HAK

(الحق)

Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

Hak kelimesi “gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, gerçeğe uygun bulunmak; bir şeyi sabit ve gerekli kılmak” anlamlarında masdar ve bu anlamlara dayalı bir sıfat olup Allah’a nisbet edildiğinde “bizzat ve sürekli olarak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve ulûhiyyeti fiilen tahakkuk eden” mânasına gelir (Bağdâdî, vr. 89b; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ĥaķķ” md.). Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, esmâ-i hüsnâyı dil açısından incelediği eserinde kelimenin kapsamlı muhtevasından hareketle hak için şöyle demektedir: “Allah’ın zâtı hak olduğu gibi O’ndan gelen ve O’na rücû eden her şey de haktır; ayrıca emrettiği ve yasakladığı hususlar uyarınca hareket etmek de kullar için haktır yani gereklidir” (İştiķāķu esmâǿillâh, s. 178).

Kur’ân-ı Kerîm’de hak kelimesi yirmisi harf-i ta‘rifsiz olmak üzere 247 yerde geçmektedir. Buna aynı kökten türeyen on dört isimle yirmi altı fiil sigası da eklenince sayı 287’ye ulaşır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥķķ” md.). Bu zengin kullanım içinde hak kavramı Allah’a pek çok yerde nisbet edilmekte olup bunların bazısında esmâ-i hüsnâdan biri olarak doğrudan zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmektedir (bk. el-Kehf 18/44; el-Hac 22/6, 62; en-Nûr 24/25; Lokmân 31/30). Hak bir âyette, “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” mânasındaki melik ismiyle birlikte kullanılırken (Tâhâ 20/114) bazı âyetlerde, doksan dokuz isim listesinde yer almayan “besleyip geliştiren” anlamındaki rab (Yûnus 10/32), “ulûhiyyeti veya adaleti apaçık” anlamındaki mübîn (en-Nûr 24/25; Beyzâvî, III, 192), “gerçek dost ve yardımcı” mânasındaki mevlâ (el-En‘âm 6/62; Yûnus 10/30) isimleriyle muhteva zenginliği kazanmaktadır. Hak, muhtelif âyetlerde hakkın Allah’tan, Allah nezdinden olduğu, O’nun vaadinin mutlaka gerçekleşeceği belirtilmek suretiyle de O’na nisbet edilmiş, ayrıca çeşitli ilâhî fiillerin hakla vuku bulduğu anlatılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’e (meselâ bk. el-Bakara 2/119; et-Tevbe 9/62; en-Neml 27/79), Kur’an’a (el-Bakara 2/176; Yûnus 10/94) ve dine de (et-Tevbe 9/29, 33; el-İsrâ 17/81) nisbet edilmektedir.

Hak kavramı, Tirmizî (“DaǾavât”, 82) ve İbn Mâce’nin (“DuǾâǿ”, 10) esmâ-i hüsnâ listeleri dışında başka hadislerde de çeşitli sigalarla Allah’a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “ĥķķ” md.). Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem’in teheccüd namazındaki duasında hak kelimesi şöyle tekrarlanmaktadır: “Allahım! Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır” (Buhârî, “Tevĥîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199). Hz. Peygamber telbiye duası sırasında, “Emrin baş üstüne, ey gerçek Tanrı (ilâhü’l-hak), emrin baş üstüne!” anlamındaki niyazında (İbn Mâce, “Menâsik”, 15; Nesâî, “Ĥac”, 54) “ilâhü’l-hak” tabiriyle Câhiliye Arapları’nın tapındığı tanrıların hiçbir gerçeklik taşımadığına işaret etmiştir.

Âlimler hak kavramında iki temel mâna tesbit etmişlerdir: Var oluş ve gerçeğe uygunluk (vücûd ve mutâbakat). Buradaki var oluş zât-ı ilâhiyyeye izâfe edildiğinden zamanın hem başlangıcı hem de sonu itibariyle sınırsız (ezelî ve ebedî) olarak kabul edilir. Buna göre hak, sıfat anlamıyla vâcibü’l-vücûd (varlığı kendinden ve zaruri olan) kavramıyla birleşir. Nitekim Gazzâlî hakkı bu mânasıyla zâtî isimlerden saymış ve onun esmâ-i hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra geldiğini söylemiştir (el-Maķśadü’l-esnâ, s. 172). Ayrıca Gazzâlî, hakkın kapsadığı var oluşu hem zihin hem obje hem de mârifet açısından değerlendirmiş ve zât-ı ilâhiyyenin gerek zihnen gerekse tabiat nesnelerinin şehadetiyle en belirgin şekilde ispat edilen ve en iyi tanınabilen bir varlık olduğunu belirtmiştir. Zâtın bu yöntemlerle tanınması da hakkın gerçeğe uygunluk anlamını dile getirmektedir (a.g.e., s. 138). Hak isminin kapsadığı gerçeğe uygunluk, bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan Allah ile tabiat ve Kur’an arasında aranmalıdır. Son derece karmaşık, fakat âhenkli ve düzenli iç içe sistemlerden oluşan tabiatın yaratıcısı ve yöneticisinin yetkin sıfatlarıyla uyum içinde olması, onlardaki mükemmeliyeti aksettirmesi Allah ile tabiat arasındaki mutabakatı oluşturur. Bununla birlikte madde âlemi maddeden münezzeh olanı isabetli bir şekilde niteleyemeyeceği veya maddeyi gözlemleyip inceleyenler kendiliklerinden bu ulvî sonuca ulaşamayacakları için Allah zâtını Kur’an’ında tanıtmış, isim veya sıfat denilen kavramlarla inananların ulûhiyyet bilgisini zâtındaki hakikate uygun hale getirmiştir. Râgıb el-İsfahânî’nin, hakkın temel mânalarından ikisini “hikmete uygun olarak yaratan” ve “hikmete uygun olarak yaratılan” şeklinde belirtmesi de bu amaca yönelik olmalıdır (el-Müfredât, “ĥķķ” md.). Nitekim Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī “yergi gerektiren şeye kudreti taalluk etmeyen” (ŞuǾabü’l-îmân, I, 119), Ebû Bekir İbnü’l-Arabî “sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan” (el-Emedü’l-aķśâ, vr. 23a), Ebü’l-Bekā el-Kefevî de “hiçbir fiili çirkin olmayan” (el-Külliyyât, s. 391) tarzındaki ifadeleriyle aynı mânayı vurgulamak istemişlerdir.

Hak ismi, kıdem ve bekā kavramlarını da içerecek şekilde vücûd mânası göz önünde bulundurularak zâtî isimler içinde mütalaa edilmiştir. Buna göre hak “fiilen var olan, ezelî ve ebedî, mevcudiyeti ve ulûhiyyeti gerçek olan” anlamına gelir. Hak isminin “varlığı zorunlu” anlamıyla Allah, varlığının başlangıcı olmaması itibariyle evvel, “varlığının sonu olmayan, ebedî hayatla diri” mânalarıyla âhir, bâkī, vâris ve hay isimleriyle münasebeti vardır (bk. ESMÂ-i HÜSNÂ).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ĥķķ” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ĥaķķ” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 390-391; Wensinck, el-MuǾcem, “ĥķķ” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥķķ” md.; Buhârî, “Tevĥîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13, “Menâsik”, 15, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82; Nesâî, “Ĥac”, 54; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), XXII, 62-64; Zeccâcî, İştiķāķu esmâǿillâh (nşr. Abdülhüseyin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, s. 178; Halîmî, el-Minhâc, I, 188; İbn Fûrek, Mücerredü’l-maķālât, s. 46-47; Bağdâdî, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, vr. 89a-90b; Beyhakī, ŞuǾabü’l-îmân (nşr. M. Saîd Besyûnî), Beyrut 1410/1990, I, 119; Kuşeyrî, et-Taĥbîr fi’t-teźkîr (nşr. İbrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 68, 69; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ (Fazluh), s. 137-139, 172; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Emedü’l-aķśâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 16a, 21b-23b; İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aǾyün, s. 266-269; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, III, 192; Suad Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 216-218; A. Abdürrahim es-Sâyih, es-Sülûk Ǿinde’l-Ĥakîm et-Tirmiźî, Kahire 1408/1988, s. 75-87; Edwin E. Calverly, “Haqq (Truth) Al-Haqq As A Divine Name”, MW, LIV (1964), s. 122-127.

Bekir Topaloğlu