HÜCCET

(الحجّة)

Şîa literatüründe genellikle imam ve ondan sonra en yetkili kişi anlamında kullanılan bir terim.

Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Hz. Ali’nin halife olması gerektiği düşüncesi etrafında birleşen siyasî gruplar, bu düşüncelerini dinî açıdan temellendirmeye çalıştıkları II. (VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren hüccet kelimesini sözlük anlamının dışında daha çok “imam” ya da “mehdî” mânasında kullanmaya başlamışlardır. Henüz itikadî ve fıkhî görüşlerin açıklık kazanmadığı ilk dönemde bazı aşırı Şiî fırkalar Hz. Ali’yi, onun Allah katındaki makamına vâkıf olduğuna inandıkları Selmân-ı Fârisî’yi ve Kerbelâ hadisesinin intikamını almak için harekete geçen Muhtâr es-Sekafî’yi bazan mehdî, bazan da Allah’ın hücceti olarak tavsif etmişlerdir. İmâmetin Allah ve Peygamber’i tarafından nasla bildirildiği fikrinin Muhammed el-Bâkır ve Ca‘fer es-Sâdık zamanında tartışılmaya başlanmasıyla birlikte bazı çevrelerde imamların Allah’ın hücceti olduğu, onları tanımayanların hüccetsiz kalacağı ileri sürülmüştür. Daha sonra imam sayısını on iki ile sınırlayan İmâmiyye Şîası ile bâtınî bir karakter taşıyan İsmâiliyye fırkaları arasında hüccet kelimesi farklı anlamlarda kullanılmıştır.

On İki İmam Şiîliği’nde hüccet çeşitli mânalarda ele alınmıştır. Bunlardan ilkine göre hüccet, Hz. Peygamber’le birlikte diğer peygamberler için ortak bir isim olarak kullanılır (Küleynî, I, 169, 178, 188, 382). Resûl-i Ekrem’den sonraki ilk imam Hz. Ali’nin hüccet olduğu düşüncesi yanında, Allah’ın bütün topluluklar için bir kılavuz (hâdî) gönderdiğini belirten âyetin (er-Ra‘d 13/7) imamlara da delâlet ettiği düşüncesinden hareketle bütün imamlar hüccet olarak kabul edilmiştir (a.g.e., I, 168, 178, 188, 189, 192, 196, 204, 270, 382, 447). Bu sebeple kütüb-i erbaadan el-Kâfî’nin müellifi Küleynî peygamberlik ve imâmet hakkındaki hadisleri “Kitâbü’l-Hücce” başlığı altında bir araya getirmiştir (I, 168-548). Çeşitli dönemlerde bu konuyu işleyen “Kitâbü’l-Hücce”ler yazılmışsa da (Âgā Büzürg-i Tahrânî, VI, 256) bu adlandırma kelâm kaynaklarında “risâlet” ve “imâmet” başlıkları altında işlenmiştir.

İmâmiyye Şîası’ndaki diğer bir kullanıma göre hüccet on iki imamı ifade etmektedir. Hadis kaynaklarında Allah’ın yeryüzünü hiçbir zaman hüccetsiz bırakmayacağı, dünyada iki kişi kalsa bile birinin hüccet olacağı, Allah’ın ve O’nun emirlerinin ancak hüccet sayesinde bilinebileceği, kıyamete kadar gelecek hüccet sayısının on iki ile sınırlandırıldığı hakkında çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Hz. Ali’nin dünyanın hüccetsiz kalmaması için dua ettiği, hüccetin çekilmesi durumunda bütün insanlarla birlikte yeryüzünün batacağı, hüccetin kıyametten kırk gün önce çekilip alınacağı, yahut insanların hüccetsiz bırakıldıkları gerekçesiyle Allah’a itiraz etmemeleri için en son ölecek kişinin hüccet olacağı (Küleynî, I, 178-180, 330) gibi rivayetlerin IV. (X.) yüzyıldan sonra kaynaklarda yer alması, imâmet konusunu dinî temele dayandırmaya çalışan Şîa’nın görüşlerini hadislerle delillendirme çabası olarak görülmelidir. On iki imamın hüccet olarak anılması İmâmiyye’de genel kabul görmüş ve uygulamaya da yansımıştır. Bugün bazı Şiî camilerinde kāmet sırasında Ali ve on bir çocuğunun Allah’ın hücceti olduğu “eşhedü enne Aliyyen ve ahade aşere evlâdehû hucecullah” ibaresiyle ifade edilmektedir. Ayrıca hüccetlerin diğer insanlardan farklı yaratıldığı, bütün dillerin ve neseplerin kendilerine öğretildiği, yaratılanların ecellerini, ortaya çıkmış ve çıkacak olayları bildikleri hususu İsnâaşeriyye hadis kaynaklarında zikredilmektedir (a.g.e., I, 509).

Diğer bir kullanıma göre hüccet imamlardan yalnız on ikincisinin lakabıdır. On birinci imam Hasan el-Askerî’nin oğlu Muhammed’in geleneğe göre ismen anılması doğru olmadığı için başka bazı lakaplarının yanında hüccet olarak da anılmıştır. Muhammed b. Hasan’a nisbet edilen bir hadiste o kendisinin Allah’ın hücceti olduğunu açık bir şekilde söylemiştir (a.g.e., I, 328, 333). Hüccet on ikinci imamın “gāib, muntazar” ve “sâhibü’z-zamân”dan sonra en çok kullanılan lakabıdır. Nitekim hadis derleyicisi Meclisî’nin on iki imamla ilgili rivayetleri Târîħu’l-ĥücce adıyla yayımlanmıştır (Biĥârü’l-envâr, s. LI, LII, LIII). Ali el-Yezdî, on ikinci imamın hayatta olduğunu ve bir gün dünyaya döneceğini anlatmak üzere kaleme aldığı eserine İlzâmü’n-nâśıb fî iŝbâti’l-ĥücceti’l-ġāǿib adını vermiştir.

İmâmiyye’nin bir kullanımına göre de hüccet Şiî hadis râvilerini ifade etmektedir. İlgili rivayetlerde belirtildiği üzere on ikinci imam Muhammed b. Hasan, toplumuyla irtibatını sefirler aracılığıyla sürdürdüğü küçük gaybetten büyük gaybete intikali sırasında son sefire gönderdiği tevkī‘lerin birinde başka bir sefir gelmeyeceğini, ortaya çıkan meselelerin çözümü için hadis râvilerine başvurulması gerektiğini, zira onların kendisinin hücceti olduğunu belirtmiştir (İbn Bâbeveyh, II, 484). Çok yaygın olmayan bu kullanım Usûlî-Ahbârî ayırımından sonra kısmen farklı bir anlam kazanmıştır. Ahbârîler imamlardan gelen rivayetleri delil kabul ederken Usûlîler aynı zamanda bunlardan hüküm çıkaran müctehidleri de bir bakıma on ikinci imamın hücceti saymışlardır.

İsmâiliyye’de hüccet dönemlere ve gruplara göre farklı anlamlarda kullanılmıştır. Başlangıçta gerek Ca‘fer es-Sâdık’ın oğlu İsmâil’i gerekse İsmâil’in oğlu Muhammed’i imam kabul eden gruplar bunların vefatından sonra gerçekte onların ölmediğini, bir gün yeryüzüne döneceklerini iddia etmiş, gizlilik döneminde temsilcilerine hüccet adını vermişlerdir. İlk dönemde, yeryüzünde daima yaşayan bir imamın bulunacağı ve şartlara göre bunun âşikâr veya gizli olabileceği ileri sürülmüştür. İmamın âşikâr olması durumunda hüccetin gizli, aksi halde hüccetin âşikâr olacağı söylenmiştir. İmama giden yolun kendisinden geçtiği kabul edilen hüccet, tıpkı imam gibi her şeyi Allah’ın doğrudan kalbine ulaştırması ile bilir. Buna göre hüccet imamın gizliliğinde onun vekili durumundadır. Öte yandan dünyanın on iki bölgeye ayrıldığı, her bölge için imamı temsil etmek üzere on iki yahut yirmi dört hüccet bulunduğu, ancak bunlardan birinin en büyük hüccet olduğu, imamın zâhir döneminde bir kısmının imamla beraber bulunduğu belirtilmiştir. Bu anlamda hüccet imamın varlığının delili demektir. Fâtımîler döneminde imamdan itibaren müntesibe kadar on iki mertebe halinde geliştirilen dâîlik sisteminde hüccet, imamla başdâî arasındaki bir derecenin sahibi olup Selmân-ı Fârisî’nin Hz. Ali ile olan yakın münasebetleri ölçüsünde imamın nâibidir. Bazan buna, kendisine işlerin havale edildiği kişi


ya da sırların kapısı anlamında “bab” da denilmektedir. İstisnaî durumlar hariç hüccet veya bab, imamın veliaht durumunda küçük bir çocuk olması halinde aynı zamanda başdâîye ve diğer dâîlere karşı onun vekilidir.

Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh’ın vefatıyla (487/1094) mezhebin Müsta‘lî ve Nizârî şeklinde iki gruba ayrılmasından sonra ilk grup, Fâtımîler dönemindeki dâîlik sistemi içerisinde hücceti imamın temsilcisi olarak nazarî planda korumuş, ancak uygulamada bu sıfatla anılan kişiler bulunmamıştır. Mezhebin giderek genişleyen ana akımı olan Nizârîler’de ise hüccet yine imamdan sonraki ikinci şahsiyettir. Önceleri İmâmiyye Şîası mensubu iken İsmâilîliği benimseyip Alamut Kalesi’nin zaptıyla İran Nizârî Devleti’ni kuran Hasan Sabbâh imamın gizlilik devresindeki hücceti olarak tanınmıştır. Gerek Hasan gerekse kendinden sonraki iki halefi imam adını almamış, hüccet sıfatıyla bilinmiştir. Nizârîler’de muhtelif merhalelerden geçen hüccet daha sonraları imamın veliahdı için kullanılmaya başlanmıştır. Günümüz Nizârîliğinde ise her imam aynı zamanda hüccet olarak kabul edilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 669; Nevbahtî, Fıraķu’ş-ŞîǾa, Beyrut 1404/1984, s. 74; Küleynî, el-Uśûl mine’l-Kâfî, Tahran 1388, I, 168-189, 192, 196, 204, 270, 328-333, 382, 447, 509; İbn Bâbeveyh, Kemâlü’d-dîn ve temâmü’n-niǾme (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), Kum 1405, II, 484; Tabersî, MecmaǾu’l-beyân (nşr. Hâşim el-Mahallâtî - Fazlullah et-Tabâtabâî), Beyrut 1406/1986, IV, 426-427, 586; Şehristânî, el-Milel (nşr. M. Füheymî Muhammed), Beyrut 1410/1990, I, 200; Ebû Mansûr et-Tabersî, el-İĥticâc (nşr. M. Bâkır el-Mûsevî), Beyrut 1403/1983, II, 461; Deylemî, Meźhebü’l-Bâŧıniyye, s. 6, 41, 43; Meclisî, Biĥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, s. LI, LII, LIII; Abbas el-Kummî, Sefînetü’l-biĥâr, Beyrut, ts. (Dârü’l-Murtazâ), I, 218; B. Lewis, The Origin of Ismā‘ilism, Cambridge 1940, s. 51; a.mlf., The Assassins, New York 1967, s. 48; J. N. Hollister, The Shi‘a of India, London 1953, s. 35, 226, 241, 248, 249, 313, 322-324, 327, 362, 380, 381; Muhammedî er-Reyşehrî, Mîzânü’l-ĥikme, Kum 1362 hş., I, 164-167, 279-285; Âgā Büzürg-i Tahrânî, eź-ŹerîǾa ilâ teśânifi’ş-ŞîǾa, Beyrut, ts., VI, 256; Ali el-Yezdî el-Hâirî, İlzâmü’n-nâśıb fî iŝbâti’l-ĥücceti’l-ġāǿib, Beyrut 1404/1984, I, 5-7, 440; M. Momen, An Introduction to Shi’i Islam, London 1985, s. 45; A. Sachedina, “Messianism and the Mehdi”, Expectation of the Millennium (ed. S. Husayn Nasr v.dğr.), New York 1989, s. 43; F. Daftary, The Ismā‘īlīs, Cambridge 1990, s. 127-128, 350-351; a.mlf., The Assassin Legends, London 1994, s. 17, 33; Ârif Tâmir, Târîħu’l-İsmâǾîliyye, London 1991, I, 125; Mustafa Gālib, Târîħu’d-daǾveti’l-İsmâǾîliyye, Beyrut, ts. (Dârü’l-Endelüs), s. 33-34; M. G. S. Hodgson, “Ĥuғјғјa”, EI² (İng.), III, 544-545.

İlyas Üzüm