlerin bu isteklerini reddetmesi sebebiyle 1920’de Irak Devleti’nin kurulmasından itibaren geçen sürenin büyük bölümünde Kürt örgütleri ve siyasî grupları orduyla silâhlı çatışma içinde oldular. 1958’den sonra Irak’ta en büyük ve en uzun ömürlü başarıyı gösteren grup şu anda iktidarda bulunan Baasçılar’dır. Baasçılar’ın “birlik, özgürlük ve sosyalizm” sloganı içinde ifade edilen “ebedî misyonu olan bir tek Arap milleti” şeklindeki temel düsturları 1940’lar ve 1950’lerde Suriye’de Mişel Eflâk ve Selâhaddin Bitar tarafından geliştirilmiştir. Bu düsturda “birlik” Arap milletinin birliğini, “özgürlük” emperyalizm ve siyonizmden özgür olmayı ve “sosyalizm”, karma ekonomi tarafından desteklenen devlet öncülüğündeki ekonomik kalkınmaya yönelik genel bir amacı ifade eder. Baasçılık tek bir Arap milleti olduğu, bunun önce Osmanlılar,


daha sonra Avrupa ve Amerikan emperyalizmi ve siyonizm tarafından suni biçimde bölündüğü var sayımına dayanan panarap milliyetçiliğinin bir çeşididir. Araplar özgürleştirildikten ve birleştirildikten sonra Arap devletleri (ya da Arap milletinin bölgeleri) arasındaki sosyal çatışmaların yatışacağına inanılıyordu. Baasçılık Irak’a ilk defa 1951’de geldi; ancak yerleşmesi kısmen panarap milliyetçiliğinin Şiîler’le Kürtler’e çekici gelmemesi, kısmen de siyasî hayata komünistlerin hâkim olması yüzünden uzun sürdü. Yine de 1955’te 300 üyeli Irak Baas Partisi 1957’de komünistler ve diğer partilerle birlikte Millî Cephe’ye katıldı ve 1958 ihtilâlini destekledi. Baasçılar, hiç kitle desteği elde edememelerine rağmen organizasyonda ustalık, şiddet ve ordudaki kilit subaylarla ittifak metotlarını kullanarak zaman içinde iktidarı ele geçirmeyi ve elde tutmayı başardılar.

17 Temmuz 1968 günü eski başbakanlardan General Ahmed Hasan el-Bekr önderliğinde bir grup Baasçı subay bir darbe düzenledi. Hasan el-Bekr cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlerini üstlendi. Baas Partisi, 1968’i takip eden birkaç yılda bir yandan Komünist Parti’yi ve Kürdistan Demokratik Partisi’ni kendisinin öncü rolü oynayacağı bir millî hükümete katılmak için ikna etmeye çabalarken öte yandan bu iki partinin üyelerine karşı suikastlar düzenliyordu. Aynı zamanda geniş boyutlu sosyal ve ekonomik reformları savunmak, ilerici ve anti-emperyalist bir dış politika gütmek, siyonizme ve emperyalizme saldırıp Arap dünyasındaki sol hareketi desteklemek suretiyle halkı arkasına almaya çalışıyordu. Bu genel hava içinde hükümetin 1972’de Sovyetler Birliği ile on beş yıllık bir anlaşma imzalaması ve aynı yıl Irak Petrol Şirketi’ni millîleştirmesi, halk arasındaki kökleri zayıf olan ve çoğunlukla 1963’teki şiddet dönemiyle hatırlanan Baas Partisi’nin popülaritesini yükseltti. Rejimin güvenliği 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında yükselen petrol gelirleriyle iyice arttı (1972 ve 1974 yılları arasında petrol geliri 575 milyon dolardan 5,700 milyar dolara çıktı). 1960’lar, aynı zamanda Kürt millî hareketinin hükümetlerle yoğun silâhlı çatışmalara girdiği bir dönemdi. Baas Partisi kâğıt üzerinde Kürtler’i kazanmak için epey çaba sarfetti. Mart 1970’te hükümet ve Molla Mustafa Barzânî arasında dört yıl içinde bir otonom Kürt bölgesinin kurulmasını öngören bir anlaşmaya varıldı. Ancak kısa zamanda bunun Baas’ın kendisi için avantajlı ortam teşekkül edene kadar zaman kazanma taktiğinden başka bir şey olmadığı anlaşıldı. Kürtler’e verilen otonomi sözünün yerine getirilmeyeceği ortaya çıkınca 1974 baharında büyük bir çatışma başladı. Baas’ın radikal ve sol söylemini ciddiye alan ve bölgedeki Sovyet nüfuzundan endişe eden İran şahı bu çatışmada Kürtler’i destekledi. Barzânî’nin bu yolla gelişmiş silâhlara sahip olması Kürdistan Demokratik Partisi’ni Irak ordusu karşısında yenilmez bir konuma getirdi. 1974 yılı sonuna gelindiğinde Baas yönetimi bir yandan iç entrikalar ve iktidar mücadeleleriyle uğraşırken öte yandan kördüğüme dönüşen Kürt problemini çözmek istiyordu. Ekim 1974’te Ürdün Kralı Hüseyin’in Irak ve İran temsilcileri arasında düzenlediği hazırlık toplantıları Mart 1975’te iki ülke arasında imzalanan Cezayir Antlaşması ile sonuçlandı. Cezayir Antlaşması Kürt problemini Baas’ın istediği biçimde hallederken 1930’lardan beri İran-Irak arasında süregelen sınır (Şattülarap) meselesini de İran’ın lehine çözdü. İran birkaç saat içinde ağır silâhlarını geri çekip sınırı kapatınca Kürt hareketi çöktü; Barzânî ülke dışına çıktı ve 1979’da Amerika Birleşik Devletleri’nde öldü. 1979 İran İslâm Devrimi’ne kadar İran-Irak ilişkileri son derece iyi geçti.

Antlaşmanın mimarı, 1976’dan beri başbakanlık görevini yürüten Hasan el-Bekr rejiminin gerçek güçlü adamı Saddam Hüseyin idi ve antlaşma Baas’ın iç ve dış politikalarında önemli bir geriye dönüşün başlangıcına işaret ediyordu. O yıllarda parti yönetimiyle devlet kurumları arasındaki ayırım çizgisi hemen hemen kaybolmuştu. Petrol gelirlerindeki olağan üstü artış yönetimin ekonomik gücünü de aynı oranda arttırmıştı. İmzalanan antlaşmayla Kürt problemini çözen Baas artık komünistlerle diğer muhaliflerin üzerine gidebilirdi. Birkaç yıl içerisinde rejime karşı olan binlerce kişi hapsedildi, öldürüldü ya da sürgüne gönderildi. 1975 ile 1979 yılları arasında Irak giderek global düzeyde Batı’nın ve bölgesel düzeyde ılımlı Arap devletlerinin yörüngesine girmeye başladı. Parti içinde gerçek güç tamamen Saddam Hüseyin’in elinde toplandı ve parti devletin bir aracı haline dönüştü. 1979’a gelindiğinde Saddam Hüseyin’in yönetimi tek başına ele geçirmesi için her şey hazırdı ve Temmuz 1979’da Cumhurbaşkanı Hasan el-Bekr çekilerek yerini ona bıraktı; bir süre sonra da parti üst kademelerinde temizlik başlatıldı. 1970’ler boyunca petrol fiyatlarındaki artışlar ülkenin gelir ve giderlerinde de aynı ölçüde bir artışa sebep oldu. Alt yapı yatırımlarına büyük paralar harcandı; yüksek maaşlarla ücretler ve genişleyen ekonominin yarattığı yeni iş imkânları hayat standardında büyük ilerlemelere yol açtı. Baas yönetimi bu gelirlerin tam kontrolüne sahip olduğu için devletin toplum üzerindeki hâkimiyeti de iyice güçlendi. Muhalefetin büyük bölümünü de saf dışı ettikten sonra kendine olan güveni iyice artan ve şahsı etrafında bir kült meydana getiren Saddam Hüseyin, rejimi korumak amacıyla doğrudan kendine bağlı çeşitli istihbarat servisleri kurdu.

Irak’ta Şiî siyasî hareketinin varlığı 1950’lerin son yıllarına kadar gider. Şiîler arasında komünistlere olan desteğin boyutlarından etkilenen Necefli âlim Âyetullah Muhammed Bekr es-Sadr önderliğinde bir grup, 1958 sonbaharında Necef Ulemâ Derneği adıyla siyasî bir organizasyon kurdu. Amacı bütün müslümanları bilinçlendirmek, komünizm ve ateizmin yayılmasını durdurmaktı. 1960’ların sonlarına gelindiğinde Şiî ulemânın temel meselesi artık komünizm değil Baas Partisi olmuştu. Necef Ulemâ Derneği, İslâmî Dâvet (ed-Da‘vetü’l-İslâmiyye) adıyla bir siyasî partiye dönüştü. Partinin kuruluş sebebi kısmen Baas Partisi’nin dünyevî-laik rejimine tepki göstermek, özellikle de devletin ilk defa Şîa hiyerarşisinin işlerine doğrudan müdahale etme eğilimine karşı gelmekti. 1979’da İran İslâm Devrimi’nden güç alan İslâmî Dâvet Partisi, Baas Partisi bürolarına ve polis karakollarına saldırarak ve İran’daki yeni rejime desteğini ilân ederek hükümetle açık bir çatışma içine girdi. Baas’ın tepkisi bu partiye karşı yürütülen kampanyayı hızlandırmak ve üyelerine ölüm cezası vermek oldu. Nisan 1980’de Âyetullah Muhammed Bekr es-Sadr ve kız kardeşi Bint Hudâ idam edildi. Bu olaydan birkaç ay sonra başlayan Irak-İran Savaşı ise Şiî muhalefeti vatan hainliğiyle eş konuma soktu.

1979 İran İslâm Devrimi Irak için çok önemli sonuçlar doğurdu. 1975’ten beri iki ülke arasında devam eden iyi ilişkiler sona erdi. Şahın düşüşü Cezayir Antlaşması’nın fiilen sona ermesi ve Kürt meselesinin yeniden gündeme gelmesi demekti. Devrimin İran’daki boyutlarını küçümseyen, İran silâhlı kuvvetleri üzerindeki etkisini yanlış hesap eden ve kendi iktisadî-askerî ağırlığına fazla güvenen


Saddam Hüseyin, iki ülke arasındaki Şattülarap ve Hûzistan meselelerini tekrar gündeme getirerek ve bazı sınır olaylarını bahane ederek 22 Eylül 1980’de İran’a savaş ilân etti. Saddam Hüseyin’in hesabına göre İran’daki yeni rejim karşısında çabuk kazanacağı bir zafer kendisini Basra körfezinin tartışılmaz hâkimi, Irak’ı da temel bölgesel güç haline getirecekti. Onun bu savaşını, İran İslâm Devrimi’nin bölgede meydana getireceği etkilerden çekinen Batı ve Suudi Arabistan da destekledi. Ancak beklenen olmadı; İran ordusu kısa zamanda toparlandı ve 1982 baharından itibaren karşı saldırıya geçerek Irak topraklarında ilerlemeye başladı. 1986’ya gelindiğinde savaş bir çıkmaza girmişti. Taraflar bu kördüğümü çözmek için karşılıklı olarak şiddetli saldırılar düzenlemeye başladılar. Bu dönemde İran’ın gösterdiği başarılar, bölgedeki Arap devletlerini ve burada çıkarları olan Batı ülkelerini Irak’a daha fazla yaklaştırdı. 1988 yılı bir yandan ateşkes teklifleri, öte yandan iki tarafın birbirini tüketmek için her türlü silâhı kullandığı yoğun çatışmalarla devam etti. Sonuçta savaştaki denge Irak’ın lehine dönmeye başlayınca İran 18 Temmuz 1988’de Birleşmiş Milletler’in ateşkes kararını kabul etti. 1990 yılında 1975 sınır antlaşması tekrar onaylanarak barış sağlandı. Savaş sekiz yıl sürdü ve insanî mânada sebep olduğu büyük yıkımdan başka Irak ekonomisini de tahrip etti. Irak endüstriyel zararların yanı sıra 60 ile 80 milyar dolar arasında tahmin edilen bir dış borç yükünün altına girdi. Savaşın ilk yıllarında Baas Partisi halkın fazla etkilenmemesi için kalkınma programlarına devam etmiş, ithalâta sınır getirmemişti. Bu sebeple Irak’ın döviz rezervleri 35 milyar dolar azalırken gerek İran’ın güneydeki petrol alanlarına saldırıları, gerek Suriye’nin 1982’de boru hattını kapatması petrol gelirlerinde âni düşüşe (1980’de 29 milyar dolardan 1983’te 7 milyar dolara) yol açtı. Irak’ın en çok borçlandığı ülkeler Suudi Arabistan ve Küveyt’ti. Ancak ekonomik bakımdan savaştan büyük zarar gören Irak askerî bakımdan daha güçlü çıkmıştı; 1979-1980’de asker sayısı 190.000 kadarken 1987-1988’e gelindiğinde 1 milyon civarındaydı. Batı ve Arap ülkelerince yapılan yardımlarla silâh ve mühimmat bakımından da üstün konuma gelmişti. Savaşın bitiminde ortaya çıkan bu büyük askerî güç sonuçta Saddam Hüseyin’in iktidarını sağlamlaştırmaya yaradı. İran üzerindeki başarısını Arap dünyasının liderliği iddiası için kullandı. Ancak ülke içindeki iktidar tabanı tamamen ailesine ve yakınlarına dayanıyordu. 1970’lerde Baas’ın hızla artan alt yapı yatırımları sadece ekonomiyi canlandırmamış, aynı zamanda büyük petrol gelirleriyle birlikte devleti ekonomi içerisinde çok önemli bir konuma getirmişti. Savaş ilerledikçe ve ülkenin ekonomik sıkıntıları arttıkça Saddam Hüseyin hem özel sektörü teşvik etmeye hem de ekonomide bürokrasinin rolünü azaltmaya yöneldi. Bir yandan ekonomide devlet sektörü payının ve bürokrasinin rolünün, öte yandan Baas ideolojisinin uygulamasında gösterilen titizliğin azaltılması, rejimin askerler ve orta sınıflar arasında yeni taraftarlar oluşturma çabasının göstergesiydi. Saddam ve çevresi güçlerini hemen hemen tamamen çeşitli baskı araçlarına ve siyasî önemi iyice artan orduya dayandırmaya devam ettiler. Bütün bunlar kurulmuş olan kişi kültünün hızlandırılmasıyla paralel gitti.

Irak 1988’de biten bu yıkıcı savaştan iki yıl sonra Küveyt’i işgal etti; bunun sebebi şöylece açıklanabilir: Bir defa, savaş sonrasında ülkenin ekonomik durumu istikrarsız olmasına rağmen ümitsiz değildi. Ancak mevcut petrol gelirleri alt yapı ve endüstri yatırımları yerine silâhlanmaya ve kişilik kültüne harcandı. Ekonomiyi yeniden yapılandırmak için gösterilen çeşitli çabalar yüksek enflasyona yol açtı ve bir yandan gelir dağılımı bozulurken öte yandan işsizlik artmaya başladı. İkincisi, Irak’ın Ortadoğu’daki en baskıcı rejimlerden biri olmasına rağmen Saddam Hüseyin emperyalizm ve İsrail karşıtı söylemiyle içeride ve Arap dünyasında her zaman popülaritesini korudu. Üçüncüsü, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın bitmesiyle birlikte milletlerarası ve bölgesel dengeler değişmiş, Irak gibi ülkeler Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail karşısında askerî ve siyasî bakımdan dengeleyici bir unsurdan yoksun kalmışlardı. Son olarak Irak’ın bölgedeki petrol üreticisi ülkelerle, özellikle Küveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri ile problemleri vardı; paraya ihtiyaç duyuyordu ve petrol üretiminin kısılarak fiyatların arttırılmasını talep ediyordu. Gerilim giderek bunalıma dönüştü ve sonuçta Irak ordusu 2 Ağustos 1990 günü Küveyt’i işgal etti. İşgal sonrası olaylar hızlı gelişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Irak’ı kınayan bir dizi kararın ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğinde çok uluslu bir askerî güç gönderme kararı aldı. 8 Ağustos’ta ise Irak Küveyt’i ilhak ettiğini açıkladı. Beş ay boyunca Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri Suudi Arabistan’a büyük bir yığınak yaparken Irak da İslâm dünyasından destek sağlamaya çalıştı. Kasım ayı sonunda Birleşmiş Milletler Saddam’a 15 Ocak 1991’e kadar Küveyt’ten çekilmesini, aksi takdirde kendisine karşı güç kullanılacağını bildirdi. 17 Ocak günü Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri beklenen saldırıyı başlattılar. Beş haftalık hava bombardımanından sonra 23 Şubat’ta başlayan kara harekâtı 27 Şubat’ta Irak ordusunun yenilgisiyle sona erdi. Bazı gözlemcilere göre işgal ve savaş en az 100.000 kişinin ölümü ve 300.000 kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı; 2,5 milyon insan yer değiştirdi ve 170 milyar doların üzerinde zarar meydana geldi. Savaşın bitmesinden birkaç gün sonra Güney Irak’ta Şiîler ve Kuzey Irak’ta Kürtler tarafından ayaklanmalar başlatıldı. Sağlam kalan ordu birlikleri önce güneydeki isyanı büyük bir şiddetle bastırdılar ve sadece Şiîler’i öldürmekle kalmayıp yerleşim merkezlerini, dinî yapılarını da yok ettiler; ardından kuzeye yöneldiler. Ağır hava bombardımanı sonucu Kürtler arasında Türkiye ve İran sınırlarına doğru büyük çapta bir kitlesel göç başladı. Çözüm olarak Nisan 1991’de 36. paralelin kuzeyinde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin girişimiyle hava sahaları Irak uçaklarına kapalı güvenli bölgeler kuruldu; aynı çözüm Ağustos 1992’de 32. paralelin güneyinde Şiî nüfus için uygulandı.

1991’den beri Saddam Hüseyin rejimi devam ederken milletlerarası ve bölgesel arenada Irak problemi belirsizliğini korumaktadır. Saddam savaşın ardından Mart 1991, Şubat ve Ağustos 1992’de kabinede yaptığı değişikliklerle yakın akrabalarını ve destekçilerini göreve getirerek konumunu daha da kuvvetlendirdi. Eylül 1991’de çıkarılan bir yasa ile çok partili siyasî sisteme geçildiyse de Baas Partisi’nin ülke yönetimindeki hâkim konumu değişmedi. Irak’ın Küveyt’i işgalinin ve ardından Amerika Birleşik Devletleri önderliğindeki Batılı müttefiklere yenilmesinin etkileri bugün de devam etmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi aldığı çeşitli kararlarla ülkeye iktisadî ve askerî ambargo koymuştur. Irak’ın petrol ihracatı durdurulmuş, sadece 1996’dan itibaren savaş tazminatı ödeyebilmesi ve yiyecek, ilâç ve diğer bazı temel ihtiyaç maddelerini alabilmesi için yılda en fazla 4 milyar dolarlık satış yapmasına izin verilmiştir. Buna rağmen Birleşmiş Milletler-Irak ilişkileri problemli biçimde devam etmektedir.


BİBLİYOGRAFYA:

S. H. Longrigg, Iraq, 1900 to 1950: A Political, Social and Economic History, London 1953, tür.yer.; M. Khadduri, Republican Iraq, London 1969, tür.yer.; E. Kedourie, The Chatham House Version, London 1970, s. 236-285; Peter Sluglett, Britain in Iraq, 1914-1932, London 1976, tür.yer.; a.mlf. - Marion Farouk-Sluglett, Iraq Since 1958: From Revolution to Dictatorship, London 1990, tür.yer.; a.mlf.ler, “The Historiography of Modern Iraq”, American Historical Review, XCVI (1991), s. 1408-1421; H. Batatu, The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq: a Study of Iraq’s Old Landed and Commercial Classes and of Its Communists, Ba’thists and Free Officers, Princeton 1978, tür.yer.; P. Marr, The Modern History of Iraq, Boulder 1985, tür.yer.; R. S. Simon, Iraq Between the Two World Wars, New York 1986, tür.yer.; The Gulf in Transition (ed. M. S. Agwani), New Delhi 1987, s. 97-141; Samir al-Khalil, The Republic of Fear: Saddam’s Iraq, London 1990, tür.yer.; E. Kienle, Ba’th v. Ba’th: The Conflict Between Syria and Iraq: 1968-1989, London 1990, tür.yer.; Bülent Demirbaş, Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı Devletinde Kuveyt Sorunu, İstanbul 1991, tür.yer.; A. Baram, Culture, History and Ideology in the Formation of Ba’thist Iraq: 1968-1989, Basingstoke 1991, tür.yer.; a.mlf., “The Ruling Political Elite in Ba’thi Iraq 1968-1986: The Changing Features of a Collective Profile”, IJMES, XXI (1989), s. 447-493; Şevket Koçsoy, Irak Türkleri ve Türk-Irak İlişkileri (1932-1963), İstanbul 1991, tür.yer.; Y. Nakash, The Shi’is of Iraq, Princeton 1994, tür.yer.; O. Bengio, Iraq, Middle East Contemporary Survey (ed. B. Maddy-Weitzman), Tel Aviv 1995, XIX, 310-346; Suphi Saatçi, Irak’ta Türk Varlığı, İstanbul 1996, s. 128-257; Yaşar Canatan, Türk-Irak Münasebetleri (1926-1958), Ankara 1996, tür.yer.; The Middle East and North Africa 1997, London 1997, s. 499-548; Abdülazîz Süleyman Nevvâr, Târîħu’l-ǾArabi’l-muǾâśır: Mıśr ve ǾIrâķ, Beyrut, ts. (Dârü’n-nehdati’l-Arabiyye), s. 409-547.

Marıon Farouk Sluglett - Peter Sluglett





4. Irak Türkleri.

Irak’ta Türkmen, Musul Türkleri ya da Kerkük Türkleri adlarıyla bilinen ve Kuzey Irak’ta Musul yahut el-Cezîre denilen bölgede ve kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanan bir şerit üzerinde Musul, Kerkük, Erbil, Diyâlâ ve Süleymâniye şehirleriyle bunların mücâvir alanlarında yoğunlaşmış bulunan Türkler, 1990 yılı tahminlerine göre yaklaşık 2.130.000 kişilik nüfuslarıyla halkın % 12’sini ve Kürtler’den sonra ikinci büyük azınlık grubunu teşkil ederler. Ayrıca başşehir Bağdat’ta da Karakol, Âzamiye ve Râgıbe Hatun semtlerinde yerleşmiş yaklaşık 300.000 kişilik bir Türk nüfusu mevcuttur.

Türkler Irak’a ilk olarak 54 (674) yılında, Emevî Halifesi Muâviye tarafından Horasan’a gönderilen Ubeydullah b. Ziyâd’ın ordusuyla birlikte gelmişlerdir. Savaşçılıktaki maharetleri sebebiyle Emevî ordularında önemli bir yer edinen Türkler’in Irak’a gelişleri Abbâsîler döneminde daha da yoğunlaşarak devam etmiştir. Ordudaki Türkler iç karışıklıkların bastırılmasında ve Bizans’a karşı yapılan savaşlarda büyük rol oynamışlardır. Özellikle Halife Me’mûn ve annesi Türk olan Mu‘tasım-Billâh dönemlerinde ağırlıkları açık bir şekilde hissedilen ve halifelerin Şiî muhaliflerine karşı en büyük dayanaklarını teşkil eden Türk askerleri için Sâmerrâ şehri kurulmuş ve burası yaklaşık yarım yüzyıl (836-892) hilâfete merkezlik yapmıştır. Ordudaki Türkler’in sayı ve nüfuzlarının artması Türkistan bölgesinin İslâmlaşmasında da önemli rol oynamıştır.

Abbâsî halifelerinin etkisiz bir konumda kaldığı Şiî-Büveyhî hâkimiyeti dönemi Türkler’le Deylemliler arasında sürekli bir mücadeleye sahne olmuştur. Bu durum Irak’ın Selçuklu hâkimiyetine geçişine kadar devam etmiş ve Tuğrul Bey’in 1055’te Bağdat’a girmesiyle birlikte Şiî hâkimiyetine son verilmiştir. Selçuklular döneminde Bağdat devletin ikinci başşehri haline gelmiştir. Bu dönemde Abbâsî halifeleriyle akrabalık kuran Selçuklu hükümdarlarının Sünnî İslâm dünyasında önemli bir yer kazandıkları görülmektedir.

Musul Atabekliği’nin kurucusu İmâdüddin Zengî ile oğlu Nûreddin Mahmud Zengî’nin Haçlılar’a karşı verdikleri mücadelede Türkmen topluluklarının büyük katkısı bulunmaktadır. Erbil Atabekliği’nin de etkin olduğu bu dönemde özellikle Türkmenler’in yoğun biçimde yerleştikleri Şehrizor, Hulvân ve Karmîsîn (Kirmanşah) bölgelerinde, Türkmen boylarına mensup kişiler tarafından başlangıçta Selçuklular’a bağlı iken merkezî iktidarın zayıflaması üzerine bağımsız bir hüviyet kazanan beylikler de kurulmuştur. Bunların içinde Emîr Kıpçak’ın Türkmen beyleri ve kumandanları üzerinde büyük otorite sağladığı görülmektedir. Bölgede Emîr Kıpçak ile başlayan Kıpçakoğulları’nın hâkimiyeti bazan bağımsız, bazan da Musul Atabekliği’ne veya Eyyûbîler’e bağlı bir şekilde VII. (XIII.) yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Aynı yüzyıla rastlayan Moğol istilâsı ve İlhanlılar devrinde buraya yeni bir Türk nüfusu yerleşmiş, Celâyirliler döneminde daha da artan bu nüfus önemli bir unsur haline gelmesinin yanında Bağdat’ın bir Türk kültür merkezi olmasına yol açmıştır.

Karakoyunlular’ın ilk hâkimiyet alanları da Musul bölgesiyle Doğu Anadolu’daki Erciş civarıdır. Kuzey Irak’a Türkler’in en yoğun biçimde yerleştikleri dönem Karakoyunlular’ın bölgeye hâkim olduğu dönemdir. Daha sonra Cihan Şah’ın Uzun Hasan’a yenilmesiyle Akkoyunlu idaresine giren bölge, 1508 yılında Şah İsmâil’in Bağdat’ı almasıyla birlikte Safevîler’in hâkimiyetine geçmiş ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1534 yılındaki Irakeyn Seferi’ne kadar onların elinde kalmıştır.

Osmanlılar, XVII. yüzyılda bir ara İran yönetiminde kalan Irak’ın Anadolu ile bağlarını güçlendirmek amacıyla ve İran tehlikesine karşı bir önlem olarak Hânikīn, Mendeli, Kerkük ve Erbil gibi bölgelerine Anadolu’nun çeşitli yörelerinden getirilen Türkmen topluluklarını yerleştirdiler; böylece buradaki Osmanlı hâkimiyeti pekiştirildi. Devlet merkezinin zaafa uğradığı dönemlerde gerek çeşitli aşiretlerin isyan teşebbüsleri gerekse İran’ın bölgeyi yeniden ele geçirmeye yönelik gayretleri zaman zaman çatışma ve işgallere kadar varmışsa da Osmanlı hâkimiyeti uzun müddet devam etmiştir.

Irak, bereketli toprakları ve gittikçe önem kazanan petrolü sebebiyle XIX. yüzyılın ortalarından itibaren sömürgeci ülkelerin ilgisini çekmeye başladı. İngiltere, Fransa ve Almanya bölgede nüfuz kurmak amacıyla birbirleriyle rekabete girdiler. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin uygulamaya koyduğu reformlar ve Tanzimat Fermanı ile birlikte getirilen düzenlemeler Irak’ta da etkisini hissettirdi. Bölgede gerçekleştirilen su yollarının geliştirilmesi ve işletilmesine yönelik yatırımlarla İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımı İngilizler’le Almanlar’a dengeli bir şekilde dağıtılarak aralarındaki rekabetten istifade yoluna gidildi. I. Dünya Savaşı arifesinde İngiltere, Osmanlı hükümetine yaptığı baskılar neticesinde Musul petrollerinin imtiyaz haklarını elde etmeyi başardı. Irak I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile İngiltere’nin mücadele alanına dönüştü. Türkmenler’in yoğun olduğu bölgeler savaş boyunca Osmanlı yönetiminde kaldı; fakat 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra antlaşma hükümleri çiğnenerek İngilizler tarafından işgal edildi ve Musul bölgesinin işgaliyle konu milletlerarası bir mesele halini aldı.

Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsan’ı tarafından 10 Ocak 1920’de kabul edilen ve 23 Nisan 1920’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da onaylanan Mîsâk-ı Millî ile, Mondros Mütarekesi’ne kadar Türk ordularının elinde bulunan yerlerle Türkler’in oturduğu toprakların hepsinin


kayıtsız şartsız Türk Devleti’nin sınırları içinde kalması görüşü benimsendi. Öte yandan I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında yapılan milletlerarası müzakerelerle Ortadoğu bölgesi Batılılar tarafından paylaşılarak her devletin nüfuz alanı belirlendi. Irak bölgesini elinde bulunduran İngilizler’in desteğiyle 1921’de Irak Krallığı kurularak Emîr Faysal krallığa getirildi; ancak Musul vilâyeti bu yeni devletin sınırlarına dahil edilmedi.

Lozan Konferansı’nda Musul meselesi Türk ve İngiliz delegeleri arasında yoğun müzakerelere konu oldu. Türk tarafı Musul’un etnik, siyasî, tarihî, coğrafî, askerî, ekonomik ve stratejik açılardan Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu ve Türkiye’ye verilmesi gerektiği tezini işlerken İngiliz tarafı da Musul’un nüfusundaki Arap çoğunluğundan bahisle Irak’ın bir parçası olduğu, halkın Irak’tan ayrılmak istemediği ve bölge üzerinde İngiltere’nin söz hakkı bulunduğu tezlerini gündemde tutarak Türkler’in görüşlerini geçersiz kılmaya çalıştı. Türk tarafının bölgenin kaderi konusunda halk oyuna başvurulması teklifi de göçebelerin durumu ve güvenliğin sağlanamayacağı gibi bahanelerle kabul edilmedi. Neticede Lozan Konferansı’nda bir sonuca bağlanamayan Musul meselesinin Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl süreyle müzakere edilmesi ve yine bir sonuca varılamaması halinde konunun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesi kararlaştırıldı. Milletler Cemiyeti’ne havale edilen Musul meselesi 24 Eylül 1924’te ele alındı. Durumu incelemek üzere kurulan komisyon 16 Ocak 1925’te Bağdat’a gitti ve çalışmaları sonucunda genel olarak Türkiye lehine kanaatlere ulaşmakla beraber Milletler Cemiyeti’ne Musul’un bütünlüğünün korunması, çoğunluğu teşkil eden Kürtler’e yönetim serbestliği ve kültürel haklar verilmesi, bölgede manda yönetimi tesisi, bunlar uygulanmadığı takdirde Musul vilâyetinin Türkiye’ye bağlanması şeklinde önerilerde bulundu. İngiltere’nin yönlendirmesiyle Milletler Cemiyeti’nde 16 Aralık 1925’te alınan kararla daha önce Brüksel’de tesbit edilen hattın güneyinin Irak’a, kuzeyinin Türkiye’ye verilmesi ve Irak’taki manda yönetiminin yirmi beş yıl uzatılması teklifi karar altına alındı. Bu durum Türkiye’nin aşırı tepkisine yol açtı. Ancak içte yaşanan içtimaî ve iktisadî sıkıntılarla ayaklanmalar, dışta ise hilâfetin kaldırılması üzerine müslümanların desteğinin yitirilerek yalnız kalınmış olması, Türkiye’nin yeniden savaşa girmeyi göze alamamasına ve İngiltere karşısında uzlaşma yolu aramasına sebep oldu. Yapılan görüşmeler sonucunda 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul meselesine son verildi. Buna göre Türkiye ile Irak arasındaki sınırın Türkiye lehine bazı küçük düzeltmelerle Brüksel hattı üzerinden olması, buna karşılık Irak’ın da yirmi beş yıl süreyle petrolden alacağı aidatın % 10’unu Türkiye’ye vermesi kabul edildi. Daha sonra yapılan bir protokolle de Türkiye 500.000 İngiliz sterlini karşılığında petrol üzerindeki hakkından vazgeçti.

İngiliz işgaliyle başlayan dönemde bir yandan devletler arasındaki müzakereler devam ederken bir yandan da bölge halkı işgale karşı Anadolu’daki millî mücadeleye paralel bir örgütlenmeye girişti. İngilizler’in çeşitli vaad ve maddî yardımlarla kendi safına çektiği bazı aşiretler dışında halkın tamamının bu mücadeleyi desteklediği anlaşılmaktadır. 1920 yılında çeşitli yerlerde başlatılan ayaklanmalarda önemli başarılar elde edildi. İngilizler, ancak Hindistan’dan getirdikleri takviye birlikleriyle bastırabildikleri ayaklanmalardan sonra toplu tutuklama ve idamlara başladılar; pek çok önemli kişi de sürgün edildi. Ayaklanmadan sonra İngilizler Irak’ta bir Arap krallığı kurulmasını gündeme getirdiler. Yapılan halk oylaması ile Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal kral seçildi ve 23 Ağustos 1921’de tahta çıktı. Halk oylamasında çoğunluğunu Türkler’in oluşturduğu Kerkük, Musul, Erbil ve Süleymâniye bölgelerinde Faysal aleyhine oy kullanıldı. Daha sonra Faysal yönetimine karşı protestoların ve kıpırdanmaların sürmesi üzerine Türkler’in ileri gelenleri baskı hareketlerine mâruz bırakıldılar. 1920 ayaklanmasında ve bunu takip eden dönemde Türkler’e karşı sindirme politikası uygulanarak çok sayıda aydın, gazeteci, şair, yazar ve öğretmen işkence gördü ve sürgün gibi cezalara çarptırıldı. Bayram arefesine rastlayan 4 Mayıs 1924 günü Kerkük çarşısında alışveriş yapan İngiliz ordusuna mensup bir grup askerle esnaf arasında çıkan bir tartışma kavgaya dönüştü ve askerler sivil halka ateş açtılar. Bunun üzerine halk silâhlanarak Kerkük Kalesi’nde mevzilenen askerlerle kanlı bir çatışmaya girdi; çevreden gelen aşiretler de olaya karıştılar. Olaylar, ancak hükümetin suçluların cezalandırılacağı ve zarar görenlere tazminat ödeneceği yolunda güvence vermesiyle duruldu.

Bu dönemde Ankara hükümetiyle Musul’daki Türk liderleri arasında sıkı bir irtibatın bulunduğu, Musul mücadelesinin önemli şahsiyetlerinden Acemi Sâdun Paşa’nın devamlı surette Mustafa Kemal ile telgraflaştığı, aynı şekilde Cebbârîler’in reisi Seyyid Muhammed Cebbârî’nin de bölge liderleriyle dayanışma içinde olduğu ve Mustafa Kemal ile de ilişki kurduğu bilinmektedir. Ancak Milletler Cemiyeti’nin 16 Aralık 1925 tarihinde İngiltere’nin isteklerine uygun görüş bildirmesi ve Türkiye’nin 5 Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul bölgesini İngiltere’nin himayesindeki Irak’a terketmesi, Türkiye’nin idaresi altında kalmak isteyen Irak Türkleri üzerinde büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Öte yandan antlaşma öncesi görüşmelerde Irak Türkleri’nin etnik, siyasî ve kültürel haklarını korumaya yönelik herhangi bir konunun müzakere edilmemesi de milletlerarası platformda onların Irak yönetimine karşı tamamen korumasız bir durumda kalmalarına ve üzerlerindeki baskının artmasına yol açtı.

Irak yönetiminin Türkler’e siyasî haklar verilmesini başlangıçta kabul ettiği ve 1920 yılında kurulan hükümette de Kerküklü bir Türk’ün bulunduğu görülmektedir. Öte yandan İngiltere ile varılan mutabakatta vatandaşlar arasında siyasî ayırım yapılmaması, öğretimin ana dille verilmesi gibi hususlar güvence altına alınmıştır. Hazırlanan anayasalarda da vatandaşlar arasında etnik veya siyasî bakımdan ayırım gözeten maddelere rastlanmamaktadır. 1931 yılında yayımlanan Mahallî Diller Kanunu ile Kerkük ve Erbil başta olmak üzere bütün Türk bölgelerinde yargılamanın ve ilkokullarda öğretimin Türkçe yapılması karara bağlanmıştır. 30 Mayıs 1932’de Başbakan Nûrî Saîd tarafından yayımlanan bir deklarasyonla ülkede yaşayan bütün vatandaşların aynı medenî ve siyasî haklara sahip oldukları, hukukî açıdan eşit kabul edildikleri ve herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulmaksızın kamu görevlerinde çalışabilecekleri, her türlü fondan eşit şekilde yararlanacakları bildirilmiştir. Bütün azınlıkların eşit biçimde temsil edilecekleri bir seçim sistemini de taahhüt edilen bu deklarasyonla ana dili Arapça olmayan vatandaşların mahkemelerde kendi dillerinde ifade verebilmelerine ve okullarda öğretim görebilmelerine imkân tanınacağı, Türkler’in yoğun olarak yaşadığı Kerkük ve Kifrî gibi yerlerde kamu görevlilerinin yerli halk arasından seçileceği ve kamu hizmetlerinde Arapça’nın yanı sıra Türkçe ve Kürtçe’nin de kullanılacağı belirtilmiştir.


Deklarasyonda yer alan maddelerin Milletler Cemiyeti’nin garantisi altında olacağı da ayrıca ifade edilmiştir. Fakat görünüşte bazı kültürel ve siyasî haklar verilmekle beraber uygulamada Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle Irak vatandaşlığı ön plana çıkarılarak Türkler’in bu nevi haklarını kullanmaları engellenmiştir. Bunun da ötesinde hükümet Türkler’i asimile etme çabasına girerek 1930-1931 ders yılında Kerkük şehir merkezi dışındaki ilkokullarda Türkçe öğretilmesini yasakladığı gibi burada da ders saatini haftada bire indirmiş, Türk asıllı memurlar Türk bölgeleri dışında çalıştırılırken Kerkük ve çevresinde memur ve güvenlik görevlilerinin Arap ve Kürt kökenli olmasını tercih etmiş ve Türkler’in kendi aralarında dernek kurmalarına izin vermemiştir. Bu uygulamalara karşı çıkan aydınlar da çeşitli baskılara mâruz bırakılarak sindirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde Türk aydınlarının daha çok Güney Irak bölgesine sürgüne gönderildiği görülmektedir. Türkler’in kültürel ve siyasî haklarından mahrum bırakılmaları sonraki yıllarda da sürdürüldü. 1936’da hükümet başkanlığına getirilen Memlük Türkleri’nden Hikmet Süleyman’ın iki yıl sonra istifa etmesinin ardından baskılar daha da yoğunlaştı. 1936-1958 yılları arasında Türkler’e kültürel ve sosyal faaliyet gösteren dernek kurma, kendi dillerinde yayın yapma ve eğitim verme yasaklandı.

1937 yılında Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında oluşturulan Sâdâbâd Paktı vesilesiyle Irak’a giden Türk heyetinin Kerkük’ü ziyareti sırasında gördüğü yoğun ilgi üzerine pek çok Türk aydını tutuklanarak sürgün edildi. Bu olaylardan sonra Türkiye’den gelen heyetlerin bölgeyi ziyaretlerine izin verilmedi ve iki ülke arasında soğuk günler yaşandı. 1955’te Türkiye, Irak, İngiltere, İran, Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı’nın etkisiyle soğuk ilişkiler düzeldiyse de Irak’ta bulunan Türkler lehine herhangi bir gelişme olduğu görülmedi; Türkler’e uygulanan baskı ve asimilasyon hareketi yoğunlaşarak devam etti.

14 Temmuz 1958’de gerçekleştirilen bir darbe ile Irak’ta krallığa son vererek cumhuriyet ilân eden General Abdülkerîm Kāsım liderliğindeki darbeciler Türkler’in Irak’ı oluşturan üç aslî unsurdan biri olduğunu açıkladılar; bunun üzerine Türkler de yeni iktidarı desteklediler. Ancak kısa bir süre sonra komünistlerin kontrolü ele geçirmesi ve Kuzey Irak’ta gelişen Kürt devleti kurma teşebbüsleri onlar için yeniden sıkıntılı bir dönemin başlamasına yol açtı. Sürgüne gönderildiği Rusya’dan dönerek Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurma teşebbüsüne girişen Molla Mustafa Barzânî’nin zengin petrol yataklarının bulunduğu Kerkük’ü de kendi hâkimiyeti altına almaya çalışması Türkler arasında gerginliğe yol açtı. Barzânî’nin 22 Ekim 1958’de Kerkük’e gelmesiyle artan gerginlik 24 Ekim’de silâhlı Kürt grupları ile Türkler’in çatışmasına dönüştü; Barzânî Kerkük’ü polis ve asker koruması altında terkedebildi. Bu çatışmalar sırasında Kerkük Garnizon Kumandanı Hidâyet Arslan’ın kalp krizi geçirerek ölmesi üzerine Türk halkı galeyana geldi. Olaylar 2. Tümen Kumandanı General Nâzım Tabakçalı ve sevilen Türk lideri Atâ Hayrullah’ın gayretleriyle yatıştırıldı. Daha sonra Nâzım Tabakçalı’nın Kürtler’in Kerkük üzerindeki planları konusunda Irak hükümetine yaptığı uyarılar sonuçsuz kaldı. Bu dönemde Irak’tan sınır dışı edilen Nizâmeddin Neftçi’nin yaptığı açıklamalara göre ihtilâl günlerinde komünistler tarafından 400 kadar Türk aydınının isimlerini içeren bir liste hazırlanarak bunların ortadan kaldırılmasına çalışılmış, ancak General Nâzım Tabakçalı’nın gayretleriyle bu teşebbüs önlenmiştir.

8 Mart 1959’da komünistlere karşı Albay Abdülvehhâb Şevvâf tarafından başlatılan ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Kerkük’te 2. Tümen kumandanı olan General Nâzım Tabakçalı bu isyana destek olduğu gerekçesiyle görevinden alınarak yargılandı ve idam edildi. Kerkük’te yönetim kadrolarına komünistler getirildi ve Türkler arasında tutuklamalar başlatıldı. Başta Türkçe-Arapça yayın yapan Beşîr gazetesinin yayın kadrosu olmak üzere çok sayıda Türk tutuklandı ve bunların bir kısmı sürgüne gönderildi. 14 Temmuz 1959’da cumhuriyetin kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında ise önceden gizlice silâhlandırılmış olan Kürt grupları Türkler’e karşı yoğun bir silâhlı saldırıya giriştiler. Üç gün üç gece süren ve “Kerkük katliamı” denilen bu çatışmalarda büyük bir kıyım gerçekleştirildi. Türk liderleri evlerinden alınarak kışlada yapılan beş on dakikalık yargılamalardan sonra kurşuna dizildiler. Çok sayıda Türk çeşitli işkenceler altında öldürüldü; iş yerleri ve evleri yağma edildi. Bu katliamın duyulması üzerine Türkiye Irak hükümetine uyarıda bulundu ve olayların önlenmesi ve tekrarlanmaması konusunda güvence aldı. Bir süre sonra Kerkük katliamının sorumlusu Dâvûd el-Cenâbî ile birlikte 260 kişi tutuklandı. Yargılamalar sonucunda sanıkların bir kısmına idam ve hapis cezaları verildiyse de idam cezaları yerine getirilmedi. Ancak serbest bırakılan suçlulardan kırk kadarının bir müddet sonra suikastlar neticesinde öldürüldüğü görüldü.

Irak Türkleri, kültürel haklarını elde etmek amacıyla 28-30 Ağustos 1960 tarihinde Kerkük’te bir eğitim kongresi düzenlediler. Türk öğretmenler sendikası tarafından düzenlenen ve Erbil, Telafer, Hânikīn, Tûzhûrmâtû, Kifrî, Altınköprü ve diğer bölgelere mensup öğretmenlerin katıldığı kongrede Türkler’in eğitim ve kültür meseleleri tesbit edilerek ilkokullarda Türkçe eğitim verilmesi, gençlerin üniversitelerde ve yurt dışında öğrenim görmeleri, köylerde eğitim merkezleri kurulması ve öğretmen ihtiyaçlarının karşılanması gibi konularda alınan tavsiye kararlarının merkezî hükümete sunulması kabul edildi. Bağdat yönetimi nezdinde yürütülen girişimler sonucunda Bağdat Radyosu 1 Şubat 1959 tarihinden itibaren günde yarım saat süreyle Türkmence yayın yapmaya başladı. Öte yandan Bağdat’ta kurulan Türkmen Kardaşlık Ocağı sosyal ve kültürel alanlarda önemli hizmetlerde bulundu. Türkçe ve Arapça olarak yayımlanmak üzere izin alınan Kardaşlık dergisinin ilk sayısı Mayıs 1961’de çıktı. Yayımını bugün de sürdüren dergi Irak Türkleri’nin sanat, edebiyat ve folkloru için önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Ancak bu gelişmelere rağmen verilen kültürel haklar Kürtler’in gerisinde kaldığı gibi Türkler siyasî haklardan da mahrum oldular. Bu dönemde Türkiye kamuoyunun Irak Türkleri konusuna ilgisinin arttığı ve İstanbul’da 17 Mart 1961 günü yapılan baskı ve zulümleri protesto amacıyla bir miting düzenlendiği görülmektedir. Kerkük’te 1961 yılından başlayarak Türkler’e karşı girişilen bazı suikastlar halk arasında infial uyandırdı. 9 Ocak 1962’de bir suikasta kurban giden İbrâhim Hamza ile Salâh Terzi’nin cenazelerinde çıkan olaylarda bir kişi öldü, on beş kişi de ağır yaralandı. Olayların ardından 120 Türk tutuklanarak sürgün edildi. Şubat 1963’ten sonra Abdüsselâm Ârif’in devlet başkanı olduğu dönemde, haklarında idam hükmü bulunan Kerkük katliamı sanıklarından yirmi sekiz kişinin cezaları infaz edildi; böylece Türkler’e karşı nisbeten ılımlı bir döneme girildi.

17 Temmuz 1968’de yine bir darbe ile yönetime gelen Baas Partisi muhalefete


karşı acımasız bir tasfiye hareketine girişti. İdam edilen elli bir kişi arasında Türk casusu olmakla suçlanan önceki kabinenin Ekonomi ve Ticaret Bakanı Nizâmeddin Ârif de bulunuyordu. Yine 2 Ocak 1969’da tutuklanan, orduda görevli Çavuş Fâzıl Dakūkī de işkence altında öldürüldü. Bu arada bazı siyasî gelişmeler, Baas Partisi’ni 1960’tan itibaren ayaklanan Kürtler’e özerklik verilmesi için bir yasa taslağı hazırlamaya sevketti. Fakat Kürtler’in başşehir yapmak istedikleri Kerkük’ün Türklüğü kabul edildi ve Kürtler’e karşı bir denge unsuru olarak 24 Ocak 1970 tarihli bir kararla bölgedeki Türk halkına ilkokullarda Türkmen dili okutulması ve bu amaçla Terbiye ve Tâlim Bakanlığı’na bağlı bir müdürlük kurulması, Türkmen edip, şair ve yazarlarının Irak Edebiyatçılar Birliği’ne bağlı bir birlik kurmalarına ve eserlerini yayımlayabilmelerine imkân verilmesi, Kültür ve Tanıtma Bakanlığı’na bağlı bir Türkmen Kültür Müdürlüğü kurulması, Türkmence haftalık bir gazete ve aylık bir dergi çıkarılması, Kerkük Televizyonu’ndaki Türkmence yayınların arttırılması gibi kültürel haklar tanındı.

Diğer taraftan Bağdat yönetimiyle Kürtler arasında bir anlaşmaya varılarak Kürtler’in mecliste temsil edilmesi, özerk bir Kürt bölgesinin kurulması ve cumhurbaşkanı yardımcısının Kürt olması kabul edildi. Ayrıca etnik kökene göre belirlenmesi gereken sınır için nüfus tesbitine başvurulması kararlaştırıldı. Bu gelişmeler etnik bir kimlik olarak yok sayılan Türkler’in Araplar’la Kürtler arasında bir tercihe zorlanmasına ve Türk bölgelerinin Bağdat yönetimiyle Kürtler arasında bir çekişme alanı haline gelmesine yol açtı. Böylece Türkler iki taraflı baskı altında kaldı. Bu durum Türkiye tarafından ciddiyetle takip edilmesine rağmen yapılan teşebbüsler olumlu bir gelişmeye yol açmadı. Bu sırada nüfus dengesini Araplar lehine çevirmek amacıyla Kerkük’e yerleştirilen Araplar huzursuzluk kaynağı olmaya başladılar. 7 Temmuz 1970’te bir Türk gencinin öldürülmesi üzerine Türkler iki gün grev yaptılar; memurlar işe gitmedi, dükkânlar açılmadı ve öldürülen gencin cenaze töreni büyük bir gösteriye dönüştürüldü. Kürt tarafı da Kerkük’ten vazgeçmeyeceğini her vesile ile ifade ederek çeşitli yollarla şehir üzerinde hâkimiyet kurmaya yöneldi. Araplar’la Kürtler arasında çıkan bir olayda Kürt güçleri şehre birkaç saat içinde hâkim hale geldiler. Kürtler’in giriştikleri hareketler karşısında neticenin aleyhine olacağını anlayan Bağdat yönetimi yapılması planlanan halk oylamasını erteledi.

24 Ocak 1970 bildirisiyle Türkler’e tanınan haklar konusunda Baas hükümeti gizli bir baskı ve sindirme politikası benimseyerek uygulamada engelleme yoluna gitti. Türkmence eğitim verecek okulların sayıları azaltıldı, Türk kökenli öğretmenler Güney Irak’a sürgün edildi, yayın faaliyetlerine kısıtlamalar getirildi, Türkmen Edebiyatçılar Birliği’ne tanınmış Türk edebiyatçılar alınmadı ve Kültür ve Tanıtma Bakanlığı’na bağlı Türkmen Kültür Müdürlüğü ile buna bağlı yayın organları Baas Partisi’nin propagandasını yapan birer araç haline getirildi. Türkler’e tanınan kültürel hakların uygulamada engellenmesi tepkilere yol açtı ve Kerkük’te üç günlük bir boykot ilân edildi. Bunun üzerine öğrenci ve öğretmenlerden elliye yakın kişi tutuklanarak çeşitli işkencelere mâruz bırakıldı; bunlardan tiyatro sanatçısı Hüseyin Ali Demirci ağır işkenceler altında can verdi. Boykot olaylarını bahane eden Baas yönetimi 1971 yılından sonra baskılarını yoğunlaştırdı. Türk iş adamları, çiftçiler ve öğrenciler çeşitli engellemelerle karşılaştılar. Öğrencilerin üniversitelere girişleri ve mezuniyetten sonra Türk bölgelerinde çalışmaları çeşitli yollarla engellendi. Bu bölgelerde Türkler’in gayri menkul edinmelerine fırsat verilmezken Arap yerleşimi teşvik edildi. Köy muhtarlarına kadar bütün idarecilerin Araplar’dan seçilmesi sağlandı. Türk yerleşim merkezlerinin adları değiştirildi; din adamları üzerinde baskı uygulanarak camilerde Türkçe hutbe okunması yasaklandı ve buna uymayanlar ağır cezalara çarptırıldı.

1976 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Irak’a yaptığı resmî ziyaret sırasında Kerkük’te halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Bağdat yönetimini endişelendiren bu ziyaretin ardından birçok kişi tutuklandı. Bölgenin idarî yapısında özellikle Türk bölgelerini kapsayan yeni düzenlemeler yapıldı ve Türk nüfusunun oranı azaltılmaya çalışıldı. Öte yandan çıkarılan bir yasayla Kerkük il sınırları içinde kalan Türkler’e ait tarım arazileri kamulaştırıldı. 1977’de Türkler’in kurduğu sosyal ve kültürel dernekler hükümet yanlısı kişilerin yönetimine verildi ve mal varlıklarına el konuldu. Yıllarca Irak Türkleri’nin sosyal ve kültürel faaliyetlerini yürüten Türkmen Kardaşlık Ocağı Türkler’i temsil etme özelliğini kaybetti. 1979 yılında birçok lider tutuklanarak ağır işkencelere mâruz bırakıldı. Bunlardan Türkmen Kardaşlık Ocağı’nın başkanlığını yapmış olan Emekli Albay Abdullah Abdurrahman, Bağdat Üniversitesi öğretim üyesi Necdet Koçak ve müteahhit Âdil Şerif 16 Ocak 1980 tarihinde idam edildiler. İran-Irak Savaşı sırasında baskılar daha da yoğunlaştı; Türkler cephede ön saflara sürüldükleri gibi liderlerinin idamlarına da çeşitli bahanelerle devam edildi. Yine bu dönemde askerî tesislerin kurulacağı ileri sürülerek Türk köyleri boşaltıldı; Kerkük’te de otoyol, tren istasyonu vb. yapılacağı bahanesiyle çok sayıda Türk’ün evi elinden alındı. 1985 yılının Kasım ayında sokağa çıkma yasağı konularak askerî güçler tarafından bütün Türk bölgelerini kapsayan geniş çaplı bir arama tarama operasyonu gerçekleştirildi. Bu operasyon sırasında çok sayıda Türk tutuklandı, bazılarının evleri yıkıldı, iş yerleri yağmalandı. Bağdat yönetimi 12 Ekim 1987 tarihinde bir nüfus sayımı yapılacağını ilân etti. Bu karar sürgünde bulunan Türkler tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Nüfus sayımının yapıldığı gün Ankara’da bir miting düzenlenerek Türk kamuoyu ve hükümetinin konuya olan duyarlılığı gündeme getirildi. 1988’de Musul bölgesinde yer alan Telafer’de, aralarında hamile bir kadının da bulunduğu çok sayıda Türk ve daha sonra da Selâmiye’de Şahkulu ailesinden altı kişi idam edildi. 1989 yılında Ortakol denilen bölgedeki Haraba, Gökçeli, Bazvaya ve Karatepe köyleri boşaltılarak sakinleri ülkenin kuzey bölgelerine dağıtıldı.

Körfez Savaşı’nda Irak’ın başarısızlığa uğraması ve Bağdat hükümetinin zayıflaması üzerine ülkenin güneyinde bulunan Şiîler’le kuzeydeki Kürtler ayaklandılar. 18 Mart 1991’de Kerkük’te kuzeyden gelen Kürtler’in başlattığı ayaklanmada Araplar’a karşı bir yağma ve talan hareketine girişildi. Ancak Bağdat’tan yola çıkan ordu birliklerinin yaklaşması üzerine Kürtler 26 Mart’ta Kerkük’ü terkettiler; askerler ise aynı gün ulaştıkları Tûzhûrmâtû’da çok sayıda Türk’ü öldürdüler. Bunun üzerine Kerküklüler evlerini terkederek kuzeye doğru göçe başladılar. 27 Mart’ta şehre giren ordu birlikleri kontrolü sağladıktan sonra Altınköprü’yü de ele geçirerek 100’e yakın Türk’ü ayaklanmaya kalkıştıkları gerekçesiyle ertesi gün kurşuna dizdiler. Bu saldırı ve soykırımlar üzerine binlerce Türk kuzeye yöneldi. 1991 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Türkiye ve İran sınırlarına ulaşan göçmenlerden


15.000 kadarı Türkiye’nin Şemdinli ve Yüksekova bölgelerine yerleştirildi; 7000 kadarı da İran’a sığındı. Bu olayları protesto amacıyla İstanbul’da Irak başkonsolosluğu önünde düzenlenen gösterilerde otomatik silâhlarla içeriden açılan ateş sonucu iki kişi hayatını kaybetti.

Körfez Savaşı’ndan sonra 36. paralelin kuzeyinde Çekiç Güç tarafından oluşturulan güvenlik bölgesindeki Türkler’in durumlarını iyileştirmeye yönelik herhangi bir gelişme görülmediği gibi diğer bölgelerde kalanlara yönelik baskılar da devam etti. Bu durum, son yıllarda Iraklı Türkler’in yoğun bir şekilde ve kaçak yollarla Türkiye’ye ve Batı’ya göç etmelerine sebep oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

Ahbârüddevleti’s-Selcûkıyye (Lugal); Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan); Cemiyet-i Akvâm Türkiye ve Irak Hudud Meselesi (haz. Dışişleri Bakanlığı), Ankara 1341 (1925); Abbas el-Azzâvî, ǾAşâǿirü’l-ǾIrâķ, Bağdad 1954; a.mlf., “Âlü Bektekîn-Mužafferüddîn Kökböri ev emâretü Erbil fî Ǿahdihim (522 h.-630 h.)”, MMİADm., XXI/3 (1946), s. 404-418; XXI/4 (1946), s. 515-529; XXII/1 (1947), s. 55-64; XXII/2 (1947), s. 138-149; XXII/3 (1947), s. 223-231; Saîd ed-Dîvecî, al-Mevśıl fi’l-Ǿahdi’l-Atâbekî, Bağdad 1958; Şâkir Sâbir Zâbit, Mûcez Târîħu’t-Türkmen fi’l-ǾIrâķ, Bağdad 1961, I; a.mlf., Kerkük’te İçtimai Hayat-Folklor, Bağdad 1962; M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963; Hüseyin Emîn, Târîħu’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Bağdad 1385/1965; Faruk Sümer, Karakoyunlular, Ankara 1967, I; a.mlf., Oğuzlar: Türkmenler, İstanbul 1980; a.mlf., “Irak Türklerinin Tarihine Kısa Bir Bakış”, TY, 4. seri: sy. 255 (1959), s. 9-11; İbrâhim Dakūkī, Irak Türkmenleri, Ankara 1970; Hüseyin Ali Dakūkī, Kuzey Irak’ta Atabegler Hakimiyeti, İstanbul 1975; Necmettin Esin, “Irak Türkleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 1125; Enver Yakuboğlu, Irak Türkleri, İstanbul 1976; Muhsîn M. Hüseyin, Erbil fi’l-Ǿahdi’l-Atâbekî, Bağdad 1976; Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul 1977; Abdülganî Mellâh, Târîħu’l - ĥareketi’d - demokratiyye fi’l-ǾIrâķ, Beyrut 1980; Abdünnaim M. Hasaneyn, Îrân ve’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Beyrut 1982; el-ǾIrâķ fi’t-târîħ (haz. Sâlih Ahmed Ali), Bağdad 1983; Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1926), İstanbul 1983; Suphi Saatçi, Kerkük Çocuk Folkloru, İstanbul 1984; a.mlf., Kerkük Kenti ve Ev Mimarisi (doktora tezi, 1993), İTÜ Mimarlık Fakültesi; a.mlf., Irak’ta Türk Varlığı, İstanbul 1996; Kadir Mısıroğlu, Musul Meselesi ve Irak Türkleri, İstanbul 1985; Mehmet Atalar, Irak Türkleri (yüksek lisans tezi, 1986), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Gazanfer Paşayev, Kerkük Folkloru Antologuyası, Bakü 1987; a.mlf., Irak Türkmen Folkloru, Bakü 1992; Nefi Demirci, Dünden Bugüne Kerkük (Kerkük’ün Siyasi Tarihi), İstanbul 1990; Seyyid Abdülazîz Sâlim, el-ǾIrâķıyyûn fî Mıśr fi’l-ķarni’s-sâbiǾ el-hicrî, İskenderiye 1991; Erşat Hürmüzlü, Irak Türkmenleri, İstanbul 1991; Fazıl Demirci, Irak Türklerinin Dünü-Bugünü, Ankara 1991; Bülent Demirbaş, Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı Devletinde Kuveyt Sorunu, İstanbul 1991; Şevket Koçsoy, Irak Türkleri, İstanbul 1991; a.mlf., Irak Türkleri ve Türk-Irak İlişkileri: 1932-1963, İstanbul 1991; Abdüsselâm Uluçam, Irak’ta Türk Kültür Varlığı, Ankara 1991; Musul-Kerkük İle İlgili Arşiv Belgeleri (1525-1919), (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları), Ankara 1993; Cevanşîr Hıdırov, Irak Türkmenleri, Bakü 1993; Irak Türkleri Bibliyografyası (nşr. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü), Ankara 1994; Ekrem Pamukçu, Bağdat’ta İlk Türkler, Ankara 1994; Ahmet Doğan, Kuzey Irak’ta Karşılaştırmalı Türk Halk İnançları, Ankara 1995; Ertuğrul Zekai Ökte, “Dış Türkler ve Kerkük Türkleri”, BTTD, sy. 38 (1970), s. 2-3; Nazmi Sevgen, “Kerkük Türkleri”, a.e., sy. 38 (1970), s. 8-12; sy. 39 (1970), s. 13-16; sy. 40 (1971), s. 24-27; Coşkun Alptekin, “Erbil’de Bir Türk Beyliği-Beyteginliler”, MÜTAD, sy. 3 (1988), s. 1-10; “Begtiginliler”, İA, II, 449-450; M. Streck, “İrbil”, a.e., V/2, s.1055; İbrahim Kafesoğlu, “Kök-Börü”, a.e., VI, 890 vd.; H. Fuchs, “Mevlid”, a.e., VIII, 172-173; Cl. Cahen, “Begteginids”, EI² (İng.), I, 1160-1161; D. Sourdel, “Irbil”, a.e., IV, 76-77.

DİA





IV. KÜLTÜR ve MEDENİYET

Irak’ın fethinden sonra Hz. Ömer bölgenin İslâmlaşması için bazı tedbirler aldı. Basra ve Kûfe şehirlerinin kurulmasından sonra bu şehirlere yerleştirilen sahâbîler, bir taraftan bölgenin İslâmlaşma sürecini hızlandırırken diğer taraftan ilim ve kültür hayatının gelişmesine katkıda bulundular. Sahâbe ve tâbiîn döneminde Irak’ta başlatılan Kur’an ve Sünnet’e dayalı dinî bilginin re’y ve ictihadla zenginleştirilmesi gayretleri, II. (VIII.) yüzyılın ortalarında bilhassa Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin çabaları sonucunda sistemleşerek bir ekol haline geldi (bk. EHL-i RE’Y). Kur’ân-ı Kerîm ve hadisin inceliklerini kavramak amacıyla başlayan dil ve edebiyat çalışmaları zamanla müstakil bir dal halini aldı; kısa bir süre sonra da Basriyyûn ve Kûfiyyûn ekolleri ortaya çıktı. Abbâsîler’in iktidara gelişi ve Bağdat’ın kuruluşu ile Irak İslâm dünyasının en önemli ilim ve kültür muhiti oldu. Halife ve devlet adamları tarafından da desteklenen ilmî faaliyetler neticesinde Bağdat âlimlerin akın ettiği, kitapçı ve kâğıtçı dükkânlarının sayısının arttığı, ilim ve münazara meclislerinin sıkça görüldüğü bir yer oldu. Beytülhikme merkezli tercüme faaliyetlerinin yanı sıra çeşitli ilim dallarında birçok eser telif edildi.

Dinî ve tasavvufî hayat alanında da Basra zühd ekolünün temsilcisi Râbia el-Adeviyye başta olmak üzere Ma‘rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Ebû Saîd el-Harrâz ve Şiblî gibi önemli şahsiyetler Irak bölgesinde yaşamışlardır. Bunların telif ettiği eserlerle kendilerine nisbet edilen tarikatlar, tekke ve zâviye gibi müesseseler Irak’ın ilmî ve dinî hayatının canlılığına önemli katkılarda bulunmuştur (bk. BAĞDAT; BASRA; KÛFE).

1. Edebiyat. Irak İslâm sanatının hemen her dalında olduğu gibi edebiyatında da Sumerler’le başlayıp Keldânîler’le doruğa çıkan ve daha sonra Med-Pers döneminde İran, İskender-Selevkos döneminde Grek kültürlerinden katkılar alan eski Mezopotamya edebiyatının etkisi hissedilir. Câhiliye döneminde özellikle Gassânîler ve Lahmîler bu edebiyatı daha da geliştirmişler ve neticede Mezopotamya’nın kuzeyinde Erbil, Musul, Sincar ve Cizre, güneyinde Hîre gibi kültür ve edebiyat merkezleri oluşturmuşlardır. Hîre Kralı Amr şair ve ediplerin başvurduğu bir otoriteydi. Çünkü kendisi de güçlü bir edipti ve ülkesindeki şairler gerek atışmalarında gerekse taşlamalarında onu hakem yaparlardı.

İslâmî dönemde Kur’an’ın etkisi dil ve edebiyat alanında da kendini göstermiş, şairler şiirlerinde, hatipler hitabelerinde, edipler eserlerinde ondaki edebî sanatlarla üslûp özelliklerinden etkilenmişlerdir. İslâm’ın ilk yıllarında ve dört halife devrinde şiir yine önemini korumakla birlikte Câhiliye devrindeki gücünü, şairler de eski nüfuzlarını yitirmişlerdir. Hz. Ömer, Müslümanlığı korumak amacıyla Câhiliye devrini hatırlatan bütün şiir çeşitlerini yasaklamış, hatta şair Hutay’e’yi, buna uymadığı için hapse attırmıştır. Hilâfet merkezini Medine’den Kûfe’ye taşıyan ve burayı ikinci ilim merkezi haline getiren Hz. Ali de Câhiliye tarzı şiirin dillerde dolaşmasını tasvip etmediğinden Ferezdak’ın babası Gālib’e, oğlunu şiir yerine Kur’an öğrenmeye yönlendirmesini tavsiye etmiştir.

Başta Muâviye olmak üzere Emevî halifeleri Hulefâ-yi Râşidîn’in tam aksine şiir söylemeyi teşvik ve şairleri himaye ederek halkı yeniden edebiyata yönlendirmişlerdir. Belâgatıyla ünlü Irak Valisi Haccâc, hutbelerinde Kur’an âyetlerinden çok Câhiliye şiirlerinden örnekler veriyordu. Emevîler döneminde yeniden körüklenen Câhiliye devri kabilecilik taassubu “nekāiz” (atışmalar) adı verilen yeni bir hiciv türünün doğmasına yol açmıştır. Çoğunlukla halife ve valilerin nezaretinde ve büyük bir dinleyici kitlesinin huzurunda bir festival havası içinde irticâlen söylenen karşılıklı yergilerle gerçekleşen bu atışmaların en güçlü şairleri Cerîr ile Ferezdak’tır.


Aralarındaki atışmalar yarım asra yakın sürmüş olan bu iki şairin birbirlerine karşı söyledikleri yergi şiirleri o günkü Irak edebiyatına damgasını vurmuştu. Genellikle edebî bir etkinlik ve şenlik havasında geçmesine rağmen zaman zaman şiddetlenerek Basra’daki içtimaî hayatı sarsacak derecede tehlikeli bir durum almış, sonuçta Basra Valisi Abdullah b. Hâris el-Hâşimî tarafından bu şairlerin şehirden uzaklaştırılmasına sebep olmuştur. Şairler arasında süren bu edebî rekabete ve Irak’ta canlandırılmak istenen Câhiliye şiirine rağmen İslâm ruhu fikir ve edebiyat dünyasına hâkimdi.

Iraklı ünlü şairler Cerîr b. Atıyye, Ferezdak ve Zürrumme, bedevîlerin övüncü olan şiir dilindeki nâdir kelimelerle yeni bir tarzda derin duygulu kasideler yazmışlardı. “Garîb” adı verilen bu tür şiirin belki de en iyi temsilcisi, Suriye’den Irak’a göç eden ve Kûfe’ye yerleşen Hâricî şairlerden Tırımmâh idi. Tırımmâh’ın şiirlerinin çoğu siyasîdir; ancak İslâm’ın ruhunu okşamaları, incelik, özlem ve cesaret dolu olmalarıyla dikkat çeker. Yine bu alanda büyük üne kavuşan Iraklı Şiî şair Kümeyt el-Esedî önce Ehl-i beyt’i savunup iktidardaki Emevîler’i yermiş, daha sonra bu davasından vaz geçerek ömrünün son deminde Şiîliğe sırt çevirip Emevîler’i methetmişti.

Bu dönemde hâfız sahâbîlerin zamanla azalması, hâfızası zayıflayanların bazı kelimeleri yanlış hatırlamaları, işitme yoluyla öğretime her zaman imkân bulunamaması ve fetihler sonucunda sayısı artan başka ırklara mensup müslümanların, hatta yerli Araplar’ın çeşitli dil hataları yapmaları gibi sebeplerle meydana gelen yanlış okumaları ortadan kaldırmak için Kur’an yazısına hareke sistemi getirildi. Muhtemelen Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh tarafından görevlendirilen âlim, edip ve şair Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin “naktü’l-mushaf” denilen çalışmasıyla hem Kur’ân-ı Kerîm hatasız okunur hale geldi hem de nahiv ilminin temelleri atıldı. Basra’da dilcilerin ikinci neslinin yetişmesiyle nahvin ilmî bir sistem olarak teşekkül ettiği görülür. Abdullah b. Ebû İshak el-Hadramî ile Îsâ b. Ömer es-Sekafî, meslektaşları Ebû Amr b. Alâ’ın da katkısıyla belli başlı gramer kurallarını tesbit etmiş, nahiv ilmini geniş bir uygulama çerçevesi içinde ortaya koymuşlardı. Böylece Irak’ta, henüz başka bölgelerde dil araştırmalarının yok denecek kadar az olduğu bu dönemde özel fıkıh ekolünün kurulması gibi dil fıkhı da gelişmeye başlamıştı. Ünlü dilci Halîl b. Ahmed, Arap dilinin genişletilmesini kıyasa dayanarak sistematik bir şekilde yürütmüş, gramer çalışmaları yapmış ve daha önce Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin başlattığı yazının ıslahı çalışmalarını ilerleterek hareke sistemini ve diğer okutma işaretlerini bugünkü şekillerine kavuşturmuştur.

Irak’ta Emevîler devrinin sonlarına doğru “ehlü’l-Arabiyye” denilen Arapça uzmanlarının yanı sıra muhaddisler, kurrâ, şairler ve hikâyeciler de çoğalmıştı. Ansiklopedik öğretimin oluşum çağı sayılan bu devrede özellikle nahiv, Kur’an ilimleri ve şiir alanlarında yüksek bir mertebeye ulaşan Ebû Amr b. Alâ gibi âlimlerin sayesinde çeşitli edebiyat çalışmaları kadar ilmî araştırmalar da ileri bir seviyeye varmıştı. Bu dönemde din âlimleriyle edip ve şairler arasında düşmanlıkların yaşandığı da görülür. Meselâ Basra’da kurulan “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” adlı Mu‘tezile ekolünün şeyhi ünlü kelâmcı Vâsıl b. Atâ’yı hicveden Beşşâr b. Bürd gibi büyük bir şair, genel ahlâka aykırı ve gençliği kötü yola saptıran müstehcen şiirler yazmakla suçlanarak bir süre şehirden sürülmüştü.

Abbâsî döneminin başlarında yeni başşehir olarak Bağdat’ın kurulması ve Emevî saltanatına son verilirken büyük yardımları görülen İranlılar’la Türkler’in buraya iskân edilmeleri, kısa süre sonra da halkın Arap, Fars, Türk, Rum, Süryânî ve Berberîler’den oluşan kozmopolit bir toplum haline gelmesi, Irak için olumlu ve olumsuz tarafları bulunan büyük bir yenilik teşkil etmişti. İnanç özgürlüğünün, fikir ve ilme verilen önemin artması, Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaşması sonucu çeşitli fikir ekollerinin ortaya çıkması öğretim faaliyetlerini genişletmiş ve tercüme hareketini meydana getirmişti. Dolayısıyla Irak kültürü yeni kelimelere, değişik edebî üslûp, düşünce ve bilimlere kavuşurken gelişen felsefeyle kaynaşarak kaynakları zenginleşen kelâm ilmi sistematik bir ilim halini almıştı. Mezheplerin ileri gelen âlimleri düşüncelerini mantık ve felsefe yoluyla geliştirmeye çalışmış, tasavvuf akımları yayılmış ve bu arada çeşitli ehl-i bid‘at tarikatları türemişti. Ancak ilmî ve fikrî ilerlemelere karşılık ahlâk seviyesi gittikçe düşmüş ve bu gayri mütecânis toplumun daha da kötü bir duruma varmasında şairleri mal ve makamla taltif edip nedim haline getiren halife ve emirlerin büyük rolü olmuştu. Buna rağmen ilk Abbâsî halifeleri dine önem vererek aşırı cereyanlara göz yummamış ve daha önce Emevîler’ce Basra’dan sürülen Beşşâr b. Bürd ile Sâlih b. Abdülkuddûs, İbnü’l-Mukaffa‘ gibi birçok ünlü şair ve yazar küfür ve ilhad suçlamasıyla öldürülmüştür.

Çeşitli medeniyetlerin kaynaşmasından meydana gelen yeni kültür çevresi edebiyatı da büyük ölçüde etkilemişti. O devirde özgün bir dil ve biçim kazanan Irak edebiyatı üç ana kaynaktan besleniyordu. Bunlar, daha çok Kur’an dili ile İslâmî ve edebî ilimleri içine alan Arap kültürü başta olmak üzere İskender’in Doğu’ya taşıdığı Grek kültürüyle Mezopotamya, İran ve Hint kültürlerinin kaynaşarak oluşturdukları Doğu Helenizmi ile tercüme faaliyetleriydi. Abbâsî halifelerinin, özellikle Me’mûn’un desteğiyle olumlu meyveler veren tercüme hareketi, Irak’ın zengin kültürüne şark edebiyatından daha önce bilinmeyen akımlar, Grek ilimlerinden de yeni anlamlar ve ilmî üslûp kazandırmıştı. Grek felsefesiyle bilimlerinin yayılması sonucunda İslâm ilm-i kelâmı felsefeyle kaynaşarak düzene girmiş, Arap grameri Aristo mantığı ile Yunan felsefesinin etkisinde kalmış, böylece önü açılan Irak kültürü Arap düşüncesinde çeşitli fikir cereyanları ortaya çıkarmıştı.

Abbâsî dönemi Irak edebiyatı, geçirdiği aşamalar ve tarihî gelişim göz önüne alınarak şu safhalara ayrılmaktadır: Yenilik Dönemi. Özellikle Bağdat halkının yaşantısını yansıtan bu edebiyat daha çok halkın yeni dünya görüşünü, düşünce ve duygularını, saray hayatını, eğlence ve av tutkularını işliyordu. Şiirde “hafif” vezniyle ve bediî sanatlarla süslenmiş edalı, zarif ve açık bir anlatım tarzı benimsenmiş; siyaset, kahramanlık, platonik aşk konuları terkedilerek felsefeye, sûfizme, öğreticiliğe, avcılığa, şarap ve cismanî aşka ilgi gösterilmişti. Farklı konularda geliştirilen nesir örneklerinin mihenk taşı ise risâlelerdi. Bu edebiyatın başını çekenler hiciv ve gazel şiirleriyle tanınan Beşşâr b. Bürd, eğlence ve şarap meclislerini, bohem hayatını işleyen şiirlerde Ebû Nüvâs, zühd ve hikemiyat şiirlerinde Ebü’l-Atâhiye, tercümede Kelîle ve Dimne’yi Farsça’dan Arapça’ya çeviren İbnü’l-Mukaffa‘ ve risâlelerde Ahmed b. Yûsuf, Sehl b. Hârûn ve Amr b. Mes‘ade idi. Bu dönemde nahiv konuları üzerinde ise Basra ve Kûfe dilcileri ihtilâfa düşmüşler, sonuçta adlarını oturdukları şehirlerden alan iki ekol oluşturmuşlardı (bk. BASRİYYÛN; KÛFİYYÛN).

Karşıt Edebiyat Dönemi. III. (IX.) yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve birinci safhayı


reddetmeyen, ancak ona kafa tutan bu ikinci safhanın önemli özelliği, ediplerin edebî ilimlerde eski Arap kültürüne dönük olmakla birlikte Irak’a has Arap kaynaklı bir üslûp ortaya koymaya çalışmış olmalarıdır. Bu safha şiirlerinde Câhiliye şiirinin saydamlığı hissedilmekte ve eski Arap edebiyatı terimleriyle bedevî şiiri örneklerine rastlanmaktadır. Bu dönem şairlerinin başında, hayatının çoğunu Bağdat ve Musul saraylarında geçiren ve lirik şiirleriyle bu şehirlerdeki aristokrat mutlu azınlığın hayatını anlatan Ebû Temmâm gelir; onu yine bir saray şairi olan Buhtürî ve pastoral şiirleriyle ünlü İbnü’r-Rûmî takip eder. Bu çağın en ünlü simalarından biri de Halife Mu‘tez-Billâh’ın İbnü’l-Mu‘tez lakabıyla tanınan oğlu Abdullah b. Mu‘tez’dir. Bohem hayatı yaşayan ve zamanını av ve eğlenceyle geçiren şair bu yaşantısına uygun şiirler yazmış, öldürülmesinden önceki son gününde de halifelik yapmıştı. Diğer bir ünlü şair de Abbâsî halifelerinin dahi hicvinden kurtulamadığı Di‘bil el-Huzâî’dir.

Irak edebiyat ve düşünce tarihinin en verimli dönemi sayılan bu safhada gerçekleştirilen tercüme hareketi, ileride bütün dünyayı etkileyecek olan Ortaçağ İslâm ilim ve fikir hayatının temelini teşkil eder. Huneyn b. İshak, Buhtîşû‘, Nevbaht ve Mâserceveyh oğullarıyla Sâbit b. Kurre ve oğlu Sinân b. Sâbit gibi ünlü mütercimler Grekçe, Latince, Süryânîce, Pehlevîce ve Hintçe’den yaptıkları tercümelerle tıp, fizik, kimya, botanik, matematik, astronomi, felsefe, mantık, müzik, edebiyat ve siyaset alanlarındaki ünlü eserleri Arap diline kazandırmışlardır. Bunun sonucunda tanınan yeni bilimler ve dolayısıyla açılan yeni ufuklar müslüman münevverleri çok yönlü düşünceye yöneltti. İslâm medeniyeti çerçevesinde ilk ansiklopedik eserleri yazan Iraklı bilgin Câhiz oldu (ö. 255/869). Onun açık ifadeli kolay anlatım tarzı ve Aristo düşüncesini Câhiliye şiirine, felsefeyi edebiyata katarak geliştirdiği yeni üslûp ve bu üslûpla kaleme aldığı eserler kendisinden sonrakileri derinden etkilemiştir. İbn Kuteybe ǾUyûnü’l-aħbâr, Müberred el-Kâmil fi’l-luġa ve’l-edeb, İbn Abdürabbih el-Ǿİķdü’l-ferîd, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî el-Eġānî ve Seâlibî Yetîmetü’d-dehr adlı eserlerinde onu taklit etmişlerdir. Bu çağda İslâm dünyasının din, dil, edebiyat ve edebî eleştiri alanlarındaki ünlü simaları da Irak’ta toplanmıştı. Bunların başında el-AśmaǾiyyât adlı antolojinin yazarı Asmaî, Arap şiirine “habeb” (mütedârek) bahrini eklediği söylenen Ahfeş el-Evsat, Arap edebiyatı tarihinde ilk kitap sayılan Ŧabaķātü’ş-şuǾarâǿnın yazarı İbn Sellâm el-Cumahî, Kitâbü’l-Muvâzene beyne’ŧ-Ŧâǿiyyeyn adlı eseriyle Arap şiirini inceleyip eleştiren Hasan b. Bişr el-Âmidî, Arap edebiyatında edebî tenkidin temel kaynakları sayılan Naķdü’ş-şiǾr ve Naķdü’n-neŝr adlı kitapların yazarı Kudâme b. Ca‘fer, nesir ve nazım sanatlarını inceleyen Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn kitabının yazarı Ebû Hilâl el-Askerî gelmektedir.

Bunalım Dönemi. IV. (X.) yüzyılın başlarından Abbâsîler devrinin sonuna kadar devam etmiş olan, yeterince değişim ve ilerleme sağlayamayan istikrarsız safhadır. IX. yüzyılın sonlarına doğru doruk noktasına ulaşan Irak edebiyatı, X. yüzyılın başlarında ortaya çıkan sosyal değişikliklerden etkilenerek yavaş yavaş hüviyetini kaybetmeye başlamış, özellikle Arap şiiri bâdiye ve sahranın huzur ve saydamlığından Bağdat, Sâmerrâ, Kûfe, Basra, Musul ve Erbil gibi kargaşa içindeki gürültülü hayatına; edebiyat, felsefe ve siyaset meclislerinden işret meclislerine taşındığından eski asaletini kaybetmiş ve gitgide sanat değeri pek yüksek olmayan bir çeşit şehevî şiir haline gelmişti. Ancak tercüme yoluyla edebiyata kazandırılan nesir türü eserlerde seçilmiş kelimelerle ve ince bir anlatım tarzıyla karşılaşılmaktadır. Ayrıca bu çalışmalarda önsözlere geniş yer verilmiş ve ayrıntılara özen gösterilmiştir. Bu devirde adını duyuran şairlerin en önemlileri öğretici-felsefî ve hamâsî şiirleriyle şöhret yapan Mütenebbî, kahramanlık, aşk ve hasret şiirleri terennüm eden Hamdânîler’den Ebû Firâs el-Hamdânî, tasavvuf, hikmet ve belâgat dolu şiirlerinde bedâvet ruhuyla medeniyet ruhunu bir araya getiren ünlü dil bilgini ve fakih Şerîf er-Radî ve gazelleriyle tanınan Mihyâr ed-Deylemî’dir.

Irak edebiyatında ortak fikirlere sahip beş Basralı filozof ve ilim adamının kurduğu İhvân-ı Safâ ekolünün çok önemli bir yeri vardır. X. yüzyılın ikinci yarısında Basra’da kurulan ve gizli siyasî amaçlar güden bu ekol dünya çapında bir fikir cereyanı başlatmış ve özellikle Irak, genellikle de Arap edebiyatını bugüne kadar etkilemiştir. İhvân-ı Safâ’nın çeşitli İslâmî ilimlerle müsbet ilimler, dil, felsefe, mantık vb. alanlarda kaleme aldığı elli iki risâle değerli bir ansiklopedi mahiyetindedir.

Türkler XI. yüzyıldan itibaren batıya doğru ilerlerken İslâm âleminin her tarafından Bağdat’a yönelen edebiyatçı ve ilim adamları burayı Ortaçağ’ın en ünlü ilim ve kültür merkezi haline getirmişlerdi. Fârâbî ve İbn Sînâ gibi bilginler Bağdat’ta kaldıkları gibi Gazzâlî Nizâmiye Medresesi’nde hocalık yapmış, ünlü Türk dilcisi Kâşgarlı Mahmud da Araplar’a Türkçe öğretmek amacıyla yazdığı Dîvânü lugāti’t-Türk’ü muhtemelen 470’te (1077) Bağdat’ta Halife Muktedî-Biemrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kāsım Abdullah’a takdim etmiştir.

Bu dönemde Irak edebiyatı şiir gibi nesir dalında da sadece edebiyat yapmak amacıyla anlamdan çok şekil güzelliğine değer vermiş ve her türlü yeniliğe kucak açmış, medeniyet ve refah içinde yaşayan Irak toplumundaki nesir örnekleri yavaş yavaş beyan ve bedî‘ sanatları ile secili üslûba yönelmişti. Bu tür eserlerin başlıca örneği Binbir Gece masallarıdır. Câhiz’in edebî sanatları özenle kullandığı et-TerbîǾ ve’t-tedvîr adlı kitabı makāme türünün doğmasına yol açmış, Bedîüzzaman el-Hemedânî’nin özel bir biçim verdiği bu tür, Basralı Harîrî tarafından geliştirilerek son şekline kavuşturulmuştur. Aslında hile, sahtekârlık ve dilencilik konularını işleyen makāmât türü eserler, o çağdaki Irak toplumunun günün ağır şartları altında ezilen bir bölümünün yaşantısına ışık tutmaktadır. Harîrî’nin el-Maķāmat’ı, Hemedânî’ninki kadar eğitici olduğu gibi üslûp güzelliği ve nahiv bilmecelerinin çokluğu bakımlarından ondan daha üstündür. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’in el-Meŝelü’s-sâǿir’i, ihtiva ettiği geniş edebî bilgilerin felsefî ve eğitici bir yaklaşımla ele alınması bakımından bu devirde yazılan eserlerin en önemlisidir.

Moğol istilâsı sırasında Bağdat tahrip edilerek yağmalanırken kütüphaneler de yıkılmış ve çoğu yakılan kitapların geriye kalanları Dicle nehrine atılmıştı. Bu dönemde Irak’taki bilgin, edip ve filozoflar Dımaşk, Halep, Kahire, İskenderiye, Mağrib ve Endülüs’e kaçarak oralarda bilim ve edebiyat hayatına canlılık kazandırdılar. Moğol istilâsının ardından tamir edilen medreseler tekrar faaliyete geçmişse de Irak edebiyatı bir daha eski seviyesine ulaşamamış, durgun, verimsiz ve taklitçi bir düzeyde kalmış olmakla birlikte zaman zaman bazı önemli simaların da yetiştiği görülür. Bunların en ünlüleri Vefeyâtü’l-aǾyân adlı eserinde birçok âlim, edip, hükümdar, emîr ve diğer meşhur simaların tercüme-i hâlini yazan İbn Hallikân ile Mardin Artuklu Hükümdarı II. Necmeddin Gazi’ye yirmi dokuz adet


Arapça kaside yazan Safiyyüddin el-Hillî’dir. el-Artuķıyyât adı verilen bu kasideler sırasıyla elifbâdaki yirmi dokuz harfle başlamakta ve her biri yirmi dokuz beyitten oluşmaktadır; dillerinin sadeliği, üslûplarının sağlamlığı ve seçilmiş kelimeleriyle dikkat çekerler.

Moğol istilâsından sonraki kötü idareler yüzünden ortaya çıkan şiddet, yolsuzluk ve yoksulluğun bozduğu Irak’ın sosyal yapısındaki değişiklikler ve yaşanan huzursuzluk halk kitlelerini ikiye böldü; bir yanda dine ve imana aşırı bağlılık, öte yanda edepsizliği ve ibâhiyyeyi benimseyen bir hayat tarzı görülüyordu. Bu durum edebiyata da yansıdı ve ortaya biri din konularını işleyen tasavvuf ağırlıklı, diğeri mevâliyâ, kûmâ, zecel, müveşşah, dûbeyt gibi halk şiiri vezinleri ve halk diliyle yazılmış, düşük mânalı, tutarsız sözler içeren şehevî şiirler olmak üzere iki şiir türü çıkardı. Tasavvuf ağırlıklı dinî şiirlerde Anadolu’da gelişen Bektaşîlik ile İran’da gelişen Hurûfîliğin ve kısmen de Müşa‘şa‘lar’ın etkisi görülür.

Irak sahasında yetişen en büyük sima hiç şüphesiz Türkçe, Farsça, Arapça üç ayrı divanın, ayrıca onun üzerinde manzum ve mensur eserin sahibi olan Fuzûlî’dir. Gerçekçi, akılcı ve âşık tavırlarıyla bir devrin fikir hayatına damgasını vuran Fuzûlî, geriye bıraktığı eserleriyle de bugüne kadar bütün Ortadoğu edebiyatı üzerinde etkisini sürdürmüştür. Onun Arap ve daha çok Irak edebiyatı üzerindeki etkilerini özellikle Musullu şair Abdülbâkī el-Fârûkī ile Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe şiir yazan Kerküklü hiciv şairi Rızâ Talebânî ve ünlü Türkmen şairi Hicrî Dede’de görmek mümkündür. Emîrü’ş-şuarâ Ahmed Şevkī de Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’undan esinlenerek aynı halk hikâyesini bir piyesinde işlemiştir. Fuzûlî’den sonra yaşayan diğer Iraklı şairler de genellikle onun gibi üç dilde şiirler yazmışlardır. Irak edebiyatı tarihi bakımından XVI. yüzyılda kaleme alınan kıymetli kitaplardan biri ünlü şair Ahdî-i Bağdâdî’nin Gülşen-i Şuarâ’sıdır. Bağdatlı Vâlihî, Zihni Çelebi, Âteşî, Ekrem Bey ve Kaytamaz Bey Karakoyunlu gibi birçok şairin ele alındığı bu kitap, Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-suadâ’sından sonra Irak’ta yazılan ikinci Türkçe mensur eserdir.

XVIII. yüzyıl Irak edebiyatçılarının öncüsü Mebâliğu’l-hikem adlı eserin sahibi olan ve sultanları, vezirleri hicvetmeye başlayınca Bursa’ya sürgüne gönderilen ünlü Türkmen şairi Abdürrezzâk Nevres’tir. Erbilli Garîbî’nin 1181 (1767-68) yılında Bağdat’a telgraf hattı çekilmesini anlatan kasidesiyle Abdullah Sâfî’nin 1292’de (1875) Kerkük’teki taş köprünün inşasını konu alan kasidesi, memleketteki önemli bazı olayları nazım yoluyla dile getiren başlıca eserlerdi. Millî şiirde de adını duyuran Abdullah Sâfî, ayrıca Irak Türkleri’nin dilini ıslah gayesiyle bir Türkmen sözlüğü de hazırlamıştır. Bu sıralarda Irak şiirinde yeni temaların işlenmeye başladığı görülür. Siyasî ve sosyal şiir alanında Şeyh Rızâ isim yapmıştı. Tabiat tasvirleriyle ve bilhassa ilkbahar kasidesiyle ünlenen Tabiboğlu aynı zamanda feminist bir şair olarak tanınıyordu. Yine Abdurrahman Hâlis, Fâiz, Muhammed Mihrî, Musullu Abdülbâkī el-Fârûkī, Abdülgaffâr el-Ahres ve Muhyiddin Kābil gibi o çağın şairleri de Irak edebiyatında iyi bir mevki elde etmişlerdi.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında İslâm birliği hareketi şiddetlendiği için şairler de eserlerini bu hareketin ifade aracı olan Osmanlı Türkçesi ile yazıyorlar ve aralarından kötü sosyal şartları eleştirenler çıkmakla birlikte daha çok münacaatlarla sistemin kötülüklerini dile getiriyorlardı. 1869 yılı başlarında Bağdat valisi tayin edilen Midhat Paşa, beraberinde getirdiği küçük bir matbaa ile Türkçe-Arapça olarak vilâyetin resmî gazetesi ez-Zevrâ’yı yayımlamıştı. Daha sonra da yine Türkçe-Arapça olarak Osmanlı birliği düşüncesini destekleyen Tefekkür adındaki ilk özel gazete çıkarıldı. Osmanlı meşrutiyet inkılâbından sonra Lübnan asıllı dilci Anistâs Mârî el-Kermilî, Bağdat’ta Arapça olarak özel Luġatü’l-ǾArab adlı aylık dergisini yayımlamaya başladı (1908). Sağlam dili ve güzel üslûbuyla nesir sahasında yeni bir çığır açan bu dergide Irak edebiyatının ünlü simalarından Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Eddî Şîr, I. Dünya Savaşı’nda İngilizler’e karşı cihad eden Necefli şair Muhammed Saîd el-Habbûbî, Dâvud Çelebi, Cemîl Sıdkī ez-Zehâvî ve Ma‘rûf er-Rusâfî gibi yazar ve şairler düşüncelerini yaymaya çalıştılar. Yine bu sıralarda Kerkük’te Türkmen şairi Seyyid Mahmud Cevâd tarafından Kevkeb-i Maârif adlı ilk özel Türkçe dergi çıkarılıyor ve bu dergiye Hicrî Dede, Hıdır Lutfî, Molla Sâbir ve Muhammed Sâdık gibi Türkmen düşünür ve edebiyatçıları yazı yazıyorlardı.

Çağdaş Irak edebiyatı 1921’de Irak Krallığı’nın kurulmasıyla başlar. Bu edebiyat bir taraftan Mısır’daki modern edebiyat hamlesinin, diğer taraftan Osmanlı Edebiyât-ı Cedîde akımının etkisi altında kalmıştır. Özellikle Mısır şiirinin etkisini taşıyan Ahmed Sâfî en-Necefî, Muhammed Rızâ eş-Şebîbî ve Muhammed Behcet el-Eserî biçim ve içerik bakımından yeni şiirler yazmışlardır. Bunlara, Irak Devleti kurulmadan önce İngiliz sömürge idaresine karşı başlatılan halk ayaklanmasına (1920) katılmış Muhammed Mehdî el-Basîr, Abdülhüseyin el-İzrî, Ali eş-Şarkī ve Muhammed el-Hâşimî gibi devrimci-siyasî şairler de eklenebilir. Bu dönem şairleri arasında, Irak Devleti’nin kurucusu Kral I. Faysal’ın tahta oturmasını kutlayan Zehâvî ve Muhammed Mehdî el-Cevâhirî’nin yanı sıra durumdan memnun olmayan ve manda politikasını eleştiren Ma‘rûf er-Rusâfî de yer alır. Bunlardan Rusâfî ile Zehâvî “sultânü’ş-şuarâ’” unvanını elde etmek için rekabete girmişler ve her fırsatta birbirleriyle kıyasıya mücadele etmişlerdir. Irak edebiyatının iki dünya savaşı arasındaki devrede klasizmin biçim kurallarını kıran romantizmden,


toplumun millî ve içtimaî konularını ele alan objektivizme yöneldiği sırada en popüler konu olan tesettür tartışmalarına bu iki ünlü şair de katılmış ve aralarında şiddetli bir tartışma cereyan etmişti. Ömer Seyfeddin ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi Osmanlı hikâye ve roman yazarlarının etkisi altında kalan yazar Mahmûd Ahmed es-Seyyid de ilk piyes yazarı olarak ortaya çıkmıştır. Hikâye ve piyeslerinde çağdaş fikir akımlarını yansıtan bu yazar daha çok toplum hayatının güldürürken düşündüren sahnelerini işlemiştir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra esen hürriyet ve demokrasi rüzgârları Irak edebiyatını da yeni ufuklara taşıdı. Bazı günlük ve haftalık gazetelerle mizah dergileri edebiyata geniş sayfalar ayırdı. Önderliğini genç şairlerden Abdülvehhâb el-Beyâtî, Nâzik el-Melâike ve Bedir Şâkir es-Seyyâb’ın üstlendiği serbest şiir ekolü, vezin ve kafiyeye sadık kalma noktasından hareket ederek klasik şiir çerçevesini kırıp kendine özgü bir dil ve yeni bir biçimle ortaya çıktı; kısa sürede de yeni bir çığır halinde Irak’tan bütün Arap dünyasına yayıldı. 1958 devriminden sonra başlayan cumhuriyet döneminde ilerici-devrimci şiir hareketinin ilk sıralarında Beyâtî, Kâzım Cevâd, Kâzım es-Semâvî ve Goran yer aldı; Edmon Sabrî, Abdülmelik Nûrî ve Zünnûn Eyyûb da bu akımın nesirdeki temsilcileriydi. Nâzik el-Melâike, komünistlerden ayrıldıktan sonra Bedir Şâkir es-Seyyâb, Hâfız Cemîl, Hâlid eş-Şevvâf ve Şefîk el-Kemâlî ise bu dönemdeki milliyetçi edebiyat akımının önde gelen simalarını oluşturdular. Halkçılık ve halk edebiyatı araştırmaları alanında Bağdat’ta 1962’den sonra Arapça, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Türkçe ve Farsça yayımlanan aylık et-Türâŝü’ş-şaǾbî dergisiyle hem hızlanmış hem de burada ebûziyye, meymer, lavuk ve horyat gibi birçok halk şiiri türünde güzel örnekler yayımlamışlardır. Ayrıca Irak’ta çıkan Arapça, Kürtçe ve Türkmence gazete ve dergiler de sayfalarını şiir ve edebiyat türlerine açtılar. 1968 yöneticileri Kürtler’e siyasî ve kültürel, Türkmenler’le Süryânîler’e de 1970’te yalnız kültürel hak tanıdılar. Böylece bu azınlıklar Bağdat ve Süleymâniye’de çıkarmaya başladıkları çeşitli Arapça-Kürtçe, Arapça-Türkmence ve Süryânîce yayın organlarıyla özellikle Arapça el-Aķlâm, eŝ-Ŝeķāfetü’l-ǾArabiyye ve Âfâķ ǾArabiyye, Kürtçe Rûşenbirî, Türkmence Kardaşlık ve Süryânîce Beynen-Nehreyn dergileriyle edebiyatlarını geliştirmeye ve geniş çapta yaymaya fırsat buldular. Bugün de yeni fikir cereyanlarında kaynaşan çeşitli düşüncelerin temsilcisi Arap ve azınlık edebiyatçıları, farklı konularda geliştirdikleri çeşitli yeniliklerle Irak halkının problemlerine çözüm getirmeye çalışmaktadırlar. İlgi alanları ve sayıları gittikçe artan Iraklı edebiyatçılar arasında başlıca hikâye ve roman yazarları Ca‘fer el-Halîlî, Abdülmecîd Lutfî, Gāib Tu’me Fermân, Abdullah Niyâzî, Abdurrahman er-Rubey‘î, Cum‘a el-Lâmi‘ ve Mûsâ Kiredî; tiyatro yazarları Âdil Kâzım, Yûsuf el-Ânî, Muhiddin Zengene ve Muhammed Münîr Âl-i Yâsîn; şairler ise Muhammed Mehdî el-Cevâhirî, Hamîd Saîd, Sa‘dî Yûsuf, Bülend el-Haydarî, M. Cemîl Şeleş, Abdülvehhâb el-Beyâtî, Fevzî Kerîm, Sâmî Mehdî, Muhammed Hüseyin Âl-i Yâsîn, Abdüllatîf İteymiş, Abdürrezzâk Abdülvâhid; dilcilikte Mustafa Cevâd, İbrâhim es-Sâmerrâî, Mehdî el-Mahzûmî ve Muhammed Behcet el-Eserî; edebiyat eleştirisinde eŝ-Ŝeķāfetü’l-cedîde dergisinin kurucusu ve başyazarı Salâh Hâlis, Muhsin Câsim el-Mûsevî,


Kâmil el-Basîr, Fâzıl Tâmir ve İnâd Gazvân; tercüme alanında Gāib Tu’me Fermân, Celîl Kemâleddin, Selîm Tâhâ et-Tikrîtî, Yûsuf Ya‘kūb el-Haddâd ve M. Cemîl Rojbeyânî zikredilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Cumahî, Fuĥûlü’ş-şuǾarâǿ, I, 32; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 36, 83, 99, 132, 178, 281; İbn Kuteybe, Edebü’l-kâtib (nşr. Max Grünert), Beyrut 1967, s. 205, 281, 315, 398; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Beyrut 1406/1986, II, 68; İbnü’l-Enbârî, el-İnśâf fî mesâǿili’l-ħilâf beyne’n-naĥviyyîne’l-Baśriyyîn ve’l-Kûfiyyîn (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1953, s. 4-7; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, X, 20; XII, 40-45; XVIII, 165; XIX, 157; Sîrâfî, Aħbârü’n-naĥviyyîn ve’l-Baśriyyîn, Kahire, ts., s. 13; Merzübânî, el-Müveşşaĥ, Kahire 1965, s. 62; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 60, 120; Ebû Hayyan et-Tevhîdî, el-İmtâǾ ve’l-müǿânese (Ahmed Emîn - Ahmed ez-Zeyn), Beyrut 1373/1953, II, 4 vd.; Seâlibî, Yetîmetü’d-dehr, III, 104; Şehristânî, el-Milel ve’n-niĥal, Kahire 1317/1899, I, 40; Kemâleddin el-Enbârî, Nüzhetü’l-elibbâǿ (nşr. M. Ebü’l-Fazl), Kahire 1386/1967, s. 3-4, 11; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, V, 98; İbn Hallikân, Vefeyât, V, 178-189; Süyûtî, Buġyetü’l-vuǾât, s. 247, 284; a.mlf., el-Müzhir, II, 247; Tâhâ Hüseyin, Min Ĥâdiŝi’ş-şiǾr ve’n-neŝr, Kahire 1936, s. 80-123; Muhammed Kürd Ali, Ümerâǿü’l-beyân, Kahire 1937, II, 311-487; Ahmed Emîn, Đuĥa’l-İslâm, Kahire 1938, I, 408-424; III, 127-141; Hannâ el-Fâhûrî, Târîħu’l-edebi’l-ǾArabî, Beyrut 1953, s. 310-311, 365, 373-430, 439, 478, 482-555, 562, 596-718, 720, 739-756, 870, 874, 892-938, 980-1030; Ca‘fer Âl-i Mahbûbe, Medînetü’n-Necef ve ĥâżiruhâ, Necef 1954, s. 16, 402-423; Ziriklî, el-AǾlâm, I, 240; Abbas el-Azzâvî, Târîħu’l-ǾIrâķ beyne’l-İħtilâleyn, Bağdad 1955, VI, 247; VII, 131; Tâhâ Bâkır, Muķaddime fî târîħi’l-ħađâreti’l-ķadîme, Bağdad 1955, s. 460; Hamîd Araslı, MaŧlaǾü’l-iǾtiķād ve’l-ķaśâǿidü’l-ǾArabiyye, Bakü 1958, bk. Önsöz; Mârun Abbûd, Edebü’l-ǾArab, Beyrut 1960, s. 215-217; İsmâil Müzhir, Târîħu’l-fikri’l-ǾArabî, Kahire 1962, s. 152-173; İbrâhim Dakūkī, Fünûnü’l-edebi’ş-şaǾbi’t-Türkmânî, Bağdad 1962, s. 31; a.mlf., Irak Türkmenleri, Ankara 1970, s. 31-36; a.mlf., “Melhametü Leylâ ve’l-Mecnûn li-Fużûlî el-Baġdâdî”, el-İħâǿ (Kardeşlik), sy. 3, Bağdad 1960, s. 6-7; a.mlf., “el-Edebü’t-Türkiyyü’l-muǾâśır”, ǾÂlemü’l-fikr, XIII/2, Küveyt 1982, s. 57-92; Enîs el-Makdisî, el-Edebü’l-ǾArabiyyü’l-ĥadîŝ, Beyrut 1964, s. 64, 328; Emtanyos Mihail, Dirâsât fi’ş-şiǾri’l-ǾArabiyyi’l-ĥadîŝ, Beyrut 1968, s. 31, 38, 238, 277; Şevkī Dayf, el-Medârisü’n-naĥviyye, Kahire 1968, s. 5-8, 153-155, 173-185, 245-247; C. Avvâd, MuǾcemü’l-müǿellifîne’l-ǾIrâķıyyîn, Bağdad 1969, I, 84, 113; II, 348; III, 265; Corci Zeydan, Târîħu’l-ǾArab ķable’l-İslâm, Beyrut 1969, s. 52-54; Alessio Bombaci, Iran and Islam, Edinburgh 1971, s. 105; Avnüşşerîf Kāsım, ŞiǾrü’l-Baśra fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Beyrut 1973, s. 62-64, 80, 87, 89, 112; Abdülazîz Atîk, el-Medħal ilâ Ǿilmi’n-naĥv ve’ś-śarf, Beyrut 1974, s. 131-132; Sâlah Mustafa el-Fevvâl, el-Muķaddime li-Ǿilmi’l-ictimâǾi’l-ǾArabî ve’l-İslâmî, Kahire 1982, s. 56-57; Takī ed-Debbâğ, Ĥađâretü’l-ǾIrâķ, Bağdad 1985, I, 140; Fâzıl Abdülvâhid, “el-Edeb”, el-Ĥađâretü’l-ǾIrâķıyye, Bağdad 1985, I, 330-331; M. Abdülmün‘im Hafâcî, el-Edebü’l-ǾArabiyyü’l-ĥadîŝ, Kahire 1985, I, 40-42; Ca‘fer el-Halîlî, MevsûǾatü’l-Ǿatebâti’l - muķaddese: ķısmü’n - Necef, Beyrut 1407/1987, VII, 16, 18, 25; B. M. Memmedeliyev, Kûfe Gramatika Mektebi, Bakü 1988, s. 5-7; M. Beyyûmî Mehrân, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-ķadîm, İskenderiye 1990, s. 31, 56, 68, 247, 352, 420-429; Ch. Pellat, “ǾIrāķ”, EI² (İng.), III, 1261-1265.

İbrahim Dakukī





2. Eğitim ve Öğretim.

Birçok eski medeniyete beşiklik etmiş olan Irak eğitim öğretim tarihi açısından zengin bir geçmişe sahiptir. Elde edilen kazı sonuçlarından ve özellikle çivi yazılı tabletlerden bu faaliyetlerin Sumerler zamanına kadar uzandığı anlaşılmaktadır (m.ö. 3000). Genellikle devlete kâtip yetiştirmek için kurulan ilk eğitim müesseseleri tapınakların yanında âdeta onların birer bölümü gibi inşa ediliyordu. Tabletler üzerinde yapılan çalışmalarda, düzenli yazı yazma yeteneğini geliştirmek için öğrencilere idarî ve ekonomik bilgiler ihtiva eden ödevler veriliyordu. Eğitim ağırlıklı olarak teoloji, botanik, temel matematik, edebiyat, astronomi ve mûsiki alanlarında yapılıyordu. Okullarda bu ilim dalları ve toplum hakkındaki değişik bilgiler tabletler aracılığıyla toplanıp arşivleniyor ve okudukları sürece öğrencilere aktarılıyordu. Asur Kralı Assurbanipal (m.ö. 668-626 [?]), Ninevâ şehrinde dünyanın ilklerinden biri sayılan büyük bir kütüphane kurdu. Burada ilm-i nücûm, teolojik bilgiler, mâbut listeleri, masallar, avcılık ve kralların kahramanlıklarına dayanan mitolojik eserlerden oluşan birçok Sumerce ve Akkadca tablet bir araya getirilmişti. Grek kültürü ile milâttan önce 331’de tanışan Irak daha önce Medler ve Persler aracılığıyla İran kültürünün etkisi altına girmiş, Gassânîler ve Lahmîler yoluyla da bölgenin Câhiliye Arap kültüründen haberdar olmuştu. Bizans ve Sâsânî imparatorluklarının hâkimiyeti altındaki bu iki Arap devletinin başşehirleri Enbâr ve Hîre’de zengin ailelerin çocukları evlerde eğitim görüyorlardı (Cevâd Ali, VIII, 294-295). Özellikle Enbâr civarına yerleşen bazı Arap kabileleri çocuklarını kültür ocakları denilebilecek yerlerde eğitiyorlar (Taberî, III, 375), bazıları ise daha çok şiir, edebiyat ve yazı alanını içeren eğitimlerini kendi imkânlarıyla veriyorlardı (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XI, 54). Hâlid b. Velîd Enbâr’ı fethettiğinde burada halkın yazı yazmayı bildiğini görmüştü. İslâmiyet öncesi dönemde genellikle mâbed, ocak ve evlerde verilen eğitim İslâm fetihlerinden sonra camilere kaydı.

Irak’ın fethinden sonra kurulan Basra ve Kûfe şehirleri kısa sürede askerî, siyasî, kültürel ve ekonomik merkezler haline geldikleri gibi aynı zamanda birer eğitim merkezi de oldular. Kûfe’ye yerleşen sahâbîlerden ilmî otoritesiyle sivrilen Abdullah b. Mes‘ûd’un 4000 civarında öğrenci okuttuğu rivayet edilir. Sahâbe ve tâbiîn döneminde Irak’ta başlatılan Kur’an ilimlerine ve sünnete dayalı eğitim daha sonra diğer dinî ilimlerle zenginleştirildi; II. (VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren de özellikle Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin çabalarıyla sistemleştirilerek bir ekol haline getirildi. Abbâsîler devrine girerken Hicaz ekolüne (ehl-i hadîs) karşı Irak ekolü (ehl-i re’y) doğdu. Hicaz ve Irak ekollerinin ihtilâfı daha ziyade bilgi kaynağı farkına dayanmakla birlikte aralarında bazı usul farkları da bulunmaktaydı. Iraklılar Medine örfünü kaynak saymadıkları gibi hadis malzemeleri de azdı; mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yapıyor ve re’y ictihadına daha fazla yer veriyorlardı. Basra ve Kûfe’de çeşitli Arap kabileleriyle birlikte çoğunluğu Farsça konuşan başka unsurlar da bulunuyordu. Araplar’ın bunlarla ilişkileri sonucunda hayat tarzlarında bazı değişmeler ve dillerinde bozulmalar ortaya çıktı. Bu farklılık Kur’an okunmasında da kendini gösterdi. Önce Basra, daha sonra da Kûfe âlimleri bu dil problemini ortadan kaldırmaya, Arapça’nın yabancılar tarafından öğrenimini kolaylaştırmak için gramerini ilmî usullere dayalı kurallarla belirlemeye koyuldular. Böylece Irak toprakları üzerinde önce Basra’da, bir asır sonra da Kûfe’de başlayan bu hareket üç asır devam etti ve prensipleri, meselelere bakış tarzları açısından gösterdikleri farklılıklar, aralarındaki ihtilâflar ve rekabet yüzünden Basriyyûn ve Kûfiyyûn adlarıyla anılan iki ayrı ekol halinde gelişti.

II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru Bağdat İslâm kültür ve eğitim merkezlerinin en önemlilerinden biri durumuna geldi ve camilerin dışında yüksek öğretim alanında ilk müessese burada açıldı. Abbâsî Halifesi Me’mûn (813-833), Bağdat’ta tercüme merkezi olarak faaliyette bulunmasının yanı sıra bir akademi ve halka açık kütüphane vazifesi gören Beytülhikme’yi kurdu; Hizânetü’l-hikme ve Hizânetü’l-kütüb denilen kütüphaneler de bu dönemde hizmet veren diğer eğitim müesseseleri olarak kabul edilebilir. Beytülhikme, kütüphaneler, mescidler ve özel öğretim kurumlarında birçok âlim, edebiyatçı, şair, muhaddis ve kurrânın yanı


sıra ünlü eğitimciler de yetişti. Bu medreselerde okutulan bilgiler tefsir, kıraat, hadis, kelâm, nahiv, sarf, belâgat ve edebiyatı içine alan naklî ilimlerle felsefe, hendese, astronomi, astroloji, müzik, tıp, kimya, matematik, tarih ve coğrafyayı içine alan aklî ilimler olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Abbâsîler döneminde Bağdat Şîa, Mu‘tezile, Selefiyye ve Eş‘ariyye gibi belli başlı kelâm mekteplerinin serpilip geliştiği en önemli kültür merkezlerinden biriydi. Aynı şekilde burada yapılan fıkıh çalışmaları da özelde Kûfe ve Bağdat’ın, genelde Irak’ın İslâm hukuku dalında seçkin bir mevkiye sahip olmasına yol açmıştı. II. (VIII.) yüzyılın ortalarına doğru kurulmaya başlayan fıkıh mezheplerine Irak’ın katkısı bölgenin İslâm kültürü açısından gelişmişliğine işaret etmektedir. Kelâm âlimlerinden Mu‘tezilîler’in en büyük kelâmcısı Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ilk akla gelen isimdir. Ebû Amr b. Alâ Basra ekolünü, Mufaddal ed-Dabbî de Kûfe ekolünü temsil eden diğer önemli şahsiyetlerdi. Edebiyat alanında ansiklopedik eserler veren Câhiz öncelikle zikredilmelidir. el-Eġānî adlı kitabını mûsikinin seçilmiş 100 sesinin ritmine göre kaleme alan, Arap yazı üslûbuna yenilikler getiren ve eserinde çağının sosyal hayatının izlerini aksettiren Ebü’l-Ferec el-İsfahânî de bu alanda zikredilmesi gereken diğer bir şahsiyettir.

Irak aklî ilimler alanında önemli kişiler yetiştirmiştir. Mantık, felsefe, matematik, müzik ve astronomi dallarında çalışmalar yapmış olan Ya‘kūb b. İshak el-Kindî ile felsefe dünyasında Muallim-i Sânî unvanını taşıyan Fârâbî bunların başında gelir. Abbâsîler döneminde yetişen tıp alanındaki ünlülerin arasında, Bağdat tabiplerini imtihana tâbi tutan Sinân b. Sâbit b. Kurre ile eserleri Avrupa ülkelerinde okutulan Ebû Bekir er-Râzî zikredilebilir. Bu faaliyetlerin gelişmesinde ilim adamlarına sağlanan ilmî ve fikrî hürriyetin önemli rolü vardı. Bağdat’ta özellikle Büveyhîler zamanında siyasî ve iktisadî durumun kötü olmasına rağmen birçok genel kütüphanenin yanında özel kütüphaneler de bulunuyordu. Klasik kaynaklar, Halife Mu‘tasım-Billâh’ın kütüphanesinde 10.000 kitabın mevcut olduğuna işaret eder. Büveyhî devrinin ünlü veziri Sâhib b. Abbâd’ın kütüphanesini de ancak 400 devenin taşıyabildiği rivayet edilir (İbnü’l-Esîr, VII, 211). Büveyhîler’den Muizzüddevle’nin oğulları Bahtiyâr ve Habeşî kitap meraklısıydılar. Bahtiyâr’a karşı başkaldıran Habeşî yenilip serveti müsadere edildiğinde kütüphanesinden 15.000 cilt kitap çıkmıştı. Kütüphaneler yapılan bağışlarla genişliyordu. Necef şehrinde Meşhed-i Ali’de mevcut olan kütüphaneye çeşitli zamanlarda Adudüddevle gibi sultanlar ve emîrler, vezirler, âlimler tarafından önemli miktarda kitap bağışlanmıştı. Adudüddevle tarafından Bağdat’ta büyük meblağlar harcanarak yaptırılan hastahanenin de (Bîmâristân-ı Adudî) bir kütüphanesi vardı. Irak’ta kurulan gerçek anlamda ilk yüksek öğretim müessesesi, Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk tarafından önce Bağdat’ta (1065-1067), daha sonra çeşitli şehirlerde açılan Nizâmiye medreseleridir. İslâm tarihindeki ilk çekirdek üniversiteyi teşkil eden bu medrese, halk arasında Bâtınî faaliyetlere karşı Sünnîliği korumak ve yaymak amacıyla kurulmuştu; devrin en ünlü âlimlerini bünyesinde topluyordu ve aynı zamanda zengin bir kütüphaneye sahipti. Öğrencilerin yeme içme ve barınma ihtiyaçlarının ücretsiz karşılandığı bu medrese Avrupa’nın ilk üniversitelerine örnek oluşturmuştur. Sünnî Müslümanlığın gelişmesinde büyük tesiri olan Nizâmiye medreseleri hususi mahiyette kurulduğu halde Nizâmülmülk, daha sonra bunları devletin teftiş ve himayesi altında işleyen resmî tahsil müesseseleri şekline sokmak suretiyle din terbiyesi ve öğretiminde inkılâp yapmış ve bu okulların usul ve programları uzun süre devam etmiştir. Halife Müstansır-Billâh’ın kurduğu Müstansıriyye de önemli medreselerden biridir.

Abbâsîler döneminde Irak’ta halifelerin sarayları ile vezir ve emîrlerin konaklarında ilim meclislerinin kurulması dönemin önemli eğitim ve öğretim faaliyetleri arasında sayılabilir. Halifelerin ve diğer önemli devlet adamlarının huzurunda yapılan bu toplantılarda ilmî çalışmalar ve tercüme faaliyetleri büyük gelişme göstermiş ve aklî ilimler dinî ve lisanî ilimler gibi itibar görmüşlerdi. İmam Gazzâlî, Nizâmülmülk’ün huzurunda yapılan münazarada kazandığı başarıdan dolayı Nizâmiye Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmişti (a.g.e., X, 81).

Irak’ta medreselerin kuruluşu mescid, hankah, zâviye, bîmâristan ve evlerde eğitim ve öğretim faaliyetlerinin devamına engel teşkil etmemişti. Özellikle Bağdat’ta birçok tabip, mühendis ve matematikçi evlerinde talebelerine ders veriyordu. Klasik tarih kaynakları ve seyahatnâmelerde Irak medreselerinin kuruluşu, hocalarının durumu, eğitim sistemi, araç ve gereçleri hakkında çeşitli bilgiler vardır. Abbâsîler döneminden itibaren ortaya çıkmaya başlayan sahaflar da büyük önem taşıyordu. Kitap alıp satılan bu dükkânlar aynı zamanda kültür alışverişi yapılan birer eğitim ve öğretim müessesesi görevi yapıyordu. Hayatının büyük bölümünü Irak’ta geçiren Câhiz kitapçı dükkânlarını kiralar, kitaplardan faydalanmak için orada gecelerdi (Yâkūt, IV, 56). Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Ebû Nasr ez-Zeccâc ve Yâkūt el-Hamevî kitapçı dükkânlarından faydalanan diğer âlimlerdi (a.g.e., V, 157-158). İbnü’l-Cevzî, kendi zamanında Bağdat kitapçılar çarşısını âlim ve şairlerin oturup kalktığı bir yer olarak tavsif eder (Menâķıbu Baġdâd, s. 26). Medreselerin yanında evlerde kurulan kütüphaneler o kadar çoğalmıştı ki âdeta bunlar müştemilâttan sayılıyordu.

Bağdat Moğollar’ın eline geçtikten sonra Irak’taki eğitim ve kültür merkezlerinden birçoğu tahrip edilmiş, âlimler de ya öldürülmüş ya da Irak dışına kaçmaya mecbur bırakılmıştı. VIII-IX. (XIV-XV.) yüzyıllarda yazılan bütün Arap kaynakları, Irak düşünür ve bilginlerinin Horasan ve Mâverâünnehir’den Suriye, Mısır ve Kayrevan’a kadar uzanan geniş bir sahaya yayıldıklarını kaydeder. Ayrıca Irak’taki cami, medrese ve evlerde bazı hocaların faaliyetlerine rastlamak mümkündü; ancak bütün bunlara rağmen Irak medreseleri IX. (XV.) yüzyıldan itibaren gerilemiş ve çoğu kapatılmıştı. Bu dönemden sonra Iraklı âlimler artık daha ziyade Mısır ve Suriye’den gelen çeşitli araştırma ve bilim eserlerine hâşiye yazmakla yetinmişlerdi. Irak eğitim ve öğretimi VIII. (XIV.) yüzyılın ortalarına doğru tamamen tekke, zâviye ve camilere çekilmişti.

Çeşitli kaynaklarda Osmanlı hâkimiyetine geçtiği sırada Irak’ta kırk dokuz medresenin bulunduğu kaydedilir. Eğitim sistemi üç aşamalı idi. Bunların ilkinde Arap dili, belâgat ve kelâm dersleri verilir, başarı gösteren talebelere ayrıca Muķaddime, el-Elfiyye ve Muġni’l-lebîb okutulurdu. İkinci aşamada fıkıh ve fıkıh usulü ile araştırma metotları öğretilir, üçüncü aşamada ise ders programı takip edilmez, okul dışından gelen hocalardan çeşitli bilim dallarında konferanslar dinlenir ve sonra da icâzet alınırdı. Veliler, perşembe günleri toplandığı için adına “hamîsiyye” denilen yardımlarla okul masraflarına katılırlardı. Tanzimat devrinde girişilen ıslahat sürecinde eğitime de önem verilmiş, devletin birçok vilâyetinde askerî okulların yanı sıra mülkiye okulları da açılmıştı. Osmanlılar’ın eğitimdeki bu yenileme süreci Irak’a Vali Midhat Paşa


döneminde (1869-1872) ulaştı. Irak’ın üç vilâyeti Musul, Bağdat ve Basra’yı birbirine bağlayarak merkezî bir otorite kuran Midhat Paşa Bağdat’ta önce askerî, arkasından mülkî rüşdiyeyi açtı. Ancak halk bu okullara değil 1871’de kurulan sanayi mektebine büyük ilgi gösterdi. Midhat Paşa’dan sonra gelen Vali Redif Paşa da modern resmî eğitim sistemini uygulamaya devam etti ve Bağdat’ta ilk erkek lisesini açtı. 1880’den sonra Bağdat’ın dışında da modern okullar kuruldu. 1889’dan sonra önce Bağdat’ta, ardından bütün büyük şehirlerde ilkokullar açıldı ve giderleri vilâyet tahsisatına ilâveten ziraî ürünlerden alınan verginin % 5’i ile karşılandı. Irak’ta II. Meşrutiyet’ten önce eğitim alanında iki önemli adım atılmıştı; bunlar 1889’da Bağdat’ta ilk kız rüşdiyesinin, arkasından da Bağdat, Musul ve Basra’da ilk öğretmen okullarının açılması idi. Irak’ın öğretim alanında önemli yeri olan bu faaliyetlerin aynı zamanda hem cüret hem de ileri görüş mahsulü sayılmaları gerekir. 1908 yılının Eylül ayında yine Bağdat’ta açılan Hukuk Mektebi de memleketin başta idarî kadrosu olmak üzere büyük bir ihtiyacını karşılamıştı.

Osmanlılar devrinde, modern eğitim kurumlarının açıldığı I. Meşrutiyet dönemine kadar öğretim genellikle mahallî dillerde yapılıyordu. I. Meşrutiyet’ten itibaren ise öğretim dili resmen Türkçe olmakla birlikte uygulamada Arapça da varlığını sürdürdü. Öğretim dilinin sadece Arapça olduğu ilk okulu, Musullu avukat ve gazeteci Süleyman Feyzî 27 Ekim 1908’de Basra’da Feyziyye adıyla açtı ve bu tarihten sonra açılan bütün okullar Türkçe-Arapça veya yalnız Arapça eğitim verdi. Bu arada misyoner kuruluşları ve elçilikler yoluyla yabancı dilde eğitim yapan özel okullar açıldı. Bütün Irak okulları merkezî idare yöntemiyle Osmanlı Maarif Nezâreti’ne bağlı idi. İngilizler I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra Basra’yı işgal edince (22 Kasım 1914) bütün okulları kapattılar; Türk öğretmenler de Osmanlı ordusuyla birlikte Kûtül‘amâre bölgesine çekildiler. Uzun bir müddet kapalı kalan okullar, Basra âyanının İngiliz hâkimi Sir Berci Cooks’a başvurması üzerine 1915 öğretim yılından itibaren tekrar açıldı. İlkokullarda önce molla denilen din adamları bütün öğrencilere tek sınıfta ders okuttu; öğretmen okulundan mezun öğretmenler 1916 yılından itibaren modern eğitim sistemine göre sınıfları birbirinden ayırmak suretiyle eğitime başladılar. 1921’de Irak Devleti kurulduktan sonra modern eğitim sistemine çok önem verildi ve bütün okullarda yalnız Arapça tedrîsat yapıldı. Ayrıca her vilâyet merkezinde bir lise ile bazı önemli merkezlerde meslek okulları açıldı. Irak eğitim öğretimi 1922-1927 yılları arasında genel müdürlüğe Sâtı‘ el-Husarî’nin tayiniyle yeni bir döneme girdi. Husarî, sistemi ilmî metotlara ve modern eğitim esaslarına göre yeniden ele aldı ve Iraklılar’da millî şuuru güçlendirmeyi, onları Arap birliğinin sağlanmasının gerektiğine inandırmayı hedef edindi; ilk iş olarak da dil ve tarih birliğine yönelik programlar koydu. Ancak bu faaliyetlerden İngiliz manda idaresi rahatsız oldu ve 1927’de onu görevinden ayrılmaya mecbur etti.

1932’de bağımsızlığına kavuşan Irak millî bir eğitim politikası belirleyerek bütün yabancı okulları Maarif Nezâreti’ne bağladı ve bir eğitim konseyi oluşturdu. Bu konseyin başına getirilen Colombia Üniversitesi profesörlerinden P. Monroe eski programları değiştirerek yeni bir sistem geliştirdi ve eğitim öğretimi yalnız devlet memuru yetiştirmekten kurtardı. Özellikle eski eğitimcilerin karşı çıktıkları bu program büyük bir titizlikle uygulandı ve bu çerçevede Irak’ın dört bir yanında ilk, orta, lise ve öğretmen okulları başta olmak üzere çeşitli meslek okulları açıldı. 1931-1932 öğretim yılında 314 erkek ve 67 kız okulu bulunurken bu rakam 1956-1957 öğretim yılında toplam 1046 erkek, 226 kız ve 532 karışık okula ulaştı. Bu okullarda 11.151 erkek ve 3519 bayan öğretmen görev yapıyordu. Önceleri Bağdat, Musul ve Basra bölgelerine ayrılmış olan eğitim öğretim sistemi, 1935 ders yılında faaliyetlerin gelişmesine paralel olarak on dört bölgeye ayrıldı. Fakat ertesi yıl okulların bütün istek ve ihtiyaçlarını karşılayamayan bu bölge sistemi kaldırılarak her vilâyette ayrı bir eğitim müdürlüğü ihdas edildi.

Irak’ın ilk yüksek öğretim kurumu Osmanlılar’ın 1908’de açtıkları Bağdat Hukuk Mektebi’dir. Bunu zaman içerisinde yine Bağdat’ta 1923’te Tıp ve Eczacılık Mektebi, 1942’de Mühendislik, 1946’da İlâhiyat, 1947’de Ticaret ve Ekonomi, 1949’da Fen ve Edebiyat, 1950’de Ziraat fakültelerinin açılması takip etti; ayrıca 1945’te Kraliçe Aliye Kız Enstitüsü, 1947’de Güzel Sanatlar Enstitüsü ve Irak Bilimler Akademisi kuruldu. Irak’ta ilk üniversite 1924’te Bağdat’ta kurulan Âlü’l-beyt Üniversitesi’dir. 1952’de UNESCO tarafından Irak’a gönderilen uzmanlar, buradaki eğitim sistemini inceleyerek bir raporla birlikte önerilerini devlet yetkililerine sunmuşlardı. Irak’ta Câmiatü’l-hikme adlı ilk modern üniversite 1956’da kuruldu. Bunu 1958’de kurulan ve birçok fakülte, enstitü ve koleji içine alan Bağdat Üniversitesi takip etti. Kısa zamanda gelişerek ülkenin bilimsel ihtiyacını karşılayan en önemli müesseselerden biri haline geldi. Bu üniversitenin öğretim üyesi kadrosunun önemli bir kısmını, Irak Devleti’nin kuruluşunun ilk yıllarında yabancı ülkelerde okuyan ve kariyer yapan hocalar oluşturuyordu.

Irak’ta Osmanlı döneminde başlayan yüksek öğretim dili Türkçe idi. İngilizler Irak’a hâkim olunca bunun yerini Arapça aldı; ancak yeni açılan fen fakültelerinde İngilizce tedrîsat yapılıyordu. 1970’te yürürlüğe giren 132 sayılı Yüksek Öğretim ve Bilimsel Araştırmalar Bakanlığı Kuruluş Kanunu’nun 22. maddesinde öğretim dili olarak Arapça kabul edilmiş, diğer dillerde öğretim yapmak ise üniversiteler arası konseyin onayına bırakılmıştı. Bu karar, Yüksek Öğretim ve Bilimsel Araştırmalar Bakanlığı’nın onaylamasıyla 1977-1978 öğretim yılından itibaren her kategoride tek bir ders yabancı dilde okutulmak üzere uygulanmıştı. Irak’ta 1968-1969 yılından sonraki eğitim öğretim faaliyetlerinin en önemlisi, Bağdat’taki misyoner eğilimli Câmiatü’l-hikme’nin yabancı kadrosunun Araplaştırılmasıdır. Ayrıca 1975’te birçok enstitü ve meslek okulu bir araya getirilerek modern bir teknoloji üniversitesi kuruldu. Fen ilimleriyle ilgili terimlerin öğretiminde problemler çıktıysa da çeşitli bilimsel kurullarla bunlar ortadan kaldırıldı. Irak Bilimler Akademisi’nin yabancı terimlerin Arapça karşılığını bulmakta önemli çabaları oldu. Bünyesinde çeşitli bilimsel kuruluş temsilcilerini bulunduran bu kurumun en önemli çalışma alanı Arap dilini koruyup geliştirmek ve yabancı terimlere karşılık bulmaktı. Fen bilimleriyle ilgili olanların hemen hemen tamamında kullanılan terimlerden yaklaşık 2500 kadar yabancı kelime Arapça’ya kazandırılmış ve 3000 kadarının da kullanımı Arapça’ya uygun hale getirilmişti. Irak’ın ilk özel üniversitesi Hukuk, İngilizce, Arap Dili ve Edebiyatı ve Tarih bölümlerini içine alan ve 1963’te Öğretmenler Sendikası tarafından kurulup 1974’te devlete devredilen Batı tarzındaki Müstansıriyye’dir. Bu üniversitelere ilâveten 1988’de Bağdat’ta Saddam İslâm İlimleri Üniversitesi açılırken ayrıca Basra (1972), Kûfe (1986), Musul (1977), Tikrît (1987),


Remâdî (1988), Hille (1988), Kādisiye (1988) ve Erbil’de de (1975) yeni üniversiteler kurulmuştur. İran-Irak Savaşı sonucunda iktisadî durumu iyice yıpranan Irak’ta yeni kurulan üniversiteler özel olup paralı eğitim yapmaktadır; bunların başlıcaları Bağdat’taki Râfideyn, Türâs ve Mansûr ile Basra’daki Körfez Üniversitesi’dir.

Irak’ta 1979 yılında çıkarılan bir kanunla okuma yazma seferberliği başlatıldı ve o zamana kadar % 42 olan okur yazar oranı en ücra köylere kadar ulaştırılan bu faaliyet neticesinde % 100’e yaklaştırıldı.

16 Nisan 1920’de Selâm adıyla Bağdat’ta kurulan kütüphane 1924’te Millî Kütüphane adıyla yeniden düzenlenmiştir; bugün burada çeşitli yerlerdeki şubeleriyle birlikte 1 milyona yakın kitap bulunmaktadır. 1930’lu yıllardan sonra Irak’ın bütün vilâyetlerinde birer genel kütüphane kurulmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Sa‘d, el-Ŧabaķāt, bk. İndeks; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), bk. İndeks; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, XI, 54; XVI, 106; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 66-69, 357; İbnü’l Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; İbnü’l-Cevzî, Menâķıbu Baġdâd, Bağdad 1921, s. 26; Yâkūt, MuǾcemü’l-üdebâǿ, IV, 56; V, 157-158; İbnü’t-Tıktakā, el-Faħrî, bk. İndeks; İbn Hallikân, Vefeyât, bk. İndeks; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, bk. İndeks; Gustave Lebon, Ĥađâretü’l-ǾArab (trc. Âdil Züaytır), Kahire 1928, s. 525 vd.; Hasan Avn, el-ǾIrâķ ve mâ tevâlâ Ǿaleyh min ĥađârât, İskenderiye 1952; Nâsırüddin el-Esed, Meśâdirü’ş-şiǾri’l-Câhilî, Kahire 1962, bk. İndeks; Saîd ed-Dîvecî, Medârisü’l-Mevśıl fi’l-Ǿahdi’l-ǾOŝmânî, Bağdad 1964; Âide Süleyman Ârif, Medârisü’l-fenni’l-ķadîm, Beyrut 1392/1972, s. 65-87; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, bk. İndeks; M. Hüseyin ez-Zebîdî, Melâmiĥ mine’n-neĥđati’l-Ǿilmiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-ķarneyni’r-râbiǾ ve’l-ħâmisi’l-hicriyyeyn, Bağdad 1980; a.mlf., “el-Merâkizü’ş-şeķāfiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-ķarneyni’r-râbiǾ ve’l-ħâmisi’l-hicriyyeyn”, Mecelletü’l-Müǿerriħi’l-ǾArabî, XX, Bağdad 1981, s. 202-220; Ahmed Matlûb, Ĥareketü’t-taǾrîb fil-ǾIrâķ, Bağdad 1983, s. 210-220; Ĥađâretü’l-ǾIrâķ (nşr. Dârü’l-Hürriyye), Bağdad 1985, I-XIII; C. Avvâd, Ħazâǿinü’l-kütübi’l-ķadîmiyye fi’l-ǾIrâķ, Beyrut 1986, s. 18, 30, 196, 256; M. Şemseddin Günaltay, Yakın Şark: Elâm ve Mezopotamya, Türk Tarihinin İlk Devirleri, Ankara 1987, s. 393-404, 583; Müreyzin Saîd Müreyzin Useyrî, el-Ĥayâtül-Ǿilmiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Mekke 1407/1987, s. 49, 180-189; İsmail Erünsal, “İslâm Medeniyetinde Kütüphaneler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XIV, 211-230, 244-245; S. N. Kramer, Tarih Sümer’de Başlar (trc. Muazzez İlmiye Çığ), Ankara 1990, s. 1-16, 158, 195-198, 284-287; Îd Mer‘î, “el-Kitâbe ve’t-taǾlîm fî bilâdi’r-râfideyn”, Dirâsât târîħiyye, XLIII-XLIV, Dımaşk 1992, s. 7-42.

Âdil Câsim el-Beyâtî





3. Mimari.

Irak’ta İslâm mimarisi altın çağını Abbâsî, Selçuklu ve Atabekler döneminde yaşamış, ancak bu eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Başlangıçta Mezopotamya kültürlerinden, özellikle Bâbil mimarisinden etkilenen Abbâsî sanatı Sâmerrâ ile birlikte Türk dünyasına açılmış, Bağdat Tuğrul Bey’den sonra Selçuklu âbideleriyle donatılmıştır. Osmanlı döneminde yapılan ve günümüzde bu kültürün temsilcisi olan mimari eserler daha çok mahallî üslûpla ele alınmış küçük ölçüde iddiasız yapılardır; XVIII. yüzyıl sonrası dış süslemelerinde İran etkisi görülür.

Irak’ın İslâm topraklarına katılmasından hemen sonra kurulan Kûfe ve Basra’ya Abbâsîler zamanında Rakka ve Sâmerrâ eklenmiş, ancak asıl mimari gelişme yine yeni kurulan Bağdat’ta gerçekleşmiştir. Halife Hârûnürreşîd zamanında binbir gece masallarına da yansıyan ihtişamlı bir hayatın yaşandığı Bağdat, Sultan Melikşah’tan sonra bir Selçuklu şehri karakteri kazanmıştır. Atabekler döneminde ise Musul, Sincar ve Erbil’in birer başşehir olarak varlıklarını sürdürdükleri görülür. Etrafı surlarla çevrilen şehirler cami, medrese, imaret, saray, çarşı, han ve hamamlarla donatılarak ilim, sanat ve ticaret merkezleri haline getirilmiştir. Ancak Irak’ın bu parlak dönemi Moğol istilâsı ile sona ermiş, sadece Celâyirli ve Karakoyunlular zamanında biraz canlanmış, Osmanlı idaresinde de bu canlılığını nisbeten korumuştur. Irak’ta uzun bir zaman diliminde vücuda getirilen İslâm mimarisini şöylece özetlemek mümkündür:

Külliyeler. Irak’taki mimari eserlerde külliyelerin çoğunlukla bir türbe etrafında geliştiği görülür. Bu topraklarda Yûnus, Yûşâ, Şît, Circîs gibi nebîler; Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Mûsâ el-Kâzım gibi Ehl-i beyt’ten zatlarla Şiî imamları; Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf gibi Ehl-i sünnet imamları ve Abdülkādir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ma‘rûf-i Kerhî, Şehâbeddin es-Sühreverdî gibi tasavvuf ehli velîler yatmaktadır. Selçuklu döneminde çoğunun mezarı üzerine birer türbe yapılarak bu mekânlar ziyaret yeri haline getirilmiştir. Genellikle hac yolu üzerinde bulunan türbelerin yanına zamanla ziyaretçi ve görevlilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere cami, medrese, zâviye, tekke gibi yapılar eklenince külliyeler ortaya çıkmıştır.

Bağdat’ta etrafı kale gibi surlarla çevrili olan İmâm-ı Âzam Külliyesi’ne 1935 yılına kadar kule burçlarla desteklenen iki büyük taç kapıyla giriliyordu. Yıkılan surların ve kapıların yerlerinde bugün sembolik nitelikte bir avlu duvarıyla iki kapı bulunmaktadır. Diğer külliyelerde avluya açılan taçkapıların yer aldığı kuşatma duvarları görkemli birer cephe oluşturur (bk. ÂZAMİYE KÜLLİYESİ). Şiîler’ce ihtimam gösterilen külliyelerin cepheleri Safevî ve Kaçar dönemlerinde, Abdülkādir-i Geylânî Külliyesi’ninki ise Irak Cumhuriyeti tarafından kemerleri kademeli nişler, kemer üstlerinden saçağa kadar uzanan tuğla-terrakota, mozaik çini ve kalem işi süslemelerle saray cephelerine benzetilmiştir (bk. ABDÜLKĀDİR-i GEYLÂNÎ KÜLLİYESİ). Şehâbeddin Sühreverdî Külliyesi’nin avluya açılan taçkapısı iki yandan sebil nişleriyle zenginleştirilmiştir. Külliyelerin çoğunda, etrafını çeviren kuşatma duvarlarına yaslanan ve cepheleri avluya bakan iki katlı medrese ve tekke hücreleri mevcuttur. Necef’te Hz. Ali Külliyesi’yle (Meşhed-i Ali) Kerbelâ’da Hz. Hüseyin Külliyesi’nde ikişer, Mûsâ Kâzım Külliyesi’nde dört minare yükselir; Abdülkādir-i Geylânî Külliyesi’ndeki iki minare ise farklı dönemlerde yapılmıştır.

Irak’ta merkezi cami olan Selçuklu külliyelerinin hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Kaynaklarda geçen Selçuka Hatun ve Terken Hatun külliyeleri cami, medrese ve imaret binalarından oluşuyordu. Erbil ve Musul ulucamileriyle Musul Mücâhidî Camii, etraflarında sıralanan külliye yapılarının merkezinde bulunuyordu. Osmanlı döneminde yapılan camilerin çoğu da külliye niteliğindedir. Son cemaat yerinin bir bölümü türbe haline getirilmiş ve diğer yapıları avlu etrafına sıralanmış camilere Bağdat’ta Murâdiyye (Murad Paşa), Âdile Hatun ve Haydarhâne, Musul’da Hizâm, Paşa ve Râbia Hatun camileri örnek gösterilebilir. Külliye binalarının çoğu bugün yıkılmış durumdadır.

Cami ve Mescidler. Tarihî kaynaklardan Irak’ta çok sayıda cami ve mescid inşa edildiği öğrenilmektedir. Ancak XIII. yüzyıla kadar yapılan eserlerin plan ve mimari durumları hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. VIII ve IX. yüzyıllarda Bağdat’ta inşa edilen Halife Mansûr ve Rusâfe camileriyle IX. yüzyılda Sâmerrâ’da yapılan Mütevekkiliyye (Sâmerrâ Ulucamii) ve Ebû Dülef camileri dikdörtgen revaklı bir avlu önünde neflerden oluştukları, yine Bağdat’ta bulunan Sultan Tuğrul Bey ve Melikşah camilerinin ise İran’daki Selçuklu camileri gibi mihrap önü kubbeli ve avlulueyvanlı plan şemasına sahip olduğu sanılmaktadır. Selçuklular


zamanında inşa edilip yalnız minareleri günümüze kadar gelebilen Bağdat Halife ve Zümrüd Hatun camileriyle Kumriyye (Kameriyye) Camii, Osmanlı döneminde çok kubbeli cami planında yeniden yapılmıştır. Harimleri altışar kubbeyle örtülen bu camilerin yanı sıra İmam Âkūlî ve Saray camileri de onar kubbeli harimleriyle aynı gruba girer. Hepsi dikdörtgen planlı olup iç mekânları pâyelerle mihraba paralel ikişer nefe ayrılmıştır. Musul Ulucamii ise dört nefli, yirmi sekiz kubbe ve tonozludur. Küçük ölçüde ele alınan çok kubbeli camiler, Saray Camii dışında Anadolu’daki ulucamiler seviyesine çıkamamıştır. Külliyelerdeki türbelere bitişik camilerin çoğu kare planlı ve sekiz destekle taşınan tromp geçişli tek kubbeyle örtülüdür; mekân üç taraftan nefler ve kubbeli revaklarla genişletilmiştir. Mimar Sinan’ın eseri olan Abdülkādir-i Geylânî Camii, plan ve mimari bakımından İstanbul Silivrikapı Hadım İbrâhim Paşa Camii’ni hatırlatır. Bu camilerin harimleri, Seyyid Sultan Ali Camii dışında doğu ve güney taraftan penceresiz kalın duvarlarla çevrili olduklarından nisbeten karanlıktır.

Irak’ta, günümüze ulaşabilen camilerde daha çok enine gelişmiş hacimde mihrap önü kubbeli planın uygulandığı görülür. İlk olarak Musul Mücâhidî Camii’nde rastlanan bu plan şemasında iç mekân, ortada büyük bir kubbe ile yanlarda yer alan ikişer beşik tonozla örtülü üç bölüm halindedir. Harime hâkim olan orta kısım yanlara geniş kemerlerle açılmaktadır. Yan bölümler, ortada bir pâye ve duvarlara yaslanan ikişer kemerle tekrar ikiye bölünmüştür. Musul camilerinin çoğunda yan kısımlara birer mihrap ve kuzey duvarlarına giriş kapıları açılmak suretiyle cemaat bakımından üç kısma ayrılan bir yapı ortaya konulmuştur. Sağ tarafı Şâfiîler’e ve sol tarafı Hanefîler’e tahsis edilen bu camilerin kubbeli ana mekânına “cuma kısmı” denilmektedir. Musul Hizâm, Ömer el-Esved, Paşa, Ömeriyye ve Agavât camileri bu üç bölümlü yapıların tipik örnekleridir. Enine gelişmiş mihrap önü kubbeli plan şeması Bağdat camilerinde değişik bir biçimde uygulanmış, orta kubbeyi taşıyan pâye sayısı dörde çıkarılarak daha geniş ve bütünlük gösteren bir iç mekân elde edilmiştir. Mimar Sinan’ın tasarımladığı Murad Paşa (Murâdiyye) Camii’nde görülen sekiz destekli cami planı Ahmediyye ve Haydarhâne camilerinde de tekrarlanmıştır. Bu camilerde yan kısımlar, mihraba paralel ikişer kemerle desteklenen ikinci derecede kubbelerle örtülüdür. Dıştan, orta kubbenin kasnakları Timurlu sanatının etkisiyle aşırı derecede yükseltilerek Semerkant yapılarına benzetilmiştir. İmam Ebû Yûsuf Camii, Irak’ta cami mimarisinde tek örnek olarak merkezî plan şemasına sahiptir. Harimi, dört pâye üzerine oturan büyük bir orta kubbe ile etrafında sıralanan sekiz küçük kubbe örtmektedir.

Camilerin hemen hepsinde üç, beş veya yedi gözlü son cemaat yeriyle harim girişlerinde son cemaat yeri niteliğinde bölümler mevcuttur. Tuğla malzemeyle yapılan Bağdat camilerinde taçkapılı cephe düzenine önem verilmiştir. Murâdiyye, Ahmediyye ve Haydarhâne camilerinin harime geçilen kuzey cephelerinde, beden duvarlarından 1/3 oranında yüksek tutulmuş üzeri kaburgalı yarım tonozla örtülü taçkapılar mevcuttur. Cepheler sivri kemerli pencere ve sathî nişlerle teşkilâtlandırılmış, araları değişik renk ve kompozisyonlarda mozaik çinili süsleme panolarıyla bezenmiştir; kubbe ve kasnakları da Timurlu sanatını yansıtan sır altı tekniğinde çinilerle kaplanmıştır. İç mimari daha sade olup kubbe geçişlerinde, taçkapılarda da görülen yıldız kollu ve baklava motifli tuğla süslemeler mevcuttur. Kuzeydeki giriş bölümleriyle bazı camilerin doğu ve batı kolları üzerinde mahfiller yer almaktadır. Mihrapların çoğu çokgen planlı ve çini süslemelidir. Musul’da Atabekler döneminde yapılan sanat şaheseri kireç taşı ve mermer mihraplar Bağdat Müzesi’ne kaldırılmıştır. Minberlere Anadolu’daki camiler kadar önem verilmediği görülür. Sıcak iklim sebebiyle az pencere açıldığından camilerin harimleri genelde loştur.

Minareler. Irak’ta yapılan ilk minare örnekleri Sâmerrâ’da görülmektedir. IX. yüzyıla ait Mütevekkiliyye ve Ebû Dülef camilerinin melviye denilen minareleri, kitlesel kare kaide üzerinde daralarak yükselen ve helezonik bir dış merdivenle çıkılan gövdeleriyle Sumerler’in zikkuratlarını hatırlatır. Bağdat’ta Sultan Melikşah’ın yaptırıp Halife Müstansır-Billâh’ın tamir ettirdiği Halife (Hulefâ, Sûku’l-gazl) Camii minaresi ise silindirik gövdeli minarelerin öncüsü durumundadır. Biri sekizgen kaide üzerinde, diğeri vaktiyle bitişiğinde yer alan caminin beden duvarları seviyesinde bulunan iki şerefesi vardır. Bağdat Abdülkādir-i Geylânî ve Sincar Kutbüddin camileriyle Erbil ve Dakūk ulucamilerinin Selçuklu ve Atabekler döneminden kalan minareleri de aynı tiptedir. Bu minarelerde kaideler nişlerle, gövdeler de enine süs kuşaklarıyla bezenmiştir. Ma‘rûf-i Kerhî ve Halife camilerinin minarelerinde Selçuklu, Mercan Medresesi’nin çifte minarelerinde ise Celâyirli döneminde yaygın olan bitkisel süslemeler dikkat çeker.

Osmanlı döneminde Musul minareleri taştan, Bağdat ve Güney Irak minareleri


tuğladan yapılmıştır. Bağdat minareleri kare ve sekizgen kaide üzerinde silindirik gövdeyle devam eder ve dışa taşkın mukarnaslı altlığa sahip şerefe ve petekleriyle yapı bakımından Anadolu ve İstanbul minarelerine benzer. Ancak İmam Âkūlî Camii minaresi dışında kalanların tamamı kaideden külâha kadar sırlı tuğla ve mozaik çinilerle bezenmiştir. Çoğu yeşil çiniden kavuk şeklinde bir külâhla örtülüdür. Şiîler’e ait türbe ve camilerin minarelerinde İran üslûbuyla yapılmış üzeri siperli köşk tipi şerefeler bulunmaktadır. Musul’daki Atabekler döneminden kalan tuğla minareler iklim ve malzemeden kaynaklanan sebeplerle doğuya doğru eğrilmiştir. Külliyeler dışında Sünnîler’e ait camilerde tek minare vardır. Çifte minareli tek örnek olan Âsafiye Camii’nin bir minaresi sonradan yol genişletilmesi sebebiyle yıktırılmıştır.

Türbeler. Irak’ta “kubbe” adıyla anılan türbe mimarisi, IX. yüzyıldan kalma Kubbetü’s-süleybiyye dışında Selçuklu döneminde gelişmiştir (bk. ABBÂSÎLER [Sanat]). Hülâgû istilâsında yıkımdan kurtulan, ancak daha sonra çoğu Safevîler’in saldırıları sırasında tahribata uğrayan Sünnî türbeleri Osmanlı döneminde yenilenmiştir. Bedreddin Lü’lü’ün Şiî liderleri adına yaptırdığı türbelerin çoğu ise orijinal mimarileriyle günümüze kadar gelebilmiştir. Külliyelerde yapıların çekirdeğini oluşturan türbeler kare şeklinde planlanmış, üstleri çok defa pandantif geçişli kubbelerle örtülmüştür. Musul ve çevresindeki türbelerin kubbeleri dıştan piramidal, Bağdat ve Güney Irak’taki türbelerin kubbeleri ise mukarnaslı konik külâhla kaplıdır. Külliye içindeki türbelere, batı yanlarına bitişik cami harimleri ve kuzeyden açılan iki kapı ile girilmektedir. Bağdat’ta Seyyid Sultan Ali, Abdülkādir-i Geylânî, Mûsâ Kâzım ve Musul’da Nebî Yûnus külliyelerinde harim kapısı hâcet penceresi şekline dönüştürülmüştür. Bağdat Zümrüd Hatun, Muhammed İbn Sekrân, İmam Hadîd, Şeyh Necmeddin ve Hille Makām-ı Şems türbeleri sekizgen gövdelidir ve hepsi Selçuklu tarzı denilen bu bölgeye has mukarnaslı yüksek kubbelerle örtülüdür.

Sâmerrâ’da İmam Dûrî, Zübeyr’de Hasan-ı Basrî, Dakūk’ta İmam Muhammed el-Bâkır, Kebîse’de Makām-ı Hızır türbeleriyle Musul’daki türbelerin tamamı kare planlıdır. Yahudi ve hıristiyanlarca da kutsal sayılan bazı İslâm öncesi türbeler eski halleri üzerine aynen yenilendiklerinden kıble yönünde değillerdir. Musul’da İmam Yahyâ, İmam Avnüddin, Nebî Yûnus ve Nebî Circîs türbelerinde mihraplar kıbleye gelen köşeye yerleştirilmiştir. Kifl Hezekiel Türbesi tek örnek olarak dikdörtgen planda inşa edilmiştir. Tuğladan yapılan türbelerde dış ve iç cepheler tuğla-sırlı tuğla, taştan yapılan türbelerde giriş cepheleri tuğla üzerine mozaik çini, iç mekânlar ise alçı üzerine bitkisel ve geometrik motiflerle süslenmiştir. Selçuklu, İlhanlı ve Celâyirli dönemlerinde yapılan türbelerin altında cenazelik bölümü mevcuttur. Musul türbelerinin çoğunda gövde ile cenazelik arası ayrılmadığından ziyaret için zemin seviyesinin altında bulunan sandukalara merdivenle inilmektedir. Türbelerde dönemlerine uygun tarzda yapılmış zengin süslemeler ve sandukalar ile hediye edilmiş kıymetli eşya bulunmaktadır.

Medreseler. Moğol istilâsına kadar İslâm âleminin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta birçok medrese yapılmıştır. Büyük Selçuklu dönemine ait ünlü Nizâmiye medreselerinin üç tanesi Irak’ta bulunuyordu. Ancak bu dönemin diğer mimari eserleri gibi medreselerinin de çoğu günümüze ulaşmamıştır. XIII. yüzyıldan sonra Irak’ta dört eyvanlı-avlulu medrese geleneğine uyulmadığı görülür. Yine açık avlulu olan ve baş eyvanı bulunan medreselerde klasik şemadaki diğer eyvanların yerine türbe ve mescidler yapılmıştır. Halen mevcut üç medrese üç ayrı plana sahiptir. Irak’ta Sünnî mezhepler için aynı binada birer eyvan yerine ayrı ayrı medreseler yapılarak bu durum kitâbe ve vakfiyelerinde belirtilmiştir. Meselâ Musul İzziyye ve Atabekiyye medreseleri Hanefî ve Şâfiîler, Bağdat Ebû Hanîfe, Sultan Melikşah, Terken Hatun ve Benefşe Hatun medreseleri Hanefîler, Nizâmiye ve Zümrüd Hatun medreseleri Şâfiîler, Müstansıriyye Medresesi ise dört mezhep için yapılmıştır.

Müstansıriyye Medresesi girişle birlikte dört eyvanlı planlanmış, ancak dördüncü eyvan mescid haline getirilmiştir; medresenin batısında dârülkur’ân adıyla anılan dışa açık bir eyvanı daha mevcuttur. Yapının doğusunda çok amaçlı odalarla güneybatısında dershaneler yer almaktadır. Bağdat Mercan (Mercâniyye) Medresesi açık avlulu ve iki katlıdır. Son yıllarda restore edilen bu iki medreseden günümüzde müze olarak faydalanılmaktadır. Musul Kemâliyye Medresesi’nin bugüne kalan bölümü sekizgen planıyla daha çok kütüphaneleri hatırlatmaktadır. İmâm-ı Âzam Medresesi tamamen yıkılarak yerine modern binalar yapılmıştır. Bağımsız planlanan bu medreselerden başka Irak’ta külliye ve camilerle birlikte ele alınmış birçok medrese mevcuttur. Külliyelerde avlu etrafına sıralanan medrese hücreleri camilerde avlunun bir köşesine toplanmıştır. Bağdat medreseleri tuğladan yapılmış, dış ve iç cepheleriyle görkemli taçkapıları tuğla-terrakota malzeme üzerine âyet kitâbeleri ve geometrik kompozisyonlarla süslenmiştir. Musul medreselerinde ise taş ve mermer işçiliğiyle malzemeye uygun geometrik motifli tezyinata ağırlık verilmiştir.

Hanlar. En eski çağlardan beri Basra körfezini Akdeniz’e, Hicaz ve Ortadoğu’yu Anadolu’ya bağlayan yollar Irak’tan geçmektedir. İstanbul’dan gelip Diyarbakır, Nusaybin ve Habur üzerinden Irak’a giden ana yol Delikan, Musul, Erbil, Altınköprü, Kerkük ve Dakūk menzillerinden sonra doğuya yönelerek Hemedan’a, güneyi takiben de Bağdat ve Basra’ya ulaşıyordu. Diğer bir kol da Basra’dan itibaren Fırat nehrini takip ederek Rakka üzerinden Suriye ve Mısır’a gidiyordu. Selçuklular, Atabekler ve Osmanlılar zamanında bu yollar üzerine birçok ribât ve han yapılmıştır. Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında yeni Musul-Bağdat-Basra karayolunun açılması sebebiyle eski kervan yolu önemini kaybetmiş, üzerindeki hanlar da kısa zamanda yok olmuştur. Günümüze kısmen ulaşabilen örneklerden Musul’daki han Bedreddin Lü’lü’ tarafından yaptırılmıştır; Gümrükçü Han, Benî Saîd Hanı ve Mızrakçı Hanı Osmanlı döneminden kalmadır. Bağdat’ta Celâyirliler devrinde yapılan Mercan Han da restore edilmiştir. Necef ve Kerbelâ’yı İran’a bağlayan yollar üzerindeki Safevî hanları halen kullanılmaktadır.


Hanların çoğu dikdörtgen planlı olup dışa taşkın yarım yuvarlak kulelerle desteklenmiş sur duvarlarıyla birer kale görünümündedir. Sivri kemerli taçkapılardan girilen bu binaların iç mekânları, Müşâhede ve Mahmûdiyye hanlarında olduğu gibi duvarlara oturan kubbe ve tonozlarla örtülü revaklı bölmelerden meydana gelmektedir. Avluya bakan revaklı kısım, diğerlerinden 1 m. kadar yüksek tutularak sıcak mevsimlerde yolcuların yatması için üzeri açık teras şeklinde düzenlenmiştir.

Su Mimarisi. Irak’taki su mimarisini köprüler, hamamlar, çeşmeler, sebiller, kanallar ve bentlerle şadırvan ve havuzlar oluşturur. Ülkeyi baştan sona kateden Dicle ve Fırat nehirleriyle kolları üzerinde birçok köprü yapılmıştır. Bunlardan Habur Köprüsü, geniş kemer açıklığı ve mimari yapısıyla Anadolu’daki Selçuklu taş köprülerinin öncüsü durumundadır. Üç gözlü Altın Köprü’den hiçbir iz kalmamıştır. Sâmerrâ’daki Zerefşân Köprüsü ile Deyrizor Suyu üzerindeki Bedreddin Lü’lü’ün eseri Araban Köprüsü’nün yalnız ayakları günümüze ulaşabilmiştir. Musul ve Kerkük köprüleri birbirine yakın ve yuvarlak kemerli gözleri, açı yapmadan uzanan üst yapılarıyla dikkat çeker. Dubalar üzerine kurulmuş açılıp kapanabilen Bağdat köprüleri doğu ve batı yakalarını birbirine bağlamalarının yanı sıra Osmanlı döneminin Basra-Bağdat arası su yolu ticaretinde karakol ve gümrük hizmetlerini de yerine getirmişlerdir.

Irak’taki hamamlar klasik Roma ve Osmanlı hamamlarından daha farklı bir planda ele alınmıştır. Eyvan şeklinde giriş bölümleri bulunan yapıların çoğunda ılıklık kısmı yoktur. Çoğunun külhanı alta alınarak yapı iki katlı hale getirilmiş veya kullanılan bölümlerin etrafında “L” biçimi inşa edilmiştir. Bağdat’taki Yetîm, Haydar, Reşid Paşa ve Cevâdeyn hamamlarıyla Musul’daki Kale, Attârîn ve Saraçhâne hamamları halen kullanılmaktadır; Bağdat’takilerin tamamı Osmanlı döneminden kalmadır.

Halife Mansûr’la başlayan imar faaliyetleri sırasında Bağdat’ın şehir suyu ihtiyacının karşılanması ve çevredeki bahçelerle tarlaların sulanması amacıyla muntazam kanallar yapılmış ve Dicle nehrinden beslenen bu kanalların “dârü’l-mesennât” adı verilen maksemlerde toplanıp oradan ince şebekelerle dağıtımı gerçekleştirilmiştir. Bugün Kasrü’l-Abbâsî adıyla anılan binanın bir bölümünün bu amaçla inşa edildiği sanılmaktadır.

Saray ve köşklerin yanı sıra Musul’daki camilerin avlularına Atabekler döneminde birer şadırvan yapılmıştır. Bağdat yapılarında ise şadırvan yerine çeşme ve abdestliklerin tercih edildiği görülür. Yerleşim alanlarının tamamında, cadde ve sokak başlarında yer alan günümüze ulaşmamış pek çok Osmanlı çeşme ve sebili bulunuyordu. Bağdat’taki Özbek, Âsafiye, Seyyide Emine, Ali Efendi, Şeyh Sirâceddin, Haydarî, Hacı Fethî, Âkūlî, Ali Rızâ Paşa, Hâlid Ağa ve Necib Paşa bunların en tanınmışları idi.

Askerî ve Sivil Yapılar. Irak’taki askerî yapıların başında şehirleri koruyan surlar ve kaleler gelmektedir. Halife Mansûr’un bizzat planını çizdiği ilk Bağdat’ın etrafı 2352 m. çapındaki tam daire şeklinde surlarla çevrilmişti. Bu surlar Selçuklu döneminde takviye edilmiş, Moğol yıkımından sonra da Dicle’nin doğu ve batı yakalarını içine alacak şekilde yeniden yapılmıştır. Musul, Sincar ve Erbil kalelerinden ise yer yer sur kalıntıları ile bazı burçlar günümüze ulaşabilmiştir.

Karakoyunlu döneminde yapılıp Osmanlılar tarafından yenilenen Bağdat Sarayı ve Kışlası Dicle nehri kenarında etrafı yüksek duvarlarla çevrili müstahkem bir yapıdır. Batıdaki iki katlı saray kısmı, “U” biçiminde bir avlu etrafına dizilmiş değişik plan ve boyutlardaki kabul salonları, müstakil odalar, birbiri içinden geçilen çalışma odaları, koridorlar ve nehre bakan seyir köşklerinden oluşmaktadır. Doğudaki kışla bölümü yeniçerilerin kalabileceği şekilde düzenlenmiş, ikinci avlu kapısından sarayla bağlantı sağlanmıştır. Yapı günümüzde de kullanılmaktadır.

Halife Mansûr’un Bağdat’ta yaptırdığı sarayın tamamen ortadan kalkmasına karşılık Uhaydir, Atşân, Belkuvârâ ve Hâkan sarayları ile Kasrü’l-âşık Abbâsî döneminden kalan başlıca sivil yapı örnekleridir. Bedreddin Lü’lü’ün Musul’daki Karasaray’ının ise sadece bazı duvar parçaları ayaktadır. Tarihî kaynaklarda da Bağdat’ta Tuğrul Bey Sarayı ile Mûnis el-Muzaffer, Sebük Tegin, Emîr Sungur, Porsuk, Mücîrüddin Abak konaklarının adlarına rastlanmaktadır. Kâzım Paşa Konağı tek sağlam eserdir ve bugün İngiltere büyükelçilik binası olarak kullanılmaktadır.

Irak’taki mimari eserlerde genellikle kuzeyde taş, güneyde tuğla malzeme kullanılmıştır. Musul civarından çıkarılan kalker cinsi hallân taşı ile Güney Irak’taki tuğla yapımına elverişli killi topraklar ve Bâbil harabelerinden yağmalanan milyonlarca tuğla bu tercihin başlıca sebepleridir. Sâmerrâ’da kerpiç ve tuğla, Bağdat ve Basra’da tuğla, Musul, Sincar ve Dakūk’ta taş ve mermer ağırlıktadır. Selçuklu ve Atabekler döneminde bütün minareler tuğladan, Osmanlı döneminde taş ve tuğladan yapılmıştır. Yapıların temellerinde subasmana kadar taş; kemer, geçiş elemanları ve örtü sistemlerinde tuğla; taşıyıcı destek unsurları ile çerçevelerde de taş veya mermer tercih edilmiştir. Mihrap ve minberler mermer yahut üzeri çiniyle kaplanmış tuğla; kapı-pencere kanatları, bazı minber ve sandukalarla nâdir olarak sütun, sütun başlıkları ve kirişler uzak ülkelerden getirilen sert ahşap malzemeyle yapılmıştır. Mimari süslemede tuğla, sırlı tuğla, alçı, terrakota, mermer, mozaik çini ve sır altı tekniğinde çini levhalar kullanılmıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

J. S. Buckingham, Travels in Mesopotamia, London 1827; M. v. Berchem, Monuments et inscriptions de l’Atabek Lulu de Mosul, Giessen 1906; E. Herzfeld, Samarra, Berlin 1907; A. Sofi, el-Âŝâr ve’l-mebâniyyetü’l-İslâmiyye fi’l-Mevśıl, Musul 1940; Mustafa Cevâd - A. Susa, Delîlü ħarîŧâti Baġdâdi’l-mufaśśal, Bağdad 1958; Beşir Fransis, Baġdâd: Târîħuhâ ve âŝâruhâ, Bağdad 1959; C. Avvâd, Medînetü’l-Mevśıl, Bağdad 1959; Saîd Dîvecî, CevâmiǾu’l-Mevśıl fî muħtelifi’l-Ǿuśûr, Bağdad 1963; a.mlf., el-Mevśıl, Bağdad 1965; Behçet Ünsal, Mimari Tarihi, İstanbul 1963, s. 72-115; Nâcî Ma‘rûf, Taħŧîŧu Baġdâd, Bağdad 1966; Abdüsselâm Raûf, Medârisü Baġdâd fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsî, Bağdad 1966; A. Hadîsî - H. Abdülhâliķ, el-Kibâbü’l-Maħrûŧiyye fi’l-ǾIrâķ, Bağdad 1974; A. Nâbia Abbott, el-Kitâbü’l-ǾAbbâsiye (doktora tezi, 1976, Bağdad); Yûnus İbrâhim es-Sâmerrâî, Târîħu mesâcidi Baġdâde’l-ĥadîŝe, Bağdad 1397/1977; Hâdî Hâlid Hammûdî el-A‘zamî, ez-Zeħârifü’l-cidâriyye fî âŝâri Baġdâd, Bağdad 1980; a.mlf., el-Medresetü’l-Müstanśıriyye fî Baġdâd, Bağdad 1981; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Târîħu mesâcidi Baġdâd, Bağdad 1981; S. Abdürresûl, el-Ķaśrü’l-ǾAbbâsî fî Baġdâd, Bağdad 1981; A. M. Esvedî, Ǿİmârâtü’l-Mevśıl fî Ǿahdi Bedriddîn Lüǿlüǿ, Bağdad 1981; Ahmed Yûsuf İhtimâd, Mesâcidü Baġdâd fi’l-Ǿaśri’l-ǾOŝmânî (doktora tezi,1982, Kahire); Adnan Turanî, Dünya Sanat Tarihi, Ankara 1983, s. 71-98; Abdüsselâm Uluçam, Irak’taki Türk Mimari Eserleri, Ankara 1989; a.mlf., “Bağdad’da Abdülkadir Geylanî Külliyesi”, VD, XX (1988), s. 63-84; a.mlf., “Irak’taki Mukarnas Kubbeli Selçuklu Türbeleri”, a.e., XXIII (1994), s. 225-280.

Abdüsselam Uluçam