HAZRET

(حضرت)

İlâhî veya kevnî herhangi bir hakikat ve bunun âlemdeki tecellileri anlamında bir tasavvuf terimi.

Hazret sözlükte “yakında ve yanında olmak, önünde bulunmak” anlamına gelir. Kavram, Rûzbihân-ı Baklî gibi bazı mutasavvıflarda da görülmekle beraber (Meşrebü’l-ervâĥ, s. 253) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de önemli bir tasavvuf terimi haline gelmiş, “varlığın genel mertebeleri ve âlemdeki bütün tecellileriyle birlikte ilâhî veya kevnî hakikat” anlamında kullanılmıştır. Meselâ kudret, ilâhî bir hakikat (sıfat) olup âlemdeki her çeşit kudretin onunla bağlantısı vardır. Çünkü kâinattaki bütün kudretler ilâhî kudretin tecellî ve zuhûr mahalleridir. Diğer ilâhî hakikatlerden farklı olan ilâhî kudret, bütün mazhar ve tecellileriyle birlikte bir hazret (bir varlık alanı, bir makam) oluşturur ve buna “hazretü’l-kudret” denir. Allah’ın her sıfatı, her ismi ve her fiili bir hazret meydana getirdiği gibi belli bir sıfatın, ismin ve fiilin her bir tecellisine de hazret denir. Buna göre Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin sayısı kadar, diğer bir ifadeyle sonsuz sayıda hazretler (hazarât) vardır. Zira Allah’ın tecellilerinin sonu yoktur (el-Fütûĥât, II, 582). Bununla beraber İbnü’l-Arabî bu hazretleri çeşitli gruplara ayırır. Meselâ varlığın en genel beş kategorisine “hazarât-ı hams” adını verir. Öte yandan bütün hazretlerin Allah, rab ve rahmân adları altında üç grupta toplandığını, birincisine “ilâhî”, ikincisine “rahîmî”, üçüncüsüne “rahmânî” hazret


denildiğini söyler. Bazan hazret sözüyle sûfînin içinde bulunduğu ilâhî isimle ilgili hal de ifade edilir. Meselâ sûfî Allah’ın rahmân isminin tecellîsine mazhar olmuşsa o rahmânî hazrette sayılır (a.g.e., II, 176).

Hazret, değişik hakikatlerin özel bir biçimde birleşmesinden meydana gelen yeni bir hakikati ifade etmek için de kullanılır. Meselâ hayal, farklı birtakım hakikatlerin bir araya gelmesinden oluşan birleşik bir hakikattir. Bu birleşimin belli bir şekilde oluşu ona ayrı bir özellik kazandırır, buna da “hazret-i hayâl” (hayal alanı) denir. Hazret-i insâniyye ve hazret-i ilâhiyye de böyledir. İbnü’l-Arabî rüya olayını, bu arada Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’le ilgili olarak gördüğü rüyayı (bk. es-Sâffât 37/102) hayal hazretiyle açıklar. Ona göre hayal hazretindeki her tecelli, bunun yorumunu yapacak ve Allah’ın ondan ne-yi kastettiğini anlamayı sağlayacak başka bir bilgiye ihtiyaç gösterir. Buna da “tâbir” adı verilir. Tâbir “görülen bir sûretten başka bir hususa geçmek” demektir.

İbnü’l-Arabî, Hak’la halk arasındaki her nisbetin bir hazret meydana getirdiğine, kulun bu hazret nisbetinde Hak’la bulunduğuna inanır. Meselâ müşâhede, mükâleme ve semâ hazretleri böyledir (a.g.e., II, 601).

Hazret-i ilâhiyye Allah’ın zât, sıfat ve fiillerinden ibarettir. Hazret-i ilâhiyyenin mazhar ve tecellilerine “hazret-i insâniyye”, akl-ı evvele “hazret-i ahadiyyet”, ilâhî isimler mertebesine “hazret-i esmâiyye”, Allah’ın zâtından başka hiçbir şeyin nazarı itibara alınmamasına da “hazret-i hüviyyet” denir.

Âlemin oluşumunu sudûr ve tecellî teorisine göre açıklayan sûfîlere göre varlıklar Allah’tan zuhûr etmek suretiyle derece derece O’ndan uzaklaşarak ve aşağıya inerek meydana gelir. Bu durum “tenezzülât” sözüyle ifade edilir. Allah’a ulaşmak isteyen bir sâlik, aynı yoldan bu tenezzülâtı teker teker aşarak yukarıya doğru çıkmak zorundadır. Bu çıkışlara da “hazarât” denir. Hazretin her basamağında gaip olan bir durum hazır, ötedeki bir makam beride, uzaktaki bir hal yakında olur. Bilinmeyen şeylerin bilindiği, görünmeyenlerin göründüğü, yani gaiplerin hazır hale geldiği bu mertebelere de hazret denilmiştir. Bir sâlik bu hazretlerden ne kadar çoğunu katederse mânevî derecesi o kadar yükselir ve kutsiyet kazanır. Velî ve şeyhlerin isimleri anılırken başına “yâ Hazret-i Mevlânâ, yâ Hazret-i Abdülkādir-i Geylânî” gibi hazret unvanının getirilmesinin sebebi budur. Burada hazret, “pek çok makamı aşarak en yüksek hazrete, ilâhî huzura çıkan ve kutsiyet kazanan şahsiyet” anlamına gelir.

Kuzey Afrika tarikatlarında semâ ve zikir meclislerine de hazret (hazre) adının verilmesi, kulun semâ meclisinde en ulvî haller içinde en kutsî makama ve ilâhî huzura çıktığı yolundaki inanca dayanır. İbnü’l-Arabî buna “hazret-i semâ” adını vermektedir. Kuzey Afrika’da hazreler, semâ ve zikir için düzenlendiği gibi ilim ve ders için de düzenlenir. Sadece ileri derecedeki müridler için düzenlenen özel hazreler de vardır (Hasan eş-Şerkāvî, s. 124).

Özellikle İbnü’l-Arabî’nin geliştirdiği hazret teorisi yavaş yavaş dinî ve siyasî hayatı da geniş ölçüde etkilemiş, bunun neticesi olarak terim sûfî olmayan din ve devlet adamları hakkında da kullanılmıştır. Arapça’da “hazretü’ş-şeyh”, Farsça’da “hazret-i şeyh”, Türkçe’de “şeyh hazretleri” şeklinde kullanılan kelime son asırlarda daha çok Allah, peygamberler, sahâbe, melekler, padişah ve devletin ileri gelen şahsiyetleri için de kullanılmaya başlanmıştır. Araplar ise hazret yerine daha çok “seyyidünâ” (efendimiz) ifadesine yer verirler.

Edebî metinlerde kelime, daha ziyade dinî muhtevası ile ve genellikle Allah (Hakkıdır Hazret-i Hakk’ın ol mâl / Sen dahi etme edâda ihmâl [Nâbî]; Ey Hazret-i Rahmân’ım / Tevfîk ü hidâyet et / Âlemlere sultânım / Tevfîk ü hidâyet et [Hüdâî]); Peygamber (Seyr eden mu‘cize-i kāmetini / Dedi hep medh edüben hazretini [Hâkānî]) ve velîler (Nakd olur gencûr-ı hâs-ı himmet-i Zerkûb’dan / Eyleyenler hazret-i hünkâra arz-ı ihtiyâc [İzzet Molla]) hakkında kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ĥżr” md.; et-TaǾrîfât, “ĥażret” md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 296; el-MuǾcemü’ś-śûfî, “ĥażret” md.; Ca‘fer Seccâdî, Ferheng, “ĥażret” md.; Baklî, Meşrebü’l-ervâĥ, s. 253; İbnü’l-Arabî, Fuśûś, s. 85, 90, 93; a.mlf., el-Fütûĥât, II, 176, 582, 601; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taǾrîf (nşr. M. İbrâhim el-Kettânî), Beyrut 1980, s. 162; Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara 1974, s. 262-263; Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın), İstanbul 1987-92, I-III, hazırlayanların giriş bölümleri; Hasan eş-Şerkāvî, MuǾcemü elfâži’ś-śûfiyye, Kahire 1987, s. 124; Celâleddin Âştiyânî, Şerĥ-i Muķaddime-i Fuśûśü’l-ĥikem-i Ķayserî, Tahran 1370 hş., s. 447-455, 468; D. B. MacDonald, “Hadra”, İA, V/1, s. 55; el-Ķāmûsü’l-İslâmî, II, 112; Dihhudâ, Luġatnâme, II, 716.

Mehmet Demirci