GÖNÜL

Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hâtır; Türkçe yürek kelimeleriyle de karşılanan gönül Türk edebiyatının divan, halk ve dinî-tasavvufî mahsullerinin en önemli ve en çok işlenen konularından biridir. Divan edebiyatında teşhis ve tecrid yoluyla âdeta ikinci bir âşık hüviyetinde ele alınır: “Etse Nefî‘n’ola ger gönlüyle dâim bezm-i hâs / Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül” (Nef‘î). Gönül âşık gibi ağlar, kanlı göz yaşı döker; yaralıdır, aşkın ve gamın merkezidir. “Dil-i gamgîn, dil-i gamhâr, dil-i sûzân, dil-i pürsûz” gibi tabirler bunu ifade eder. Ahmed-i Dâî’nin şu beyti bu anlayışın örneğidir: “Gam yeme ey şikeste dil bu dahi böyle kalmaya / Firkat içinde hasta dil bu dahi böyle kalmaya”.

Gönül birçok teşbih ve mecaza da konu olmuştur. Bunlardan memleket, iklim, il, vilâyet, şehir, Bağdat ve Mısır gibi unsurlar sevgilinin padişaha, aşk derdinin de orduya benzetilmesi esasına dayanır. Sevgili gönül ve aşk ülkesinin sultanıdır. Aşk derdi bu ülkeyi sık sık yağmalamaktadır. “Bir ülkede iki padişah olmaz” atasözü uyarınca âşığın gönlünde padişah olarak sevgilinin aşkının yeterli olduğu ifade edilir: “Gam değil bende isen Mısr-ı dile sultansın / Bir azîzin kuludur Yûsuf-ı Ken‘ân-ı Mısr” (Ahmed Paşa). Bazan âşığın kendisi gönül mülkünün sultanı olarak gösterilir; âh ateşinin kıvılcımları asker, sevgilinin aşkı da sancak kabul edilir.

Sevgili gönül tahtının sahibi, gönül sarayında misafir kalan bir sultan şeklinde düşünülerek gönül de kul, saray, taht,


divan, padişah meclisi olarak ele alınır. Hayalî Bey’in, “Cihanda başıma sultân iken benim servim / Kul oldu sen şehe âzâd gördüğün gönlüm” beyti bu anlayışa örnektir. Gönül bazan da o sultanın peşinden giden asker olur.

Gönül sevgilinin cefası, ona karşı hasret çekmesi ve gamzesi oklarından dolayı hastadır, yaralıdır. Bu sebeple kırmızı rengi ve ortasındaki siyahlık yönünden lâleye benzetilir: “Aks-i hâlin bu dil-i pürhûnda tutmuştur karâr / Lâlenin ol günde kim bağrında dâğın yaktılar” (Hayâlî Bey). Gonca da içi kan dolu bir gönlü hatırlatır. Gönlün hasta, bîmar, sayrı, yaralı oluşu, aşk derdinin tabibi olan sevgilinin gelmesini sağlamak içindir. Çünkü hasta ziyareti âdettir. Böylece gönül ilâç, tiryak, şifa ve tabip olan dudaklarla yani vuslatla tedavi edilecektir. Aksi takdirde daha çok hasta olur. Bu durumda gönül deli, şeydâ, mecnun, şûrîde, vâlih, divane şeklinde ifade edilir: “Onu hoş tut garibindir efendim işte biz gittik / Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı” (Hayâlî Bey). Bu benzetme zincir, ay, ateş, efgan ve perişanlık münasebetine dayandırılır. Delileri zincire vurmak âdet olduğu için âşığın gönlü sevgilinin saçı zincirine tutulmuştur. Gönlün divane oluşunda peri gibi güzel sevgilinin de rolü vardır. Zira periler çok güzel varlıklar olup sadece delilerle yakınlık kurarlar. İnsanlara pek görünmez, görününce de onların delirmesine sebep olurlar. Gönül de peri gibi güzel sevgiliyi görünce deli divane olur. İnsanlar sihir ve büyü ile de delirirler. Gönlün delirmesinin bir sebebi, sevgilinin cadıya benzeyen gamzelerinin büyü yapmasıdır.

Gönül hırsız, esir, mahpus, bağlı, berdâr olarak da ele alınır: “Bugün berdâr eder dilber giriftar Ahmed’in gönlün / Anunçun zülfü çengâlin eder geh doğru gâh eğri” (Ahmed Paşa). Sevgilinin zindana benzeyen çene çukuruna düşen gönül böylece mahpus olmuş veya darağacına çekilmiştir: “Şol gönül kim göricek zülfünü cân etti fedâ / Ermedi darda Mansûr onun pâyesine” (Hayâlî Bey). Gönlün Hz. Yûsuf ve Hallâc-ı Mansûr’a benzetilmesi de bu münasebetledir.

Sevgilinin geceye benzeyen siyah saçlarına düşkün olan gönül gidecek başka yeri olmayan bir gariptir: “Bu sebepten dil karâr eyler kara zülfünde kim / Şâm eriştiği mahalde edinir me’vâ garîb” (Ahmed Paşa). Gece dolaşmanın tehlikelerini göze alan gönül miskin, âvâre, bînevâ, nâtüvan, perişan ve sadpâre, sevgiliden vuslat metâını almak için canını teklif eden garip bir müşteridir. Şebrev, kumarbaz, mest oluşu da bununla ilgilidir.

Gönlün en çok teşbih edildiği bir unsur da çocuktur. Aşk ve güzellik bir mektep, yüz mushaf, zülüf dal veya lâm, ağız mim, boy elif, gönül de bunları okumaya çalışan bir mektep çocuğudur: “Tıfl-ı dil kaddin görüp aşka eliften başladı / Rabbi yessir ve lâ tüassir rabbi temmim bi’l-hayr” (İbn Kemal). Gönül de çocuk gibi sonunda tehlike olduğunu bilmeden olur olmaz her şeye heveslenir.

Sevgilinin teşrifi için hazırlanmış bir ev, hâne, hücre ve harim olan gönülde sevgili teşrif etmediği için daima gam misafir kalmaktadır. Bundan dolayı gönlün gıdası genellikle gam ve kederdir. Sevgilinin saçlarının tuzak, benlerinin dâne, kendisinin avcı olarak tasavvuru sonucu gönül de sevgiliye tutulan bir kuş kabul edilir: “Zülfüne gönül düştü görüp hâl-i siyâhın / Dil murgunu dâme düşüren dâne midir bu” (Cem Sultan). Öte yandan aşk ateşiyle yanıp kebap olan gönül ten kafesinde mahpustur.

Gönül aşk ateşiyle eriyen bir mum veya çerağ, göz yaşı da yağıdır: “Firâkın odunu gördükçe mum-tek eridi / Sebât ü sabrda fûlâd gördüğün gönlüm” (Fuzûlî). Bu sebeple ağladıkça aşk ateşinin daha parlak olacağı düşünülür. Gönül bazan sevgilinin etrafında çırpınan bir pervane, bazan da gamze okları için bir hedeftir.

Kırılma, paslanma, tozlanma ve hediye edilme gibi özellikleri dolayısıyla gönül aynaya benzetilir. Sevgiliye ayna hediye etmek âdet olduğu için âşık ona lâyık bir armağan olarak gönül aynasını verir. Gönül çok hassastır, çabuk kırılır. Sırça, şişe, kâse, sâgar, câm-ı cihannümâ oluşu bu münasebetledir: “Yâhud bu şîşe-i nâzik-mizâc gönlümüze / O seng-dilden eren inkisârı mı diyelim” (Ahmed Paşa). Gönül aşk derdiyle sürekli âh edip inlediğinden ney, tambur, ud gibi müzik aletlerine de teşbih edilir. Hazine veya definelerin viranelerde bulunmasından hareketle gönül de sevgilinin aşkını veya hayalini hazine gibi kendinde saklayan bir virane şeklinde tasavvur edilir: “Bu hârâbatta sâbit olamam sultânım / Dil-i vîrânemi yapsan da yıkılsam gitsem” (Sâbit). Gönül için en çok kullanılan sıfatlar perişan, kaygılı, hayran, zâr, bîçâre, harap, sergeşte, sadpâre, şikeste ve gamgîndir: “Estikçe bâd-ı subh perîşansın ey gönül / Benzer esîr-i turra-i cânansın ey gönül” (Nedîm).

Aşk ve güzellikle ilgili her ıstırabı gönülden başka tam olarak duyan ve çeken yoktur: “Hey kıyâmet gel hisâbın gönlüme sor zülfünün / Elli bin yıldan uzundur her şeb-i hicrân ona” (Ahmed Paşa).

Türk halk edebiyatında da birçok atasözü ve deyime konu olan gönül (Eyüboğlu, I, 105-108; II, 193-204) türkü, mâni, halk hikâyeleri ve masallarda yaygın olarak yer almakta, divan edebiyatındaki gibi âşıktan ayrı bir varlık olarak kabul edilmektedir.

Gönül kavramının en çok kullanıldığı alanlardan biri de dinî-tasavvufî edebiyattır. Bir ülkeye benzetilen gönül bazan mâmur, bazan da viran olur: “Artık harâbe gönlün mânend-i mülk-i âlem / Ma‘mûr olur mu yoksa vîrân olur kalır mı?” (Celâli). Gönül hangi durumda bulunursa bulunsun onu ancak aşk sultanı alabilir, aşk askeri yağmalayabilir. Aşk ateşiyle yanmayan gönül sürekli karanlığa mahkûm ve ilâhî nurdan mahrumdur. Bu mahrumiyet Kâbe’de kıble aramaya benzer: “Bir sîne ki o nâr-ı mahabbet eseri yok / Zulmettedir ol nûr-ı Hudâ’dan haberi yok” (Çengî Yûsuf Dede).

Tasavvuf ehli her an her yerde Allah’ın hikmetini, sanat ve kudretini, sıfatlarının tecellisini görmek ister. Allah’ın rahmân ismiyle gönül arasında bir münasebet vardır. Rahmân kalp yufkalığıdır. Gönül de yaygın olarak “rahmet ve yumuşaklık” anlamlarında kullanılır. Bu durum gönülde rahmân isminin tecellisi bulunduğunu gösterir. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp iman nuru ile dolduğunda gönül, inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefistir. Gönül ulviyete, nefis süfliyete yönelir. Mâna âlemini kuşatan gönül Hak yolcusunun varacağı son merhaledir. İlâhî aşk ve tevhid sırrı burada tecelli eden bir zümrüdüankadır. Gönül hem çok yüce hem de çok hassastır. Kırılınca kolay kolay tamir edilemez: “Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır / Dokunma gönlüme şart-ı mahabbet öyle değil” (Muhyiddin Râif).

Gönül bir kitaptır, gerçek aşk hikâyesi bu kitaptan okunur. Bunun için gönlü aşk ile doldurmak gerekir. Ancak bu feyizle onun gerçek servet ve kudrete, hakiki huzur ve mutluluğa kavuşması


mümkün olur. Aşk deryasına girenin, vahdet âlemine ulaşanın gönlü sadece bir mescid değil Mescid-i Aksâ’dır. Gönül manevî bir kıble, uçsuz bucaksız bir deryadır: “Gönül ki sâhil-i deryâ-yı bî-nihâyettir / Dil bahri hurûş eyler onda nice dalgam var” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı). Derya vahdetin, dalgalar kesretin yani mahlûkatın, fâni olanın işaretidir. Beden bir sedef, gönül de o sedefin içinde ilâhî feyizler denizinde teşekkül eden bir incidir: “Ey bahr-i halâvet sen hoş terbiyyet eylersin / Misl-i sedef olmuş ten dürr ü güher olmuş dil” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı).

Gönül Tûr dağıdır. Hz. Musa’ya Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi orada vuku bulmuştur. Bilhassa âşık gönlünde de ilâhî tecellî her an zuhur edebilir. Zaman zaman da kuş, bülbül, gonca, gül, gül bahçesi olan gönül ârif kişiyi kesretten vahdet sırrına, halktan Hakk’a ulaştırarak halvette mâşukuna kavuşturur. Gönül bir meyhanedir. Orada aşk şarabıyla sarhoş olunur. Meyhaneci veya sâkî mürşidin yani insân-ı kâmilin, şarap ise ilâhî aşkın remzidir. Gönül nazargâh-ı ilâhîdir, beytullahtır, mukaddestir: “Dil nazargâh-ı Hudâ’dır sâf kıl kim dola nûr” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı). Yerlere, göklere sığmayan Allah mümin kulunun gönlüne sığmıştır. “Gönülde eyle sefer ger Hudâ’yı istersen” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı) mısraında belirtildiği gibi varlık âleminde iken yokluk âlemine sefer etmek ancak gönülde olur. Gönül bir irfan hazinesidir. Tasavvuf gönüller ilmidir: “İlm-i kulûb oldu çünkü ilm-i tasavvuf / Kalbini sâf eyle çekme bâr-ı tekellüf” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı).

Tasavvufta kalbin önemi büyüktür. Türk tasavvuf edebiyatında kalp ve dil terimlerinin yanında Türkçe gönül kelimesi de kullanılmış, bazı tasavvufî kavramlar bu terimle ifade edilmiştir. Genellikle gönül “tasavvuf”, gönül ehli de “sûfîler” anlamına gelir. Gönül haline varmak râbıta ve murakabe halinde olmak demektir. Melâmet ehli, Hakk’ı daima hatırda tutmaya ve onun türlü tecellilerini temaşa halinde olmaya “gönül beklemek” derler. Gönül gözetmek ve gönül kırmamak tasavvufun ahlâkî yönünü ifade eder. Gönül ehlinin, dil aracılığı olmadan uzak mesafelerden birbirinin haline âşinâ olması ve mânevî bir iletişim kurması, “Gönülden gönüle yol var” deyimiyle ifade edilir. “Dil dili var dilden dile” sözü de aynı fikri anlatır (ayrıca bk. KALB).

BİBLİYOGRAFYA:

Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 204-206; Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları (İstanbul 1972), İstanbul 1975, s. 78-82; Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 321-340; E. Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973-75, I, 105-108; II, 193-204; Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul 1977, s. 134-138; Cemâl Kurnaz, Hayâlî Bey Dîvânı (Tahlili), Ankara 1987, s. 327-346; a.mlf., Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler, Ankara 1990, s. 77-85; a.mlf., “Yüzük Oyunu Mazmûnu”, TKA, XXIV/2 (1986), s. 173-179; Büyük Türk Klâsikleri, V, 457; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1989, I, 359-362; Âmil Çelebioğlu, “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı’nda Gönül”, TK, XVI/185 (1978), s. 26-38; Mustafa Kutlu, “Gönül”, TDEA, III, 359-363.

Cemal Kurnaz