İMZA

(الإمضاء)

Mektup, yazı, belge ve beyannâme gibi hususi ve resmî evrak altında onun görüldüğünü, onaylandığını veya aidiyetini ifade etmek üzere yer alan imza eski çağlardan beri çeşitli devletlerde, farklı meslek ve sanat teşekküllerinde değişik şekillerde görülmüştür. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta dinî ve kutsal sayılan işaretlerin imza olarak kullanıldığı, bunların içine şahsın isminin yazıldığı rivayet edilmektedir. İslâm dünyasında imzanın çok erken devirlerden beri bilindiği anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in bazı belgeleri ve mektupları sağ eliyle bizzat imzaladığı veya mühürlediği bilinmektedir (Buhârî, “Śulĥ”, 6, “Meġāzî”, 43, Abdülhay el-Kettânî, I, 249).

İslâm devletlerinde imza yerine “tevkī‘” terimi kullanılmıştır. Emevî halifeleri kendilerine sunulan arzuhallere kısa, veciz tevkī‘ler yazarlardı. Mütercim Âsım Efendi tevkīin “bir şeyi gerçekleştirmek” anlamına geldiğini, buna uygun olarak menşurlara, mektuplara, beratlara konulan işarete tevkī‘ adının verildiğini belirtmektedir (Kāmus Tercümesi, III, 457-458). Kalkaşendî’nin Śubĥu’l-aǾşâ’sında imzâ kelimesi geçmemekte, ancak “tevkī‘,


tevkīü’d-dest” ve “et-tevkī‘ bi’l-kalemi’l-celî, dakīk” tabirlerine rastlanmaktadır. Burada tevkī‘, Memlükler’den önceki dönemde dilekçelerin altına (hâşiye) yazılan halife veya vezirin, Memlükler devrinde ise sır kâtibinin yazısına verilen addır. Ayrıca vilâyet ve diğer idarî merkezlerde işlem görmüş dilekçelere de tevkī‘ denilmekteydi (XI, 316-370).

İslâm sanatında bilhassa madenî eserlerde usta, eserin sahibine iyi dileklerde bulunduktan sonra imzasını atardı. Makas, bıçak, kılıç gibi madenî eşyada imza “amel-i Hasan, amel-i Ahmed, amel-i Mehmed” şeklinde konulmaktaydı. Selçuklular’dan ve onlara yakın dönemlerden kalma Siirt Ulucamii, Aslanhâne Camii, Divriği Ulucamii, Beyşehir Eşrefoğlu Camii gibi mâbedlerin özellikle ahşap minberlerinde ustaların imza örnekleri görülmektedir. Osmanlılar’dan kalan eserlerde de sanatçının imzası isim, dua ve iyi dilekler içerirdi. İstanbul Büyükçekmece Köprüsü ayaklarının birinin altında Mimar Sinan’ın küçük bir imzasının bulunduğu bilinmektedir.

Osmanlı padişahlarının başka ülkelerin hükümdarlarına yolladıkları nâme-i hümâyunların kenarına konulan altın yaldızlı imzaya “imzâ-i pâdişâhî” denilirdi. Bunlardan birinde I. Ahmed’in imzası, “el-mütevekkilü alellāhi’l-müsteân es-Sultân Ahmed Han b. Mehmed Han” şeklindedir. Osmanlılılar’da çok yaygın olarak her zümre tarafından kullanılan imza genellikle şahsın ismiyle birlikte Arapça yazılır, hayır ve mağfiret dileyen sözleri içerirdi. Çok defa şahsın mesleği ve makamı ifade edilirdi. Meselâ Celâlzâde Mustafa Çelebi imzasını “Harrerehû az‘afü’l-ibâd el-müteâl Mustafa b. Celâl et-Tuğrâî, ufiye anhümâ” diye atıyordu. Evkaf müfettişininki, “Harrerehû el-fakīr ileyhi sübhânehû ve teâlâ Mehmed Emîn el-Müfettiş bi-evkāfi’l-Haremeyn el-muhteremeyn, gufire leh” şeklindeydi. Levhalarda, minyatürlerde, hatta resmî belgelerde imza bir süs unsuru haline getirilmiştir.

XV ve XVI. yüzyıllarda vakfiye, mülknâme, vasiyetnâmelerde uzun bir tasdik ibaresi ve imzanın yer aldığı ve ilmiye mensuplarında bu uzun imza geleneğinin değişmeden sürdürüldüğü bilinmektedir. II. Murad’ın vasiyetnâmesindeki Kazasker Molla Hüsrev’in imzası ve Arapça uzun tasdik ibaresi vasiyetin huzurunda olduğunu kendi ismini, lakabını ve görevini belirten bir şekilde formül halinde vermektedir. Ancak yetkililerin bazan yalın isimlerini Ahmed, Mehmed, Ali gibi yazıp meşhur ve mâruf oldukları lakaplarını, görevlerini belirtmedikleri örneklere de rastlanmaktadır. Meselâ Şeyhülislâm İmam Mehmed Efendi’nin imzası “mine’d-dâî el-fakīr Mehmed, ufiye anh” şeklindedir (BA, İbnülemin-Tevcîhat, nr. 1275).

Osmanlı diplomatiğinde tuğra, pençe, alâmet vb.nin aslında birer imza olduğu, ancak konulduğu yere, hususiyet ve ehemmiyetine binaen özel terimlerle ifade edildiği söylenebilir. Osmanlı padişahlarının belgenin altına Batı’da olduğu gibi imza atmaları XIX. yüzyılda muhtemelen II. Abdülhamid ile başlamıştır. Batı’da ise meselâ İngiliz kral ve kraliçelerinin, XIV. yüzyıldan beri belgelerin altına adlarını bugünküne benzer şekilde imza halinde yazdıkları görülmektedir.

Tasdik ibareleri tasdik edilen belgenin türüne göre değişen formüllerden oluşurdu. Bu konuda kadı ve nâiblere kolaylık sağlamak amacıyla pratik listeler düzenlenmiştir. Resmî hüviyeti bulunmayan yazma eserlerin sayfaları arasında bir veya birkaç sayfadan ibaret olan bu listeler genel bir uygulama birliğini sağlamıştır. Yetkilinin bir defteri tasdik imzasında, “Hurrire hâzihi’d-defter bi-ma‘rifeti’l-a‘yân ve’l-ahâlî ...” gibi ibareler yer alabilirdi. Hazırlanan tahrir defterlerinin sonunda tasdik imzası bulunmazdı; ancak bu defterlere değişik zamanlarda kayıtlar eklenir ve bilgi tashihi durumunda kayıt sahibi nişancı tarafından bu kayıtlar imzalanırdı. Buna dair birçok örneğe rastlanmaktadır. Nitekim Tâcîzâde Câfer Çelebi’nin, Kastamonu mufassal defterinde yaptığı Şevval 919 (Aralık 1513) tarihli bir tashih kaydının altında, “Harrerehû el-fakīr Ca‘fer et-tuğrâî, ufiye anh” imzası bulunmaktadır. Defter türleri içinde imzasına en çok rastlanan yetkili defterdarlardır. Maliye ile ilgili olup genellikle başmuhasebede bulunan defterlerin sonunda veya bölüm bitiminde üç defterdarın, hatta bazan dördünün birden kuyruklu imzaları yer almaktadır (Emecen, II, 173). Özellikle XVII. yüzyıl ortalarından itibaren seri halinde birçok örneğine rastlanan avârız defterlerinin sonunda ise mahallî kadının imzası bulunurdu. Aynı şekilde narh defteri sonunda kadının imza ve tasdiki yer almaktaydı. Meselâ 1640 tarihli narh defteri sonunda İstanbul kadısı, “Harrerehû el-abdü’l-fakīr Abdürrahîm b. Mehmed el-müvellâ hilâfühû bi-medîneti Kostantîniyye el-mahmiye, ufiye anhümâ” şeklinde imza atmıştır (Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, son sayfa).

İmzanın bizzat sahibinin el yazısı olması çok önemli bir delildir. Nitekim


Şeyhülislâm Sun‘ullah Efendi bir fetvasında, imzası ve mührü bilinen bir âlimin 100.000 akçelik borcu için bizzat kendi el yazısıyla imzalı olarak verdiği belgenin ölümünden sonra geçerli olup olmadığı sorusuna kendi yazısıysa geçerli olacağı cevabını vermiştir (İpşirli, TED, sy.13 [1987], s. 241).

İmzanın nasıl atılması gerektiği konusu resmî yazışma mevzuatıyla ilgili risâlelerde ele alınmıştır. Özellikle noktasız olarak atılan imzanın anlamsız bulunduğu, esas amacın imza sahibinin tanınması olduğu üzerinde durulmuşsa da noktasız imza atma geleneğinin yaygınlaşması önlenememiştir. Söz konusu risâlelerde üzerinde durulan hususlar, imzanın ne okunamayacak kadar sembolize ve stilize ne de kolayca taklit edilecek kadar basit olmasıdır. Hususi yazışmalarda imza, resmî yazışmalarda mühür konulması uygundur. İmzanın genellikle yazışmaların altına kaydedilmesi esas olmakla birlikte uzun yazılarda okuyucuyu meraktan kurtarmak için makalelerde olduğu gibi yazının başına konulması tavsiye edilmektedir (Ebü’l-Muammer Fuâd, s. 46-48).

Hat sanatında bir hattat adayı icâzetnâme almadan yazılarının altına imza koyamazdı. Aday bir sayfa örnek hat yazar, beğenilirse kendisine imza yetkisi verilirdi. Hattat adayları, hangi yaşta ve mertebede olursa olsun bu geleneği bozmamak için usulen de olsa bir başka hattattan icâzetnâme alırlardı. Hatta zaruret halinde bir hattatın yazdığı hattın altına bir başka hattat onun adına imza koyabilirdi. Hattın altındaki imzanın Arapça olması bir gelenek haline gelmişti. Normal hat örneklerinde imza “ketebehû, nemakahû, harrerehû, sevvedehû”, meşk yazılarında “meşşekahû”, taklit yazılarda “kalledehû” ile başlar, hattatın, babasının, bazan da hocasının ismi zikredilirdi. Ancak hattatın sadece kendi adının yazılı olduğu örneklere de rastlanır. Bazı istisnaları olmakla birlikte imza hattın türünde atılırdı. Hattat Râkım Efendi değişik imza türleri geliştirmiş, talebesi II. Mahmud için de girift bir imza tertip etmişti (DİA, XVI, 498).

Antlaşmalarda imza ve teâti prosedürü çok önemliydi. Karlofça Antlaşması, iki tarafın delegeleri tarafından imzalandıktan sonra o sırada Litvanya ile bir birleşik krallık oluşturan Polonya’nın kralı tarafından kraliyet kançilaryasından geçmeden doğrudan imza ve tasdik edilip Polonya elçisi vasıtasıyla padişahın imzası için İstanbul’a getirildiğinde, Polonya-Litvanya heyetinden geçmeden imzalandığı gerekçesiyle II. Mustafa tarafından imzalanmayarak iade edilmiş, bu eksiklik giderilince antlaşma imzalanmıştı (Kolodziejczyk, s. 155-156). Antlaşma imzalanmasında benzer bir kriz de Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki 1913 antlaşmasında yaşanmıştı. Osmanlı Devleti adına Hakkı Paşa, İngiltere adına Edvard Grey antlaşmayı imzalamışlar; devletlerarası hukuka göre parlamenter sistemle yönetilen devletlerde antlaşmaların parlamentodan geçtikten sonra hükümdarın imzalaması esas olduğundan İngiltere parlamentosundan geçirildikten sonra kralın imzası alınmış, Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsanı toplanamadığından aynı prosedür uygulanamamıştı. Onaylanmamış bir antlaşma olmasına rağmen İngiltere kendi menfaatine uygun olduğundan bunu geçerli sayıp bazı haklar talep etmeye kalkışmıştı.

Osmanlı padişahları arasında imza atma ve yerli olsun yabancı olsun yetkililerden imza alma konusunda en dikkatli ve titiz olanı II. Abdülhamid’dir. Londra elçisine gönderdiği iradede bundan böyle esas metnin Fransızca olarak hazırlanmasını, yanında Türkçe tercümesinin bulunmasını ve her iki metnin de İngiliz yetkililerce imzalanmasını şart koşmuştur. Yine kendisine sunulan resmî mâruzatı ve hulâsalarını dikte ettirdiği metin kâğıtlarını imza karşılığı alır, bazılarına saat ve dakikasını yazar, bunları itina ile saklardı (Mümtaz, s. 254-256).

Meşrutiyet’e veya biraz sonrasına kadar mühür taşraya yazılan muharrerâta basılır, imza ise tezkirelere, şehir içinde yazılan mektuplara atılırdı. Padişaha yazılan kâğıtlara mühür konmaz, bunlar imzalanırdı.

Sivil halk tarafından resmî makamlara verilen arzuhal ve mahzar gibi belgelerde mutlaka imza mahalli bulunurdu. Arzuhalin altında verenin ismi, görevi ve sıfatı yer alır, bunun üzerine “bende, dâî”; kadınsa “câriye” kelimeleri konurdu. Böylece imza “Bende Ahmed, Câriye Ümmügülsüm” şeklinde olurdu. Bazan imza yerine “bendegân-ı esnâf-ı sofcuyân hâlâ” şeklinde bir grubun veya aynı tarzda bir kasaba halkının topluca adı bulunabilirdi. Padişaha sunulan arzuhallerin mutlak surette imza taşıması gerekirdi. İmza taşımayanlar dikkate alınmadığı gibi yazan bulunduğu takdirde cezalandırılırdı. Sadrazam ve diğer yetkililere gönderilen bir talep ve şikâyeti içeren arzuhaller muamele ve sâbık kaydı için ilgili kalemlere havale edilir, derkenar halinde çıkarılan kayıtların altına ilgili kişiler tarih atıp imza koyarlar ve tekrar sadârete gönderirlerdi (DİA, III, 447, 448).

İmza formülleri Osmanlı inşa sanatının önemli bir konusu olmuş, bürokraside görevli kimselerin sistemli ve usulüne uygun imzalar kullanması için mevki ve makamına münasip imza listeleri hazırlanmış, bu listeler kâtiplerin kendileri için düzenlediği el kitaplarına dercedilmiştir. Ayrıca hattatlar, hakkâklar gibi çeşitli sanat erbabına ait imza listeleri levhalar halinde düzenlenmiştir.

Osmanlı anayasalarında da imza ile alâkalı çeşitli ifadeler bulunmaktadır. 1908 anayasasının 30. maddesinde vekil, vekiller heyeti ve padişahın imzasıyla ilgili hükümlere yer verilmiş ve kararların ancak ilgililerin imzaları ile geçerli hale geleceği hükme bağlanmıştır. Aynı şekilde Cumhuriyet dönemi anayasalarında da imzaya dair çeşitli hükümler vardır.


BİBLİYOGRAFYA:

Kāmus Tercümesi, III, 457-458; BA, İbnülemin-Tevcîhat, nr. 1275; BA, İbnülemin-Askerî, nr. 2186; Buhârî, “Śulĥ”, 6, “Meġāzî”, 43; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, XI, 114-127, 316-370; Makrîzî, Ħıŧaŧ, I, 402; Süyûtî, Târîħu’l-ħulefâǿ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1371/1952, s. 517; Feridun Bey, Münşeât, II, 388-391; Selânikî, Tarih (İpşirli), I, 26; II, 799, 839, 845, 850; Naîmâ, Târih, I, 298-299; III, 97; Cevdet, Târih, V, 108; Ahmed Râsim - Mustafa Reşid, Hazîne-i Mekâtib yahut Mükemmel Münşeât, İstanbul 1309, s. 334-336; Mehmed Fuad, Usûl-i Kitâbet-i Resmiyye, İstanbul 1328, s. 94; Ebü’l-Muammer Fuâd, Usûl-i Kitâbet-i Resmiyye ve Gayri Resmiyye, İstanbul 1328, s. 19, 46-48; İlmiyye Salnâmesi, s. 203-204; Ahmet Semih Mümtaz, Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, İstanbul 1948, s. 221, 254-256; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 85, 169; M. Uğur Derman, “Yazı Tarihimizde Hattat İmza ve Şecereleri”, TTK Bildiriler, VII (1973), II, 728-732; a.mlf., “Hattat”, DİA, XVI, 498; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, son sayfa; a.mlf., Belgelerin Dili (Diplomatik), İstanbul 1994, tür.yer.; Mehmet İpşirli, “İlmiye Mensuplarının İmza ve Tasdik Formülleri”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri: Bildiriler, İstanbul 1988, I, 177-200; a.mlf., “Şeyhülislam Sunullah Efendi”, TED, sy. 13 (1987), s. 241; a.mlf., “Arzuhal”, DİA, III, 447, 448; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 221, 249-257; Feridun M. Emecen, “Başbakikulu Defterlerine Dair”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri: Bildiriler, İstanbul 1995, II, 173; D. Kolodziejczyk, Ottoman-Polish Diplomatic Relations (15th-18th Century), Leiden 2000, s. 155-156; Nejat Göyünç, “Tevkî”, İA, XII/1, s. 217.

Mehmet İpşirli