GÜMRÜK

Ticaret mallarının devletler arası, bazan da devlet içi sınırlardan geçişinde alınan vergi.

Câhiliye devri Arapları arasında meks (çoğulu mükûs), uşûr gibi adlarla anılan ve uygulanış şeklinden gümrük vergisi (gümrük resmi) yerine de geçtiği


anlaşılan ticarî mal ve pazar vergisinin Hz. Peygamber tarafından ciddi bir ıslahata tâbi tutulduğu bilinmekte, ancak bu vergi türünün ne ölçüde ve kimlere uygulandığı hususu tartışılmaktadır. Devlet ve hazine teşkilâtının kuruluşunda önemli mesafelerin alındığı Hz. Ömer zamanında gümrük vergisi de yeni boyutlar kazanmış ve bu dönemden itibaren tarihî akış içerisinde konuyla ilgili olarak hem zengin örnekler hem de ayrıntılı prensipler ortaya konulmuştur. İslâmî literatürde önceleri uşûr, daha sonra bunun yanı sıra damga (tamga), bâc gibi isimlerle de anılan gümrük vergisine özellikle fıkıh kitaplarının zekât, cizye, uşûr (âşir) gibi bölümlerinde ve malî hukuka dair kitâbü’l-emvâl ve kitâbü’l-harâc türü eserlerde yer verildiği görülür. Bu konudaki hukukî mütalaalarda, daha eski dönemlerden intikal eden uygulama örneklerinin ve toplumun o günkü ihtiyaçlarının ağırlıklı etkisi olmuştur.

Câhiliye döneminde bölgedeki hükümdarlarla kabile reislerinin, pazar yerlerine getirilen ticarî mallardan meks veya uşûr adı altında nisbeti kabile ve bölgelere göre değişebilen, ancak genellikle onda bir nisbetinde tutulan bir vergi aldıkları, aynı şekilde Mekke yöneticisi Kusayy’ın da yabancı tâcirlerin mallarından böyle bir vergi aldığı bilinmektedir (İbn Sa‘d, I, 70). Fakat bu vergilerin o dönemde Arap yarımadasındaki bütün panayırlarda alındığını söylemek güçtür (geniş bilgi için bk. İbn Habîb, s. 263-267; Saîd el-Efgānî, s. 217-226; Ziyâeddin er-Reyyis, s. 52-54).

Kaynaklarda verilen bilgilerin önemli bir kısmı, Resûl-i Ekrem döneminde çarşı ve pazara dışarıdan mal getiren müslümanlardan bu tür bir vergi alınmadığı, İslâmiyet’e yeni girmiş kabilelerle yapılan anlaşmalarda onların uşûra tâbi olmayacakları kaydının bulunduğu, hatta bu verginin gayri müslimlere dahi sınırlı şekilde uygulandığı yönündedir (Fayda, XXV, 171-174; aksi yöndeki rivayet ve görüşler için bk. Serahsî, II, 199; Tuğ, s. 84). “Meks alan kimse cennete giremez, bu kişi cehennemdedir” (Müsned, IV, 109, 143, 150; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 7) veya, “Âşire (uşûr vergisi toplayan kimse) rastladığınızda onu öldürünüz” (Müsned, IV, 234; Ebû Ubeyd, s. 470) meâlindeki hadisler, İslâm öncesi dönemde ticaret erbabına ve pazara dışarıdan mal getirenlere uygulanan bu verginin ağır ve biraz da haksız olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca Resûlullah’ın müslümanların uşûr ödemeyeceği yönündeki hadisleri (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 33) ve Medine’de onlar için pazar vergisi alınmayan bir çarşı kurdurması (İbn Mâce, “Ticârât”, 40; Belâzürî, s. 28) göz önünde bulundurulursa onun hem bu haksızlığı önlemeyi, hem de serbest ticarî dolaşımı teşvik edip bölgede canlı bir piyasa ekonomisi oluşturmayı amaçladığı, bunun için de gümrük ve pazar vergisi uygulamasını en aza indirdiği söylenebilir (bk. MEKS; UŞÛR).

Kaynakların ifadesi, gümrük vergisinin ilk defa Hz. Ömer tarafından konulduğu yönündedir. Öyle anlaşılıyor ki, o zamana kadar gerçekleştirilen fetihler sonunda devletin hâkimiyet alanının genişlemesi, bu topraklarda yaşayan gayri müslimlerin zimmî statüsünde her türlü ticarî faaliyeti serbestçe sürdürebilmeleri ve komşu ülkelerle olan sıkı ticarî ilişkiler gibi etkenler böyle bir uygulamanın başlatılmasını gerekli kılmıştır. Gerek umumi fıkıh gerekse malî hukuk kitaplarında yer alan bu tür vergilendirmeye dair doktriner görüşler, ölçü ve prensipler de bu dönemden itibaren zenginleşerek devam eden uygulama örneklerine dayanır.

İslâm hukukunun aslî kaynaklarında, gümrük vergisi tatbikatında uyulması gerekli olan esaslar ve bunlara göre belirlenmiş sabit nisbetler bulunmadığından bu vergilendirme türünün tarih boyunca çeşitli İslâm ülkelerinde farklı uygulamalara, yasak ve muafiyetlere konu olduğu görülür. Tarihî gelişme içerisinde gümrük vergisiyle ilgili zengin bir İslâm terminolojisi ortaya çıkmıştır. Hâricî gümrük yanında şehirler arasında ticarî malların dolaşımıyla ilgili dâhilî gümrük uygulaması, bu vergilerin devlet memurları vasıtasıyla veya zaman zaman iltizam usulüyle toplanması, gümrüğün tâcirin müslim, zimmî veya harbî statüsünde oluşuna göre alınması ve gümrük oranlarında tarih boyunca görülen devamlı iniş çıkışlar konu incelenirken karşılaşılan başlıca problemlerdir.

Gümrük resminin tesbitinde malın kıymeti (ad valorem) yerine genellikle şahısların müslim veya gayri müslim, yani zimmî yahut harbî-müste’men ve ülkenin de dârülharp veya dârülislâm olması esas alınmıştır. İslâm devleti tutumunu dârülharbin tavrına göre belirlemiştir. Genelde serbest ticaretten yana olunmakla birlikte gümrük ve geçiş resimlerinin konulmasında ve miktarlarının tesbitinde, karşıda bulunan dârülharbin müslüman tâcirlere gösterdiği tavır ölçü alınmış, çok defa bu konuda mütekabiliyet esasına uyulmuştur. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin, Hz. Ömer’e dârülharpte müslüman tâcirlerden % 10 vergi alındığını söylemesi üzerine halifenin aynı nisbetin harbî tâcirlere tatbikini istemesi dikkat çekicidir. Gümrük resmi uygulamasında zamana ve yere göre farklılıklar görülmekle birlikte oranlar genellikle müslümanlar için % 2,5, zimmîler için % 5, harbî-müste’menler için % 10 olarak belirlenmiştir. Verginin farklı statüdeki zümrelerden değişik oranlarda alınması, eşitliği ve adaleti zedeleyen değil belirleyen bir durumdur; zira kadın, erkek bütün müslümanlar, gümrükten geçsin veya geçmesin ticaret mallarının ayrıca zekâtını ödemek zorundadırlar. Diğer taraftan harbînin ülkesinin müslüman tâcirlerden aldığı gümrüğün miktarı biliniyorsa mütekabiliyet esasına uyuluyor, aksi halde prensip olarak % 10’luk oran tatbik ediliyordu. Gümrük almayan dârülharbin vatandaşı olan tâcire aynı muamele yapılır, mütekabiliyete uyulurken de harbî lehine bundan vazgeçildiği olurdu; meselâ tüccarın malı belli miktarın (nisab) altında ise hiç gümrük alınmazdı. Yine dârülharpte müslümanın bütün malı alınmışsa o ülkenin tâcirine aynısı yapılmaz, malının kendine yetecek kadarı bırakılırdı. Ayrıca harbîlerin çocukları ve kadınları gümrük vergisinden muaftı; mallarını taşımakta kullandıkları hayvanlar için de herhangi bir ödeme yapmıyorlardı (Tuğ, s. 85). Harbî tüccarın borçlu veya yılını henüz tamamlamamış olması gümrük resmi için mazeret değildi. Vergi yılda bir kere alınır ve karşılığında bir tezkire (cevaz belgesi) verilirdi. Ancak aynı yıl içinde harbî kendi ülkesine dönüp tekrar gelmişse ikinci defa gümrükten geçerken yine vergi öderdi.

Nazarî olarak gümrük resmi sadece dârülislâm sınırlarında alınırsa da aslında Emevî döneminden itibaren her İslâm devleti kendi bölgesinde belirli kurallar çerçevesinde bu uygulamaya girmiştir. Gümrük vergileri şehir kapılarında, yollarda, köprülerde ve limanlarda alınırdı. Sonraları değişen ekonomik şartlara göre yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerde malın kara veya denizden gelmesi, gelirken geçtiği bölgeler, cinsi, taşındığı yük hayvanının türü gibi unsurlar etkili olmuştur. Meselâ


Sâmanîler zamanında Türkistan’da her bir deve yükünden 2 dirhem, dağlık bölgeden mal getirenlerden 1 dirhem gümrük resmi alınmaktaydı. Bu miktar İsfahan ve Kirman’da deve yükü başına daha yüksekti. Fâtımîler de ülkeye giren her çeşit maldan gümrük vergisi alırdı. Eyyûbîler’de Dîvânü’l-mâl tarafından tahsil edilen gümrük vergisi devletin en büyük gelir kaynaklarından biriydi ve Haçlılar’la yapılan ticaretten de gümrük vergisi alınırdı.

Gümrük resimlerinin zaman zaman kısmen veya tamamen kaldırıldığı olurdu. 1086’da Selçuklu Sultanı Melikşah, Irak ve Horasan tüccarlarının ödediği meksi lağvettiği gibi 1108’de oğlu Muhammed Tapar da mükûs, darâib ve transit geçiş vergilerini almaktan vazgeçmişti. Yine İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han, gerçekleştirdiği ıslahatın bir parçası olarak bazı şehirlerde gümrük (damga) resmini yarı yarıya indirirken bazılarında tamamen kaldırmıştı. Diğer taraftan 1309’da Olcaytu Han zamanında Tebriz’de gümrük % 5,5’a ulaşmıştı. Yabancı tüccarlar içinse bu oran % 3,5 idi. Ayrıca sel, deprem, yangın gibi büyük âfetler vuku bulduğunda damga hiç alınmıyordu. Gümrük resimlerinde indirim veya muafiyetlerin tanındığı da görülürdü. Meselâ gıda maddelerinde böyle bir uygulama vardı ve harbînin ithal ettiği maldan normalde % 10 gümrük alındığı halde bazı gıda maddelerinde bu oran % 5’e düşürülürdü. Meyve, sebze, süt gibi çabuk bozulan gıda maddelerinden gümrük alınması veya bunların tamamen vergiden muaf tutulması konusunda hukukçular farklı görüşler ortaya koymuşlardır (Sıddîkî, s. 108). Ortaçağ boyunca Horasan-Afganistan-İran sahasında kurulan müslüman Türk devletlerinde gümrük resmi için damga ve bâc terimlerinin kullanıldığı görülür; bu hânedanlar zamanında mevzuata ve uygulamaya da birçok yenilikler getirilmiştir.

İslâm gümrük tarihi incelenirken özellikle uygulamalara yönelik ahidnâmelerin çok iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Müslüman ülkelerle dârülharp arasında yapılan anlaşma metinlerinde genellikle iki taraf tüccarının tâbi olacağı statüye de temas edilirdi. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’nin Venedikliler ve Kıbrıs Krallığı ile yaptığı anlaşmalarda, daha sonra Safevî-Avrupa ve bilhassa Osmanlı-Avrupa devletleri arasındaki ahidnâme ve anlaşmalarda ticaret ve gümrüklere dair çeşitli maddeler yer almıştır.

XVI. yüzyılın başlarından itibaren deniz gücüne sahip Batılı devletlerin sömürge siyasetlerinin sonucu olarak Basra körfezi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na kadar uzanmaları ve zengin ham maddelere sahip ülkelerde şirket kurmaları gümrük anlayışına yeni boyutlar kazandırmış ve gümrük miktarlarında değişmelere sebep olmuştur. İngiltere, Hollanda ve Portekiz ile Osmanlılar, Safevîler ve Bâbürlüler arasındaki tek taraflı ve çok defa müslüman ülkelerin aleyhine gelişen gümrük muameleleri bu konudaki tipik örneklerdir.

Safevîler döneminde gümrük resmi için “bâc”, “damga”, bazan da “hurûc” ve “öşür” terimleri kullanılmaktaydı; Basra körfezi limanlarındaki görevlilere de “zâbit-i hurûc (zâbit-i öşür)” deniliyordu. Gümrük gelirleri bu dönemde devletin kaynakları arasında %10 gibi önemli bir yer tutuyordu. XVII. yüzyılda Benderabbas’ın yıllık gümrük resmi geliri 8-16.000 tümen arasında değişiyor, Hazar ve Basra körfezi limanlarındaki gümrük gelirleri ona nisbeten geri planda kalıyordu. Benderabbas gelirlerinin % 50’si, Hürmüz Boğazı’nın 1622’de Portekizliler’den geri alınışı sırasında İngiltere’nin sağladığı destekten dolayı İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ne veriliyordu. Sadece Basra körfezinde uygulanan gümrük resmi oranı kıymet üzerinden genellikle % 10’du. Şah Sultan Hüseyin (1694-1722) bir fermanla gümrük vergilerini % 5 olarak tesbit etti. Bu sırada, geçit resminden muaf olmayan Safevî tâcirlerinin hileli bir yola başvurdukları ve mallarını % 2 gibi çok düşük bir oranda gümrük ödeyen Avrupa şirketlerinin gemileriyle göndermeye çalıştıkları görülmektedir. 1674’te, Basra körfezi limanlarından toplanacak gümrük vergisinin tamamı iltizam usulüyle bir tek kişiye verilmişti.

İslâm devletlerinde gümrük resmi toplanmasının, biri devlet memurlarıyla yani emanetle, diğeri iltizamla olmak üzere iki usulü vardı. Bu işle görevli devlet memurlarına çeşitli devirlerde “mekkâs, âşir, âmil (çoğulu ummâl), bâcdâr, damgacı, gümrük emini, gümrükçü” gibi isimler verilmiştir. Bunların zaman zaman yaptıkları yolsuzluklar şikâyetlere konu olmuş ve İslâm kroniklerinde anlatılmıştır. Hadislerde yer alan mekkâs ve âşir hakkındaki dinî hükme ise yukarıda yer verilmişti. Doğrudan gümrük resmi tahsil eden bu memurların dışında yolların emniyet ve asayişini sağlayan görevliler de bulunuyordu. Gümrük gelirlerinin ihale yoluyla iltizama verilmesi daha yaygın olan bir usuldür. Ancak zaman zaman mültezim denilen yetkililerin fazla kazanmak amacıyla tüccar ve seyyahlara eziyet etmeleri şikâyetlere yol açmış ve bu usul bazan kaldırılmıştır.

Gümrük resmiyle doğrudan ilgili bir husus da tüccarın yol güvenliğiydi. Esasen alınan vergi karşılığında İslâm devleti bu güvenliği sağlamayı taahhüt etmiş oluyordu. Afganistan-İran sahasında Ortaçağ boyunca kurulan devletlerde bu güvenliği “râhdâr” denilen yol bekçileri sağlamıştır. İlhanlılar’ın ilk dönemlerinde yollarda güvenlik çok eksikti. Gāzân Han daha önce mevcut olan derbend teşkilâtını geliştirmiş, yol boyunca tehlikeli yerlere maaşını hükümetten alan râhdârlar tayin etmiştir.

Celâyirliler zamanında ülke bölgelere ayrılarak her birine “bâcdâr” da denilen râhdârlar ve hepsinin üzerine de bir başrâhdâr tayin edilmiş, bunlar kendilerine ayrılan yollar boyunca kervanlara refakat edip aldıkları vergileri hükümete ulaştırmışlardır. Tâcirler ve seyyahlardan fazla bâc alınmasını önlemek için resmî miktar bâcdârın dairesine levha halinde asılırdı. Bu dönemde her kervana koruma maksadıyla ayrıca bir kervan-sâlâr tayin edilmiş, bunların ücretleri kervan sahiplerinin ödediği vergilerden karşılanmıştır. Aynı zamanda “bâchâh, râhdâr, tutgavol, zekât-sitân, mustahfizân-ı mesâlik ve merâhil” gibi adlarla anılan bu görevliler devlet için istihbaratçılık da yapmışlardır. 1563’te Safevîler’den I. Tahmasb dinî sebeplerle yol vergisini lağvetmiş, ancak onun ölümünden sonra bu vergi tekrar toplanmaya başlanmıştır. XVII. yüzyılda İran’da yolların güvenliği hâlâ râhdârlar tarafından sağlanıyor, bununla ilgili yol vergisine de “râhdârî” deniliyordu. XVII. yüzyıl sonlarında râhdârlığın iltizama verildiği ve bu uygulamanın daha sonra da devam ettiği bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 109, 143, 150, 234; İbn Mâce, “Ticârât”, 40; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 7, 33; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 469-481; İbn Sa‘d. eŧ-Ŧabaķāt, I, 70; İbn Habîb, el-Muĥabber, s. 263-267; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvan), s. 28; Serahsî, el-Mebsûŧ, II, 199; İskender Bey Münşî, Târîħ, II, 673; Teźkiretü’l-mülûk (nşr. V. Minorsky), London 1940, s. 109 vd.; Mez, el-Ĥađâretü’l-İslâmiyye, I, 205-207; Saîd el-Efgānî, Esvâķu’l-ǾArab, Dımaşk 1379/1960, s. 217-226; S. A. Sıddıkī, İslâm Devletinde Malî Yapı (trc. Rasim Özdenören), İstanbul 1968, s. 104-109; Cevâd Ali,


el-Mufaśśal, VII, 472-480; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ħarâc ve’n-nužumü’l-mâliyye, Kahire 1977, s. 52-54; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1016; a.mlf., “İslam’da Devletler Hukuku” (trc. Abdülkadir Şener), AÜ İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, III, Ankara 1977, s. 283-301; Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 84-86; Turhan Atan, Türk Gümrük Tarihi, Ankara 1990; Mustafa Fayda, “Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi Veya Uşur”, AÜİFD, XXV (1981), s. 169-178; XXVI (1983), s. 327-334; M. Fuad Köprülü, “Bâc”, İA, II, 187-190; W. Björkman, “Meks”, a.e., VII, 651-652; Willer Floor, “Customs Duties”, EIr., VI, 470-475; Celal Yeniçeri, “Bâc”, DİA, IV, 411-412.

DİA





Osmanlılar’da Gümrük.

Gümrük, devletler arası ticarette sınır geçişlerinde malların kontrol edildiği yer olup bu geçiş sırasında alınan vergilere “gümrük resmi” denmektedir. Günümüzdeki uygulamayı ifade eden bu tarif, sanayi öncesi devirlerde bölge ve şehir sınırlarını da içine almaktaydı. Dolayısıyla hâricî gümrükler yanında dâhilî gümrük sistemi de vardı. Dâhilî gümrükler, Avrupa’da XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren kaldırılmaya başlanarak XIX. yüzyıl ortalarında mevcudiyetlerine tamamen son verilmişken Osmanlı Devleti’nde XX. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin ticaret siyaseti XIX. yüzyılın sonlarına kadar hemen hemen gümrük siyasetiyle birdi ve bu siyaset malî mülâhazalara bağlı kalmıştı (Neumark, s. 59).

Gümrük Çeşitleri. Osmanlı gümrük rejiminde maldan, gümrük olan yere giriş ve çıkışında ayrı ayrı vergi alınırdı. Bu uygulama, muhtemelen malın geldiği yerde satılmasını temin etmek üzere alınan bir tedbirdi. Girişte alınan resim “âmediye”, çıkışta alınan “reftiye” olarak adlandırılırdı. Transit gümrüğüne ise “mürûriye” denilirdi. Gümrük resmi genelde kıymet esasına göre (ad valorem) tesbit edilirdi, yani malın gümrüğe girdiği andaki kıymeti üzerinden alınırdı. Ancak bu sistem, tüccarla gümrükçüler arasında malın gerçek değerinin tayini hususunda devamlı tartışmalara sebep olduğundan XVIII. yüzyıldan itibaren gümrük resimleri, belli tarihteki mal fiyatlarına göre tesbit edilen tarifeler (spesifik) üzerinden alınmaya başlandı.

Osmanlı gümrükleri, sahil ve kara gümrükleriyle sınır gümrükleri olmak üzere ayrılmıştı. Kara gümrükleri genelde iç ticaret mallarına uygulanırken sahil gümrükleri hem iç hem dış ticaret malları için söz konusu oluyordu. Gerçekten İstanbul, İzmir, Antalya, Selânik, Beyrut, Trabzon, Kefe gibi merkezler sadece dış ticaret değil, deniz taşımacılığının daha ucuz ve bazı hallerde kolay oluşu dolayısıyla iç ticaret için de önemli liman ve gümrük merkezleriydi. Bunların yanında daha az işlek olan ikinci derecedeki limanlarda da gümrükler bulunuyordu. Kara yoluyla yapılan ticarette gümrük resmi alınması kara gümrüklerinin kurulmasını gerektirmişti. Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbekir, Bağdat, Şam, Halep, Edirne, Belgrad gibi büyük şehirlerden başka daha küçük yerlerde de kara gümrükleri vardı. Küçük gümrükler genellikle yakınındaki büyük gümrüklere bağlanır ve bir ferman gönderilmesi, yahut iltizama verilmesi gibi durumlarda yalnız büyük gümrüğün adı yazılır, diğerleri için “ve tevâbii gümrükleri” denmekle yetinilirdi. 1801’de Osmanlı gümrüklerinin sayısı 100’ün üzerindeydi (1801’de Rusya, İngiltere ve Avusturya ile yapılan tarifelerin bildirildiği taşra gümrüklerinin isimlerini hâvi liste: BA, Cevdet-Maliye, nr. 18641). Özellikle Tanzimat’tan sonraki dönemde ihtiyaç duyuldukça yeni gümrükler kuruluyor, yeni memurlar tayin ediliyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra olduğu gibi özellikle Rumeli’de toprak kayıpları dolayısıyla sınırların değişmesi yeni gümrük noktalarının kurulmasını gerektiriyordu (BA, Ayniyat Defterleri - Rüsûmat, nr. 1318/1511). Daha önce gümrük bulunmayan, fakat ticarî trafiğin artması dolayısıyla gümrük tesisine ihtiyaç duyulan yerlerde gümrük idaresi kurulurken gerekli memur, kâtip ve kolcular da tayin ediliyordu (BA, İrade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 4891, 5609; Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1318/239, 1318/253, 1318/333, 1318/502; nr. 1820/18, 1820/318 vb.). Meselâ Mayıs 1885’te Selânik, Beyrut, Kal‘a-i Sultâniyye (Çanakkale) ve Preveze müdürlükleri, Girit, Erzurum nezâretleri dahilinde yeni mubassır, muhammin, arayıcı, kâtip, kolcu, iskele ve manifesto memurlukları, hatta hamallık kadroları açılmıştı (İrade-Dahiliye, nr. 4460/2). Resmini ödeyerek bu gümrüklerden birinden geçen mallar için sahiplerinin eline edâ tezkiresi verilir, böylece başka bir gümrüğe geldiğinde aynı mal için mükerrer gümrük resmi ödenmezdi. Buna rağmen nizama aykırı hareketlere de rastlanmıyor değildi.

Sahil şehirlerine gidecek malların gümrük resimleri ise prensip olarak çıktıkları değil vardıkları yerde alınırdı. Bu durumda malın çıktığı gümrükte tüccara, malların cins ve miktarını ihtiva eden bir ilmühaber kāimesi verilirdi; vardığı büyük gümrükte vergisi ödendiğinde ilmühabere işlendiğinden dönüşte ilk gümrüğün yetkililerine bu ibraz olunarak borcun ödendiği ispat edilirdi. Bundan maksat kaçakçılığın önlenmesiydi. Zira tüccarın, İstanbul’a veya başka bir büyük şehre götürdüğünü söyleyerek mallarını gümrükten resim ödemeden geçirdikten sonra gümrük bulunmayan yollara saparak satması nâdir rastlanan olaylardan değildi. Ancak resmin malın vardığı gümrükte alınması da zaman zaman problemlerin çıkmasına sebep olabiliyordu. Bunun için 1273’te (1857) Mahreç Nizamnâmesi adıyla yayımlanan bir nizamnâme ile gümrüğün çıktığı yerde alınması prensibi getirildi. Râyice bırakılmış malların resmi kara gümrüğünde ödendikten sonra liman şehrine gelindiğinde fiyatın burada daha yüksek olması halinde aradaki fark tüccardan, ilk tahsil edilen resim ise kara gümrükçüsünden alınmaya başlandı (Düstûr, Birinci tertip, II, 552).

Tanzimat’tan sonra muhdes (sonradan kurulan) kara gümrükleri 1843’te kaldırıldı ; fakat eskiden beri mevcut olduğu için “kadîm” adıyla anılanlar sürdü. Ancak bu, sahil gümrükleri ve eski kara gümrüklerinin bulunduğu Osmanlı şehirleriyle muhdes gümrüklerin bulunduğu yerler arasında birincilerin aleyhine bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Birincilerin yakınındaki yerlerin mahsul ve mâmulleri % 8 gümrük resmi öderken diğerleri bundan muaf tutuldu. Öte yandan 1862’de % 8 olarak tesbit edilen ihracat gümrüğü oranları 1869’da % l’e indirildiği halde iç ticarette alınan resim oranının % 8 olarak sabit tutulmuş olması ve ham maddesine gümrük ödenmiş bir mâmul için % 2 ile 6 arasında olmak üzere yeniden gümrük alınması, bazı yerlerde ham maddesine ödenen gümrüğe itibar olunmayıp ilk defa resim alınır gibi % 8 tahsil edilmesi, zaman zaman % 16’ya varan oranlarda resim ödenmesi durumunu ortaya çıkarıyordu. Mal fiyatlarındaki artış karşısında gümrük resimlerinin düşük kaldığı düşüncesiyle 1862’de yapılan tarife yerine, 1866’dan başlayarak malların râyiç fiyatları üzerinden % 8 gümrük alınmaya başlanması, dâhilî ticarete ve sanayie daha büyük bir darbe oldu. Bu yolla hazine gelirinin arttırılması düşünülürken tam aksi meydana geldi ve % 10


civarında bir eksilme görüldü (BA, Yıldız Esas Evrakı, Ks. 18, Evr. 525/259, Zrf. 128, Kar. 27). Bütün bu hususlar göz önüne alınarak 13 Mart 1874’ten itibaren geçerli olmak ve tütün, enfiye, müskirat ve tuz hariç tutulmak üzere kara gümrükleri lağvedildi; sahil gümrükleriyle Tuna ve kolları, Timuk, Drina, Sava gibi üzerinde gemi işletilmek suretiyle denizlerle irtibatı olan nehirler ise dış ticaretin de başlangıç ve bitiş noktaları olmaları, yabancı gemilerin dış ticaret yanında Osmanlı limanları arasındaki taşımacılıkta da hayli faal rol oynamalarından dolayı (Düstûr, Birinci tertip, III, 323), buralarda alınan gümrük resimleri “techîzât-ı askeriyye iânesi” adı altında % 2’ye düşürülmekle beraber 1910’a kadar mevcudiyetlerini devam ettirdi.

Hâricî hudut gümrüklerine gelince, Osmanlılar’ın yabancı devletlere verdikleri ahidnâmelerde işaret edildiğine göre Osmanlı topraklarında ticaret yapan müste’menler, ithal ettikleri malların resimlerini ilk gümrükte ödedikten sonra mallar burada satılmayıp başka yerlere nakledilse dahi ikinci bir defa resim vermezlerdi. İstanbul’a gidecek malların gümrükleri ise vardıklarında ödenirdi. Yol üzerinde satış yapıldığı takdirde sadece satılan malın gümrüğü satış yerinde verilirdi. Gerçi gümrükçülerin belki nizamları iyi bilmemesi, belki de küçük gümrüklerin gelirinin düşmemesini sağlama endişesinden zaman zaman bu konudaki ahidnâme maddelerinin ihlâl edildiği de oluyordu. Bu gibi durumlarda ilgili devletin elçisi veya konsolosunun Osmanlı makamlarına müracaatı üzerine usulsüz olarak alınan resmin iadesi sağlandığı gibi ikinci defa resim alınamayacağına dair de emir çıkartılıyordu (Prusya tüccarından 1208’de [1793] Diyarbekir’de usulsüz alınan gümrük resmi: BA, HH, nr. 9970; Fransız tüccarından 1218’de [1803] alınmak istenen mükerrer gümrük resmi: BA, Cevdet-Hariciye, nr. 5149; iran’dan getirilen malların gümrüğü: BA, Cevdet-Maliye, nr. 3870).

Gümrük Resmi Oranları. Osmanlı Devleti, fethettiği topraklarda eskiden beri yürürlükte olan kanun ve nizamları uzun süre pek fazla değiştirmeden devam ettirmişti. Bunun için hemen bütün sancakların kendilerine ait kanunnâmeleri vardı. Toprak mahsullerinden alınan vergiler gibi gümrük resimleri de eyaletten eyalete, sancaktan sancağa değişiklik gösterirdi. Ayrıca müslüman, gayri müslim ve harbîlerin ödediği gümrük resmi oranları da farklı idi. XVI. yüzyılda genellikle müslümanlardan % 3, gayri müslim Osmanlı tebaasından % 4, harbîden % 5 oranında resim alınmakla beraber bu oranın farklılık gösterdiği Aydın veya Edirne gibi yerler de vardı. Gerçekten buralarda müslüman tüccar % 2 oranında resim ödüyordu. Meselâ Aydın sancağında dâhilî ticaretten ve şeker hariç ithal edilen diğer gıda maddelerinden müslümanlardan % 2, gayri müslimlerden % 4, harbîden % 5; ithal mallarında gıda maddeleri dışindakilerle şekerden müslüman-gayri müslim ayırt edilmeksizin % 5 alınırdı (Barkan, s. 17). Bu asrın sonlarına doğru (1590) kapıkulunun et masraflarını karşılamak üzere gümrük resmine zarar-ı kassâbiyye adıyla % 1 oranında bir zam yapıldı. Böylece dâhilî gümrük resmi oranları müslümanlar için % 4, gayri müslimler için % 5 ve harbîler için % 6’ya yükseltilmiş oldu. Yalnız bu oranlara her zaman için tam olarak uyulduğu söylenemez. Nitekim bu husus, 1752 tarihli bir belgede gümrük emini tarafından ifade edilmiştir (BA, Cevdet-Maliye, nr. 22517). Gümrük resmi Osmanlı topraklarının her yerinde malın kıymeti üzerinden alınmıyordu. Tokat gibi bazı gümrüklerde resim yük başına tahsil ediliyordu (AbdurrahmanVefik, I, 54-55).

Diğer taraftan, XVIII. yüzyıldan önce dâhilî ticarette fazla rolü olmayan yabancı tüccar, XVIII. yüzyılın sonlarında ham maddeyi daha ucuza temin etmek üzere malı yerinde satın almaya teşebbüs etti. Ahidnâmeli devletler tüccarının ihraç resmi olarak sadece % 3 ödeyeceğinin muahedelerde yer alması, onları dâhilî resimleri ödemeden ihracat yapmaya yöneltti. Böylece devlet ciddi bir gelir kaybı ile karşı karşıya kaldı. Bunu bertaraf edebilmek için de malı üretildiği yerde satın alan tüccarın, yerli tüccar statüsüne tâbi olarak dâhilî gümrük resimlerini Osmanlı tebaası olan gayri müslim tüccar gibi ödemesi kararı alındı. 1809 Kal‘a-i Sultâniyye Antlaşması’nda bu hususa yer verildi.

Tanzimat’tan sonra dâhilî gümrüklerde de 1838 Baltalimanı Muahedesi’ndeki gümrük resmi oranları uygulanmaya başlandı. Dahilde kullanılmak üzere bir limandan diğerine götürülen mallardan karadan iskeleye geldiğinde % 9, gemiye yüklendiğinde % 3 olmak üzere toplam % 12 resim tahsil edilmeye başlandı. 1850’den sonra râyice bırakılanlarda bu resimler râyiç fiyattan % 16 indirim yapıldıktan sonra alındı. 1861 Kanlıca Ticaret Muahedesi’ne bağlı olarak yapılan 1862 tarifesindeki gümrük resmi oranları iç ticaret için de geçerli kılındı. Hâricî gümrüklere paralel olarak dâhilî gümrük resimleri % 8’e düşürüldü. 1866’da dahilde sarfedilecek malların hepsinden, râyiç fiyatlarından % 10 indirim yapıldıktan sonra bu oranda resim alınması kararlaştırıldı.

Dış ticarette alınan gümrük resimleri Osmanlılar’ın ilk devirlerinde oldukça düşüktü. Her ne kadar ahidnâmelerde gümrük resmi oranlarına yer verilmeyip resmin sadece “âdet ve kanun üzere” alınacağı kayıtlıysa da Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar hâricî gümrük resmi oranı % 2 idi. Bu devirde önce % 4’e, sonra da % 5’e yükseltilmiş ve bütün XVI. yüzyıl boyunca bu oran devam etmişti. Mısır gibi bazı yerlerde % 10 oranında resim ödenirdi ki bu uygulama XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.

Hâricî gümrük resmi oranı, ilk defa XVI. yüzyıl sonunda William Harborne’un elçiliği sırasında İngiliz tüccarına mahsus olmak üzere % 3’e indirildi ve bu husus 1601 ahidnâmesinde de yer aldı. 1612’de Hollandalılar, 1616’da Avusturyalılar için de aynı oran kabul edildi. Ancak bu iki millet tüccarından çok daha önce ahidnâme almış olan Fransızlar 1673’e kadar % 5 resim ödemekte devam ettiler. Mısır’daki gümrük resimlerinin % 3’e düşmesi ise 1690’da mümkün oldu (El2 [İng.], III, 1182 vd.).

İran gibi müslüman devletlerin tüccarından alınan gümrük resmi oranı Avrupa devletlerininkinden farklıydı. Bunlar Osmanlı tebaası müslüman tüccar gibi muamele görür ve % 4 gümrük resmi öderlerdi (BA, Cevdet-Maliye, nr. 3870).

1838 muahedesinde gümrük resmi oranları ihraç malları için % 9 âmediye ve % 3 reftiye; ithal malları için % 3 ithal, % 2 munzam resim olarak tesbit edildi. Fakat buradaki % 9 ve % 2 dâhilî resimler olup aslında hâricî gümrük resimlerinde artma söz konusu değildi. Ancak yabancı tüccar ihraç malını üretim yerinde satın alır ve ithal malını memleket içine götürürse bunları ödeyecek, aksi takdirde eskisi gibi % 3 vermiş olacaktı. 20 Temmuz 1859 tarihli Gümrük Nizamnâmesi ile sahil ve çeşitli kara gümrüklerinde gümrük resminin nasıl alınacağı tesbit edildi. Avusturya’nın komşusu Bosna ve Hersek’le sınır olan gümrüklerinde ise alınacak gümrük resmi eskisi gibi % 3 olarak bırakılmıştı.


Fakat bu miktar sadece birbirine komşu olan topraklar için geçerliydi. Avusturya’dan Bosna’ya ithal edilen bir mal başka bir Osmanlı şehrine götürüldüğü takdirde diğer % 9 da ödeniyordu. Sırbistan içinse durum farklıydı. Avusturya’dan Belgrad yoluyla İstanbul’a veya Selânik’e gidecek mallardan Belgrad’da gümrük alınmayıp tüccara ilmühaber kāimesi verilmesine karşılık diğer Osmanlı şehirlerine gideceklerden % 3 burada, % 2 vardığı yerde alınırdı. Osmanlı gümrüklerinden Belgrad’a gelenlerden % 9 çıktığı yerde, % 3 Belgrad’da tahsil edilirdi. İran sınır gümrüklerinde ise iki farklı gümrük resmi uygulanıyordu. Rusya’dan gelen mallardan % 3 gümrük ve % 2 munzam resim alınırken İran mallarından alınan gümrük resmi % 4 idi. Gümrükçüler, sınır boyunca istedikleri yerlerde gözcüler koymak ve gümrük tesis etmek hakkına sahip olmakla beraber tüccarı belli bir yerden geçmeye zorlayamıyorlardı (Düstûr, Birinci tertip, II, 553-555).

1860’a doğru muhtemelen İngiltere’nin de tesiriyle gümrüklerde himaye sistemi fikri doğmaya başladı. O sırada Londra sefiri olan Kostaki Bey (Muzurus Paşa), Hâriciye Nezâreti’ne gönderdiği 29 Temmuz 1858 tarihli bir yazısında ihraç gümrüklerinin düşürülüp ithal gümrüklerinin arttırılması tavsiyesinde bulunuyordu (Kütükoğlu, TED, sy. 4-5 [1974], s. 384-387). Bu fikir Osmanlı hükümetince de benimsendi ve 1861 Kanlıca Ticaret muahedeleriyle gümrüklerde kısmen himaye sistemine gidildi. İthalât resminin başlangıçta daha yüksek tutulmak istenmesine rağmen oran ancak % 3’ten 8’e yükseltildi. İhraç malları içinse ilk yılda yine % 8 kabul edildi; fakat daha sonraki yıllarda %1’er indirilmek üzere % 1’e kadar düşürüldü (md. 4, 5, Mecmûa-i Muâhedât, I, 46). Bu % 1, gümrük idaresinin masraflarını karşılamak üzere sabit kılınmıştı.

1880’li yıllarda Avrupa devletleriyle müddeti dolan muahede ve tarifeler için müzakerelere başlanmış, bu arada Avrupa mallarına nazaran birkaç kat fazla resim alınan yerli mahsul ve mâmulleri yabancı rekabetinden kurtarmak için çareler düşünülmüş, fakat uzun süren müzakereler sonuç vermemişti.

II. Meşrutiyetten önce (1905), Rumeli vilâyetleri bütçe açıklarını kapatmak üzere yapılan arttırma ile gümrük resimleri % 11’e çıkarıldı. Balkan Harbi’nden sonra Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya ile yapılan görüşmelerde gümrük resimleri konusu da ele alındı ve 1913’te % 15 üzerinden yeni bir tarife için teşebbüse geçildi. Fransa ile yapılan anlaşmada bu oran süresiz olarak kabul edildiği gibi bazı maddeler üzerine tüketim resmi veya tekel konması, gümrüklerde râyiç usulü yerine yeniden tarifeye dönülmesi karara bağlandı. Bu tarifenin tarafların ittifakıyla tanzim edileceği, yine tarafların rızâsı olmadıkça değiştirilemeyeceği ve tatbikine bir yıl sonra başlanacağı hususunda anlaşma sağlandı (Gümrük Ta‘rife-i Umûmiyyesi, s. 5-6). İngiltere ile de prensip kararına varılarak bir beyannâme neşredildiyse de (BA, Muahede Orijinalleri, nr. 242/19; Gümrük Resminin % 15’e İblâğı, s. 3-4) I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine anlaşma gerçekleşmedi. Fakat Osmanlı hükümeti gümrük resimleri oranını geçici kanunlarla 30 Eylül 1914’te % 15, 31 Mayıs 1915’te harbin devamı müddetince % 30’a çıkardığını ilân etti (Gümrük Ta‘rife-i Umûmiyyesi, s. 6).

Gümrük Tarifeleri. İlk zamanlarda gümrük resimleri kıymet esasına göre alınıyordu. Ancak bu durum, daima gümrükçülerle tüccar arasında fiyat tesbiti konusunda anlaşmazlıklara sebebiyet verdiğinden belli aralıklarla, malların cins ve kalitelerine göre fiyat ve alınacak gümrük resimlerini tesbit eden tarife defterleri tanzim edilmeye başlandı. Tarifeler önceleri sadece bir gümrükten geçecek olan mallar için hazırlanıyordu. Meselâ 1053’te (1643) İskenderun ve Halep’te birkaç maldan; İstanbul, Galata ve İzmir’de ise yalnız çeşitli “çuka”lardan alınacak gümrük resmi miktarları belirlenmiş, 1675 ahidnâmesinde de bu husus tekit edilmiştir (Mecmûa-i Muâhedât, I, 259-260; ayrıca bk. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri, I, 30-31). XVIII. yüzyılda Selânik ve İzmir gibi dış ticaretin büyük çapta gerçekleştirildiği liman gümrükleri yanında Suriye-Anadolu ticaretinde büyük bir merkez ve büyük bir kara gümrüğü olan Diyarbekir için ayrıntılı tarifeler yapılmıştı (İstanbul, İzmir, Halep, Bağdat vb. şehirlerden Osmanlı tebaasının getireceği mallardan alınacak resimleri ihtiva eden 1215 (1800) tarihli bu defterin mukaddimesinde Diyarbekir’den giden mallardan gümrük değil yükün büyüklüğüne göre reftiye alındığı kaydedilmektedir: BA, KK, nr. 5249). Yüzyılın ortalarına doğru tarife defterleri tanzimi yaygınlaştı (1740 tarihli Fransız ahidnâmesinde “tarife defterinden bahsedildiği gibi [Mecmûa-i Muâhedât, I, 26] aynı tarihli Sicilyateyn Krallığı’na ait bir tarife de neşredilmiştir. Turan, IV/7-8 [1969], s. 87-165). XVIII. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere Avrupa devletleriyle belli aralıklarla ayrı ayrı tarifeler tanzim edilerek gümrük resimlerinin değişen fiyatlara uygunluğu sağlanmaya çalışıldı (dört büyük Avrupa devletinin tarife defterlerinden tesbit edilebilenler şunlardır: İngiltere 1796, 1806, 1820, 1839, 1862 [Kütükoğlu, TED, sy. 4-5 [1974], s. 335-393]; Avusturya 1797, 1801, 1818, 1839, 1872 [Diyarbekirlioğlu, bk. bibl.]; Rusya 1782, 1806, 1831, 1842, 1862 [Şen, bk. bibl.]; Fransa 1792, 1816, 1839, 1850, 1862 [İrençin, bk. bibl.]). Ahidnâmelerde “en çok müsaadeye mazhar millet” sıfatını kazanmış olanlar, diğer milletlere ait gümrük tarifelerinde kendilerininkinden düşük rakamlar bulunduğunda kendi tarifelerini de düzelttirme yoluna gidiyorlardı. Nitekim İngiliz, Rus ve Avusturyalılar’la, Fransa ile henüz sulh akdedilmeden önce 1801’de yapılan tarifenin uygulanması Fransa barışı (1802) sonrasına bırakılmış; fakat İngiliz elçisi kendi tarifelerindeki bazı malların fiyatlarının daha yüksek tutulduğunu bildirdiğinden 1806’da ikinci bir tarife düzenlenmişti (Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri, I, 79-80).

1839’a kadar on dört yılda bir yenilenen tarifelerin 1838 muahedesiyle yedi yılda bir yenilenmesi kararlaştırıldı. Ancak yenilenme daima taraflardan birinin daha önce belirlenen süre dolmadan müracaatı üzerine mümkün olabiliyordu. Süresi içinde başvurulmadığı takdirde eski tarife otomatik olarak aynı süreli ikinci bir devre yürürlükte kalıyordu. Tabii, mal fiyatlarındaki değişme hangi tarafın menfaatine dokunuyorsa talep de ondan geliyordu.

1838 öncesi tarifelerinde pek açıklık olmamakla beraber, râyiç fiyattan belli bir indirim yapıldıktan sonra gümrük resimlerinin tesbit edildiği anlaşılmaktadır (a.g.e., I, 134). 1806 İngiliz tarifesinde, tarifede yer almayan malların râyiç fiyatlarından % 20 indirim yapıldıktan sonra resim alınacağının kaydedilmiş olması bunun açık bir delilidir. Tanzimat devri tarifelerinde de resimler hiçbir zaman râyiç fiyat üzerinden hesaplanmamıştır. Tarife müzakereleri sırasındaki râyiç fiyat üzerinden yapılması istenen indirim Osmanlı hariciyesince kabul görmemiş olduğundan 1839 tarifelerindeki gümrük resimlerinin tesbitinde


bir orta yol bulunmuş ve son beş yıllık fiyatların ortalaması esas alınmıştır. 1850 tarifeleri, görünüşte 1838 muahedesindeki oranlar esas alınarak tanzim edilmişse de aslında râyiç fiyatlardan ihraç mallarında % 16, ithal mallarında % 20 indirim yapılarak belirlenmiştir. 1862 tarifelerinde ise % 8 oranındaki gümrük resimleri ihraç ve ithal bütün malların râyiç fiyatlarından % 10 indirim yapıldıktan sonra bulunan rakamlar üzerinden alınmıştır (daha geniş bilgi için bk. Kütükoğlu, TED, sy. 4-5 [1974], s. 338, 342, 346).

XVIII. yüzyılda dâhilî ticarette alınacak gümrük resimlerinde ad valorem sistemden vazgeçilerek bütün Osmanlı gümrükleri için geçerli olmak üzere tarifeler düzenlenmesine başlanmıştır. Bunlardan tesbit edilebilen ilki XVIII. yüzyılın sonlarına aittir. Otuz sene kadar aynı tarife kullanıldıktan sonra Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin kuruluşunun ardından yeni gelir kaynakları aranırken, dâhilî gümrük resimleri tarifesinin üzerinden çok zaman geçtiği ve mal kıymetlerindeki artışlar dolayısıyla resimlerin düşük kaldığı farkedilerek yeni bir tarife yapılması gereği duyulmuştu (BA, HH, nr. 18266). 1826’da düzenlenen bu tarife de 1832’de yenilenmiştir. Tüccarın müslüman ve gayri müslim oluşuna göre alınacak % 4 ve % 5 resimler ayrı ayrı belirtilmiştir. Gayri müslimlerden gümrük resminden başka % 22 masdariye (dışarıdan gelip memleket içinde tüketilen mallardan alınan ve “sarfiyat”da denen bir çeşit vergi) alınacağına işaret edilmiştir (BA, KK, nr. 4354). 1839’dan itibaren dâhilî ticarette de yabancı tarifelerindeki oranlar uygulanmıştır.

Yeni tarife yapılması için taraflardan biri nizamî zamanı içinde müracaatta bulunsa dahi tarife müzakereleri ekseriya uzadığından eski tarifenin müddeti dolduğunda yenisi hazırlanmamış oluyordu. Bunun için tüccar, eski tarifenin son bulduğu tarihten başlayarak farkı yeni tarifeye göre ödemek üzere gümrüklere borçlanıyordu. Tarife tanziminin gecikmesi, kendileri bakımından daha elverişli bir tarife yapmak isteyen devletlerin, bu devre zarfında hazinesinin geliri düşen Osmanlı Devleti üzerinde baskı yapmalarına imkân sağlıyordu. Anlaşmaya varıldıktan sonra ise eski ile yeni tarife arasındaki fark gümrük defterlerinde “fazla-yı ta‘rîfe” adı altında gösteriliyor ve bunların genellikle ayrı sarf yerleri bulunuyordu. Tarife fazlalıklarının kayıt ve sarflarında dâhilî ve hâricî gümrükler arasında fark yoktu. Nitekim 1826’da dâhilî gümrük tarifesindeki eski ile yeni tarifeler arasında mevcut fark Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin masraflarına tahsis edilmişti (BA, MAD, nr. 8298, tür.yer., nr. 8435, s. 22).

Gümrük İdare Şekilleri. Gümrükler de madenler, darphâneler, dalyanlar vb. birer mukātaa idi. Bütün mukatāalar gibi emanet veya iltizamla idare edilirlerdi. Emanetle idarede emin, devlet tarafından tayin edilen bir memur statüsündeydi. Gümrükte çalışanların maaş ve aylıkları, kira, kırtasiye, temizlik ve yakacak masrafları, gümrüğüne göre ödenmesi planlanan tophâne, baruthâne, kale neferleri ulûfeleri, mütekāid ve duâgûyân vazifeleri, XIX. yüzyılda Asâkir-i Mansûre maaşları gibi harcamalar çıktıktan sonra artan para merkeze yollanırdı. Bir gümrüğün iltizama verilmeden önce hâsılatının tam olarak bilinmesi, iltizama çıkarıldığında istenilen rakamı bulamaması (BA, İrade-Dahiliye, nr. 29419), yahut ârızî bazı sebeplerden dolayı bir gümrüğün gelirinin azalması (BA, KK, nr. 5240, s. 57-58) gibi hallerde mukātaa emanet yoluyla idare edilirdi.

İltizamlar açık arttırma yoluyla yapılırdı. Diğer mukātaalarda olduğu gibi gümrük mukātaalarında da tek bir gümrük değil birkaçı bir arada, hatta dalyan, pençik vb. resimlere ait mukātaalar da eklenerek iltizama verilirdi. Bundan maksat birinin kârının diğerinin zararını telâfi etmesiydi. Meselâ 1111-1112’de (1699-1700) İstanbul, Galata, Gelibolu, Tekirdağ, Ereğli, Silivri, Enez, Bandırma, Edincik, Mudanya, İzmit ve tevâbii iskeleleri gümrükleriyle rüsûm-ı reft, dellâliye, kara gümrüğü ve tevâbii, dalyan-ı mâhî, pençik ve tevâbii mukātaaları, rüsûm-ı masdariyye, Edirne gümrüğü, İzmir ve Sakız gümrükleri ve tevâbii mukātaası birlikte iltizama çıkarılmıştı (BA, KK, nr. 5225 mükerrer, s. 12). Bazan da emanetle idare içinde iltizama gidilebiliyordu. Bir gümrük, memurunun maaşını dahi karşılayamayacak kadar az gelir getiriyorsa o takdirde emin tarafından maktû olarak ihale edilebiliyordu. Meselâ 1253 (1838-39) malî yılında Saraybosna, İhlivne, Derbend, Bijeljina ve İzvornik kazaları gümrükleri içinde İzvornik bu durumda olduğundan İzvornikli mütesellim Mahmud Paşa’ya “ber-vech-i maktû‘“ ihale edilmişti (BA, MAD, nr. 19673).

İltizamla idarede iltizamı alan kişi iltizam bedelinin bir miktarını “muaccele” adıyla peşin öder, kalanı takside bağlanırdı. Taksitlerin miktarlarıyla ödenme tarihleri tesbit edilir ve mültezim, borcunu -kasten veya ödeme güçlüğü çekilmesi yahut da ölüm halinde- ödeyememesi durumunda borcun tahsil edilebileceği bir kefil gösterirdi. Mültezimden alınamayan borç kefilinden tahsil edilirse de kefilin de ölmesi veya bulunamaması halinde alacak hazinenin zarar hânesine kaydedilirdi. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren mukātaaların ömür boyu satılması yoluna gidildi. Açık arttırma ile yapılan bu satışlarda mukātaanın kıymeti kadar peşin ödendikten başka her yıl da “müeccele” adıyla bir miktar veriliyordu.

Mültezimin hazineye ödediği miktarın üstünde elde ettiği gelir onun kârı olurdu. Bunun için gümrükten ne kadar çok mal geçerse o derecede kazancı artacak demekti. Fakat bazan mültezimin aradığını bulamaması, hatta gelirinin iltizam bedelinin altında kalması da mümkündü. Böyle bir olay 1843’te İzmir gümrüğünde vuku bulmuştu. 125.000 kuruş bedelle alınan iltizamdan zahire gümrüğü çıkarılmışken civar kazalarla Girit ve Mısır’dan gelen eşyanın gümrükleri de çıkış yerlerinde tahsil edilmiş olduğundan mültezim, bunlardan alınması icap eden gümrük resminin iltizam bedelinden tenzili yoluna gidilmesini istemiş ve istek yerinde bulunarak kabul edilmişti (BA, İrade-Meclis-i Vâlâ, nr. 1030).

Gümrük mültezimlerinin aksine tüccar için de ödenen gümrük ne kadar düşük olursa kârı o nisbette fazla olacaktı. Bu sebeple naklettikleri malları sapa yollardan geçirerek gümrük vermeden satışa arzetme yolunu seçenler de bulunuyordu. Bu olayların artması, iltizam veya mâlikâne suretiyle tasarruf edenlerin zarara uğraması sonucunu doğurduğundan zaman zaman devletten bu yollara kolcu tayinini isteyebiliyorlardı (BA, Cevdet-Maliye, nr. 15785).

1277’den (1860) itibaren gümrüklerde iltizam usulüne son verilerek tamamı emanetle idare edilmeye başlandı. Büyük merkezlerde gümrük emanetleri kurularak başlarına birer emin getirildi. Bunlara mülhak gümrüklere müdürler tayin edildi. Bunların maiyetinde ise ihtiyaca göre memur, kâtip ve hademeler bulunuyordu. 1287’de (1870) Emtia Gümrük Emaneti, Rüsûmat Emaneti’ne çevrildi. Taşradaki gümrük emanetleri de müdürlük adını aldı. Bunların sayıları on yediyi buluyordu. İşlemlerin usulüne


uygun olup olmadığının kontrolü için de müfettişler tayin edildi (Rüsûmât Salnâmesi, s. 127 vd.).

1891’de gümrüklerde uygulanacak usulleri ihtiva eden bir nizamnâme kabul edildi. Burada malların gümrüklerden geçeceği saatler, yükleme, boşaltma ve transit şartları, muayenelerin nerelerde, nasıl yapılacağı, gemi manifestosunun verilmesiyle ilgili şartlar, gümrüğü ödenmeyen malların depo ve antrepolarda muhafazası, süresi içinde gümrükten çekilmeyen malların satış şartları ile satışından elde edilecek gelirin yapılan masraflar çıkarıldıktan sonra teslimi gibi hususlara yer verilmişti. Böylece Osmanlı gümrüklerinde modern gümrüklerde uygulanan nizamlar tatbik edilmeye başlanmış oluyordu (BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 5391).

Gümrük Muafiyeti. Osmanlı gümrüklerinde bazı malların resimden muaf tutulması ilk devirlerde sadece tersane, tophâne, baruthâne gibi devlet işletmelerinin ocaklık mallarına mahsustu. Fakat XVIII. yüzyıl sonlarından başlayarak sanayii teşvik veya erzak sıkıntısını gidermek üzere geçici olarak bazı mallara gümrük resmi muafiyeti tanındı. Bunlardan biri, III. Selim devrinde yabancı tüccarı Mısır’dan pirinç nakliyatına özendirmek için uygulandı. Ancak bir müddet sonra piyasanın bu maddeye doyması üzerine muafiyete son verildi (BA, HH, nr. 12489). XIX. yüzyılda kuraklık, çekirge istilâsı gibi sebeplerle mahsulün ihtiyaca cevap vermediği zamanlarda da zahire ithalâtında gümrük muafiyeti uygulandı (Bağdat’taki çekirge istilâsı dolayısıyla Hindistan vb. yerlerden yapılacak zahire ithalâtı: BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 3688; İşkodra’ya ithal edilecek zahire: BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1315). Zaman zaman, bazı bölgelere memleket dahilinden yapılan zahire ithalâtına da gümrük muafiyeti tanındığı gibi (1890’da Selânik ve Kavala iskelelerine yapılan ithalât: BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4906; 1882’de Midilli limanları arasında nakledilen zeytinden gümrük resmi alınmaması: BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1319/84, nr. 1320/999), XX. yüzyıl başlarında Avrupa’dan getirtilecek damızlık hayvanlardan da gümrük alınmaması kararlaştırıldı (BA, İrade-Meclîs-i Mahsûs, nr. 16 Şevval 1332/14). Diğer taraftan sayıları son derece azalmış bazı el sanatlarının canlanması için bu mâmuller muafiyet kapsamına alındı. Meselâ Bilecik kadife yastık tezgâhları bu uygulamadan sonra canlanma ve yeniden artma imkânı buldu (BA, İrade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 836/1). Osmanlı imalâtı olan iplik, kav ve kibrit fabrikaları mâmulâtı gümrük resminden muaf tutuldu (BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1319/798). Ham maddesinden gümrük resmi alınmış olan mâmullerden ikinci defa gümrük alınması da mükerrer gümrük olarak görüldüğünden kaldırıldı (BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1318/8; nr. 1319/677).

XIX. yüzyılda en çok rastlanan gümrük muafiyeti ziraat ve sanayii geliştirmek için yapılanıdır. Hâlâ ilkel şartlarda sürdürülen ziraatı, gelişen teknolojinin icat ettiği alet ve makinelerin kullanımıyla modernleştirmek, Avrupa fabrikasyon mallarının Osmanlı piyasalarını işgalinden sonra giderek zayıflayan yerli sanayii yeniden canlandırmak için alınan tedbirler arasında bazı mallara gümrük muafiyeti tanınması da vardı. Bunun için bir taraftan ziraat aletleri ve fabrika makineleri gümrüksüz olarak ithal edilirken diğer taraftan bazı yerli sanayi ürünleri üzerindeki gümrük resimleri de geçici olarak kaldırıldı. Ziraat makine ve aletlerinden yıllık gümrük resimleri tutarı 90.000 kuruşu aşan her cins saban, silindir, orak makinesi, tohum ekmek ve ot toplamak için tırmık, ot toplamaya mahsus mengene, tohum, harman ve kalbur makineleri, pamuk çekirdeği ayıran alet, yağ, peynir, şıra yapımı için mengene, pirinç ayıklamak için denk mengene, sulama makinesi vb. için 1880’lerden itibaren geçici bir süre uygulanmak ve yalnız memleket içinde kullanılmak, başka bir yere ihraç edilmemek şartıyla tanınan muafiyet 1890’dan geçerli olmak üzere on yıl süreyle uzatıldı (BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1318/414, nr. 1321/430; BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4876 ve ekleri). Fabrikaların ilk kuruluşunda getirilen makineler (BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4576; BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1319/579), imar ve inşa faaliyetlerinde kullanılacak bazı malzeme de gümrük resminden muaf tutuldu (meselâ ahşap yerine kârgir inşaatı teşvik için taş, tuğla, kireç vb. malzeme, BA, İrade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 551; Beyrut-Şam şosesi için gerekli malzeme: BA, İrade-Dahiliye, nr. 30062).

Gümrük Defterleri. Gümrük defterleri birkaç grupta toplanır. Mahallinde tutulanlar, genellikle o yerin kadısının tasdikini ihtiva eden mufassal defterlerdir. Bunlar, büyüklük farkı gözetilmeksizin bütün gümrüklerde resim alınan malların sahipleri, isim, cins, miktarın ve alınan gümrüğün gösterildiği defterler olup aylık veya yıllık tanzim edilmiş ve her günün tarihi atılarak işlenmiştir. Sahil gümrüklerinde malın içinde bulunduğu geminin cinsi, taşıdığı bayrak, nereden geldiği, kaptanının ismi de yer alır. Gümrükten geçen malın cinsi, varsa kalitesi, miktarı, kıymeti ve alınan gümrük resmi yazılmıştır. Osmanlı topraklarında yabancı paralar da tedavül ettiğinden resmin hangi para üzerinden alındığı kaydedilmiştir. Erzurum yahut Bursa gibi kara gümrüklerinde tutulan defterler ise biraz daha farklı düzenlenmiştir. Bunlarda da tüccarın adı, malın cinsi, miktarı ve alınan gümrük resminin miktarı bulunduğu gibi bazan da âmediye ve reftiye ayrı ayrı gösterilmiştir. Böylece bir gümrükten belli bir zaman dilimi içinde geçen malların neler olduğu, hangi millete veya dine mensup tüccarın daha faal rol oynadığı gibi hususların tesbiti mümkün olmaktadır. Nitekim Avrupa devletleri konsolosları Osmanlı ticaretini bu defterlerden takip etmekteydiler. Günümüzde Avrupa arşivlerinde bulunan bu raporlar, Osmanlı ticaretinin hacmi hakkında mükemmel bilgiler vermektedir (Kütükoğlu, GDAAD, sy. 10-11 [1983], s. 151 vd.). Ancak arşivlerimizde mevcut gümrük defterlerinden aynı bilgileri kesintisiz olarak çıkarmak mümkün değildir. Çünkü bunların çok küçük bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir. İcmal defterleri, mufassal defterler esas alınarak hazırlanmış olup gümrüklerin aylık veya yıllık kayıtlarını ihtiva eder. Bunlarda günlük veya aylık gelirlerin toplamı tek rakam olarak verildikten ve masraflar çıkarıldıktan sonra sâfi gelir gösterilmiş, yahut da belli zaman dilimi içindeki çeşitli malların her birinden elde edilen gelir veya mülhak gümrüklerin gelirleri toplamı verilmiştir. Gümrüklerden hazineye gönderilen meblağların kayıtlarının bulunduğu teslimat-bakaya defterlerinden ödemelerin nasıl yapıldığı tesbit edilebilmektedir. Muhasebe defterleri kısmen icmal defterlerine benzerse de daha teferruatlı olarak tanzim edilmiştir. Büyük bir gümrüğe bağlı emanet ve iltizamla idare edilen bütün gümrüklerle diğer rüsûmat hesapları bunlardan takip edilebilir. Birkaç yıllık olarak düzenlenmiş olanları da vardır (BA, MAD, nr. 20084, 20135). Gümrükten vazife* alan mütekāid ve duâgûyâna ödenen meblağların kayıtlı bulunduğu defterler


“vazife defteri” adını taşır. Gümrüklerle ilgili hükümler ise müstakil ahkâm defterlerinde toplanmıştır (Kütükoğlu, Osm.Ar., I [1980], s. 220 vd.).

BİBLİYOGRAFYA:

BA, Ayniyat Defterleri-Rüsûmat, nr. 1315. 1318/8, 1318/239, 1318/253, 1318/333, 1318/414, 1318/502, 1318/1511, 1319/84, 1319/579, 1319/677, 1319/798, 1320/999, 1321/430, 1820/18, 1820/318, 1820/430; BA, Cevdet-Hariciye, nr. 5149; BA, Cevdet-Maliye, nr. 3870, 15785, 18641, 22517; BA, HH. nr. 9970, 12489, 18266; BA, İrade-Dahiliye, nr. 4460/2, 29419, 30062; BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 3688, 4576, 4876 ve ekleri, nr. 4906, 5391, nr. 16 Şevval 1332/14; BA, İrade-Meclis-i Vâlâ, nr. 1030; BA, İrade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 551, 836/1, 4891, 5609; BA, KK, nr. 4354, 5225 mükerrer, s. 12, nr. 5240, s. 57-58, nr. 5249; BA, MAD, nr. 8298, 8435, s. 22, nr. 19673, 20084, 20135; BA, Muahede Orijinalleri, nr. 242/19; BA, Yıldız Esas Evrakı, Ks. 18, Evr., 525/259, Zrf. 128, Kar. 27; Düstûr, Birinci tertip, İstanbul 1289, II, 552-555; III (1293), s. 323; Mecmûa-i Muâhedât, İstanbul 1294. I, 26, 46, 259-260; Süleyman Sûdî, Defter-i Muktesid, İstanbul 1307, III, 20 vd.; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328, I, 54-55; Rüsûmat Salnâmesi, İstanbul 1330, s. 127 vd.; Gümrük Ta‘rife-i Umûmiyyesi ve Ona Müteferri‘ Kānun Lâyihası ve Ta‘rife Encümeni Mazbatası (nşr, Meclis-i Meb‘ûsan), İstanbul 1331, s. 5-6; Gümrük Resminin % 15’e İblâğı, Ecnebî Postaları ve Kapitülasyon (nşr. Hâriciye Nezâreti), İstanbul 1334, s. 3-4; F. Neumark, Dış Ticaret Siyâseti (trc. Sabri Ülgener), İstanbul 1938, s. 59: Barkan, Kanunlar, s. 17; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri, Ankara 1974-76, I, 30-31, 79-80, 134; II, tür.yer.; a.mlf., “Osmanlı İktisâdî Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1994, s. 583-588; a.mlf., “Tanzimat Devri Osmanlı-İngiliz Gümrük Tarifeleri”, TED, sy. 4-5 (1974), s. 335-393; a.mlf., “Osmanlı Gümrük Kayıtları”, Osm.Ar., I (1980), s. 220-234; a.mlf., “1253 Mâlî Yılına Âid Saraybosna Gümrük Defteri”, GDAAD, sy. 8-9 (1980), s. 27; a.mlf., “Osmanlı İktisat Tarihi Bakımından Konsolos Raporlarının Ehemmiyet ve Kıymeti”, a.e., sy. 10-11 (1983), s. 151-166; G. R. Bosscha Erdbrink, At the Threshold of Fecility. Ottoman-Dutch Relations during the Embassy of Cornelis Calkoen at the Sublime Porte: 1726-1744, Ankara 1975, s. 292-301; Zeynep Diyarbekirlioğlu, Osmanlı-Avusturya Gümrük Tarifeleri (mezuniyet tezi. 1979) İÜ Ed. Fak.; Meral Şen, Osmanlı-Rus Gümrük Tarifeleri (mezuniyet tezi, 1980), İÜ Ed. Fak.; Müjgân İrençin, Osmanlı-Fransız Gümrük Tarifeleri (mezuniyet tezi, 1982), İÜ Ed. Fak.; Halil Sahillioğlu, “1763’de İzmir Limanı İhracat Gümrüğü ve Tarifesi”, BTTD. II/8 (1968), s. 53-57; Şerafettin Turan, “Osmanlı İmparatorluğu ile İki Sicilya Krallığı Arasındaki Ticaretle İlgili Gümrük Tarife Defterleri”, TTK Belgeler, IV/7-8 (1969), s. 87-165; Mehmet Genç, “İç Gümrük”, TCTA, III, 790; Halil İnalcık, “Imtiyāzāt”, El2 (İng.), III, 1182 vd.

Mübahat S. Kütükoğlu