HARBÎ

(الحربي)

Gayri müslim devletin vatandaşı anlamında fıkıh terimi.

Klasik dönem İslâm hukukçuları, devletin ülke unsuruyla ilgili tesbit ve tasnifleri çerçevesinde İslâm devletinin hâkimiyeti altındaki topraklara “dârülislâm”, bu hâkimiyetin dışında kalan ülkelere de “dârülharp” adını vermişlerdir. Yabancı ülkelere bu adı vermelerinin başlıca sebebi, kendi zamanlarında milletlerarası alanda hâkim ilişki biçiminin savaş olmasıdır. Bu genel adlandırma yanında yabancı ülkeler için “dârülküfür, dârüşşirk”


vb. isimlerin kullanıldığı da görülmektedir (bk. DÂRÜLHARP). Fiilî veya muhtemel düşmanlık ve savaş ilişkisi sebebiyle dârülharp adı verilen yabancı ülkelerin tebaasına da “muharip” ve “düşman” anlamında harbî veya ehl-i harb denilmiştir. Bu ülkelerden barış ilişkisi kurulanlara “dârüssulh”, tebaalarına da “ehl-i sulh, ehl-i ahd, muâhid” vb. isimler verilmiştir. Bunlar can ve mal güvenliğine sahip olup İslâm ülkesine ayrıca eman almadan girebilir (bk. DÂRÜSSULH). İslâm devleti tebaasından dârülharbe emanla girenler gibi dârülharp tebaasından bir İslâm ülkesine emanla belli bir süre için girenlere “müste’men” denir. Bu kimseler, aldıkları emanla can ve mal güvenliğine sahip olmakla birlikte bu durum kendilerini harbî olmaktan çıkarmaz. Nitekim bunlar için bazan “harbî müste’men” tabiri de kullanılmıştır.

İslâmiyet’ten başka bir dine mensup bulunmaları ve İslâm hâkimiyetinin dışında kalan düşman bir ülkenin vatandaşı olmaları, klasik fıkıh literatüründe yer alan harbî tanımı ve harbîlere uygulanan hükümlerin belli başlı kriterlerini oluşturmaktadır. Buna göre ülkeleriyle fiilî veya muhtemel savaş ilişkisi bulunması sebebiyle muharip sayılan harbîlerin can ve malları mubah kabul edilmiştir. İslâm ülkesine eman almadan giren harbîye casus veya esir hükmü uygulanır. Ancak böyle bir kimse elçi veya tüccar olduğunu iddia ederse yanında resmî belge, mektup, ticaret malı gibi iddiasını destekleyecek deliller bulunması halinde canına ve malına dokunulmaz. İslâm’da barış ilişkilerine verilen önem sebebiyle, bilhassa elçilik ve ticaret amacı taşıyan bu tür ferdî teşebbüslerin fukaha arasında geniş bir müsamaha gördüğü anlaşılmaktadır.

Savaş şartlarında harbîlerin can ve mallarına zarar verilmesi mubah kabul edilmekle birlikte dârülharbe emanla giren müslüman veya zimmînin onların can ve mallarına dokunması haramdır. Ancak can ve malı esasta mubah olduğundan harbînin dârülharpte müslüman veya zimmî tarafından öldürülmesi halinde İslâm ülkesine dönüşlerinde onlara kısas ve diyet gerekmez. Çoğunluğa göre İslâm ülkesine müste’men olarak gelen harbînin öldürülmesi halinde de kısasa hükmedilmezken Ebû Yûsuf’a göre hükmedilir. Mâlikîler de bazı şartlar çerçevesinde bu görüşü benimsemişlerdir. Dört mezhebe göre, miktarı konusunda farklı görüşler de olsa müste’menin öldürülmesinden dolayı diyet gerekir.

İslâmiyet’i kabul ettiği halde dârülislâma hicret etmeyen harbînin can ve malı aleyhine müslüman veya zimmînin dârülharpte işlediği suçlar Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre kısas ve tazmini gerektirir. Bu konuda dârülislâmla dârülharp arasında fark yoktur. Hanefîler ise bu kimsenin dârülharpte can ve malına tecavüzün dinen haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslâm devletinin hâkimiyet sınırları dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini ileri sürmüşlerdir.

Gayri müslimlerle yapılan bir savaşta, ister harbî ister muâhid olsun, tek kişiden veya az sayıda gayri müslimden yardım alınabileceği konusunda fukaha arasında görüş birliği vardır. Müstakil askerî güç oluşturan gayri müslimlerden yardım alma konusu ise tartışmalıdır. Bazı hukukçular bunun mekruh olduğunu ileri sürerken bazıları ihtiyaç bulunması, ihanetlerinden endişe duyulmaması ve İslâm devletinin otoritesi altında savaşmaları halinde onlardan yardım almanın câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bazı âlimler de yardım alınanla savaşılan gayri müslimlerin ayrı dinlerden olmasını, iki grubun birleşmesi durumunda kendilerine karşı mukavemet imkânının bulunmasını bunun için şart koşmuşlardır (Özel, s. 392b-392c).

Harbîlerin dârülharpte birbirlerine veya orada emanla bulunan İslâm devleti tebaasına karşı işledikleri suçlarla ilgili davalara, müslüman oldukları veya dârülislâma eman ile geldikleri zaman mahkemece bakılmayacağı ve hüküm verilmeyeceği hususunda mezhep imamları görüş birliği içindedir. Suçun İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında işlenmesi ve suçlunun İslâm hükümlerine uyma yükümlülüğünün bulunmaması bu görüşün dayanağını teşkil etmektedir.

Dârülharpte cereyan eden bazı malî muamelelerle ilgili davalara gelince, Hanefîler’e göre harbîlerin kendi aralarında veya onlarla dârülharpte bulunan İslâm tebaası arasında geçen borç, rehin ve vedîa gibi akidlerle gasp gibi haksız bir fiile dair dârülislâmda açılacak davalara bakılmaz. Çünkü yargılama hâkimiyeti (velâyet) gerektirir. Söz konusu muameleler, İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında gerçekleştiği gibi harbî müste’men üzerinde de ülkeye gelmeden önceki fiilleri bakımından İslâm devletinin velâyeti yoktur. Ancak harbîler Müslümanlığı kabul eder veya zimmî olurlarsa İslâm tâbiiyetine geçmiş olacaklarından davalarına bakılır. Ayrıca gasbeden taraf müslüman ise temelde mubah olmakla birlikte o malı çirkin bir yolla, yani emana hıyanetle elde ettiğinden iadesi diyâneten emredilir, aleyhine hüküm verilmez. Ebû Yûsuf, borç muamelesinde müslümanın borçlu olması halinde dava sırasında İslâm hükümleriyle yükümlü bulunduğundan aleyhine hüküm verileceği görüşündedir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, dârülharpte harbîler arasında geçen borç ve vedîa gibi akidlerle ilgili olarak dârülislâmda dava açıldığında aralarında hükmedilir. Bu muameleler karşılıklı ivaz ve rızâya dayandığı için hukukî sonuç doğurur. Gaspta ise hüküm verilmez; çünkü burada akid ve iltizam yoktur. Buna göre harbîlerle İslâm tebaası arasındaki muamelelerde de hüküm aynıdır.

Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhepleriyle Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf’a göre, müslümanların ve zimmîlerin dârülharpte harbîlerle faiz muamelesinde bulunması dârülislâmda olduğu gibi haramdır. Çünkü faiz yasağıyla ilgili âyet ve hadisler umum ifade ettiğinden hükmü belli bir mekânla sınırlı olmaz. Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre ise harbîlerden faiz almak, onlara içki ve domuz gibi haram mallar satmak câizdir. Hz. Peygamber zamanındaki bazı uygulamalar yanında (Özel, s. 260-266) harbînin malının mubah olmasını görüşlerine delil gösteren bu âlimlere göre akid yoluyla harbînin rızâsı sağlanarak esasen mubah bir mala sahip olunmaktadır. Müslümanın veya zimmînin faiz vermesi veya haram sayılan malları satın alması ise câiz görülmemiştir. Harbîlerle yapılan bu tür muamelelerde karşılıklı olarak bedeller kabzedilmişse akid tamamlanmış olacağından dârülislâmda açılacak davaya bakılmaz. Ancak kabz gerçekleşmemiş veya dârülislâmda yapılmışsa mahkeme akdi iptal eder.

Gayri müslimin müslümana mirasçı olamayacağı hususunda icmâ bulunmasına karşılık bazı sahâbî ve tâbiîn âlimleri müslümanın gayri müslime mirasçı olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak ashap ve tâbiînin çoğunluğu ile dört mezhep imamı bunun aksini savunmuştur. Gayri müslimler


aynı dinden oldukları takdirde birbirlerine mirasçı olacakları konusunda ihtilâf yoktur. Ayrı dinlerden olan gayri müslimler Hanefî ve Şâfiîler’e göre birbirlerine mirasçı olabilirken Hanbelî ve Mâlikîler gayri müslimler arasında da din ayrılığının mirasçılığa engel olduğunu kabul etmişlerdir. Hanefîler’e göre ülke ayrılığı gayri müslimler arasında mirasçılığa mani olduğu için harbî ile zimmî veya müste’men ile zimmî arasında mirasçılık cereyan etmez. Bunun gibi iki ayrı devletin tebaası olan iki müste’men de birbirlerine mirasçı olamazlar. Buna karşılık aynı ülkeden olan iki müste’men arasında veya bir müste’men ile dârülharpteki akrabası (harbî) arasında mirasçılık geçerlidir. Şâfiîler’e göre bunlar birbirlerine mirasçı olabilecekleri gibi, müste’men ile zimmî arasında da mirasçılık cereyan eder. Fakat müste’men ile kendi ülkesindeki harbî akrabası veya zimmî ile harbî birbirine mirasçı olamaz. Buna göre Hanefîler tâbiiyete dayanan hükmî ayrılığı, Şâfiîler ise ikametgâha dayanan fiilî ayrılığı mirasçılığa engel kabul etmişlerdir. Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre ise ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa mani değildir.

Mâlikîler ve Hanefîler, müste’men gayri müslime vasiyetin câiz, harbîye ise caiz olmadığı görüşündedir. Şâfiîler ile Hanbelîler ise harbîye de vasiyeti câiz görmüşlerdir. Harbîlere hibe ve sadaka vermenin meşrûluğu konusunda görüş birliğine varan dört mezhep imamı onlara vakıfta bulunmaya cevaz vermemişlerdir. Hanefîler’e göre müste’men de bu konuda harbî gibidir.

Fakihler, harbî eşe nafaka vermenin vâcip olduğu konusunda görüş birliğine varırken diğer akrabalar hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Hanefîler ve Şâfiîler, akrabalara nafaka verme konusunda din ayrılığının tesirinin bulunmadığını belirtirler. Ancak Mâlikîler’e göre nafaka mükellefiyeti yalnız ebeveyn ile çocuk arasında söz konusudur. Hanbelîler’e göre ise din ayrılığı nafaka sorumluluğuna engeldir. Sonuç olarak cumhura göre müslüman ile zimmî arasında nafaka mükellefiyeti mevcuttur. Harbî ve müste’menlere gelince, Hanefîler’e göre bunlarla müslümanlar arasında nafaka sorumluluğu yoktur. Ancak Şâfiîler ve Hanefîler’den Kâsânî, bu durumda da usul ve fürû arasında nafaka gerektiğini kabul ederler.

BİBLİYOGRAFYA:

Şâfiî, el-Üm, IV, 106, 165, 200; VI, 30; VII, 116, 322-323, 326; Serahsî, el-Mebsûŧ, IX, 99-100; X, 93, 95; XIV, 57-59; XVI, 159; XXI, 153; XXII, 131; XXX, 33; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 192-193; VII, 34, 35, 80, 92, 131-132, 168; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 322-323; İbn Kudâme, el-Muġnî, IV, 162-163; VII, 169; IX, 335; X, 213, 221, 515, 537; Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ, Bulak 1313, III, 163, 182; IV, 97; VI, 240; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), V, 46-47, 267-268; VI, 177-178; Haccâvî, el-İķnâǾ, Kahire 1351, II, 38-39, 123; III, 115; IV, 181, 250; İbn Hacer el-Heytemî, Tuĥfetü’l-muĥtâc, Kahire 1315, VI, 416-417; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, III, 25; IV, 230; Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Kahire 1967, III, 426; VI, 28; VIII, 72; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 149, 159; III, 248; V, 195; VI, 454; Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, III, 117, 128; VIII, 77; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, VI, 82; Abdülkādir Ûdeh, et-TeşrîǾu’l-cinâǿiyyü’l-İslâmî, Kahire 1378/1959, I, 277-289; Abdülkerîm Zeydân, Aĥkâmü’ź-źimmiyyîn ve’l-müsteǿmenîn, Bağdat 1382/1963, s. 472-479, 485-513, 518-520, 535, 541, 560, 562; Vehbe ez-Zühaylî, Âŝârü’l-ĥarb fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Dımaşk 1385/1965, s. 183-184; Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1991, s. 247-279, 349-353, 392b-392c; Abdullah b. İbrâhim et-Tarîkī, el-İstiǾâne bi-ġayri’l-müslimîn fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Beyrut 1414, s. 131 vd.; “Ehlü’l-ĥarb”, Mv.F, VI, 104-115.

Ahmet Özel