HAKSIZ İKTİSAP

Hukukî bir sebebe dayanmadan bir şahsın mal varlığının başkası aleyhine çoğalması.

Modern hukuk literatüründe bir kavram birliği bulunmamakla birlikte genellikle “haksız iktisap, sebepsiz iktisap, sebepsiz zenginleşme” tabirleri kullanılmaktadır. Arapça yazılan çağdaş fıkıh kitaplarında ise modern hukuktaki adlandırmaya uygun olarak “el-isrâ’ bilâ sebeb, el-isrâ’ bi’l-bâtıl, el-fi‘lü’n-nâfi‘, el-kesb gayrü’l-meşrû‘” gibi tabirler kullanılmaktadır. Tanımda yer alan “hukukî olmayan sebep” tabiriyle hukuken muteber olmayan, tahakkuk etmeyen veya varlığı sona ermiş bulunan bir sebep kastedilir.


Haksız iktisaplarda meşrû bir sebep olmaksızın bir mal varlığının (mâmelek) diğer bir mal varlığı aleyhine artması söz konusu olduğundan haksız fiilin aksine zarardan değil çoğalmadan (zenginleşme) bahsedilir. Haksız iktisapta asıl önemli nokta, bu istifadenin kusurlu olup olmaması değil bu çoğalmanın meşrû herhangi bir sebebe istinat etmemesidir. Öte yandan böyle bir iktisapta bir mâmelekin çoğalması ile diğer mâmelekin eksilmesi arasında bir illiyet bağının bulunması da gerekir. Şartlarının gerçekleşmesi halinde haksız iktisap zenginleşene zenginleşme oranında iade borcu doğurur ve bu iade borcu temelde adalet prensibine dayanır. Adalet, başkasının hatası yüzünden zarara uğrayan kimsenin bu zararı yüklenmesini kabul etmediği gibi hukukî bir sebep olmadan başkası aleyhine zenginleşen kimsenin korunmasını da kabul etmez. Kaynağını insanın tabiatında mevcut hukuk ve adalet ilkelerinden alan bu anlayışın Roma hukuku ve İslâm hukuku dahil hemen her hukuk sisteminde bazı farklılıklarla yer aldığı, ancak bu kaidenin modern hukukta müstakil bir teori ve borç kaynağı olarak ele alınmasının yakın bir geçmişinin bulunduğu görülür.

İslâm hukukunun klasik literatürü meseleci bir metotla tedvin edildiği, hukuk doktrini ve genel teoriler fıkhî meseleler arasında serpiştirilmiş olarak işlendiği için bu literatürde haksız iktisap genel bir borç kaynağı olarak ayrıca ele alınmaz. Bu durumu, söz konusu hukukun umumi bir borç nazariyesine sahip olmadığı şeklinde değil tedvin tarzının tabii sonucu olarak görmek gerekir. Ancak fıkıh kitaplarının değişik bölümlerinde İslâm hukukçularının ortaya koyduğu tahlil ve çözüm örneklerinden ve konuyla ilgili fıkhî kaidelerden hareketle bir haksız iktisap nazariyesi oluşturmak mümkündür.

İslâm hukuku şahıslar arası hukukî ve medenî muamelelerde rızâ prensibine büyük önem vermiş, izni ve rızâsı olmadan bir kimsenin malından herhangi bir tasarrufta bulunmayı yasaklamıştır. “Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin” (el-Bakara 2/188; en-Nisâ 4/29) meâlindeki âyetle genel bir prensip konulmuş, Hz. Peygamber de, “Hiçbir kimsenin haksız yere kardeşinin malından alması helâl değildir” (Müsned, V, 425); “Gönül hoşnutluğu ile olmadıkça bir müslümana diğer müslümanın malı helâl olmaz” (Müsned, V, 72, 113) gibi ifadeleriyle bu prensibi pekiştirmiştir. Meşrû bir sebebe dayanmaksızın iktisapta bulunma sadece yasaklanmamış, “Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir metaını ciddi olarak veya şaka yoluyla almasın; biriniz arkadaşının bir değneğini alsa bile onu iade etsin” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 93; Tirmizî, “Fiten”, 3; Müsned, IV, 221); “Bir şeyi alan el onu hak sahibine vermediği müddetçe tazminle mükelleftir” (Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 90; Tirmizî, “BüyûǾ”, 39) denilerek bu şekilde iktisap edilen şeylerin hak sahibine iadesi de istenmiştir. Bu naslar İslâm’ın akidler, hukukî fiil ve işlemler de dahil bütün beşerî ilişkilerde adalet ve hakkaniyeti hâkim kılma, zulmü ve mağduriyetleri önleme yönündeki gayretinin bir parçasını teşkil ettiği gibi haksız iktisap anlayışı için dinî ve ahlâkî olduğu kadar hukukî bir temel de oluşturur. Mecelle’de, “Bilâ sebeb-i meşrû birinin malını bir kimsenin ahzeylemesi câiz olmaz” (md. 97) şeklinde ifade edilen genel kural da böyle geniş bir anlatıma sahiptir.

Haksız İktisap Halleri. Hukukî ilişkiler ve kazanç yollarıyla ilgili genel bir ilke koyan nasları, bu çizgide oluşan hukukî kaide ve prensipleri dikkate alan İslâm hukukçuları, borç ilişkilerinin ve fiilî durumların zaman zaman kişiler lehine haksız bir kazanç sağladığı ve iade veya tazmin borcu doğurduğu tartışmasını açarak günümüzdeki anlamıyla bir haksız iktisap nazariyesi oluşturmayı mümkün kılacak zenginlikte bir hukuk doktrini ortaya koymuşlardır. Klasik literatürde yer alan bu tartışma konuları ve çözüm örnekleri bu bakımdan ayrı bir önem taşır.

1. Borç Olmayan Şeyin Ödenmesi. Bir kimsenin borçlu olduğunu zannederek başkasına ödemede bulunması İslâm hukukunda haksız iktisap çeşitlerinden birini oluşturur. Ödemede aslolan, ödemenin bir borcun ifası maksadıyla yapılmasıdır. Eğer ortada borç yoksa ödeyenin verdiğini geri isteme hakkı, alanın da bunu iade etme borcu söz konusu olur (İbn Âbidîn, IV, 478; Ali Haydar, I, 202; Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 56; Zerkā, II, 976-977; ayrıca buna örnek teşkil eden bir rivayet için bk. Buhârî, “Śulĥ”, 5; Müslim, “Ĥudûd”, 25).

Borç olmayan şeyin ödenmesi genelde yanılarak ödeme, meşrû olmayan, gerçekleşmemiş veya sona ermiş bir sebebe istinaden ödeme şeklinde meydana gelir. Yanılarak ödeme, ödeme yapılan şahıs açısından kural olarak haksız iktisap teşkil eder. Bu sebeple bir kimse borçlu olduğunu zannederek birine bir ödemede bulunur ve sonradan borçlu olmadığı anlaşılırsa ödediğini geri alma hakkına sahiptir. Zira bu ödemeyi hataen yapmıştır ve “Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur” (Mecelle, md. 72). Yanılarak yapılan ödemenin haksız iktisap teşkil edebilmesi için borç olmayan bir şeyin ödenmesi yeterli olmayıp aynı zamanda bu ödemenin hataen yapılması, teberru niyetiyle yapılmaması ve ayrıca rücûa engel bir halin bulunmaması gerekir. Aksi takdirde hibe hükümleri geçerli olur.

Meşrû olmayan bir sebebe dayanarak ödemede bulunma borç olmayan şeyin ödenmesi grubunda mütalaa edilir. Bir ödemenin hukuken muteber olabilmesi için bir sebebin ve maksadın bulunması yeterli kabul edilmeyip bu maksat ve sebebin meşrû ve hukukî olması da gerekli görülür (Subhî Mahmesânî, I, 95; Kubeysî, s. 609). Dolayısıyla hukukî olmayan bir sebebe istinaden yapılan ödemeler haksız iktisap teşkil etmekte ve alana iade borcu doğurmaktadır. Rüşvet gibi meşrû olmayan bir amaçla yapılan ödeme sonucu bir kimsenin mal varlığında meydana gelen artma haksız iktisap olarak değerlendirilir. Alınan mal ve hizmetin iadesi gerektiği gibi kamu düzenini ve mal güvenliğini bozduğu için suçlulara ceza uygulanması da söz konusudur. Had cezası gerektiren suçlarda suçluya had uygulanmaması için belirli bir mal karşılığında sulh yapılması da haksız iktisaptır. Zira hukūkullahı ilgilendiren konularda sulh geçerli değildir, dolayısıyla sulh bedelinin iadesi gerekir (Kâsânî, VI, 48).

Gerçekleşmemiş bir sebebe istinaden ödemeye klasik literatürde evlenmek amacıyla mehrin önceden ödenip de evlenmenin gerçekleşmemesi, düğün için aşçı tutulmuş iken gelin veya damadın ölmesi, ağrıyan bir dişin çekilmesi için dişçi tutulması, fakat dişin kendiliğinden iyileşmesi gibi durumlarda yapılan ödemeler örnek gösterilir. Bu durumlarda ödeme sebebi gerçekleşmediğinden verilenin iadesi gerekir (Karaman, II, 458; Subhî Mahmesânî, I, 96; ayrıca bk. Güzelhisârî, s. 320).

Varlığı son bulmuş bir sebebe dayanarak ödemenin örneği olarak gāsıbın gasbettiği malın ayıplanmasına sebebiyet vermesi ve bu ayıptan kaynaklanan noksanı tazmin ettikten sonra söz konusu ayıbın kendiliğinden ortadan kalkması hali gösterilebilir. Bu durumda gāsıb,


ödemeye esas teşkil eden hukukî sebep sona erdiğinden tazmin ettiği miktar için ilgili şahsa rücû edebilir (Ali Haydar, II, 827). Aynı şekilde bir gayri menkulü peşin ödeme yaparak kiraya tutan kişi hâricî bir engel sebebiyle me’cûrdan faydalanamazsa peşin olarak ödediği kira bedelini geri isteme hakkına sahip olur. Çünkü bu durumda kiraya veren taraf me’cûru kiracıya teslim etmemiş sayılacağından aldığı kira ücreti karşılıksız kalmıştır (İbn Kudâme, VIII, 28).

2. Ecr-i Misl. İcâre gibi süreli akidlerde bazan akdin sona ermesine rağmen taraflardan birinin açık bir zararı söz konusu olduğunda akidden doğan ilişki bir süre daha devam ettirilir ve bu fiilî durum sonucunda bir tarafın istifadesine karşılık diğer tarafın bir bedel talep etme hakkı doğar. Meselâ kira süresi dolduğu halde tarladaki mahsul henüz olgunlaşmamışsa kira süresi mahsul olgunlaşıncaya kadar uzatılmış sayılır. Ancak bu uzatma karşılıklı anlaşmaya değil hukuken geçerli sayılan bir mazerete dayandığından kiracının me’cûru kullanımı karşılığında fiilî durumdan doğan takdirî bir ücret (ecr-i misl) ödemesi gerekir (Mecelle, md. 526). Burada akdin yenilenmesi söz konusu olmadığı için borç akde dayanmamakta, haksız iktisap prensibine göre yorum yapılmaktadır (Karaman, II, 460). Aynı durum, prensip olarak ücretsiz istifadenin bahis konusu edildiği iâre için de geçerli olup muîrin, iade talebinden itibaren geçen süre için ecr-i misl ödemesi söz konusu olabilir (İbn Âbidîn, IV, 505). Fâsid akidlerde de akdin fesadının giderilip sahih hale dönüştürülmesinin veya feshinin mümkün olmadığı durumlarda ecr-i misl ödenmesi aynı telakkinin ürünüdür (İbn Kudâme, VII, 180-181; İbn Âbidîn, IV, 484).

İslâm hukukçuları, bu ve benzeri durumlarda adalet kaidelerine dayanarak mal ve emeğin emsal karşılığının bu malı alan, emek ve maldan istifade eden kimse tarafından ödenmesi gerektiği görüşündedirler. Bu ödeme borcu tek taraflı hukukî işlem, akid, haksız fiil ve kanundan ayrı olarak borç kaynağı sayılan haksız iktisaptan doğmaktadır (Karaman, II, 462; Subhî Mahmesânî, I, 102). Yukarıda zikredilen örnek durumlarda ecr-i misl ödenmesinin gerekli görülmesi haksız iktisabı korumama düşüncesiyle kabul edilmiştir (DİA, VI, 287).

3. Karışma ve Bitişme. İki mülk, sahiplerinin irade ve fiilleri dışında ve tekrar eski hale iadesi imkânsız şekilde birbirine karışırsa malı çok olan az olanın malına da sahip olur ve malı az olan malının kıymetiyle diğerine rücû eder (Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 59). Heyelân sonucu yamaçtaki iki arazinin bitişmesi durumunda bitişmeden sonra önceden değer bakımından büyük arazinin sahibi küçük arazinin bedelini ödeyerek tazmin eder ve bitişmeden sonraki yeni haliyle birleşen arazinin mülkiyetini kazanır (Mecelle, md. 902; Ali Haydar, II, 835-837; Bilmen, VII, 370). Bu örnekte geçen mal varlığındaki zenginleşmede tarafların herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Ancak bu tür bir iktisap, zenginleşenin bizzat kendisi veya üçüncü bir şahsın fiiliyle de meydana gelebilir (Gānim el-Bağdâdî, s. 121, 127, 129; Kubeysî, s. 650). Sahibinin iznini almadan bir kumaşı boyayıp işleyen kimse, Mâlikî ve Hanefî mezhebine göre sahibinin istemesi halinde ya kumaşın değerini ya da kumaşı vermekle yükümlüdür. Kumaşın teslimi istendiğinde ilâve ettiği değerin bedelini sahibinden alır (Mecelle, md. 898; Bilmen, VII, 366). Bir başka örnek de kendine ait bir malı başkasınınki ile karıştırmak veya birleştirmektir (İbnü’l-Hümâm, VII, 379, 381). Ayrı ayrı kişilerin mallarını karıştırmak veya birleştirmek yahut birisine ait sürüyü başkasının merasında otlatmak da üçüncü şahsın fiiliyle ortaya çıkan haksız iktisap örnekleridir (Bilmen, VII, 390).

4. Başkası Adına Zarureten Yapılan Ödemeler. Prensip olarak bir kimsenin başkasının malında izinsiz veya selâhiyetsiz tasarrufta bulunması câiz olmadığı gibi izinsiz veya selâhiyetsiz olarak başkası adına yapılan ödemeler de teberru sayılmaktadır (Serahsî, XI, 9; Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 58; Bilmen, VII, 30, 160). Ancak kişinin kendi hakkını koruması veya ona ulaşması için başkası adına zarureten yaptığı harcamalar teberru sayılmaz (DİA, VI, 287). Bu harcamaları üç grupta toplamak mümkündür. a) Ortak Mala Yapılan Harcamalar. Ortaklardan biri ortağının izni olmadan ortak malı imar etse yaptığı bu harcama sebebiyle teberruda bulunmuş sayılır ve onarım masrafını ortağından alamaz. Ancak yaptığı bu harcama belirli bir zorunluluk sonucu olmuşsa hissesi nisbetinde diğerine rücû eder (Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 58; Bilmen, VII, 160). Aynı şekilde bir mirasçı, terekedeki hissesini almak için miras bırakanın borcunu öderse ödediği bu miktar için terekeye rücû eder (Kubeysî, s. 642). Yine taksim edilemeyen müşterek gayri menkule ortağın yaptığı zaruri masraflar için hissesi nisbetinde ortağına rücû hakkı vardır (Zerkā, III, 103). Bu durumlar, zarureten ve teberru kastı taşımadan yapılan ödemelerin diğer taraf açısından haksız iktisap teşkil ettiğini ve bu sebeple bir iade veya tazmin borcu doğurduğunu göstermektedir (DİA, VI, 287). b) Rehnü’l-müsteâr. Alacağın güven altına alınması amacıyla istenen rehnin borçluya ait bir mülk olması şart olmayıp başkasına ait bir mal da, meselâ âriyet alınan mal da sahibinin izniyle rehnedilebilir ki buna “rehnü’l-müsteâr” denir (Zerkā, III, 103; Mecelle, md. 726). Rehin bırakılan âriyet malı râhin borcunu ödemek suretiyle kurtaramazsa muîr borcu ödeyerek malı kurtarabilir. Çünkü kendini zarardan korumak için başkasının görevini yapmak zorunda kalmıştır. Bu durumda muîr, rehni kurtarmak için yaptığı ödeme ile teberruda bulunmuş olmaz ve ödediğiyle râhine rücû edebilir (İbn Kudâme, VI, 464). “Başkası adına onun emri olmaksızın ödemede bulunan kimse teberruda bulunmuş sayılır ve ödediği miktar için rücû hakkı yoktur” şeklinde bir kaide olmasına rağmen İslâm hukukçuları muîri, müsteîr râhinin izni olmadan onun adına ödeme yapması durumunda teberruda bulunan kimse olarak kabul etmemişlerdir (Zerkā, III, 104). Çünkü onun bu borcu ödemesi kendiliğinden değil belirli bir ihtiyaç veya zaruret sonucu olmuştur (Kâsânî, VI, 136-137; Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 58-59; Zerkā, III, 103-104). c) Başkasının Malını Korumak İçin Yapılan Ödemeler. Bir kimse, başkasının helâk olmak üzere bulunan malını kurtarmak için harcama yaptığında veya emek sarfettiğinde bakılır; eğer bu iş örfen ücretsiz olarak yapılagelen bir mahiyet taşıyorsa ücret alamayacağı gibi yaptığı harcama için mal sahibine rücû hakkı da olmaz. Eğer bu gibi işler örfen ücretle yapılıyorsa ücreti hak eder. Vakıf mütevellîsi, vasî veya kayyim gibi hukukî yetki (velâyet) sahibi kimseler emeklerinin karşılığını mal sahibinden alırlar; velâyeti olmayan kimsenin ise meselâ telef olmakla karşı karşıya kalmış bir şeyi görüp onu kurtarması ve bu hususta emek sarfetmesi halinde ecr-i misl alıp alamayacağı fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefî hukukçularından bazıları bu durumu, izin verme yetkisine sahip birisinden izin almadığı için teberru olarak değerlendirmiş, bazıları ise bu kişinin örfen mal sahibi tarafından izinli olduğunu


söylemiş ve bu görüş daha sonraki dönem fakihlerince de benimsenmiştir. Müteahhir Şâfiî fukahası da başkasının malını helâk olmaktan kurtaran kişinin mal sahibi veya hâkimden izin almaya imkân bulamaması ve rücû etmek istediğine şahit tutması kaydıyla mal sahibine rücû edebileceği görüşündedir.

Helâk olmakla karşı karşıya gelmiş bir malı helâkten kurtarmak için harcamada bulunan kişinin yaptığı harcama için mal sahibine rücû edebilmesi haksız iktisap esasına dayanmaktadır. Zira mal sahibi harcamada bulunan şahıs aleyhine haksız olarak zenginleşmiştir.

Haksız İktisap Teorisi. Klasik fıkıh doktrininde tartışılan yukarıdaki örnekler, İslâm hukukunun haksız iktisabı korumadığını ve mâmeleki zenginleşen kimseyi iade veya tazminle sorumlu tuttuğunu gösterdiği gibi haksız iktisapla ilgili olarak İslâm hukukçularının doktriner yaklaşımlarını ve bundan hareketle bir haksız iktisap teorisi oluşturmayı mümkün kılacak zenginliğe de sahiptir. Öte yandan başkası adına yetkisiz olarak harcama yapan fuzûlînin tasarruflarının hukuken geçerli olup olmadığı ve dolayısıyla haksız iktisap teşkil edip etmediği hususunun doktrinde tartışmalı olması da haksız iktisap teorisinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Hukukçuların bir kısmı fuzûlînin tasarruflarını geçersiz saymakta ve yaptığı harcamaların iadesini isteyemeyeceğini söylemekte, diğer hukukçular ise fuzûlînin tasarruflarını icâzete mevkuf olarak geçerli kabul etmektedir. Bu görüş farklılığından hareketle çağdaş İslâm hukukçuları, haksız iktisap kaide ve tatbikatının İslâm hukukundaki yeri konusunda iki ayrı görüşe sahip olmuştur. Birinci görüşe göre İslâm hukuku, borçlu olmadığı şeyi ödeyenin bunu geri alma hakkını (Hamevî, I, 458-462) en geniş şekliyle bir borç kaynağı saymakla birlikte haksız iktisap kaidesini müstakil bir borç kaynağı olarak tanımamış, onu ancak -İngiliz hukukundaki gibi- oldukça sınırlı şekilde tanımıştır (Senhûrî, Vasîŧ, I, 1106 vd.; Süleyman Merkas, s. 22-23, 25-26). Bu görüş ileri sürülürken, İslâm hukuk doktrininde fuzûlînin başkasının mal varlığında artış oluşturan tasarrufunun genelde bir borç kaynağı olarak tanınmaması noktasından hareket edilir. Çünkü klasik dönem İslâm hukukçuları, başkası adına harcama yapan fuzûlînin ancak muztar olduğunda verdiğini geri alabileceği kanaatini taşımışlar, ıztırar halinde teberru hükmünün ortadan kalktığı ve böylece fuzûlînin tasarruflarında kazandırıcı fiil ve tasarrufun yalnız bu durumda bir borç doğurmakta olduğunu söylemişlerdir.

Çağdaş İslâm hukukçularından ikinci grubun görüşüne göre ise haksız iktisap kaide ve tatbikatı İslâm hukukunda mevcuttur. Her ne kadar İslâm hukukunda müstakil bir genel kural olarak tanınmış değilse de bu durum İslâm hukukunun tedvin geleneğiyle ilgili olup onun özünde bu kaideyi benimsemeye bir engel yoktur. Ayrıca haksız iktisap ilkesi Mecelle’de de bir kimsenin hukukî bir sebep bulunmadan birinin malını almasının câiz olmadığı şeklinde (md. 97) yer almıştır. Bunun haksız iktisap kuralı içeren bir kaide olmasının yanı sıra aynı zamanda, “Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin” (en-Nisâ 4/29) âyetine de uygun olduğu açıktır. Çünkü meşrû bir sebep olmaksızın başkasının zararına elde edilen kazanç İslâm hukukunda haksız kazanç olarak değerlendirilir (Subhî Mahmesânî, I, 107).

Haksız iktisap kaidesinin İslâm hukukundaki mevcudiyetini kabul eden çağdaş İslâm hukukçularından bazıları, bu yorumdan biraz farklı olarak İslâm hukukunda başlangıçtan beri var olan adalet ilkesinin çok etkili ve kapsamlı olduğunu, bu genel ilkeden ayrı olarak bir haksız iktisap teorisi oluşturmaya bu hukuk sisteminin ihtiyacı bulunmadığını söylemişlerdir. Çünkü haksız iktisap kaidesinin İslâm hukukunda dar bir alanda uygulanmasına ve genel bir kural olarak açık bir şekilde gözükmemesine rağmen konuyla ilgili uygulama örneklerinin bolluğu, beşerî ilişkilerde adalet ve hakkaniyet ilkesini vurgulayan naslar, hukuk doktrininde oluşan küllî kaide ve yaklaşımlar ve İslâm hukukunun adaleti esas alan dinîahlâkî vasfı, böyle bir kuralın İslâm hukukunda ilk dönemlerden beri kabul gördüğünü ve uygulamaya konulduğunu göstermektedir (Süleyman Merkas, s. 27-28; Fethî ed-Dîrînî, s. 21).

Çağdaş İslâm hukukçularının konuyla ilgili görüşleri dikkate alınarak bir değerlendirme yapıldığında, başkalarının malı üzerinde izinsiz ve yetkisiz tasarruflara müsaade etmeyen İslâm’ın meşrû bir sebebe dayanmadan başkalarının malını alıp sahiplenmeyi de câiz görmediği söylenebilir. Çünkü İslâm insanlar arasındaki içtimaî, iktisadî ve kültürel bütün ilişkilerin meşrû ve haklı bir sebebe dayanmasını öngörmektedir. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’teki bir kısım naslar da İslâm hukukunda haksız mal iktisabının câiz olmayacağını, yani haksız iktisabın bir borç doğuracağını büyük ölçüde desteklemektedir. Bu naslara ve hukukî prensiplere göre bir başkasının malını alabilmek için mutlaka meşrû bir sebep gerekmektedir. Buna göre hırsızlık, gasp, şaka, yanılma vb. yollarla ele geçirilen bir mal meşrû olmayan bir sebeple alınmış demektir. Bunlardan hırsızlık ve gasp haksız fiil, şaka ve yanılma ise haksız iktisap kapsamı içinde değerlendirilir. İkinci grupta yapılan işlem, dış görünüşü itibariyle tam olduğu halde Kur’an ve Sünnet’te yer alan adalet ve hakkaniyet ölçülerine uymadığından, ayrıca meşrû ve haklı bir sebebe dayanmadığı için haksız iktisap sayılır. Bundan dolayı İslâm hukukunda zâhiren sahih görünen birtakım işlemler, Kur’an ve Sünnet’te yer alan adalet ve hakkaniyet ölçülerine uymadığı için ve ticarî ilişkilerde güven ortamını oluşturmak, hakların kolayca tanınmasını ya da kazanılmasını sağlamak gibi amaçlarla geçersiz sayılmıştır. Haksız iktisap da bunlardan biridir. Çünkü meşrû, haklı bir sebep bulunmadan başkasının malını almayı yasaklayan umumi naslar ve ilgili genel kural (Mecelle, md. 97) meşrû bir sebebe dayanmayan her tür almayı içerdiğinden haksız iktisapla ilgili genel nazariyeden daha geniş kapsamlıdır ve haksız iktisap teorisi için de arka plan ve meşruiyet zemini oluşturur. Bu sebeple haksız iktisabın İslâm hukukunda bir borç kaynağı olarak değerlendirilmesine bir engelin bulunmadığını, hatta borçlu olmadığı halde ödeme, ecr-i misl, karışma ve bitişme gibi uygulama örneklerinin bunu gerekli kıldığını ve sonuç olarak haksız iktisaptan doğan borçların İslâm hukukunda müstakil bir borç kaynağı oluşturduğunu söylemek mümkündür.

Haksız İktisabın Unsurları. 1. Çoğalma (zenginleşme). Öncelikle haksız iktisaptan söz edebilmek için taraflardan birinin mal varlığında çoğalmanın gerçekleşmiş olması gerekir. Zenginleşme, zenginleşen kimsenin şimdiki mâmeleki ile zenginleşmeden önceki mâmeleki arasında meydana gelen kıymet farkıdır. Zenginleşme müsbet ve menfi olmak üzere başlıca iki şekilde ortaya çıkar. Müsbet zenginleşme aktifin artması, yani zenginleşenin zimmetine malî bir kıymetin girmesi veya daha önceki mal varlığının artması demektir. Yeni kazanılan hak aynî veya şahsî bir hak olabilir. Bir kimsenin bir arazinin mülkiyetini kazanması,


bir miktar paraya sahip olması, başka birinden para, iş veya hizmet isteme hakkını elde etmesi, başkasının evinde oturmak suretiyle istifade etmesi, başkasının bazı davranışlarının malının kıymetini arttırması, meselâ başkasının gübrelemesiyle tarladaki ekinin artması, arazinin ziraate uygun hale getirilmesi müsbet zenginleşme örnekleridir. Bu durumlarda zenginleşenin zimmetinde aktifin artması şeklinde bir çoğalma meydana gelmekte ve pasifi de aynen kalmaktadır.

Menfi zenginleşme kişinin pasifinin azalması olarak tanımlanır. Mal varlığı net mal varlığı olarak kabul edilince bunun pasif kısmını azaltan her işlem veya eylem mal varlığının artması sonucunu doğurur. Mal varlığını kısıtlayan her borç, yükümlülük ve sınırlama mal varlığının pasif kısmını oluşturur. Bir borcun, bir rehnin veya mülkiyet hakkını kısıtlayan bir yükümlülüğün ortadan kaldırılması oranında mal varlığının pasif kısmı azalmış olur ki bu da gerçekte mal varlığının çoğalması demektir. Bu sebeple pasifin azalması şeklinde olan çoğalmada zenginleşenin mal varlığında herhangi bir artma ve yeni şeylerin ilâvesi değil, yapması gereken hizmet ve borçlarının başkası tarafından yerine getirilmesi suretiyle zimmetindeki borçların azalması söz konusudur. Kişi bu şekilde zenginleşmiş olmaktadır (Kubeysî, s. 454; zenginleşmenin bu çeşidiyle ilgili Türk Borçlar Hukuku’nda ileri sürülen bir şart için bk. Feyzioğlu, I, 472, 729-730).

İadeyi gerektiren zenginleşmeden söz edebilmek için mal varlığında artış meydana getiren değerin aynî bir mal olduğunda bunun İslâm hukukuna göre mütekavvim olması, nakdî bir değer olduğunda ise semen (satım bedeli) olma özelliğini taşıması gerekir. Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî ve bazı istisnaî durumlarda Hanefîler’e göre menfaat de mütekavvim mal hükmünde görülüp zenginleşmede dikkate alınır. Mânevî zenginleşmelerin haksız iktisap teşkil edip etmediği ise hukukçular arasında tartışmalıdır (Çalış, s. 60-61). Çoğalma, fakirleşenin üçüncü bir şahsın ve tabii kuvvetler veya hayvanların fiili neticesinde de meydana gelebilmektedir.

2. Eksilme (fakirleşme). Taraflardan birinin mal varlığında hâsıl olan çoğalmanın haksız sayılabilmesi için bunun başkasının zararına olarak meydana gelmiş olması, yani diğerinin fakirleşmesine yol açması gerekir. Burada fakirleşme mal varlığında azalma (aktifin azalması), bir borç altına girme (pasifin artması), ya da mal varlığına dahil değilken mâmelekte meydana gelecek muhtemel bir artışın yitirilmesi (aktifin çoğalmasına engel olunması) şeklinde ortaya çıkabilir. Başka birinin yaptığı tahsilât sonucu alacak hakkının yitirilmesi müsbet fakirleşme, borç altına girme ise menfi fakirleşme olarak adlandırılır. Zenginleşmede olduğu gibi fakirleşmede de kaybedilen değerin İslâm hukuk kurallarına göre mal hükmünde olması şartı aranır. Bunun yanında bir kimsenin yaptığı işten dolayı fakirleşmesinden bahsedebilmek için o işin örfen ücretle yapılıyor olması da gerekir.

Herhangi bir olayda zenginleşme bulunur, fakat bunun mukabili bir fakirleşme olmazsa bu durumda haksız iktisaptan söz edilemez. Bir kimsenin bahçesini güzelleştirmek için yaptığı harcamalar sonucu komşusunun evinin kıymetinin artması, devletin yaptığı bazı yatırımlar sebebiyle çevredeki gayri menkul kıymetlerinin artması böyledir. Ayrıca fakirleşmede fakirleşenin hata veya ihmalinin bulunmaması şartı da aranmaz. Zenginleşmede olduğu gibi fakirleşme de fakirleşenin, zenginleşenin veya üçüncü bir şahsın fiili sonucu olabileceği gibi tabii kuvvetlerin etkisiyle meydana gelebilir.

3. İlliyet Bağı. Taraflardan birinin mal varlığında meydana gelen çoğalma ile diğerininkinde meydana gelen eksilme arasında bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmalıdır. Haksız fiillerde bir insanın fiiliyle zarar arasında râbıta araştırıldığı halde haksız iktisapta birinin mal varlığındaki zenginleşmenin diğerinin fakirleşmesinden doğup doğmadığına bakılır. Şu halde haksız iktisap hususunda önemli olan kusur değil bir mal varlığının diğer bir mal varlığı ile olan ilişkisidir. Meselâ satılan bir taşınmazın alıcı adına değil başka birisi adına tapuya tescili böyledir. Aradaki illiyet bağı doğrudan olabildiği gibi dolaylı da olabilir. Meselâ zenginleşenin mal varlığındaki çoğalma üçüncü bir kişiyle yapılan bir işlem sonucu meydana gelmişse bu dolaylı iktisaptır ve aradaki illiyet bağı da dolaylıdır.

4. Haklı Bir Sebebin Bulunmaması. Haksız bir iktisaptan söz edilebilmesi için mal varlığındaki zenginleşmenin meşrû olmayan bir sebebe dayanması gerekir. Meselâ hibede bulunan kimse hibede bulunduğu şahsa haksız iktisap davası ile rücû edemez. Çünkü bu durumda taraflar arasında birinin zenginleşmesini, diğerinin de fakirleşmesini meşrû kılan hukukî bir sebep bulunmaktadır. Aynı şekilde kişinin eşine ve yakın akrabalarına yaptığı harcamalar da o şahıslar için haksız iktisap sayılmaz. Miras yoluyla bir şahsın zenginleşmesi, kadının mehir almak suretiyle zenginleşmesi gibi durumlar da hukukî sebeplere dayandığından haksız iktisap teşkil etmez (Kubeysî, s. 184, 533, 539-540, 554).

Haksız İktisabın Hükmü. Başkasına ait bir malı haklı bir sebep olmaksızın iktisap eden veya böyle bir işlem sonucu mal varlığı çoğalan kimse, kural olarak aldığı şeyin kendisini iade etmekle yükümlü olduğu gibi fakirleşen de geri isteme hakkına sahiptir. İade tarzı, mal varlığında meydana gelen zenginleşmenin konusuna göre değişecektir. Zenginleşmenin konusu bir taşınır ise ve bunun mülkiyeti haksız iktisap sayılan bir tarzda ele geçirilmişse sahibine aynen iade edilir. Aynen iadenin imkânsız olduğu durumlarda haksız olarak iktisap edilen taşınır mal mislî mallardan ise misli, kıyemî mallardan ise para olarak belirlenmiş değeri ödenir. Bu da eşyanın kullanılması, tüketilmesi, başkasına satılması ya da karışma ve bitişme gibi durumlarda söz konusu olur. Zenginleşme konusunun bir malın menfaatinden veya bir hizmetten yararlanma olduğu durumlarda, bu menfaat ve hizmetin para olarak belirlenmiş piyasa değeri (ecr-i misl) ödenir. Haksız iktisabın konusu bir taşınmaz ise bu taşınmazın hak sahibine gerektiği şekilde iadesi, meselâ tapu siciline fakirleşen lehine yapılan bir tescille mülkiyetin devredilmesi gerekir. Zenginleşmenin konusunu teşkil eden şey zilyetlik olduğunda iade zilyetliğin fakirleşene geçirilmesi şeklinde yapılır. Zenginleşmeyi bir alacağın nakli meydana getirmişse iade işlemi, yeni bir temlik işlemiyle mücerred bir borç senedinin konu olduğu durumlarda ise senedin ya sahibine teslimi ya da iptaliyle gerçekleştirilir. Ancak iadenin değerle yapıldığı durumlarda geri verilecek miktar zenginleşenin mal varlığında husule gelen çoğalmadır, yoksa o şeyin fakirleşen için taşıdığı değer olmadığı gibi mûtat ve cari değer de olmamalıdır.

Haksız iktisapta zenginleşenden zenginleştiği miktarı iade etmesi istenir. Zenginleşen kimse zenginleştiği miktarı iade ettiği anda iade miktarı fakirleşme miktarından daha az olur ve geriye kalan fakirleşme oranının zenginleşme olarak karşılığı bulunmazsa bu miktar için haksız iktisap talebinde bulunulmaz. Aksi


takdirde bu defa da fakirleşen kişi davalı aleyhine zenginleşmiş olur; bu da adalet ilkesine ve haksız iktisap teorisinin dayandığı hukukî düşünce zeminine aykırıdır. Karşılığı bulunmayan fakirleşme ve zenginleşmelerin olduğu gibi kalması adalete aykırı değildir. Çünkü haksız iktisapta hükmün illeti, bir kimsenin başkası aleyhine hukukî bir sebep olmaksızın zenginleşmesidir.

İadenin kapsamı konusunda zenginleşenin iyi niyetli veya kötü niyetli oluşu da dikkate alınır. Zenginleşen kimse, iktisap zamanında veya iktisaptan sonra mal varlığındaki bu artışın geçerli bir hukukî sebebe dayanmadığını bilmiyor ve bilebilecek durumda bulunmuyorsa iyi niyetli kabul edilir. İyi niyetli zenginleşen yalnız aldığı kadarını iade etmekle yükümlü iken kötü niyetli zenginleşen, elde ettiği bütün fayda ve kazançları veya elde etme imkânına sahip olduğu halde kusuru sebebiyle elde edemediklerini ödeme gününden veya kötü niyetli olduğu günden itibaren ödemekle yükümlüdür.

Haksız İktisap Davası. Haksız iktisapta zimmetler arası denge hukukî bir sebebe dayanmaksızın bozulmakta ve bunun sonucunda bir taraf diğeri aleyhine zenginleşmekte olduğundan haksız iktisap davasının amacı, zimmetler arasında bozulmuş olan dengenin tekrar kurulması ve adaletin teminidir.

Haksız iktisap davasında davacı mal varlığında eksilme meydana gelen taraftır. Çünkü mal varlığında bir eksilmenin meydana geldiğini ve bu eksilmenin hukukî bir sebebe dayanmadığını iddia etmektedir. Davalı taraf ise mal varlığında çoğalma meydana gelen şahıstır. Davalı bir kişi olabildiği gibi birden fazla kişi de olabilir. Meselâ ortaklar başkası aleyhine zenginleşmişlerse her ortak zenginleştiği nisbette borçlu olur.

Haksız iktisap davası zimmete taalluk eden bir hakkı konu aldığından davacı ve davalının edâ ehliyetine sahip olmaları şart değildir. Dolayısıyla nâkıs ehliyetliler veya temyiz gücüne sahip olmayanlar da haksız iktisap davasında davacı veya davalı olabilirler.

Haksız iktisap davasında ispat yükü fakirleşene düşmektedir. Fakirleşen kimse kendi mal varlığının azaldığını, buna karşılık diğer şahsın zenginleştiğini, bu zenginleşmenin fakirleşme karşılığı meydana geldiğini ve hukukî bir sebebe dayanmadığını ispatlamak zorundadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 221; V, 8, 72, 113, 425; Buhârî, “Tevĥîd”, 24, “Bedǿü’l-ħalķ”, 2, “Śulĥ”, 5; Müslim, “Ĥudûd”, 25; İbn Mâce, “Śadaķāt”, 5; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 90, “Edeb”, 85, 93; Tirmizî, “BüyûǾ”, 39, “Fiten”, 3; Şîrâzî, el-Müheźźeb, I, 332-333, 335, 371-372, 374; Serahsî, el-Mebsûŧ, XI, 9, 49, 54, 133, 137; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 133; VI, 48, 136-137; İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî v.dğr.), Kahire 1992, VI, 464; VII, 180-181, 354, 414; VIII, 28; Zerkeşî, el-Menŝûr fi’l-ķavâǾid, Küveyt 1982, II, 380-381; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, VII, 379, 381; Münâvî, Feyżü’l-ķadîr, IV, 321; Hamevî, Ġamzü Ǿuyûni’l-beśâǿir, Beyrut 1985, I, 458-462; II, 267-268; III, 211, 220; IV, 33-34; Güzelhisârî, MenâfiǾu’d-deķāyıķ, s. 320, 329; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), tür.yer.; Mecelle, md. 97, 526, 726, 898; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, tür.yer.; Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ, I, 56, 58, 59; a.mlf., el-Vasîŧ fî şerĥi’l-Ķānûni’l-medeniyyi’l-cedîd, Beyrut, ts., I, 1103, 1104, 1106 vd.; Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî, II, 664, 976-977, 1041; III, 103-104; Senaî Olgaç, Türk Borçlar Kanunu, İstanbul 1959, II, 682, 684; Safâ Reisoğlu, Sebepsiz İktisap Davasının Genel Şartları, Ankara 1961; Süleyman Merkas, el-İŝrâǿ Ǿalâ ĥisâbi’l-ġayr [baskı yeri yok], 1971 (Ma‘hedü’l-Buhûs); Karaman, İslâm Hukuku, II, 453, 458, 460, 462, 467; Necmeddin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku, İstanbul 1976, I-II, tür.yer.; Kenan Tunçomağ, Türk Borçlar Hukuku, İstanbul 1976, I, 615; Abdullah b. Abdülmuhsin el-Mansûr, Cerîmetü’r-rüşvet fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Beyrut 1980, I, 159-160; Fethî ed-Dîrînî, “Nažariyyetü’l-İŝrâǿ bilâ sebeb”, el-Fıķhü’l-muķāran maǾa’l-meźâhib [baskı yeri yok], 1981-82 (Matbaatü Hâlid b. Velîd), s. 18-63; Vehbe ez-Zühaylî, Nažariyyetü’đ-đamân, Dımaşk 1402/1982, s. 211; a.mlf., el-Fıķhü’l-İslâmî, tür.yer.; Subhî Mahmesânî, en-Nažariyyetü’l-Ǿâmme li’l-mûcebât ve’l-Ǿuķūd, Beyrut 1983, I, 88-107; M. Fevzî Feyzullah, Nažariyyetü’đ-đamân fi’l-fıķhi’l-İslâmiyyi’l-Ǿâm, Küveyt 1983, s. 168-169; Bilmen, Kamus2, VII, 30, 160, 161, 163, 342, 366, 368, 370, 381, 390; Süleyman M. Ahmed, Đamânü’l-mütlefât fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Kahire 1985, s. 53-54, 253, 255, 260, 266, 568; Enver Sultân, Meśâdirü’l-iltizâm fi’l-ķānûni’l-medeniyyi’l-Ürdünî, Amman 1987, s. 385, 395; Gānim el-Bağdâdî, MecmaǾu’đ-đamânât, Beyrut 1987, s. 121, 127, 129; Selâhattin Sulhi Tekinay, Tekinay Borçlar Hukuku (nşr. Sermet Akman v.dğr.), İstanbul 1993, s. 573 vd.; Halit Çalış, İslâm Hukukunda Haksız İktisap (yüksek lisans tezi, 1995), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Âyiş Receb Mecîd el-Kubeysî, el-İŝrâǿ Ǿalâ ĥisâbi’l-ġayr bilâ sebeb [baskı yeri ve yılı yok]; Beşir Gözübenli, “Âriyet”, DİA, III, 379-380; a.mlf., “Fuzûlî”, a.e., XIII, 239-240; M. Akif Aydın, “Borç”, a.e., VI, 286-287.

Ali Kaya - Halit Çalış