İHBÂT

(الإحباط)

İman esaslarına veya ilâhî emirlere aykırı hareket etmenin yapılan iyi amellerin sevabını yok etmesi anlamında bir Kur’an terimi.

Sözlükte “boşa gitmek, değerini kaybetmek” anlamına gelen habt kökünden türemiş olup “boşa çıkarmak, silip yok etmek” demektir. Terim olarak bazı davranışların iyi amellerin sevabını yok etmesini ifade eder. Râgıb el-İsfahânî değerini kaybeden amelleri üç gruba ayırır. Birincisi imandan yoksun kimselerin işledikleri amellerdir (el-Furkān 25/23). İkincisi, dünyevî menfaat sağlama amacı taşıdığından Allah rızâsına yönelik olmayan uhrevî amellerdir. Üçüncü grup, sâlih amel niteliği taşımakla birlikte beraberinde kötü ameller işlenmek suretiyle kıymeti düşen fiillerdir; bazı âyetlerde “terazilerin hafif gelmesi” ifadesiyle anlatılan da budur (el-Müfredât, “ĥbŧ” md.). Ancak İsfahânî’nin üçüncü grup için işaret ettiği âyetlerin bu şekilde yorumlanması müfessirlerce benimsenmemiştir (Taberî, VIII, 164; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XIV, 29-30).

Kur’ân-ı Kerîm’de ihbât kelimesi geçmemekle birlikte aynı kökten bazı fiil kalıpları kullanılarak bir kısım inanç ve davranışların iyi amelleri boşa çıkaracağı açıklanmıştır. Bu âyetlerde belirtildiğine göre Allah’ın âyetlerine ve âhirete inanmayanlar, ilâhî hükümleri inkâra yeltenenler, müşrikler, münafıklar, sadece dünya hayatını tercih edip onunla yetinenler, peygamberleri öldürenler, insanlar arasında adaletle hükmetmek isteyenleri katledenler, Allah yolundan yüz çeviren ve başkalarının da bu yolu takip etmesine engel olanlarla Hz. Peygamber’e saygısızlıkta bulunanların amelleri boşa gidecektir. Ayrıca Allah’ın indirdiği hükümlerden hoşlanmayan ve ilâhî gazabı celbedecek görüşlere uyup Allah rızâsını kazanmayı hiçe sayanların amelleri de boşa çıkacaktır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥbŧ” md.).

Hadislerde de iyi amellere ait sevabın bazı sebeplerle yok olacağı aynı kökten gelen fillerle belirtilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber, amellerin sevabını yok eden günahları işlemekten Allah’a sığınmayı tavsiye etmiş, bazı davranışlar yüzünden amellerin boşa gideceğini zanneden sahâbîlerin yanıldığını açıklamış, böylece amellerin geçerlilik veya geçersizliğine hükmetmenin ancak Allah’a ait olduğuna işaret etmiştir (Müsned, III, 137; IV, 180; Buhârî, “Meġāzî”, 38, “Diyât”, 17; Müslim, “Bir”, 137). Buhârî, “Müminin farkına varmadan amelinin boşa gitmesinden korkması” başlığını taşıyan bir babda ashabın böyle bir kaygı içinde bulunduğunu ve Hasan-ı Basrî’nin de müminin mutlaka amelinin boşa çıkabileceği endişesi taşıması gerektiğinden söz ettiğini nakletmiştir (Buhârî, “Îmân”, 36).

III. (IX.) yüzyıldan itibaren kelâm âlimleri ihbât meselesini va’d-vaîd, sevap-ikab çerçevesinde ve tekfirle birlikte tartışmışlardır. “Örtmek” anlamındaki kefr kökünden gelen tekfîr, “son anda gerçekleştirilen bir itaat vasıtasıyla geçmiş günahların örtülmesi ve cezalarının düşmesi” diye tanımlanıp literatürde ihbâtla birlikte incelenmiştir. Kelâmcıların ihbât ve tekfirle ilgili görüşlerini dört noktada toplamak mümkündür. 1. İhbât ve tekfir hem iman hem de amel açısından geçerli olan bir ilkedir, çünkü naklî ve aklî deliller bunu göstermektedir. Mu‘tezile, Hâricîler ve Zeydiyye âlimleri ana hatları itibariyle ihbât ve tekfirin geçerliliği görüşünde birleşmişlerdir. Dayandıkları başlıca delillerden biri âyet ve hadislerde iyiliklerin kötülükleri gidereceği ve bazı inanç ve davranışların iyi amelleri yok edeceğinin açıkça belirtilmesidir. İhbât ve tekfir ilkesi, nasların bu açıklamalarına dayanmaktan ve onları bir kural halinde ifade etmekten başka bir şey değildir (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 111-112). Ayrıca mükellefin genellikle hem itaat hem mâsiyet işlemekte olduğu varsayımından hareket edilebilmektedir. Bu durumda itaat ve mâsiyet eşit veya biri diğerinden fazla olacağından çok olanın az olanı geçersiz kılması söz konusudur. Mükellef, gerçekleştirdiği ameller sebebiyle mükâfat veya cezaya ya aynı ölçüde müstahak olur yahut birini diğerinden daha fazla hak eder. Her ikisine aynı ölçüde müstahak olması uzak bir ihtimaldir. Şu halde daha fazla hak ettiği husus geçerlilik kazanır, yani sevabı daha çok hak etmişse azabı, bunu daha çok hak etmişse sevabı yok olur. Bu durum ihbât ve tekfir ilkesinin doğruluğunu gösterir (Kādî Abdülcebbâr, s. 624-625). 2. İhbât sadece inançta, tekfir ise hem inanç hem de amellerde geçerli bir ilkedir. Buna göre müslüman iken kâfir olanın inkârı yaptığı iyi amelleri yok eder, kâfir iken müslüman olanın imanı da geçmişte işlediği kötülükleri giderir. Müslümanın mâsiyetleri ise itaatlerini ve bunlara ait sevabı ortadan kaldırmaz. Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye, İmâmiyye-İsnâaşeriyye ile Abbâd b. Süleyman gibi bazı Mu‘tezile âlimleri bu görüşü benimsemiştir (Mâtürîdî, s. 337-338; Teftâzânî, II, 232; Ca‘fer es-Sübhânî, II, 862). Bu grubun dayandığı başlıca deliller şunlardır: Naslar, zerre kadar da olsa işlenen her türlü hayır ve şerrin karşılığının mutlaka görüleceğini haber vermektedir (ez-Zilzâl 99/7-8). Zâhirî mânası itibariyle ihbâtın geçerli olduğunu ifade eden diğer naslar da bu nasların ışığı altında te’vil edilmelidir (Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-ErbaǾîn, s. 221-222, 235-236; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Temhîdü’l-uśûl, s. 268-269). İhbâtın amellerde geçerli olması zulmü gerektirir, zira bu takdirde itaat ve mâsiyet işleyen bir müslüman mâsiyeti çoksa hiç itaat etmemiş, itaati çoksa hiç günah işlememiş gibi telakki edilecektir


(Şeyh Müfîd, s. 361-362; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-ErbaǾîn, s. 236; Ca‘fer es-Sübhânî, II, 863-865). İhbât taraftarlarınca yapılan istidlâllerde bazı yanlışların bulunduğu belirtilmiştir. Meselâ itaatle mâsiyetin eşit olması halinde müslümanın amellerine karşılık vermenin imkânsız olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki bu durumda itaat dikkate alınabilir, çünkü yapılan bir itaate karşılık on sevabın, mâsiyete mukabil ise bir günahın verileceği naslarda bildirilmiştir. Şu halde iyi ve kötü amellerin eşit olması durumunda sevap tarafının dikkate alınacağını söylemek mümkündür (Nesefî, II, 787; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, s. 449). Ayrıca mâsiyete terettüp edecek olan azap tevhid inancını ve onun sevabını yok etmez, çünkü tevhidin sevabı fıskı terketmenin sevabından büyüktür. Bu da bir kebîre işleyenin bütün itaatlerinin yok olacağını iddia eden ihbât anlayışını geçersiz kılar (İbn Fûrek, s. 159-160, 172-173). 3. Küfrün bütün iyi amelleri, itaatlerin de mâsiyetleri sileceğinde şüphe yoktur. Küfür dışında büyük günah olan mâsiyetler ise imanı ortadan kaldırmamakla birlikte bazı itaatlerin sevabını yok edebilir. İbn Teymiyye ile onun izinden giden bazı Selefiyye âlimleri bu görüştedir. Başlıca delillerinden biri, naslarda zina edenlere uygulanacak ceza beyan edildiği halde onların kâfir oldukları belirtilmemiştir. Yine naslarda, sadaka verilen kişiye eziyet etmenin ve yapılan iyiliği başına kakmanın sadakaya ait sevabı geçersiz kıldığının, büyük günah işlemenin de amelleri boşa çıkardığının bildirilmesi (el-Bakara 2/264; Muhammed 47/33), bazı mâsiyetlerin bazı itaatleri geçersiz kılacağına delil teşkil eder. Mâsiyetler bütün itaatlere ait sevabı yok etseydi âhirette amellerin tartılmasına gerek kalmazdı. Öte yandan farz ve vâcip olan ibadetlere ait rükünlerden birini terketmek ibadeti bütünüyle geçersiz kılmaz, sadece eksik hale getirir (İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, X, 638-639; Minhâcü’s-sünne, V, 296-298). 4. İhbât ve tekfir konuları hem dünya ve âhiret açısından hem de büyük ve küçük günah bakımından farklılık arzeder. Tekfirle, sadece farzları yerine getirmenin büyük günahları örtmesi kastedilirse bu anlamda bir tekfirden söz edilemez. Fakat ihbât ve tekfirle, âhirette sevaplarla büyük günahların tartılıp büyük günahların sevaplar karşılığında silinmesi ve sonunda günah miktarınca sevapların azalıp tükenmesi kastedilirse bu doğrudur. Ayrıca bir büyük günahın hangi itaat karşılığında silineceği bilinemez. Küçük zannedilen bir iyilik âhirette büyük bir günahı yok edebilir. Küçük günahlara gelince bunlar yapılan itaatlerle dünyada silinir. Samimi bir tövbe de hem küçük hem büyük günahları yok eder. İbn Receb ve Seffârînî gibi bazı Selefî-Hanbelî âlimleri bu görüşte olup daha çok hadislere ve ashapla tâbiînden nakledilen rivayetlere dayanmışlardır (Seffârînî, I, 377-379).

İhbât ve tekfir konularında tartışmaların daha çok ihbât üzerinde yoğunlaştığı ve âlimlerin çoğunluğunun tekfiri benimsediği anlaşılmaktadır. İlgili naslar dikkate alındığında ihbâtı mutlak anlamda reddetmenin mümkün olmadığı kabul edilmelidir. Zira inkâr ve şirkin yanı sıra Allah’ın indirdiği hükümleri hiçe saymak, insanları Allah yolundan alıkoymak, Hz. Peygamber’e saygısızlık göstermek, adaleti emredenleri öldürmek, âhireti inkâr etmek gibi inanç ve davranışların yapılan iyi amelleri yok ettiği Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Bunun dışında işlenen büyük günahların, iman dahil olmak üzere bütün itaatleri geçersiz kılıp sevaplarını yok ettiğini söylemek isabetli görünmemektedir. Ancak âhirette itaatlerle mâsiyetlerin tartılacağı ve kişinin ağır gelen amellerine göre muameleye tâbi tutulacağı unutulmamalıdır. Bu anlamda bir ihbâtın kabul edilmesi mümkündür. Fakat küfre düşmeyenlerin fâsık bile olsalar gerçekleştirdikleri itaatlerin karşılıksız kalmayıp mâsiyetlerinin cezasını çektikten sonra mükâfat göreceklerinde şüphe yoktur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ĥbŧ”, “kfr” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥbŧ”, “kfr” md.leri; Müsned, III, 137; IV, 180, 191, 360; Buhârî, “Îmân”, 36, “Menâķıb”, 25, “Meġāzî”, 38, “Diyât”, 37; “Mevâķītü’ś-śalât”, 15; Müslim, “Bir”, 137; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, VIII, 164; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 337-338; İbn Fûrek, Mücerredü’l-maķālât, s. 157-160, 172-173; Şeyh Müfîd, el-ǾAķl fî uśûli’d-dîn, Beyrut 1412/1992, s. 361-362; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 624-644; İbn Hazm, el-Faśl, III, 220, 233; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İķtiśâd fîmâ yeteǾallaķ bi’l-iǾtiķād, Necef 1399/1979, s. 193-194, 205-206; a.mlf., Temhîdü’l-uśûl fî Ǿilmi’l-kelâm (nşr. Abdülmuhsin ed-Dînî), Tahran 1362 hş., s. 268-269; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 381-391; Nesefî, Tebśıratü’l-edille, II, 787; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-ErbaǾîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, s. 221-222, 230-240; a.mlf., Muĥaśśal, Kahire, ts. (Külliyyetü’l-Ezher), s. 236; a.mlf., Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1410/1990, XIV, 29-30; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1406/1986, V, 294-298; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, X, 638-639; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, el-MeǾâlimü’d-dîniyye fi’l-Ǿaķāǿidi’l-ilâhiyye, Beyrut 1988, s. 111-112; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, İstanbul 1305, II, 232-233; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, İstanbul 1292, s. 448-449; İbnü’l-Murtazâ, el-Ķalâǿid fî taśĥîĥi’l-Ǿaķāǿid, Beyrut 1985, s. 123-125; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), I, 377-379; Ca‘fer es-Sübhânî, el-İlâhiyyât (nşr. Hasan Muhammed Mekkî el-Âmilî), Gadîr 1410/1990, II, 862-874; Âişe Yûsuf el-Mennâî, Uśûlü’l-Ǿaķīde beyne’l-MuǾtezile ve’ş-ŞîǾati’l-İmâmiyye, Devha 1412/1992, s. 338-341.

Yusuf Şevki Yavuz