İLHAM

(الإلهام)

Feyiz yoluyla insanın kalbine ulaştırılan bilgi.

Sözlükte “içmek, birden yutmak” anlamındaki lehm (lehem) kökünden türemiş olan ilhâm kelimesi “yutturmak” demektir. Terim olarak “Allah’ın, doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması” diye tanımlanabilir. Bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) âniden ortaya çıkması ilhamın esasını teşkil eder. Yaygın olmamakla birlikte ilham yerine havâtır, hevâcis ve firâset tabirleri de kullanılmış, ayrıca bunlara az çok farklı mânalar yüklenmiştir. Hads, keşif, tecellî, vârid ilhama yakın anlamlar verilen diğer bazı terimlerdir. Sadece bir âyette geçen ilham kavramıyla Allah’ın insan benliğine hem mânevî zaaflarını hem de güçlerini yerleştirdiği belirtilir (eş-Şems 91/8). Müfessirler, Hz. Mûsâ’nın annesine yapılan vahyin doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham anlamına geldiğini genellikle kabul ederler. İlham kavramı hadislerde de yer alır. Hz. Peygamber Husayn adındaki sahâbîye öğrettiği duada, “Allahım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” ifadesi mevcuttur (Tirmizî, “DaǾavât”, 69). Yine Resûl-i Ekrem, Allah’ın kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamdettiğini açıklamış (Buhârî, “Tevĥîd”, 36; Müslim, “Îmân”, 326, 327), “Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer’dir” demiştir (Buhârî, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 6, “Enbiyâǿ”, 54; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 23).

İlk defa Şîa’nın aşırı gruplarına mensup Mugīre b. Saîd el-İclî’nin “ism-i a‘zam” sayesinde ilâhî bilgilerin kalbe akacağını iddia etmesinden sonra Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet edilen çeşitli rivayetlerin de etkisiyle ilham, bazı Şiî fırkaların kendi imamlarına gelen kesin bilginin kaynağı olarak görülmüştür (Hayyât, s. 110-111; Eş‘arî, s. 50-51). Bundan yaklaşık bir asır sonra Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebû Saîd el-Harrâz gibi sûfîler ilhamı duyu, haber ve aklın ötesinde bilginin asıl kaynağı olarak kabul etmişlerdir (Hâris el-Muhâsibî, s. 78; Serrâc, s. 170-171). İlk devir sûfîleri, Kur’an ve Sünnet’e başvurarak değerlendirmeye tâbi tutmayı gerekli gördükleri ilhamı sadece itikadî konularda dikkate alırken daha sonra yetişen sûfîlerce ilham, bütün dinî konularda kullanılan müstakil bir bilgi kaynağı haline getirilmiştir. Diğer taraftan Mu‘tezile kelâmcıları içinde “ashâbü’l-ilhâm” (ashâbü’l-maârif) adı verilen bir grup, aklî bilginin tefekkür sonunda ilâhî ilham yoluyla meydana geldiğini savunmuştur (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XII, 96). Nitekim Câhiz’in Kitâbü’l-İlhâm adlı bir eser yazdığı bilinmektedir (Hayyât, s. 123). Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının teşekkül etmeye başlamasından itibaren kelâm literatüründe ilhamın mevcudiyeti ve ifade ettiği bilginin değeri konusuna yer verilmiştir. Bilindiği kadarıyla ilhamın dinî konularda bilgi kaynağı olamayacağını söyleyen ilk Sünnî kelâmcı Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’dir. Mâtürîdî, insana ait bilginin eksikliğini öne sürerek doğrudan doğruya Allah’tan gelen ilhamî bilgiye başvurmak gerektiğini iddia eden çeşitli grupların bulunduğuna dikkat çekmiş ve görüşlerini eleştirmiştir (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 6). İbn Fûrek’in ilhamın kesin bilgi kaynağı olamayacağını ve dinî bir delil teşkil etmeyeceğini kabul etmesine karşılık (Şerĥu’l-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, vr. 10b, 61a) Abdülkāhir el-Bağdâdî, bazı insanlarda nazarî bilginin ilham yoluyla ortaya çıkabileceğini savunmuştur (Uśûlü’d-dîn, s. 14). Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin ilhamî bilgiye büyük önem vermesinden sonra her ne kadar Ebü’l-Muîn en-Nesefî ve Necmeddin en-Nesefî gibi Mâtürîdî kelâmcıları onun kesin bilgi kaynağı oluşturamayacağına dikkat çekmişlerse de Fahreddin er-Râzî, İbn Haldûn, İbnü’s-Salâh, Şevkânî, Zebîdî, Şehâbeddin el-Âlûsî gibi âlimler, takvâ sahibi bazı kimselere gelen ilhamın geçerli bir bilgi kaynağı olabileceği görüşüne meyletmişlerdir (Şevkânî, s. 415-416).

Şeytanın vesvese yoluyla kötü şeyleri telkin etmesine karşılık Allah’ın veya meleklerin hakka ve hayra yönelten bilgileri ilham yoluyla insanın kalbine ulaştırdığı konusunda İslâm âlimleri arasında hemen hemen görüş birliği vardır. Bu hususta en katı tavrı ortaya koyan Mu‘tezile âlimleri bile düşünme eylemine geçmesini sağlamak amacıyla Allah’ın insana bazı fikirleri ilham ettiğini, ayrıca O’nun başarıya ulaşmaları için müminlerin kalbine cesaret, yenik düşmeleri için kâfirlerin kalplerine de korku bıraktığını kabul ederler (Eş‘arî, s. 264). Âlimlerin önem verdiği husus, velîlere veya müttaki kullara verilen özel anlamdaki ilhamın varlığı ile bunun kesin bilgi kaynağı olup olamayacağıdır. İbn Sînâ, temiz nefislerin faal akılla ilişki kurabileceğini ve bunun vuku bulması halinde başkalarına gelmeyen bilgilerin bu nefislere feyiz yoluyla akacağını belirterek bunun velîlere gelen ilham olduğunu söyler (Şehristânî, II, 201, 230).

Sûfîlerin yanı sıra Gazzâlî, İbn Haldûn ve Zebîdî gibi âlimler kalbin biri duyular âlemini, diğeri gayb ve melekût âlemini algılamaya müsait iki yönü bulunduğunu kabul ederler. Beş duyu ile dış dünyayı idrak eden insan iç duyusuyla da gayba ve melekût âlemine muttali olur. Kalbin melekût âlemiyle irtibat kurup doğrudan


bilgiler alabilmesi için her türlü kötülükten arınması ve büyük bir mücâhedeye girişmesi gerekir. Bu gerçekleştiği takdirde kalpteki perdeler kalkar ve oraya Allah’tan veya meleklerden bilgiler gelir (İĥyâǿ, III, 143-146, 159; Şifâǿü’s-sâǿil, s. 30-31; İtĥâfü’s-sâde, VII, 245-246, 263).

İslâm âlimlerinin, gerek herkese verilen umumi gerekse velîlerde ortaya çıktığı kabul edilen hususi ilhamın dinî konularda kesin bilgi kaynağı teşkil etmesi ve delil olarak kullanılmasına ilişkin görüşlerini iki noktada toplamak mümkündür. 1. İlham, Allah veya melek tarafından kalbe ulaştırıldığı için en doğru bilgi olup kesin delil kabul edilebilir. Başta sûfîler olmak üzere İbn Sînâ, Abdülkādir el-Bağdâdî, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn Haldûn, Zebîdî ve Haydar el-Âmülî gibi âlimler bu görüştedir. Dayandıkları deliller ise şöylece özetlenebilir: a) Allah takvâ sahiplerine bilmediklerini öğreteceğini belirtmektedir. Nitekim bazı âyetlerde, “Allah’tan korkarsanız size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir” (el-Enfâl 8/29); “Allah’tan korkan kimseye O bir çıkış yolu gösterir” (et-Talâk 65/2) buyurmuştur (ayrıca bk. el-Bakara 2/194; el-Ankebût 29/69; el-Hadîd 57/28). b) Hz. Peygamber Allah’tan ilham talep etmiş, ashabına da bunu öğütlemiş, ilmiyle amel edenlere Allah’tan bilgiler geleceğini haber vermiş, şeytanın insana kötülüğe yönelik vesveseler telkin etmesine karşılık meleğin iyiliği ilham ettiğini açıklamış ve ilham meleğinin müminin kalbinde Allah adına nasihat verdiğini bildirmiştir (Zebîdî, VII, 259-260; Reşîd Rızâ, I, 267; VII, 318). c) Ashap ve tâbiîn nesline mensup müttakilere pek çok ilhamın gelmesi bu tür bilginin varlığına ve doğruluğuna bir delil oluşturur. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in doğacak çocuğunun kız olacağını söylediği nakledilmektedir ki bunu ilhamdan başka bir yolla bilmesi mümkün değildir (Zebîdî, VII, 260-261). d) Sâlih kimselere sâdık rüyalar yoluyla bazı bilgilerin ilham edildiği bilinmektedir. Resûl-i Ekrem sâdık rüyaları nübüvvetin bir parçası olarak değerlendirmiş ve vahyin kesilmesinden sonra geride bu yolun kaldığını söylemiştir. Bu ise ilhamın vukuuna ilişkin tecrübeye dayanan bir delildir ve rüyada gelen ilhamî bilginin uyanıklık halinde de gerçekleşmesi mümkündür (İbn Haldûn, s. 22-23; Zebîdî, VII, 262-263). e) Dinin aslı vahye dayandığına göre onun anlaşılabilmesi için Allah’tan gelen bilgilere ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber’le birlikte vahiy kapısı kapandığından geride sadece ilham yolu kalmıştır (Haydar el-Âmülî, s. 458). f) İlâhî emirlere uyan herkes ilhamî bilgilere tecrübe yoluyla ulaşabilir. İlhamî bilgiler ferdî tecrübelere konu teşkil ettiğinden bunları reddetmek isabetli olmaz (Zebîdî, VII, 257). İlhamî bilgileri alan sâlih insanların dünyevî arzulardan yüz çevirip Allah’a yönelmeleri de bu hususu kanıtlayıcı mahiyettedir. 2. İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dinî alanda delil olarak kullanılamaz. Sûfiyye ile onlara tâbi olanların dışında kalan İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise şöylece özetlenebilir: a) Kur’an’da insanın doğru bilgiye ulaşmak için başvurması gereken kaynaklar duyular, akıl yürütme ve vahiy olmak üzere üç noktada toplanır. Yine Kur’an’da canlı cansız bütün varlıkları gözlem altına alıp incelemeyi ve akıl yürüterek onların menşei hakkında bilgi üretmeyi emreden, daha sonra da üretilen bilgilerin vahyi teyit ettiğini açıklayan 700’den fazla âyetin mevcudiyetine karşılık ilhamî bilgilerin elde edilmesiyle ilgili açık anlamlı beyanların bulunmayışı bu yöntemin kesin bilgi kaynağı olmadığını gösterir (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XII, 313; Zerkeşî, VI, 16). b) Hz. Peygamber’in Allah’tan rüşdünü ilham etmesini istemesi özel anlamda değil genel anlamda bir ilham niteliği taşır. c) İlham kesin bilgi kaynağı olsaydı bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı din ve mezhepler teşekkül etmezdi (Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 61; İbn Fûrek, vr. 10b, 61a). d) İlhamî bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşır. Bu sebeple ilhamın bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek kadar olamayacağını söylemek de mümkündür (İbn Hazm, II, 272; IV, 171; Nesefî, I, 22-23).

İlhamın dinî alanda kullanılabilecek kesin bilgi kaynağı olmadığını ve uyulması zorunlu bir hükmün delilini teşkil edemeyeceğini savunan görüş nasların yanı sıra akıl ilkelerine daha uygun görünmektedir. İlham taraftarlarının dayandığı âyetlerde, müttaki ve sâlih kullara dinî hükümlere kaynak teşkil edebilecek bilgi verildiğine dair açık bir beyan mevcut değildir. Bu âyetlerde ilâhî emirlere uyanların Allah yolunda başarılı kılınacakları, nefislerine karşı verdikleri mücadelede yardıma mazhar olacakları ve izledikleri yolun isabetli olduğuna dair müjdelerin işaretlerini bu dünyada alacakları anlatılır. İmâm-ı Rabbânî ile Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî ilhamın hiçbir şekilde helâl, haram, farz, vâcip gibi dinî bir hükme mesnet teşkil edemeyeceğini belirtmişlerdir (Âlûsî, XVI, 17-18). İlhama dair hadislere gelince bunların bir kısmının uydurma olduğu tesbit edilmiştir; “Bildiğiyle amel eden kimseye Allah yeni bilgiler verir” anlamına gelen rivayet bunlardan biridir (Hâris el-Muhâsibî, s. 100). Konuya dair bazı hadisler de isabetsiz şekilde yorumlanmıştır. Nitekim Hz. Ömer’in özel olarak ilâhî ilhamlara mazhar kılınmış (muhaddes) bir kimse olduğunu belirten rivayet bunlardan biridir. İbn Kuteybe, bu hadiste geçen “muhaddes” kelimesinin “sanki kendisine önceden bildirilmiş gibi, bir şeyi söylediği zaman sezgisinde ve zannında isabet eden kimse” anlamına geldiğini belirtir (Ġarîbü’l-ĥadîŝ, I, 97-98). Nübüvvet müessesesi sona erdiğinden sâlih kullarda ortaya çıktığı kabul edilen ilhamî bilgiyi onların başkasına tebliğ etmekle yükümlü olmadıkları dikkate alınırsa bu tür bilgilerin ferdî dinî tecrübenin ötesinde bir anlam taşımadığı anlaşılır. Şu halde başkasına aktarılamayan, duyu verileri ve rasyonel bilgilerle de kontrol edilemeyen bu tür tecrübelerin genel geçerliliğinin bulunmaması gerekir. Ayrıca ilhamî bilgiyi öne çıkarıp bütün gayretini buna ulaşmak için harcamak, akıl ilkelerinin yanı sıra duyu verilerine dayanan bilgileri ihmal etmek gibi bir sonuç doğurur. Gerçeğe ilhamî bilgiyle ulaşılabileceğini savunanların akıl ve duyu verilerine güvenmedikleri, hatta böyle bir çabayı terketmeyi tavsiye ettikleri bilinmektedir. Kur’an ise insanı objektif bilgi kriterleri olan duyu verilerine ve rasyonel bilgilere yöneltmektedir. Allah’ın her insana iyiliği ve kötülüğü tanımasını sağlayıcı duygular ilham ettiği ise tartışmasız kabul edilmesi gereken bir husustur.

İlhamı konu edinen çeşitli eserler yazılmış olup bazıları şunlardır: Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-İǾlâm bi-işâreti ehli’l-ilhâm (Haydarâbâd 1362); Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî, el-İlhâmü’ś-śâdır Ǿani’l-inǾâmi’l-vâfir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 973); Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, Ĥaddü’l-ĥüsâm fî Ǿunuķı men eŧlaķa îcâbe’l-Ǿamel bi’l-ilhâm (Âlûsî, XVI, 17); Hasan Kâmil Maltavî, eś-Śûfiyye fi’l-ilhâm (Kahire 1992); Raûf Ubeyd, Fi’l-ilhâm ve’l-iħtibâri’ś-śûfî (Kahire 1986); Ahmet İshak Demir, Mütekaddimin Devri Kelâmcılarına Göre Bilgi Kaynağı Olarak Keşf ve İlhâm (1993, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).


BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “lhm” md.; Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), I, 256-257; Müsned, III, 116, 349, 354; Buhârî, “Tevĥîd”, 36, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 6, “Enbiyâǿ”, 54; Müslim, “Îmân”, 324-327, “Cennet”, 18, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 23; Tirmizî, “DaǾavât”, 30, 69; Hâris el-Muhâsibî, Risâletü’l-Müsterşidîn (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1988, s. 78, 100; İbn Kuteybe, Ġarîbü’l-ĥadîŝ, Beyrut 1408/1988, I, 97-98; İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, el-Îżâĥ (nşr. Celâleddin el-Hüseynî el-Urmevî), Tahran 1363 hş., s. 460-461; Hayyât, el-İntiśâr, s. 110-111, 123; Nevbahtî, Fıraķu’ş-ŞîǾa, Necef 1936, s. 89-90; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 50-51, 264, 291-292; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 6, 61; a.mlf., Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 204a, 327b, 400b, 444b; Serrâc, el-LümaǾ, s. 170-171; İbn Fûrek, Şerĥu’l-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, Murat Molla Ktp., nr. 1827, vr. 10b, 61a; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XII, 96, 313, 343-347; a.mlf., Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 671; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, İstanbul 1346/1928, s. 14, 15, 27-28; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), II, 272; IV, 171; V, 38-39; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 143-147, 159; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), I, 22-23; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), II, 201, 230; Haydar el-Âmülî, CâmiǾu’l-esrâr (nşr. Cevâd Tabâtabâî), Tahran 1368 hş., s. 449-458; Zerkeşî, el-Baĥrü’l-muĥîŧ (nşr. Abdüssettâr Abdülkerîm Ebû Gudde), Küveyt 1413/1992, VI, 16; İbn Haldûn, Şifâǿü’s-sâǿil, s. 22-31; ayrıca bk. neşredenin girişi, tür.yer.; Zebîdî, İtĥâfü’s-sâde [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikr), VII, 245-263; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 415-416; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, XI, 151-152; XV, 87; XVI, 17-19; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, I, 52, 267; VII, 317-320; Kâmil Mustafa eş-Şeybî, eś-Śıla beyne’t-taśavvuf ve’t-teşeyyuǾ, Beyrut 1982, I, 410-411; Ca‘fer es-Sübhânî, el-Medħal ile’l-Ǿilm ve’l-felsefe ve’l-ilâhiyyât: Nažariyyetü’l-maǾrife (nşr. Hasan Muhammed Mekkî el-Âmilî), Kum 1411, s. 186-190.

Yusuf Şevki Yavuz




Diğer Dinlerde İlham. Dinlerde kutsal olanla insanoğlu arasındaki ilişki farklı şekillerde kurulmuştur. İlkel dinlerde büyücü, kabile tabibi veya şamanın beşerî gayretiyle kutsal varlığa ulaşılmaya çalışılırken ilâhî dinlerde bu ilişki genellikle, Tanrı’nın insanlar arasından seçtiği peygamberlere mesajını vahiy ve ilham yoluyla bildirmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak vahiy sadece peygamberlere ait iken ilham diğer insanlar için de söz konusudur. Budizm gibi doğrudan vahiy kavramına sahip bulunmayan dinlerde ise bilge kişilerin kutsal varlığın bir nevi ilhamıyla aydınlandığına inanılır.

Dinler tarihinde ilham kavramı, sıradan insanların duyularının ötesinde iradeleri dışında âni bir ruhî tesir altında kalması hali olarak düşünülür. İlham sürecinde Tanrı’nın veya tabiat üstü bir varlığın ferdin ruhuna etkisi, duyularının tamamen devre dışı bırakılmasına değil yönlendirilmesine sebep olur. Bu özellikleriyle ilham, bazı dinlerde olduğu gibi büyücülerin veya şamanların kendi iradeleriyle vecd haline girerek tabiat üstü varlıklardan bir tür bilgi almayı ve kehanette bulunmayı hedefleyen uygulamalarından farklıdır. Hem fenomenolojik açıdan hem dinî inanışa dayalı bir perspektiften bakıldığında ilham ve vahyin kaynaklarının farklı olmadığı görülür, bu da ilham ve vahiy arasındaki sınırın tesbitini güçleştirmektedir. Bu muğlaklık, çeşitli dinlerde belli formülasyonlara bağlanarak çözülmek istenmiştir. Tanrı ve insan arasındaki ayırımın belirgin olduğu Yahudilik, İslâm ve Zerdüştîlik gibi dinlerde ilhamı vahiyden ayıran temel ölçek görmüş olduğu fonksiyondur. Buna göre vahiy, bütün müminleri bağlayan temel şeriat hükümlerini ulaştırırken ilham, yalnızca yol gösterici birtakım tecrübelerin oluşmasına imkân veren derunî bir bilgi türüdür. Tanrı ve insan arasındaki mesafe-yi azaltan, bir açıdan gnostik, mistik ve panteist eğilimli dinlerde ise vahiy kavramı esasen yoktur. Bu dinlerde Tanrı insanlara mesajını cisimleşerek verdiği için geriye yalnızca müminleri doğru yaşamaya sevkeden ilham bilgisi kalır. Diğer bir ifadeyle bu dinlerde vahiy ve ilham kavramları sadece aynı bilgi türünde bir derecelenme farkını ima eder.

Birçok dinde din adamlarının, hatta diğer müntesiplerin dinî veya dünyevî konularda aşkın bir varlığın etkisiyle ilhama mazhar oldukları anlayışı kabul edilmektedir. Meselâ kutsal kitapları Şruti (vahye dayalı) ve Smriti (geleneğe dayalı) olmak üzere ikiye ayrılan Hinduizm’de birinci tür kitapların Tanrı tarafından “rişi” adı verilen rahiplere vahyedildiğine inanılmakta, gelenek içerisinde şekillenen Smriti koleksiyonunun ise ilhama dayalı olduğu kabul edilmektedir. Milâttan önce VII veya VI. yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilen Zerdüşt’e de vahiy ve ilham yoluyla Gâthâlar’ın verildiği ileri sürülmektedir. Budizm’in kurucusu Siddhartha Gotama’ya, şimdiki Gaya’da bir tür incir ağacının altında murakabe halinde iken aydınlanmaya eriştiği için “aydınlanan, uyanan” anlamında Buda (Buddha) denilmiştir. İlham kaynaklı olduğu ileri sürülen Buda’nın öğretileri milâttan önce I. yüzyılda Pali metinleri şeklinde bir araya getirilmiştir. Öte yandan eski Yunan’da bazı insanların tanrılardan ilham aldıkları, özellikle şairlerin bu yolla şiir yazdıkları, eski Ortadoğu’nun Ken‘ân dininde de tanrıların ilhamına mazhar olmuş peygamberlerin bulunduğu kaynaklardan öğrenilmektedir.

Yahudilik’te ilham, Tanrı’nın Rûhulkudüs aracılığıyla peygamberlerden muhtelif dinî şahsiyetlere kadar bazı insanlara dinî veya dünyevî konularda mesajını bildirmesi şeklinde anlaşılır. Ahd-i Atîk’te ilham, Tanrı’nın ruhunun (II. Tarihler, 20/14-15) veya yalnızca ruhun (Sayılar, 11/17, 25) ilham edilecek şahısların üzerinde olması, bu ruhun kendileri aracılığıyla konuşması (II. Samuel, 23/2) şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca peygamberlerin Tanrı’nın ruhu sayesinde O’nun irade ve amacını öğrendikleri (Mika, 3/8), bu ruhun sevk ve yardımı ile hareket ettikleri (II. Tarihler, 15/1; İşaya, 42/1) bildirilmiştir. Öte yandan Ahd-i Atîk’teki ifadelerde Tanrı’nın ruhu bir insandan diğerine (I. Samuel, 16/14), bir peygamberden ötekine (Sayılar, 11/25; II. Krallar, 2/9-10) hareket etmektedir. Nitekim ölümünden önce Mûsâ’nın üzerindeki ruh da Yeşu’ya geçmiştir (Tesniye, 34/9).

Rûhulkudüs’ün doğrudan ilâhî ilhamla alâkalandırılması Rabbinik döneme aittir. Yahudi geleneğine göre Tevrat, Tanrı tarafından Mûsâ’ya aracısız vahyedilmişken Ahd-i Atîk’teki diğer kanonik metinler Rûhulkudüs’ün aracılığıyla ilham edilmiştir. Bir metnin kanonik sayılması Rûhulkudüs’ün yardımıyla kaleme alınması şartına bağlanmış (Song of Songs Rabbah, 1/1, 5; The Tosefta, Yadayim, 2/14), ayrıca kutsal ruhun gücünün her peygambere eşit seviyede verilmediği bildirilmiştir. Haggay, Zekarya ve Malaki gibi son peygamberler öldüğünde Rûhulkudüs’ün İsrâil’den ayrıldığı belirtilerek (Yoma 9b) İsrâiloğulları arasında nebevî ilhamın bittiğine işaret edilmiştir.

Yahudilik’te Rûhulkudüs nübüvvetin gücü olarak tanımlanmakla birlikte hıristiyanların benimsediği mânada kutsal ruh gibi, yani Tanrı’dan ayrı ilâhî mahiyeti bulunan bir kişilik olarak algılanmamıştır. Onunla ilgili ifadeler rabbilerin monoteist düşünceleri içinde değerlendirilmiştir. Nitekim Judah Halevî, Rûhulkudüs’ün Tanrı’dan müstakil bir varlığının bulunmadığını (The Kuzari, s. 87), peygamberlerin vahiy alırken, diğer mistik şahsiyetlerin ise ilhama mazhar olurken Rûhulkudüs tarafından çepeçevre sarıldıklarını (a.g.e., s. 220-222) ifade etmiştir. Mûsâ b. Meymûn, vahyin alınış şekillerine göre nübüvveti on bir mertebeye ayırmış, Rûhulkudüs’ün ilhamıyla gerçekleşen bilgilenmeyi alt seviyelerde göstermiştir.


Ahd-i Atîk’teki Mezmurlar, Süleyman’ın Meselleri, Neşîdeler Neşîdesi, Daniel, Eyub ve Tarihler (Ketubîm diye adlandırılan kitaplar) Rûhulkudüs tarafından ilham edilmiştir. İbn Meymûn, söz konusu ilhamın keyfiyetini de şahsın uyanıklık halinde ve duyuları açıkken kendisini bir gücün etkisi altında hissederek dinî ve dünyevî konularda konuşmaya zorlanması şeklinde açıklamıştır (Delâletü’l-ĥâǿirîn, s. 436-443).

Yahudilik’te ilham sadece peygamberlerle sınırlı kalmamış, Rûhulkudüs diğer insanlara da aracı olmuş, onlar da bu kabiliyetleriyle istikbale dair kehanetlerde bulunmuşlardır (The Babylonian Talmud, Mo‘ed, ‘Erubin, 64b). Bunun da ötesinde Midraş geleneğinde cemaat halinde Tevrat’ı öğretenlere, mitzvah emirlerinden birini yerine getirenlere kutsal ruhun ilhamı vaad edildiği gibi, belli merhaleleri katetmeleri suretiyle mistik kimselerin de ilhama mazhar olabilecekleri ileri sürülmüştür (Song of Songs Rabbah, 1/1, 5). Hatta İsrâiloğulları’nın Rûhulkudüs’ün gücüyle yönlendirildiklerine inanılmıştır. Ayrıca dinî merasimlerde coşku içinde bulunan cemaatin vecd halini yaşarken de Rûhulkudüs’ün etkisinde bulunabileceği kabul edilmiştir.

Hz. Îsâ’nın şahsında gerçekleşen vahyin dışında Hıristiyanlık’taki ilham, Tanrı’nın mesajını kutsal ruh aracılığıyla Kitâb-ı Mukaddes yazarları da dahil olmak üzere dilediği insanlara bildirmesi şeklinde tanımlanabilir. Ahd-i Cedîd’de “nefeslenmek, üflemek” ve “nefes, ruh” anlamlarına gelen Grekçe pneuma kökünün türevi kullanılarak kutsal metinlerin Tanrı tarafından ilham edilmesi teopnevstos terkibiyle bir yerde ifade edilmiş (Timoteos’a İkinci Mektup, 3/16), ilhamda Rûhulkudüs’ün rolü de, “Çünkü peygamberlik asla insanın iradesiyle gelmemiştir, fakat insanlar Rûhulkudüs tarafından sevkolunarak Tanrı’dan söylediler” (Petrus’un İkinci Mektubu, 1/21) şeklinde dile getirilmiştir. Rûhulkudüs’ün ilhamı “Rûhulkudüs’le söylemek” (Markos, 12/36), “Rûhulkudüs’le dolu olmak” (Luka, 1/15-17), “Sizde söyleyen Rûhulkudüs’tür” (Matta, 10/20; Markos, 13/11) diye de ifade edilmiştir.

Hıristiyanlık’ta vahiy anlayışı Hz. Îsâ’ya temellendirilmiştir. Tanrı gizli iradesini Îsâ’da bilinir hale getirmiş (Efesoslular’a İkinci Mektup, 1/9), kelâmı onun bedeninde ete, kemiğe bürünmüş ve insanların arasına inmiştir (Yuhanna, 1/14). Îsâ, çarmıha gerildikten sonra tekrar diriltildiğinde havârilerini Tanrı’yı ve kendisini temsil eden ruhla kendi mesajını tebliğ etmek üzere görevlendirmiştir (Matta, 28/19-20). Dolayısıyla Îsâ’dan sonra havârilere ve kiliseye bağlı faaliyet gösteren ve peygamber olarak adlandırılan kişilere ilhamın getirilmesine kutsal ruh aracılık etmiştir. Kutsal ruhun kiliseyi de kontrolü altında tuttuğuna inanılmaktadır (Yuhanna, 14/26; Resullerin İşleri, 5/32).

Resullerin İşleri kitabında, kutsal ruhun sadece peygamberlere değil diğer insanlara da gelerek tesirde bulunduğu görülmektedir. Petrus’un konuştuğu ikinci Pentikost bayramında Tanrı’nın ruhu orada bulunan herkesin üzerine gelmiştir (Resullerin İşleri, 10/44). Luka, Tanrı’nın ruhunun bu tür faaliyetini insanlar için bir nevi ilâhî mevhibe olarak kabul etmiştir (Resullerin İşleri, 6/3; 8/4-8; 11/24; 15/32).

Pavlus, “Bunları insanî hikmetin öğrettiği sözle değil, ancak ruhanî şeyleri ruhanî sözlerle birleştirerek ruhun öğrettiği sözle söylüyoruz” (Korintoslular’a Birinci Mektup, 2/13) şeklindeki ifadesiyle peygamberlik için Tanrı’nın ruhunun yardımını gerekli görmüştür. Petrus da kutsal ruhun nübüvvetteki önemli rolüne dikkat çekmiş (Petrus’un İkinci Mektubu, 1/20-21), kutsal metinlerin yazarlarının yegâne kaynaklarının baba Tanrı ve Îsâ Mesîh’i temsilen gelen kutsal ruh olduğunu belirtmiştir.

Kilise babalarından Romalı Aziz Clement kutsal metinlerin Rûhulkudüs’ün etkisi altında yazıldığını, havârilerin misyonlarını da ondan aldıkları güçle yerine getirdiklerini söylemiştir. Irenaeus, Rûhulkudüs’le kilise arasındaki hayatî ilişkiyi vurgulamış, Origenes Adamantius kutsal metinlerin gerçek yazarının Tanrı olduğunu, yazarlara ilhamı Rûhulkudüs’ün ulaştırdığını, Rûhulkudüs’ün farklı seviyelerde ilhamda bulunabileceğini belirtmiştir.

II. Vatikan Konsili’nde (1962-1965), Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’in tamamen kutsal ruhun ilhamıyla yazıldığı için kutsal ve kanonik kabul edildiği, kutsal ruh tarafından ilham olunarak kiliseye tevdi edilmekle birlikte gerçek yazarının Tanrı olduğu belirtilmiştir. Metinlerin kaleme alınmasında Tanrı beşer yazarları seçmiş, onların kabiliyetlerini kullanarak kutsal ruhun aracılığıyla insanlığın kurtuluşu için kendi mesajını bu metinlere koymuştur. Ancak aynı seviyede ilham olundukları halde yazarların farklı metinler çıkarmaları, onların farklı kültür çevrelerinde değişik edebî üslûba sahip bulunmalarıyla açıklanmıştır. Bu konsilde kutsal metnin Rûhulkudüs tarafından ilham edildiği haliyle anlaşılabilmesi için metnin muhtevasının bütünlüğüne dikkat etmek, onu kilisenin yaşayan geleneği içinde ve hıristiyan inancının hakikatlerine dikkat ederek okumak şeklindeki üç şart ileri sürülmüştür. Metnin anlaşılması için ileri sürülen şartlar ilham hadisesine, metinlerin kanonizasyonuna ve kilise arasındaki ilişkilere açıklık kazandırmaktadır. Çünkü Îsâ’nın yeryüzündeki bedenini temsil eden kiliseye baba Tanrı’yı ve oğul Tanrı’yı (Îsâ) temsilen kutsallık veren Rûhulkudüs’tür. Protestan kiliseleri, kutsal ruhun kutsal metinlerin ilham edilmesi ve kiliseye kutsallık kazandırmasındaki rolünü benimsemekle birlikte Kitâb-ı Mukaddes’teki her metnin yazarının aynı seviyede ilham aldığını kabul etmemektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

The Babylonian Talmud, London 1935-78, Mo‘ed, ‘Erubin, 64b, Yoma 9b; Song of Songs Rabbah, An Analytical Translation (trc. J. Neusner), Atlanta 1989, 1/1, 5; The Tosefta, Sixth Division: Tohorot (trc. J. Neusner), Atlanta 1990, Yadayim, 2/14; İbn Meymûn, Delâletü’l-ĥâǿirîn (nşr. Hüseyin Atay), Ankara 1974, s. 436-443; J. Halevi, The Kuzari (trc. H. Hirschfeld), New York 1964, s. 87, 220-222; Early Christian Fathers (ed. ve trc. H. Bettenson), New York 1969, s. 30-32, 83-87; R. F. Collins, “Inspiration”, The New Jerome Biblical Commentary (ed. R. E. Brown v.dğr.), Avon 1991, s. 1026-1027; G. Chapman, Catechism of the Catholic Church, Avon 1994, s. 30-31, 170-171; Rivka G. Horvitz, “Ruah Ha-Kodesh”, EJd., XIV, 364-368; J. Strahan, “Inspiration (Protestant)”, ERE, VII, 346-350; E. L. van Becelaere, “Inspiration (Roman Catholic)”, a.e., VII, 350-352; A. S. Geden, “Inspiration (Hindu)”, a.e., VII, 352-354; David Carpenter, “Inspiration”, ER, VII, 256-259; Alisdair Heron, “Holy Spirit”, Encyclopedia of Early Christianity, New York 1990, s. 429-431.

Mustafa Sinanoğlu